Osmanlıca Türkçe Açıklama
a'ba   Ağırlıklar, yükler, mes'uliyetler. * Sandık.
a'bad   Köleler.
a'bel   (C: A'bile) Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur. * Taşlık dağ. ◊ Ak, beyaz. * Ağaç yaprağının dökülmesi.
a'bide   (Abd. C.) Köleler. Abid.
a'cam   (Acem. C.) Acemler. İranlılar. * Arab olmayanlar.
a'ceb   Çok acâyib. Pek tuhaf olan.
a'cef   İnce, zayıf.
a'cel   Daha acele, en çabuk. * Acele eden kişi.
a'cemî   Aceme mensub. * Arapçayı iyi konuşmayan. Dilsiz. * Beceriksiz.
a'cez   En âciz. Çok kudretsiz. * Mak'adı etli ve yumru olan.
a'cube   (Bak: U'cube)
a'da   En zâlim, en çok düşmanlık eden. ◊ (Adüv. C.) Düşmanlar.
a'dad   (Adud ve Adad. C.) Bazular. Kollar. * Havuzun çevre kenarına konan taş. ◊ (Aded. C.) Adetler. Sayılar. ◊ İnce ve kısa kollu adam.
a'dal   (İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler.
a'das   (Ades. C.) Mercimekler.
a'deb   Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan. * Bir boynuzu kırık hayvan.
a'del   (Adil. den) Adâletli, çok doğru.
a'fer   Pek beyaz. * Beyazı kırmızılığına galip olan geyik.
a'fes   Çıplak, uryân.
a'fet   En güç sey. * Pek akılsız. * Peltek konuşan. Kekeleyen.
a'kab   (Akab. C.) Bir şeyin hemen sonrası.
a'kal   En akıllı. Pek akıllı. Daha akıllı.
a'kar   Kısır.
a'kas   Boynuzu kulağı ardında bitmiş veya boynuzu kulağı ardına gelmiş nesne.
a'kef   Ahmak.
a'la   Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan.
a'lâ suresi   Kur'an-ı Kerim'in seksenyedinci suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
a'lal   (İllet. C.) Hastalıklar, marazlar, illetler. * Sebepler.
a'lam   (Alem. C.) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar. * Bayraklar. * Büyük âlimler. * Büyük dağlar.
a'lem   Daha iyi bilen. En iyi bilen. * Yarık dudaklı. * Alâmetli, belirtili.
a'ma   Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları.
a'mak   (Umk. C.) Derinlikler.
a'mal   (Amel. C.) Ameller. İşler. Yapılan hayırlar.
a'mam   (Amm. C.) Amcalar.
a'mar   (Ömr. C.) Ömürler, yaşayışlar. * Mes'ut hayat. Hoşa gidecek garib ve tuhaf şeyler. * Sinler, yaşlar.
a'mer   Yaşlı kişi. İhtiyar.
a'meş   Gözünün yaşı durmayıp akan. * Tomlaç gözlü.
a'mide   (Amud. C.) Direkler. Temeller. Sütunlar. * Mc: Büyük kimseler. Büyükler.
a'nâ   (İnv. C.) Nahiyeler, taraflar. * Cemaatler.
a'nâb   (İneb. C.) Üzümler. Yaş üzümler.
a'nak   (E'nak) Boynu uzun.
a'nâk   (Unk. C.) Boyunlar, gerdanlar.
a'nan   Ufuklar. * Ağacın ucu.
a'neb   Büyük burunlu adam, burnu iri olan adam.
a'ni   Yani ben demek istiyorum ki (manasında).
a'rab   Göçebe Araplar, çölde yaşayan Araplar.
a'rabî   Çölde yaşayan Arab.
a'rac   Anadan doğma topal (aksak).
a'raf   (Arf. C.) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer.(Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.) ◊ More…
a'raf suresi   Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.
a'rak   (Irk. C.) Kökler, damarlar.
a'raş   (Arş. C.) Tahtlar. * Çatılar, damlar.
a'râs   Düğünler. * (İrs.C.) Evliler. * (Urs. C.) Nikâh merasimleri.
a'raz   (Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. * Tesadüfler. * Hastalık alâmetleri. * Kazalar, felâketler, musibetler.
a'razi   Ârızî, tesâdüfî, rastgele.
a'rec   Topal, aksak.
a'ref   Pek ma'ruf, çok bilen. Arif. * Çok anlayışlı, fazla bilgili. * Yelesi ve boynu uzun olan at.
a'rem   Alacalı, benekli (şey).
a'sa   (Asâ. C.) Değnekler, sopalar, bastonlar.
a'şa   Gözleri dumanlı olan adam. * Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı. * Gece vakti gözleri görmeyen kimse.
a'sâb   (Asab. C.) Sinirler. Damarlar.
a'şab   (Aşb. C.) Tâze otlar.
a'sac   Saçları alnı üzerine dökülmüş.
a'sal   Dişinin ucu eğri olan.
a'sam   (Usme. C.) Ön ayakları beyaz olan at, geyik veya koyun.
a'sar   (Asr. C.) Asırlar. Yüzyıllar.
a'şar   (Öşür. C.) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki vergiler. * Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları.
a'şarî   Ondalığa âit. Öşür hesapları nev'inden. On sayıları. Ondalık.
a'sef   Zulmedip zorla birşey alan.
a'sel   Eğri olan şey. Eğri dişli veya bacaklı kimse.
a'sem   Eli bileğinden kurumuş kimse.
a'ser   Çok zor ve çetin olan, dayanılması çok zor. * Solak.
a'taf   (Atf. dan ) En âtifetli. Pek müşfik, çok merhametli adam. * Boynuzları birbirine eğilmiş koyun. (Müe: Atfâ') ◊ (Atf. C.) Meyiller. * Merhametler, şefkatler, lütuflar, More…
a'vak   (Avk. C.) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.
a'vam   Yıllar. Seneler.
a'van   Yardımcılar. Etbâlar.
a'vaz   Karşılıklar. Bedeller. (Bak: İvâz)
a'vec   Eğri büğrü.
a'ved   Ençok faydalı.
a'ver   Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm.
a'vez   Mânâsı anlaşılmayan şey. * Anlaşılması zor olan şiir.
a'ya   En kudretsiz, kabiliyetsiz. İktidarı hiç olmayan.
a'yad   (İd. C.) Bayramlar.
a'yan   (Ayn. C.) Gözler. * Bir yerin ileri gelenleri. * Meclis âzaları. Senato âzaları. * Muayyen ve müşahhas olan şeyler. * Altınlar. * Kaymakam.
a'yar   (Ayr. C.) Eşekler.
a'yen   Büyük ve iri gözlü. * Bakılan yer. * Çok açık, pek belli, bâriz.
a'yes   (C.: İys) Beyaz deve.
a'yün   (Ayn. C.) Gözler, aynlar. * Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar.
a'za   (Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. * Bir cemiyete mensup kimse.
a'zam   Çok büyük. En büyük. Daha büyük.
a'zamî   En fazla, en çok, nihayet derecede.
a'zamiyyet   En fazla oluş. En fazlalık.
a'zar   (Özr. C.) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller.
a'zeb   Karısı olmayan erkek. ◊ Çok tatlı. Pek hoş.
a'zel   Yalnız veya silâhsız bulunan.
ab   f. Su. * Mc: Yağmur. * Letâfet, güzellik. * İtibar. * Irz, nâmus. * Vakar. * Cilâ. *Keskinlik. ◊ Kusur, ayıp, noksanlık.
ab'ab   Taze civanlık. * İbrişim halı. * Dağ tekesi. * Yumuşak yünden yapılan kisve.
ab'âb   Uzun boylu kimse. * Güzel huylu ve sabırlı adam.
ab-berin   f. Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk.
ab-came   f. Su kabı.
ab-çera   f. Kahvaltı.
ab-dest   f. Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve More…
ab-endam   f. Güzellik. Güzel endam.
ab-gir   f. Suyun biriktiği yer, havuz. * Dokumacılıkta kullanılan fırça.
ab-hane   f. Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet.
ab-hurde   f. Su içen.
ab-i zen   f. Küçük havuz. * Su birikintisi. * Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak: Avzen)
ab-kend   f. Havuz, dere, su geçidi.
ab-keş   f. Delikli kevgir. * Su çeken, sucu, saka. * Kadeh sunucu.
ab-kur   f. Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı yol ve delik.
ab-nak   f. Sulu, ıslak, nemli.
ab-rane   f. Su borularına ve su yollarına bakan mühendis.
ab-şar   f. Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı.
ab-şinas   f. Sudan anlıyan. * Gemi kılavuzu.
ab-süvar   f. Su üstünde yüzen. * Sudaki kabarcık.
ab-vend   f. Maşrapa, bardak, su kabı.
ab-yar   f. Sulayan. * Mc: Bereketlendiren, feyizlendiren.
ab-yarî   f. (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat.
ab-zen   f. Küçük havuz. * Banyo.
âbâ   (Eb. C.) Babalar, pederler. * Mc: Mürşidler, ileri gelenler.
aba   Ekseriyetle yünden yapılmış, bol giyimli bir libas, elbise. ◊ Kule.
âbâ ve ecdâd   Analar, babalar, dedeler.
aba'   Kaba, ahmak kişi.
aba-puş   f. Aba giyen, derviş. * Fakir.
âbab   Otu bol olan yerler, çayırlar, otlaklar, mer'alar.
abab   (Abb) Suyu nefes almadan içmek. * Işık, nur, ziyâ.
abad   Ebedler. Sonsuz gelecek zamanlar. ◊ f. Mâmur, şen. * Çok dolu.
abadan   f. Mâmur, şen. İmâr edilmiş.
abadî   Bayındırlık, mâmurluk, şenlik. * İmar edilmiş olan. * Hindistan'ın Devlet-âbad şehrinde ipekden yapılmış bir yazı kağıdı.
abâdile   Abdullah isimliler.
abajur   Fr. Lamba siperi.
abak  İcab etmek. Lâzım olmak. * Yapışmak.
abakiye   Lâzım olmak. * Yapışmak. * Zahmet.
âbal   Develer.
abal   Dağ kili.
abalet   Ağırlık.
abam   şişman kimse.
âbar   (Bi'r. C.) Kuyular. Su kuyuları. * f. Hesap defteri.
abat   Koltuk altları.
abb   Işık, nur, ziya. * Güzelleşme.
abbas   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın amcalarındandır ve Mekke'nin fethinde Müslüman olmuştur. * Arslan, gazanfer.
abbasî   Resul-i Ekrem'in (A. S.M.) amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen veya aynı sülâleden gelenlerin kurdukları devlete mensup olan.
abd   Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). 'Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah More…
abdal   t. Safdil, ahmak, bön. * Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse. * Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse. * Derviş, ermiş, kalender. More…
abdan   (Ab. dan) Bahçe kovası, bahçe sulamaya mahsus süzgeçli kova. * Sidik kesesi, mesane.
abdar   f. Parlak. * Sağlam vücudlu. * Su veren hizmetçi. * Mc: Ter u tâze, tap taze.
abdest-hane   f. Ayak yolu, helâ. * Abdest alacak yer.
abdestan   f. Su ibriği, abdest ibriği.
abdiyet   Kulluk. * Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
abdulaziz   32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hic: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir.
abdulhamid ll   (mil. 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır.
abdulkadir   Allah'ın kulu.
abdullah   Allah'ın kulu. * Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir.
abe   İşaret, alamet. * Cemaat, topluluk.
abe'   Kıymet. Ehemmiyet. Meta'.
abece   Ahmak kimse.
abed   Hayâ etmek. Arlanmak. * Hışım etmek, kızmak. * Uyuz hastalığı.
abede   (ÎÂbid. C.) İbadet edenler. Âbidler. Tapanlar.
abede-i esnam   f. Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler.
âbek   Sulu, su dolu olan şeyler. * Çıban. * Civa. (Hg).
abeket   (C.: Abekât) Tâne, az şey. * Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi. * Ekmek parçası. * Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.
abel   (C.: Abâl) Yassı ve enli yaprak.
aberasyon   Fr. Sapma.
aberat   (Abre. C.) Göz yaşları.
abes   Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi. (Bak: Gaye) ◊ Davarın kuyruğunda kuruyup kalan bevl ve ters.
abese   (Abs. den) Çehresini çattı, sureti kerih oldu (meâlinde).
abese irca   Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır.
abese suresi   Kur'an-ı Kerim'de sekseninci surenin ismi olup, Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Saliha Suresi, Sefere Suresi de denilir.
abesiyat   (Abes. C.) Faydasız ve boş şeyler.
abesiyyun   Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler.
abher   Nergis çiçeği, * Dolu kap.
abî   f. Ayva. * Suda yaşayan ve suda meydana gelen. * Çok mâvi. ◊ Çekinen. * Tiksinen. * Sakınan. * Nazlanan. ◊ Kurban payı.
abîd   Kullar. Köleler.
abid   İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle. ◊ f. Kıvılcım.
abidane   f. Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette.
abide   Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye. * Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a. * Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir. * More…
abidevî   Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde.
abik   Sebebsiz olarak sahibi yanından kaçan köle.* Civa. (Hg)
abil   Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan. * Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan.
abile   f. Su üzerindeki kabarcık. * Sivilce. Çıban.
abir   (Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen. * Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.
abis   Denizlerdeki dokuzbin metreyi geçen derinlikler. ◊ Asık suratlı, ekşi yüzlü kimse. * Arslan. ◊ Alaycı, saygısız.
abîse   (C: Abayis) Tarhana.
abişhor   f. Hayvan sulama yeri. * İçme kabı. * Dinlenmek için kısa bir duraklama, teneffüs. * Günlük yiyecek.
abist   f. Gebe, hâmile.
abisten   f. Gizli, gizleme. * Gebe. * Dişilik.
abistenî   f. Hâmilelik, gebelik.
abiştgâh   f. Gizlenecek yer, gizli yer.
abiy   Kısmet, nasib,
abiye   Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın.
abkame   f. Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. * Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir More…
abkarî   Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. * Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan. * Çok güzellik. * Bir nevi döşek.(Abkari: Esasen abkar'e mensub demektir.
abl   Kalın, büyük nesne. * Bükmek.
abla'   Ak nesne. * Beyaz taş.
ablise   f. Tarlaya tohum atan, ekinci.
abluka   İtl. Etrafını sarıp hâriçle alâkasını kesme. Bahren muhasara, denizden kuşatma.
ablukayi bozmak   Muhasara hattını yarıp geçmek.
abone   Fr. Gazete ve dergi gibi yayınlara peşin para vererek muayyen bir zaman için müşteri olan kimse.
abonman   Fr. Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma.
aborda   İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.
abr   Rüya tabir etmek. Düş yormak. * Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek. * Söylemeden bir şeyi düşünmek.
abra   Bir değiş-tokuşta üste verilen şey. * Teraziyi ayarlamak için hafif gelen kefesine konulan ağırlık.
abran   Ağlayan, ağlayıcı.
abraş   Alaca benekli at. * Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı.
abre   Göz yaşı.
abs   (Ubus) Huzursuzluktan yüz ekşitmek, çehreyi çatmak. ◊ Karıştırmak, halt. * Güneşte keş kurutmak. ◊ Kurumak, katılaşmak.
abş   Salâh. * Hüsn. İbâdet. * Gaflet.
absal   f. Bahçe, koru, park.
abt   Deveyi ve koyunu hastalanmadan sağ iken boğazlamak. * Kazılmamış yeri kazmak. * Yarmak. ◊ Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.
abu   f. Nilüfer çiçeği.
abus   Çatık çehreli. asık yüzlü. Yüzü ekşi.
abv   Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş. (Bak: Ta'biye)
ac   Fildişi. * Dolu kap.
ac'ac   Çağırış.
ac'ace   Uzun uzun çağırmak.
acac   Toz. * Tütün. * Bulut. * Duman.
acafet   Zayıflık. Çelimsizlik.
acaib   (Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.
acaibat   Normale zıt şeyler. Acâib şeyler.
acaiz   (Acuze. C.) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar.
acak   f. Toprak.
acal   (Ecel. C.) Eceller. Ölümler, vâdeler.
acalit   Yoğurt.
açalya   yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği.
acam   (Ecme. C.) Meşelik, kamışlık, ağaçlıklar.
acan   f. Polis: Emniyet mensubu
acar   (Ecr. C.) Sevaplar, ücretler, mükâfatlar. * Kiralar.
açar   f. İştah açmaya yarayan turşu v.s. * İnişli yokuşlu yer. * Karıştırılmış, birleştirilmiş.
acasa   Deve sürüsü.
acb   Kuyruk sokumu. 'Us'us' denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk More…
acc   Yüksek sesle haykırma, * Gürültü çıkarma. Deveyi döğme.
acc(e)   Kalabalık.
accac   Fırtınalı, rüzgârlı. * Gürültülü.
aceb   Taaccüb, şaşma, hayret. * Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.
aced   Kuru üzüm.
acele   Çabuk, çabukluk. Bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışma, ivedilik.
acem   İranlı. Yabancı. * Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar. * Çekirdek.
acemâne   f. Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi.
acemceme   (C: Acemcemât) Kuvvetli, muhkem deve.
aceme   (C: Acemât) Çekirdek. * Çekirdekten biten hurma ağacı. * Sert ve sağlam taş.
acemî   Tecrübesiz. * Yabancı. * Yeni. Mübtedi.
acemistan   f. İran ülkesi.
acemiyan   f. (Acemi. C.) İranlılar. Acemler. * Acemiler, tecrübesizler.
acente   (Acenta) ing. Bir vapur şirketinin her iskeledeki memuru. * Bir şirket veya idarenin diğer memleketteki vekili. * Memur veya vekilin memuriyeti ve idarehanesi.
aceze   (Âciz. C) Âcizler. * Düşkünler, zayıflar.
açi   (Bak: Zâviye)
acîb   Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.
acib   Hayret veren. Şaşılacak şey.
acîbe   Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.
acic   Sesi yükseltmek.
âcil   Aceleci. * Acele eden. Hemen. * Derhal. Peşin. * Çabuk. * Fık: Dünya.
acil   Sonraya bırakılmış. Bir vâdeye bağlı. * Ahiret.
âcilane   f. Acele edene ait. Acele olarak. * şimdiki zamana ait.
âcilen   Vakit gelince yapılmak üzere. Bir vâdeye veya bir şarta bağlı bulunarak. ◊ Acele olarak. Serian, derhal, müstâcelen.
acin   Rengi ve tadı değişmiş pis su. ◊ Yoğurma, hamur tutma.
acinî   Hamur gibi yoğurulmuş, macun kıvamında.
aciniyet   Mâcun halinde olma. Hamur gibi yoğurulmuş olma.
acir   Elindekini başkasına kiralayan. Kiraya veren.
aciş   f. Üşüme, soğuktan üşüme.
aciyy(e)   (C: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk. * Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.
âciz   Beceriksiz. Eli ermez. Kabiliyetsiz. Gücü yetmez olan.
âcizân   (Âciz. C.) Âcizler, beceriksizler, zayıflar, güçsüzler.
âcizâne   f. Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) 'Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler.' More…
âciziyyet   Acizlik, beceriksizlik, kabiliyetsizlik. * Fakirlik, tevâzu.
açki   Cilâ, perdah, lostra.
açkici   Cilâ ve perdah veren sanatkâr.
acled   Yoğurt.
aclez   Kavi, sağlam nesne.
acm   (C: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve. * Kuyruk dibi. * Isırmak.
acmî   İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.
acn   Yoğurma. Ma'cun kıvamına getirme.
acul   Çok acele eden sabırsız.
aculâne   Acele edene yakışır suretde.
aculiyet   Acelecilik. Sabırsızlık.
acur   Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.
acür   Yoğunluk, semizlik, besililik. * Yoğun. * Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak. ◊ Kerpiç, tuğla, kiremit. ◊ Kuyruk.
acürî   Kiremitçi, tuğlacı.
acüs   Almak, kabzetmek. * Gecenin sonu.
acüz   (C.: Acâz) her nesnenin dibi, kökü ve sonu. * Yay kabzası.
acuz(e)   Çok yaşlı kadın. Kocakarı. * Kılıç. * Şarap. * Sırtlan.
acv   Çocuğa süt içirmek.
acve(t)   Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma.
acz   Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak. * Zarardan korunmak gücünün olmaması. * Bir şeyin geri tarafı.
acz-alud   f. Âcizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük.
acz-mendî   f. Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr.
acza'   Dübürü büyük kadın. * Kumdan yığılmış yüksek tepe.
acze   (C.: Acâyiz) Her nesnenin sonu. * Kadın dübürü.
âd   Hz. Hud Peygambere (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İlâhiyyeye uğrayan ve helâk olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adı. ◊ (Âdet. C) Âdetler.
ad   İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet.
ada   Gr: Kendinden sonra gelen ismi cerreder. Harf-i cerr'dir. '...den başka, ...den gayrı' mânasına gelir. (Bak: Mâadâ) ◊ Etrafı su ile çevrili kara parçası. * More…
âdâb   (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir.
âdâb u erkân   Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri.
adahi   (Udhiye. C.) Kurbanlar.
adahik   (Udhuke. C.) Şakalar, gülünç şeyler.
adak   Nezredilen şey. (Bak: Nezr)
adakk   İnce, dakik.
adal   Gümüşü az olan para.
adalat   (Adale. C.) Adaleler.
adale   Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.
adalet   Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini More…
adaletkâr   f. Adaletli, insaflı, adalet sahibi.
adâletkârane   f. Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette.
adaletpenah   f. Adâletli.
adall   Çok sapık, çok dalâlette.
adam   İnsan. * Erkek kişi. * Birinin tarafını tutan kimse. * İyi ve terbiyeli yetişmiş insan.
adamet   Ahmaklık, akılsızlık.
adan   Deniz kenarı.
adaptasyon   Fr. Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. * Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. More…
adapte   Fr. Adaptasyonu yapılmış, tamamlanmış.
adarr   En zararlı.
âdat   Âdetler. (Bak: Âdet)
adavet   Husumet, düşmanlık. Kin. buğz. Garaz.
aday   (Bak: Namzed)
adb   Kılıç. * Kesmek. * Sövmek.* Yardımcı.
adcem   Eğri burunlu.
âdd   Kuvvet, salâbet.
add   Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek.
addar   Denizci, gemici taifesi.
addetmek   Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek.
âde   Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde.
aded   Sayı. Tane. Rakam. Miktar.
adeden   Sayı bakımından, sayıca.
adedî   (Adediye) Adede yani miktar ve rakama, sayıya mensub.
âdem   İnsan. İlk insan ve ilk peygamber.
adem   Yokluk, olmama, bulunmama. * Fakirlik. (Vücudun zıddı)
adem-âbâd   f. Yokluk. Yokluk alemi.
âdem-küş   f. Adam öldüren, katil.
âdemî   İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.
ademî   Yokluğa ait. Ademle ilgili (Bak: Vukuât)
âdemiyân   (Âdem. C.) İnsanlar.
âdemiyât   (Adem. C.) Yokluklar. Ademler.
âdemiyyet   İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.
ader   Yel inmekle hayası şişen kimse. ◊ Çok su.
ades   (C. Adâs) Mercimek.
adese   Mercimek. * Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı.
adesî   Mercimeğe benziyen şey.
âdet   Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde More…
adetâ   Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.
adeten   Görenek şekliyle, âdet olarak.
adevân (adv)   Sür'atle koşmak.
adf   Yemek.
adgâs   (Dags. C.) Desteler, demetler. * Karışık rüyalar. * Karışık söylentiler.
adgâsu ahlâm   Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
adhâ   Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti. (Bak: Îd)
adham   Yoğun, kaba. * İri cüsseli adam.
âdî   Üstünlük farkı olmayan. Kıymetsiz. * Her zamanki. * Âd kavmine âid.
adid   (Adide) Çok. Bir çok sayı. Çok şeyler. Müteaddid. Birinin dengi. ◊ Hasım. * Arkadaş. * Isırma. Bir ısırımlık lokma. (Bak: Adûd) ◊ Kesilmiş ağaç. * Tepesine el yetişen More…
âdih   Sihirbaz. * Soktuğu saat öldüren yılan.
adihe   Bühtan, yalan.
âdil   (Âdile) Adâlet eden. Allah'ın emirlerini noksansız tatbik eden. Doğru. Doğruluk gösteren. Adâlet sahibi.
adil   Eş, denk, akran, benzeri. Ölçüde, miktarda eşit olan.
âdilâne   Adalet sahibi bir adama yakışır surette.
adîm   Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.
âdin   Otlakta bulunan dişi deve.
âdine   Cuma günü.
âdiş   f. Ateş, nar.
âdiyât   (Adiv. den ism-i faildir) Hızla koşmak, seyirtmek. (At, deve v.s. koşanların hepsine ıtlak olunabilir.) * Mc: Düşmanlık, zulüm. * Dâima muharebeye koşup hücum eden cemaat. * Uzaklık. (Kamus) More…
âdiyat suresi   Kur'an-ı Kerim'in 100. suresinin ismi olup, Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
âdiye   (C: Âdiyat) Gaza yolunda seğirten at.
âdiyen   Her zamanki gibi. Adice. Fevkalâde olmayarak.
âdiyye   İtiyad edilmiş. Alışılmış.
âdiyyet   Adilik. Aşağılık.
adk   Vurmak, darp.
adl   Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk. * Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber More…
adla'   (Azla') (Dıl'. C.) Kaburgalar. * mat: Geometrik şekillerin kenarları, sayı kökleri.
adlî   Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.* Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.
adliye   Mahkeme. Muhakeme işleriyle uğraşan daire.
adm   (C: İdâm) Yay tutamağı. * Deve kuyruğu. * Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır. * Harman savurdukları yaba. ◊ Gazap etmek, öfkelenmek.
admer   Arslan. * Şedit, şiddetli. * Belâ. * Çirkin yüzlü şişman kadın.
adn   Vatan tutmak ve mukim olmak. * Cennette bir makam adı. (Bak: Cennet)
adrahş   f. Yıldırım. * Gökgürültüsü. * Şimşek.
adras   (Dırs. C.) Arka dişler, dişler.
adrefut   Kelerden büyük bir hayvan.
adrenalin   Fr. Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır.
adreng   Fr. Keder, mihnet, sıkıntı.
adret   Kaşları olmayan kimse.
adub   Yardımcı.
adud   Zalim. Iztırab veren. Hunhar. * Bir lokma. * Isırıcı köpek veya at. * Yavuz kişi. * Dar ve derin olan kuyu. (Bak: Adîd) ◊ Pazı. Kolun omuzdan dirseğe kadar olan kısmı. * Mc: More…
adude   Yumuşaklık. Tazelik.
adudî   Pazı kemiği ile ilgili.
adulî   Gemici, mellah.
adüvv   Düşman, hasım.
adv   Yelmek. Seğirtmek. * Hazırlamak.
adva   Hastalık başkasına bulaşmak.
advan   Çok koşan kimse.
adya'   Boynuzu ufak koyun. * Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.
adye   Koğuculuk, dedikoduculuk. * Yalan söylemek. * Sövmek.
af'af   Devedikeni ağacının yemişi.
afa'   Eşek sıpası.
afaf   (Afâfet) Temiz olma. Masumiyet. Günahsızlık.
afaif   Namus, ırz ve iffet sahibi, şerefli kadınlar.
afak   Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)
afakgir   Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok meşhur.
afakî   Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair. * Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif)
afar   Arap diyarında çok olan bir yeşil ağaç. * Hurma ağacını islah etmek. * Katıksız ekmek yemek.
afaret   İfritçe, şeytanî, kötü niyet.
afarit   (İfrit. C) Şeytanlar. İfritler.
afaroz   (Bak: Aforoz)
afat   Afetler. (Bak: Afet)
afazî   Fr. Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli.
afen   Çürüme, pörsüme. Yemeğin kokması. (Bak: Ufunet)
afend   f. Harp. Kavga.
afer   Toprak. Yer. Arz. * Ekin suladıkları vaktin evveli.
aferca   Yaramaz huylu.
aferide   (C: Aferidegân) f. Yaratılmış, mahluk.
aferin   f. Beğenmek, alkış, yaşa, varol. * Yaratan, yaratıcı.
aferin-hân   f. 'Aferin' diyen.
aferna'   Arslan. * Kuvvetli deve.
afes   Burun eğriliği.
afet   Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye. * Mc: Son derece güzel.
afetzede   (C: Afetzedegân) f. Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın, zelzele gibi bir felâkete uğramış.
afetzedegân   (Afetzede. C.) f. Afete, belâya, felâkete uğramışlar.
aff   İffet, namus. İffetli olmak. Nefsini haramdan men'etmek.
afgan   Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.
afî   Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan. * Affedilmiş, bağışlanmış. * Yalvaran. * Uzun saçlı. * Tencere altında artaya kalan.
afif   Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. * Müstakim.
afifâne   f. İffetlice. Temiz olarak. Nazif olarak.
afik   Yalancı, iftiracı. ◊ Çok aptal.
afil   Uful eden. Gurub eden. Batan. * Görünmez olan. Kaybolan. * Fâni, geçici.
afilûn (afilîn)   (Afil. C.) Gelip geçici, fâni olanlar. * Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler.
afin   Affedenler.
afinite   (Affinite) (Bak: Aşk-ı kimyevi)
afir   Güneşte kum üstünde kurutulan et. ◊ Çok kötü niyetli.
afire   Komşusuna bir şey vermeyen kadın.
afiş   Fr. Duvar ilânı.
afitab   f. Güneş. * Mc: Pek güzel. * Çok güzel yüz.
afitâbî   Güneşe âit. * Güzelliğe dâir.
afite   Dişi koyun. Koyun güdücü kız.
afiyet   Sağlık, selâmet, sıhhatli olmak.
afk   Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek. ◊ Rücu etmek, dönmek. * Kaybolmak.
aflak   Çok gevşek şey.
aforoz   R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.
afra'   Beyazı kızıllığına galip olan geyik. * Ayın onüçüncü gecesi.
afraze   f. Nur. Aydınlık, ışık. * Kandil fitili.
afreye   Horoz ibiği. İnsanın ense saçı. * Davarın alın saçı.
afruşe   f. Un helvası.
afs   Hapsetmek. * Deve sürmek. * Arkasına ayağıyla vurmak.
afsa   Boynuzu ardına kayık koyun.
afşar   Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.
afşelil   Sırtlan dedikleri canavar. * Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın.
afsun   (Efsun) f. Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak, Müslümanlıkta yasak ve günahtır.)
aft   Pelteklikten sözü zorlukla söylemek. Kekemelik.
aftab   f. Güneş. * Pek güzel şahıs. * Çok parlak çehre.
aftâb-gerdan   f. Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. * Avcı kulübesi.
aftab-gerdek   f. Kaya keleri. * Ayçiçeği.
aftab-gerdiş   f. Yer yüzü. * Kaya keleri. * Devamlı güneş gören yer.
aftab-gir   f. Güneşlik, şemsiye. * Güneş gören yer.
aftab-perest   f. Nilüfer çiçeği. * Güneşe tapan kimse. * Ayçiçeği.
aftab-ru   f. Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). * Sevimli, dilber. * Güneşe karşı olan (yer).
aftabe   f. İbrik. Su kabı.
aftabî   f. Güneşlik, şemsiye, tente. * Güneşe ait, güneşle ilgili.
afur   Boz tüylü ve kısa boyunlu olan geyik. * Zaman. ◊ Belâ kasırgası.
afüvv   Affeden, merhametli.
afv   Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek. ◊ Ayakla basılmadık yer. * Malın iyisi, helâli ve fazlası. * Terketmek. * Mahvetmek.
afyon   Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde.
ağa yeri   Topkapı sarayında hazine kethüdasının oturduğu yer.
agâh   (Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen.
agâhân   (Agâh. C.) f. Agâhlar, bilenler, bilgililer. Âlimler.
agâhî (agehî)   f. Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret.
agal   Darıltma, kışkırtma. * Çiğnemeden yutma. * Ağıl. * Arı kovanı.
agaliş   f. Kışkırtma. * Birşeye saldırmak için kışkırtma.
agande   f. Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. * Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek.
agarr   Çok sıcak gün. * Kendini beğenmiş. * Asil, âlicenâb. * Beyaz.
agaşte   f. Bulaşmış.
agavat   (Ağa. C.) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları.
agayan   Ağalar.
agaz   f. Başlama. Mübâşeret.
agba   Daha küt, en küt. * Daha koyu, en koyu.
agber   Çok tozlu.
agbeş   Boz renkli.
agbiya   (Gabi. C.) Ahmaklar, gabiler.
ağda   Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.
agdef   Uzun ve sarkık kulaklı.
agdiye   (Gada ve Gıda. C.) Yenip içilecek gıdalar.
agel   (Bak: İkal)
agende-guş   f. Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse.
ageste   f. Islanmış, ıslak.* Bulaşmış.
agfer   Mağfiret eden, bağışlayan, afveden.
ağil (ağl)   Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.
agin   f. Dolu, doldurulmuş.
agirra   (Garîr. C.) Tecrübesizler, safdiller, acemiler. * Mağrurlar.
agiş   f. İlişik, sarkık. * Uzatılmış.
agisna   Bize imdad eyle, yardım ihsan eyle (meâlinde duâ.)
agiyye   İçine su biriken çukur.
aglak   (Galak. C.) Kilitler. * Kapalı, anlaşılmaz şeyler.
aglal   (Gull. C.) Boyna geçirilen zincirler. * Kelepçeler, pırangalar. ◊ Ağaçlar arasında akan su. (Bak: Eglâl)
aglaz   (Galiz. den) kaba ve galiz şeyler.
agleb   Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. ('Ağleben - Ağlebâ' şeklinde de kullanılır.)
aglef   Sünnetsiz. * Sandıkta kapalı. * Mc: Katılaşmış, duygusuz kalb.
aglez   (Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz.
agma   Yıldız. Yıldız akması.
agmad   (Gımd. C.) Bıçak ve kılıç kınları.
agmak   Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. * Buhar olup yukarı kalkmak, buharlaşmak.
agmar   (Gamr. C.) Yüce kimseler. * Seller. * (Gumr. C.) Bilgisizler, cahiller.
agmaz   (Gamz. C.) Göz yummalar, göz kırpmalar.
agna   (Gani. den) Çok gani. En zengin.
agnam   (Ganem. C.) Koyunlar, keçiler. * Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.
agniya   (Gani. C.) Zenginler, ganiler.
agniye   (Bak: Ugniye)
agnostik   fels. Agnostisizm görüşünü benimseyen.
agnostisizm   'fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü.'
agra   Çok sevimli, yakışıklı.
agrafi   yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi.
agrar   (Gırr. C.) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar.
agras   (Gars. C.) Taze fidanlar, yeni dikilmiş ağaçlar.
agraz   (Garaz. C.) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler.
agreb   (Garib. den) En garib, çok tuhaf.
agrel   (C. Gurl) Sünnet olmamış kişi.
agşa   Baygın adam. * Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan.
agsan   (Gusn. C.) Dallar, ağacın dalları. * Mc: Mânanın kısımları.
agsem   Beyazı siyahından daha fazla olan saç.
agser   Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim. * Kurbağa yosunu. * Karabatak kuşu. * Aşağılık ve âdi (adam).
agşiye   (Gışa. C.) Perdeler, örtüler. * Zarflar, mahfazalar.
ağtabaka   Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.
agtaş   Karanlık. * Zayıf gözlü.
agtem   Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme.
agtiye   (Gıtâ. C.) Perdeler.
agu   Zehir, sem.
agul   f. Hiddetlenerek göz ucuyla bakma.
agun   f. Baş aşağı, ters. * Uğursuz.
agunde   f. Hallaç elinden geçmiş pamuk, atılmış pamuk.
aguş   f. Kucak. * Sığınılan yer.
agüs   f. Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem.
agva   Dalâlete en fazla sapan, giden. Sapık.
agvar   (Gar. C.) Mağaralar.
agvas   (Gavs. C.) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler.
agyar   Yabancılar. Başkaları. * Rakipler. (Bak: Gayr)
agyaz   (Gayze. C.) Ağaçlıklar, meşelikler.
agyed   Uykucu, tenbel. * Esmer vücutlu. * Nazik derili.
agyer   (Gayret. den) Çok gayretli adam.
agza   (Gazâ. C.) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler.
agzel   (C.: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.* Silahsız kimse. * Yağmursuz bulut.
agziye   (Gıdâ. C.) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri.
ah   Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır. * Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder. * Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ: Ah! Evladım! gibi. 
ah u enin   Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.
ahabir   (Ahbâr. C.) Hikâyeler. * Rivayetler.
ahabiş   (Habeş. C.) Habeşliler.
âhâd   Birler. Birden dokuza kadar olan sayılar.
ahad   (Bak: Ehad)
ahadd   (Hadd. den) Pek keskin.
ahadî   Tek, yalnız. Birlere âid, birlere mensub.
ahadî hadis   Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile More…
ahadid   Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler. (Bak: Uhdud)
ahadis   (Bak: Ehâdis)
ahadiyyet   (Bak: Ehadiyyet)
ahaff   Pek hafif, çok hafif. * Düşüncesiz.
ahakk   (Bak: Ehakk)
ahal   f. Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp.
ahali   (Ehl. C.) Halk, umum, nâs. * Bir memleketin yerlileri, bir memlekette oturanlar, yaşayanlar.
ahamire   Acem milletinden bir tâife.
ahann   Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.
ahar   f. Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. * Kahvaltı. * Bir nevi çelik. ◊ (Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
aharr   Daha sıcak, en sıcak.
ahass   Asılsız, kötü kimse. ◊ (Bak: Ehass)
ahavat   (Uht. C.) Kızkardeşler. * Benzer şeyler.
ahaveyn   İki kardeş. * İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi. (Bak: Ehaveyn)
ahazz   Pek bahtiyar, mes'ud, şanslı, mutlu.
ahba   (Haba. C.) Saray adamları.
ahbab   Dost. Sevilen dostlar. Sevilenler. Ehibbâ, muhibler.
ahbar   (Haber. C.) Haberler. (Bak: Haber-İhbar) ◊ (Bak: Ehbâr)
ahbarî   Rivayetçi, rivayet eden kişi.
ahbas   (Habs. C.) Su bentleri, havuzlar. * Hapisler, zindanlar. * Gayr-ı meşru vakıf yerler.
ahbaz   (Hubz. C.) Ekmekler.
ahbel   Divane, deli.
ahben   Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması.
ahbes   Pek çok pis, daha murdar. En habis, berbad.
ahbeş   Habeş, Habeşi.
ahbiye   (Hıbâ. C.) Kıldan yapılmış göçebe çadırı. * Keçe ve kıldan yapılan evlerde konup göçen Türkler.
ahcar   (Hacer. C.) Taşlar.
ahcen   Burnu eğri kimse.
ahd   Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân. * Asır. Devir. Tevhid. Mukavele. * Vasiyet.
ahd ü misâk   f. Yemin, anlaşma, sözleşme.
ahd ü peyman   f. Yemin etme, söz verme.
ahd-i cedid   f. İncil.
ahd-name   f. Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt.
ahda'   Boyun damarlarından bir damar. * Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı. ◊ Çok alçakgönüllü, halim, mütevazi. İtaatli.
ahdak   (Hadeka. C.) Göz bebekleri.
ahdan   (Hıdn. C.) Dostlar, yoldaşlar.
ahdar   Yeşil, yemyeşil, pek yeşil.
ahdas   (Hades. C.) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler. * Gençler.
ahdeb   Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak. * Uzun boylu. ◊ Kambur.
ahdel   Boynu önüne eğilmiş olan. * Çok eğik olan şey.
ahder   (C.: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak. * Şaşı adam. ◊ f. Kardeş çocuğu. Biraderzâde.
ahderrî   Yabani eşek.
ahdes   Fikirli kişi.
ahdet   (C.: Ahâd) Yağmur yağdıktan sonra yağan yağmur.
ahdî   Ahde âid, sözleşmeye dâir.
ahen   Demir. * Mc: Sert. Zincir. Kılıç.
ahen-âşiyân   f. Dikiş yüksüğü.
ahen-be   f. Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar.
ahen-cân   f. Demir canlı. * Katı yürekli. * Sabırlı, tahammüllü.
ahen-dest   f. Demir elli, eli demir gibi olan.
ahen-dil   f. Demir yürekli, kahraman. * Merhametsiz, acımasız kimse.
ahen-ger   f. Demirci. Demir yapan veya satan.
ahen-gerî   f. Demircilik.
ahen-keş   f. Demiri çeken. Mıknatıs.
ahen-puş   f. Demirler giymiş. Zırh kuşanmış.
ahen-rübâ   f. Demiri kapan, mıknatıs.
ahene   f. Demir halka.
ahenin   Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam.
ahenk   f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş.
ahenkdâr   f. Uygun, düzgün, âhenkli, makamlı.
aher   Başka, diğer, gayrı.
aheste   f. Yavaş, ağır.
aheste-rev   f. Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen.
ahestegî   f. Yavaşlık, acele etmemeklik.
ahfa   Çok gizli, pek gizli.
ahfad   Torunlar. Hafidler. Evlâd oğulları. Yardımcılar.
ahfas   (Hıfs. C.) İşkembeler, kırkbayırlar.
ahfaz   (Ahfad) Alçak ve çukur yer. * Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi.
ahfec   Ayakları eğri.
ahfeş   Küçük gözlü, zayıf bakışlı. * Yalnız gece gören kimse. * Üç büyük Arab âliminin lâkabı. * Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.
ahfiye   (Hıfâ. C.) Örtüler, perdeler, gizli şeyler. * Çiçeğin tomurcuğunu örten kabuk.
ahger   f. Ateş koru. Yanar halde olan kömür.
ahh   Öksürmek.
ahi   Kardeşim. * Ahilik ocağından olan kimse. * Eli açık, cömert.
ahibba   Dostlar, arkadaşlar. (Bak: Habib)
ahid   Seninle muâhede eden. * Ahdolunmuş nesne. ◊ (Bak: Ahd)
ahid-şiken   f. Ahdi bozan, anlaşmayı bozan.
âhil   Erkeği olmayan kadın. * Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah.
ahilik   'Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. More…
ahilla   (Ehillâ) Sadık ve samimi arkadaşlar. En sadık dostlar. Haliller.
âhin   (C.: Avâhin) Fakir. * Hazır, sabit kimse. * Yumuşak hurma ağacı.
ahin   (C.: Uhun) Boyalı yün.
âhir   Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki. ◊ Zina işleyen. Fasıklık yapan. * Tembel kimse.
ahîr   En son, sonraki.
ahir   t. (Ahur) Hayvanların barındığı yer, dam.
âhir-bin   f. Sonunu gören, düşünen.
âhire   Zâni, zinakâr.
ahiren   En son, en son olarak. * Son zamanlarda, yakında.
ahissa   (Hasis. C.) Cimriler, pintiler, tamahkârlar.
ahiyane   f. Damak. * Tıb: Boğaz.* Beyin kemiği.
âhiz   (Âhize) Alan. Alıcı. Ahzeden. * Ses alıcı âlet. * Kabul etme, alma.
ahîz   (Ahz. den) Esir.
âhize   Fiz: Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet.
ahkab   Uzun zamanlar. ◊ Yabani eşek.
ahkad   (Hukd. C.) Kinler, garezler.
ahkaf   (Hıkf. C.) Eğri büğrü kum tepeleri.
ahkaf suresi   Kur'an-ı Kerim'de kırkaltıncı sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
ahkâm   (Hüküm. C.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar.
ahkar   En hakir, pek âciz ve değersiz. (Daha çok tevazu makamında söylenir.)
ahkem   En sağlam. En kuvvetli. * En çok hükmeden. * En hakim ve akıllı.
ahker   f. Ateşli kül, kül ile karışık ince kor.
ahla   En tatlı, çok şirin. Çok tatlı.
ahlaf   Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti. ◊ Yemin edenler. Müttefikler.
ahlak   (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim.
ahlâkî   Ahlâkla ilgili, ahlâka ait.
ahlâkiyyât   Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim. * Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler.
ahlâkiyyun   'Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış More…
ahlal   (Hıll. C.) Samimi dostlar, yâranlar.
ahlam   Rüyâlar. (Bak: Hulm)
ahlas   En hâlis, daha temiz.
ahlat   (Hılt. C.) Çok karıştırılabilir, karıştırılmağa elverişli.
ahlef   Solak kimse.
ahles   Kara ile kırmızı arasında olan renk.
ahlet   Saçı dökülmüş kişi.
ahliya   (Hali. C.) Boş şeyler.
ahma   (Hamiyyet. den) Çok hamiyetli. ◊ (Hamâ. C.) Kayın biraderler.
ahmak   (Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız.
ahmakane   f. Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde.
ahmakî   Akılsızlık, ahmaklık.
ahmakiyet   Ahmaklık, akılsızlık.
ahmal   (Haml. C.) Yükler. * Ağır şeyler. Eşya, ağırlık.
ahmal ü eskal   Ağır yükler.
ahmas   (C: Ehâmis) İnce belli.* Ayak altında yere değmeyen yer. ◊ (Hums. C.) Beşte birler, humslar.
ahmed   Daha çok hamdeden. * Çok övülmeğe ve medhedilmeğe lâyık. * Çok sevilen. Beğenilmiş. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi.
ahmer   Kırmızı.
ahmes   Kuvvetli, yiğit. Kahraman, cesur, şecaatli, bahadır.
ahmeş   İnce, dakik.
ahmez   Daha metin, daha sağlam, daha çetin.
ahna   Çapraz ve birbirine zıt işler. Çarpık, eğri şeyler.
ahna'   Çok alçak gönüllülük, mütevazilik.
ahnas   (Hıns. C.) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler.
ahnef   Ayakları çarpık ve eğribüğrü olan.
ahnes   Burnu basık ve sivri olan adam.
ahond   f. Tahsil yapmış, hoca. Ulu, büyük.
ahra   Daha lâyık, daha münasib, en elverişli.
ahrab   Kulağı kesik. * Kulaktaki küpe deliği.
ahrac   (Hırc. C.) Hayvanların yular, tasma ve palanlarına dizilen boncuklar.
ahrad   Pek tamahkâr cimri.
ahrak   Miskin, akılsız adam.
ahram   (Harem ve Harim. C.) Gizli yerler. Gizli olup herkesin girmesi serbest olmayan yerler. * Kadınların bulunduğu haremlikler.
ahrar   (Hür. C.) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler. * Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar. * Hürriyetçiler.
ahrarane   f. Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır surette.
ahras   (Hâris. C.) Bekçiler, muhafızlar, koruyucular. ◊ Dilsiz.
ahraz   (Ahrad) Kirpikleri dökülmüş, çipil gözlü.
ahreb   Çok harap, perişan, yıkık. * Kulağı yarık kimse. * Edb: Rübai vezinlerinden 'Mef'ulü' ile başlayan oniki şekilden herbiri.
ahrec   Ak ile kara. Siyahla beyaz.
ahred   Ayaklarının siniri kurumuş veya bozulmuş olan hayvan.
ahrem   Burnu kesik olan. Kesik burunlu. * Edb: Rübai vezinlerinden 'Mef'ulü' ile başlıyan oniki şekilden herbiri. * Tıb: Omuz ucu.
ahres   Dilsiz, dili olmayan kimse.
ahrez   Gözleri dar ve küçük olan.
ahruf   (Harf. C.) Uçlar. * şiveler, lehçeler. * Harfler.
ahsa   İhsadan fiildir. (Bak: İhsâ) ◊ Çok kumlu, taşlı yer.
ahşa   Pek korkunç. Çok korkunç. Çok korkunç yer.
ahşa'   (Haşâ. C.) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar. * Mahaller, bölgeler, cihetler.
ahşab   Kereste. Tahta. Ağaçtan yapılan bina. * Ağaçtan olanlar.
ahşam   (Haşem. C.) Bir büyük zâtın yakınları, maiyeti, taraftarları.
ahsar   Pek kısa, daha kısa, daha özlü, daha veciz.
ahsas   Hisler. Duygular.
ahseb   Çok iyi hesab edilmiş, münâsib. * Çok fazla cimri, hasis. * Miskin. * Saçının rengi kırmızıya yakın. *Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve.
ahşeb   (C.: Ehâşib) Sert taşlı büyük dağ. * Haşin ve yoğun olan.
ahsef   Kara ile ak, alaca.
ahşef   Uyuz adam.
ahsem   Geniş yüzlü kılıç. * Arslan. * Enli, yassı ve yayvan burun. * Enli, yassı ve yayvan burunlu adam.
ahşem   Burnu koku almayan. * Burnunun içi kokan kimse.
ahsen   En güzel. Çok güzel.
ahşen   Pek sert şey. * Geçimsiz kimse.
ahşic   f. Zıt ve uygunsuz.
ahşican   (Ahşic. C.) f. Zıtlar. Dört unsur. (Toprak, su, ateş, hava.)
ahşig   f. Zıt ve uygunsuz.
ahşigân   (Ahşig. C.) Zıtlar.
ahşişan   Çok katı, pek huşunetli.
ahtab   (Hatab. C.) Odunlar.
ahtal   Çabuk yürüyen. * Boşboğaz, çok konuşan kimse. Çenesi düşük.
ahtapot   Fr. Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. * Canlı yengece benzeyen bir çıban.
ahtar   (Hıtar - Hatarat) Tehlikeler.
ahte   f. Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) * Husyesi çıkarılmış hayvan.
ahteb   Arı kuşu dedikleri kuş. * Kızıl eşek.
ahtel   Sarkık kulaklı.
ahtem   Uzun burunlu.
ahter   Yıldız. * Mc: Baht, talih.
ahter-bîn   f. Müneccim. Yıldız ilmi ile meşgul olan kimse.
ahter-gû   f. Yıldız ilmi ile uğraşan kişi, müneccim.
ahter-şinas   f. Yıldız ilmi ile uğraşan. Müneccim.
ahterân   f. Yıldızlar. Necimler.
ahu   Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır. ◊ f. Ceylân. * Gözleri çok güzel olan. Çok güzel göz. * Gazâl. * Mc: Dilber. Mahbub. More…
ahu-beçe   f. Ceylan yavrusu.
ahu-bere   f. Ceylan yavrusu.
ahu-çerende   f. Otlıyan ceylan.
ahu-dil   f. Ceylan yürekli. * Mc: Korkak.
ahu-pa(y)   f. Ceylan ayaklı. Çevik, atik. * Altı köşeli, nakışlı ev ve köşk.
ahu-yi mâde   f. Dişi ceylan.
ahun   f. Delik, yarık. Lağam.
ahun-bür   f. Yer kazan, delik açan. Lağamcı.
ahur   f. Ahır, dam.
ahuri   f. Hardal.
ahuvan   (Ahu. C.) f. Ceylanlar. Karacalar.
ahva   (C.: Huvve) Kararmış nesne.
ahval   (Hâl. C.) Dayılar. Annenin erkek kardeşleri. ◊ Haller. Vaziyetler. Oluşlar.
ahvas   (C.: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan.
ahvat   (Uht. C.) Kız kardeşler. ◊ En ihtiyatlı, tedbirli.
ahveb   Asi, günahkâr.
ahvec   En muhtaç, pek çok ihtiyacı olan.
ahved   Çok değişen.
ahvef   En korkak. * Çok korkunç.
ahvel   Bir şeyi çift gören, şaşı.
ahver   Akıllı. * İri gözlü güzel. * Müşteri yıldızı. (Jüpiter) * Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.
ahverî   Yumuşak, beyaz nesne.
ahves   Cesur, kahraman, yiğit, şecaatli, bahadır. ◊ Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ)
ahvezi   Cem'edici, toplayıcı. * Her işi insanlar arasında halleden. ◊ Yeyni, hafif. * Tez, seri.
ahyâ   (Hayy. C.) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar.
ahyâ vü emvât   Diriler ve ölüler.
ahyal   (Hayl. C.):  Atlar, at sürüleri. Atlı kıtalar.
ahyan   (Hin. C.) Arasıra. Vakit vakit. Vakitler. Zamanlar.
ahyanen   (İhyânen) Zaman zaman, arasıra. Kâh kâh.
ahyar   Hayırlılar. * Dostlar. * İyilik sevenler. (Eşrar'ın zıddı)
ahyaz   (Hayiz. C.) Odalar, bölmeler, bölümler.
ahyef   Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan.
ahyus   Ekseriyetle su kenarında biten bir ot.
ahz   Alma. * Tutma. * Kabul etme. * İşkence etme.
ahz ü girift   Ele geçirme, yakalama. * Esir alma.
ahz u itâ   Alışveriş.
ahz u kabul   Alıp kabul etmek.
ahz ü kabz   Kendine mal etme.
ahza   Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse.
ahzab   (Hizb. C.) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar. * Toprağı katı yer. * Kur'ânın kısımları. Hizbleri.
ahzab suresi   Kur'ân-ı Kerimde otuzüçüncü surenin adı olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
ahzad   Eğrilip bükülen, esnek.
ahzan   (Hüzn. C.) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar.
ahzar   (Hazer. C.) Endişeler, ihtiyatlar. ◊ (Bak: Ahdar)
ahzeka   Bodur ve şişman adam.
ahzel   Beli kırılmış olan adam. ◊ Yüksek olmak, irtifa.
ahzem   İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli. * Yüksek yer. * Göğsü büyük. ◊ Erkek yılan.
ahzen   Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı.
ahzer   Devamlı gözünü kırpan adam. * Ufak gözlü olan kimse.
ahzetmek   Almak. Tasarrufuna dahil etmek. Tahsil etmek.
aib   (Bak: Ayib)
aid   Geri gelen, dönen. Râci. Dâir. * Bir kimse veya bir şeyle ilgili olan. * Hastayı ziyaret eden.
aidat   (Aide. C.) Gelirler, kazançlar. * Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para.
aide   (C: Avâid - Aidat) Kâr, kazanç, fayda, gelir.
aidiyyet   Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma.
aik   (Aika ) Mâni'. Alıkoyan. Engel. Meşgale. Bir işten alıkoyup men ve sarfeden.
aika   (C. Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel.
ail   Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.
aile   Erkeğin karısı. * Ev halkı. * Akraba. * Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.
aile-perver   f. Evine düşkün, ailesine düşkün.
ailevî   Aile ile ilgili.
ainne   (İnan. C.): Dizginler.
air   Göz ağrısı.
aiş   Yaşıyan. * Rahat yaşıyan.
aişe   (Bak: Ayişe)
aiz   Karşılık olarak veren. * Karşılık olarak verilmiş olan. ◊ Yeni doğmuş deve yavrusu.
aizze   (Bak: Eizze)
aj   f. Dinlenme, rahat hâl, istirahat.
ajan   Fr. Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören kimse. * Gizli vazifeli olan kişi.
ajanda   Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter.
ajans   Fr. Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. * Ticari bir teşekkülün kolu.
ajeh   f. Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur.
ajende   f. Çamur. * Binalarda kullanılan harç.
ajig   f. Nefret, kin ve düşmanlık.
ajih   f. Kir, küf. * Çapak.
ajine   f. Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi.
ajir   f. Göl, havuz. * Kalabalık, izdiham. * Bağırma, feryât. * Çekingen. * Akıllı, uyanık. * Amâde, hazır.
ajirak   f. Gürültü, ses. Bağırış.
ajüg   f. Hurma lifi. * Ağaç budama.
ajur   Fr. Gözenek. Göz göz işlenmiş nakış.
ak alem   Osmanlılarda saltanat sancağı.
ak anber   Beyaz cins anber.
ak'ak   Saksağan.
ak'aka   Saksağan sesi.
ak'am   Burnu eğri.
aka   İran Türkleri 'ağa' yerine kullanırlar.
akab   Topuk. Ökçe. * Bir şeyin hemen arkası. * Bir şeyin gerisinde olan zaman veya mekan.
akab-gir   f. Peşe düşen, kovalıyan.
akab-rev   f. Arkadan gelen. Peşe düşmüş, arkaya takılmış.
akabe   (C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. * Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. * Muhatara, tehlike. * Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve More…
akabe biati   Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik More…
akabinde   Arkasından, hemen arkadan. Hemen ardından.
akademi   yun. Yüksek mekteb. * Âlimler, edebiyatçılar heyeti. * Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer. * Çıplak modelden yapılan insan resmi. * Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini More…
akağa   Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası.
akaid   (Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.(Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, More…
akak   (C.: Akâık ) Saksağan kuşu. ◊ Sıcak çok olmak.
akakir   (Akkar. C.) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler.
akala   Bir çeşit pamuk.
akalid   Yoğurt.
akalim   (Ekalim) (İklim. C.) İklimler. * Dünyanın kıt'a ve memleketleri.
akalit   Yoğurt.
akall   (Ekall) Daha az. En az.
akalliyet   (Ekalliyet) Azlık. Azınlık. * Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.
akam   Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır. * Tedavisi kabil olmayan hastalık. ◊ Erkek ve dişi kısırlığı. ◊ Yük bağladıkları ip. ◊ (Bak: Ekkâm)
akamet   Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama.
akan   Deve ayağını bağladıkları ip.
akanyildiz   Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.
akar   Köşk, yüksek bina. * Bâbil vilayetinde bir yer adı. * Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak. * Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi. ◊ Zayi etme, kaybetme. More…
akarat   (Akar. C.) Gelir getiren yapılar ve mallar.
akaret   Kısırlık, kısır olma.
akarib   (Akreb. C.) Kuyruğunda zehiri bulunan bir hayvancık olan akrebler. ◊ (Bak: Ekarib)
akas   Çirkin kokulu olma.
akasi   (Aksa. C.) Çok uzaklar.
akasir   (Akser. C.) Pek kısalar.
akat   Evin ortası. Evin çevresi, etrafı. ◊ Çukur yer.
akavil   (Bak: Ekavil)
akb   Sakalın kaba ve sık olması.
akbeh   (Kabih. den) En çirkin. Çok kabih.
akbel   Eğri gözlü. * Kabiliyetli kimse. * En çok beğenilen
akbenek   Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.
akbiye   (Kubâ. C.) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler.
akça   (Akçe) Beyaz, oldukça beyaz. * Para. * Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.
akciğer   Göğüs boşluğunu dolduran ve solunmağa yarayan bir organ. Ree.
akd   Anlaşma. Sözleşme. * Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.* Huk.:Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab More…
akdam   (Kadem. C.) Ayaklar, kademler.
akdar   Değerler. Kudretler.
akdem   Daha önce. Daha ileri. Daha mühim.
akdemîn (akdemûn)   Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim kimseler. * Eksikler. (Bak: Kudemâ)
akder   En kudretli. * Kısa boylu.
akderi   Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri.
akdes   En kudsi. En mübarek.
akdiyye   Mafsallarda bulunan yumru ve düğüm.
akem   Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi.
aker   Zeytinyağı tortusu.
akerker   Kuvvetli arslan. * Yoğurt.
akese   f. Ökse. * Bir şeye ilişmiş, asılmış.
akevka'   Kısa boylu.
akf   Hapsetmek. Vakfetmek. ◊ Eğmek, meylettirmek.
akfa   (Kafâ. C.) Başın arka kısımları. Enseler.
akfal   (Kufl. C.) Kilitler. Kapı kilitleri.
akfar   (Kafr. C.) Sahralar, çöller.
akfas   (Kafas. C.) Hamal küfeleri. * Kafesler.
akfen   Kulağı küçük ve kalın olan.
akfer   Çok kısır, en kısır. * İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at
akhaf   (Kıhf. C.) Ağaç kaplar, ağaçtan yapılmış kaplar. * Kafa tasları.
akheb   Rengi bozrak olan ak nesne.
akheban   Fil, câmus.
akher   En kahredici, çok kahreden.
aki   (Akk. dan) İsyan eden, başkaldıran, âsi.
âkib   Kendisinden sonra peygamber gelmeyen Hz. Hâtem-ül Enbiyâ Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) * Bir diğerinin arkasından gelen. ◊ Çok fazla.
akîb   Bir şeyin ardından gelen. Arkası sıra giden.
akib   Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı.
âkibe(t)   Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç.
âkibet-bin   f. İleri görüşlü. Sonunu evvelden gören.
âkibet-binî   f. Tedbirlilik, neticeyi önceden görüp düşünme.
âkibet-endiş   f. Geleceği için endişe eden. İstikbâlini düşünen. Akibetini düşünen.
âkid   Kuyunun çevresi, etrafı.
akid   Aralarında akid yapanlardan her birisi. (Bak: Akd)
akide   İnanılan ve itikad edilen esas. İmân. * Bir nevi şeker adı.
âkideyn   Huk: Her akidde anlaşmayı yapan her iki taraf.
âkif   Devamlı ibadetle meşgul olan. * Bir şeyde sebat eden. * Teveccüh, yönelme.
akifan   Uzun ayaklı karınca. * Araptan bir kabile adı.
akik   Meşhur ve kıymetli, ekseriya kırmızı renkte olan ve yüzük gibi şeylere takılan taş. * Hicaz vilâyetinde bir vâdi. * Yolunu yaran gür su. ◊ Bunaltıcı sıcaklık.
akika   Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana 'Nesike' de denir.
akil   (Bak: Akl)
âkil(e)   Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr. ◊ (Ekl. den) Ekl eden, yiyen. Yiyici.
akil-füruş   f. Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan.
âkilâne   f. Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle.
âkilât   Akıllı kadınlar.
âkile   (C.: Avakil) Baba tarafından olan akraba.* Baş tarayıcı kadın. ◊ Yenirce adı verilen yara.
akîle   (C.: Akayil) Baba tarafından akraba. * Her şeyin en iyisi.
akilsuz   f. Aklı yandıran, aklı gideren.
akîm   Neticesiz, sonu yok. Beyhude. * Yağmur getirmeyen rüzgar. * Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek).
akim   (C.: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval.
akinci   Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır.
akinti   Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış. * Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı. * Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.
akir   Yaralanmış, cerih.
âkir(e)   Kısır, verimsiz, kumlu toprak. * Çocuksuz kadın. * Oğlu veya kızı olmayan erkek. * Yaralayan, yaralayıcı.
akire   Ses, sedâ, savt.
âkis   Pis kokulu.
akis   '(Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi. * Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi. * Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi. * Çarpışma, çarpıp geri dönme. * More…
akisa   (C.: İkâs) Saç örgüsü.
akise   Çok fazla deve. * Karanlık gece. ◊ Işığı aksettiren âlet.
akk   (C.: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik. * Yarmak. * (Koyun) kuzularken ölmek. ◊ Serkeş, inadçı.
akkâl   Çok yiyen, obur. * Tıb: Etrafındaki etleri çürütüp mahveden (yara).
akkâm   Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam. * Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe. * Çadır mehteri.
akkor   (Bak: Nâr-ı beyza)
akkub   Devenin çok yediği yassı yapraklı bir dikenli ot.
akl   (Akıl) Men'etmek. * Sığınacak yer. * Kırmızı mihfe örtüsü. * Diyet. ◊ Sürmek. * Ölmek. * İp ile bağlamak.
akla'   Eli kesik.
aklah   Sarı dişli.
aklam   (Kalem. C.) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından biri.
aklan   (Bak: Mâile)
akleb   Sarkık dudaklı.
akled   Yoğurt.
aklen   Akıl ile. Akıl yolu ile.
aklen ve naklen   Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile.
aklet   Yoğurt.
aklî   Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik.
akliyye   Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları.
akm   Kısırlık.
akmadde   'Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.'
akmar   (Kamer. C.) Aylar. Yıldızlar.
akmed   Ensesi uzun ve kalın olan kimse. * Uzun boylu.
akmer   Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey.
akmî   Yıpranmış, eskimiş. * Anlaşılmaz.
akmise   (Kamis. C.) Gömlekler.
akmişe   (Kumaş. C.) Kumaşlar, dokumalar.
akmus   Eşek, hımar.
akna   İnce, yumru burunlu kimse.
akna'   En çok kanaat getiren, en mukni'.
aknan   (Kınn. C.) Kullar, köleler.
akonitin   Fr. Kurtboğan denilen bir bitkiden çıkan zehirleyici bir madde.
akont   Fr. Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme.
akra'   Başı kel olan. * Saçları dökülmüş olan. * Çıplak dağ. ◊ (Kara. C.) Sırtlar, arkalar.
akraba   Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar.
akrad   Emir, bey.
akrah   Alnının ortasında akçe kadar beyaz yeri olan at.
akran   (Karin. C.) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil. Emsal.
akras   (Kurs. C.) Yuvarlaklar, daireler, çemberler.
akrat   Kaşları olmayan.
akre'   Çok lâtif ve pek güzel Kur'an okuyan.
akreb   Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık. * Saatin kısa ibresi. * Semâda bir burç ismi. ◊ En yakın. Daha yakın. Ziyade yakın.
akrebe   Dişi akrep. * Çevik ve zeki cariye. * Ayakkabı bağcığı. * Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan 'S' şeklindeki kanca.
akrebek   f. Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi.
akrebiyyet   Daha yakın oluş. * Cenab-ı Hakkın insana olan yakınlığı. (Bak: Kurbiyet)
akref   Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.
akren   Kaşı çatık olan adam.
akres   Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve 'devenin yemişidir.'
akreşe   Dişi tavşan.
akret   Deve sürüsü. (50 ile 100 arası) * Dil dibi. ◊ Kısırlık.
akriba   (Bak: Akraba)
akriha   (Karah. C.) Temiz su. * Ağaçsız yer, ağacı olmayan tarla.
akromatopsi   Tıb: Renk körlüğü.
akropol   yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe.
akrostiş   yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.
akrüb   (Karib. C.) Sandallar.
akruban   Erkek akrep.
aks   (C.: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters. * Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi. * Döndürmek. * Bir şeyin evvelini ahir More…
aks-endaz   f. Çarpıp duran.
aksa   En uzak. En son. Kusvâ. Nihayet. Irak.
aksa'   Boynuzu arka tarafına kaymış olan koyun.
aksab   (Kusb. C.) Kalın bağırsaklar.
aksad   Kırık şey.
aksakal   Köy ihtiyarı. Köy ihtiyar heyetinin başı.Muhtar.
aksam   Dişi yarısından ufanmış. * Boynuzsuz davar. ◊ (Kısım. C.) Kısımlar. Bölümler. Parçalar.
aksar   (Akser) Daha kısa. Pek kısa. En kısa.
akşar   (Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan.
aksat   Çok doğru olan şey. Ayakları kuru olan hayvan. ◊ (Kıst. C.) Hisseler. Nasibler.
aksata   (Bak: Ahz u ita)
aksay   Çok uzak.
akser   (Kasir. den) (C: Akasır) En kısa, çok kısa.
akşer   Kızıl çehreli, kırmızı yüzlü adam.
akset   Ahsen, en güzel. AKSÎ: İnatçı. * Geçimsiz, huysuz. Uğursuz. * Ters, zıd.
akşet   (C.: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan.
aksiyon   Fr. Şirket ve ticaret hissesi. * Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması.
akson   yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.
aksu   t. Gözlerde görülen bir hastalık.
aksülamel   (Bak: Aks-ül amel)
aksülümen   Kim. Klor ile civadan mürekkeb zehirleyici te'siri fazla olan bir tuz.
akta'   Kesmeler, kırılmalar. * Beylik araziler. * Alâkasızlıklar. ◊ Eli kesik olan adam.
aktaan   Kalem, seyf.
aktab   (Kutb. C.) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları.
aktan   (Kutn. C.) Pamuklar.
aktar   (Kutr. C.) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar. * Her taraf. * Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri. * Ecza, ilâç satan adam. * Mahalle More…
aktâr-i âlem   Her taraf. Alemin dört bucağı. Alemin her yeri.
aktivizm   Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan More…
aktör   Fr. Tiyatroda erkek oyuncu.
aktris   Tiyatroda kadın oyuncu.
aktüalite   Fr. Bugünkü hâdise veya mevzu. Günlük hâdiseler.
aktüel   Fr. Bugünkü, şimdiki.
aku   f. Baykuş, puhu.
akub   Toz.
akuk   (Bak: Ukuk)
akul   İshalden kurtaran bir ilâç.
akum   İyileşmez yara. Kısırlık. * Zahmet.
akümülatör   Fr. Fiz: Elektrik enejisini depo eden cihaz.
akur   Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek. * Çok şerir, kötü kimse.
akurâne   f. Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına.
akustik   Fr. Sese ait.Ses mevzuu. Kapalı yerde ses dağılma sistemi.
akva   Daha kuvvetli. En kuvvetli. (Bak: Ekva)
akva'   Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun.
akval   (Kavl. C.) Sözler, kaviller.
akval-i hakîmâne   f. Hikmet sahiblerine yakışır sözler.
akvam   (Kavim. C.) Kavimler. Milletler. Toplumlar.
akvarel   Sulu boya resim.
akvaryum   Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış camdan su kabı.
akvas   (Kavs. C.) Kavisler, yaylar. * Virajlar, büklümler.
akvat   (Kut. C.) Yiyecekler, azıklar.
akvaz   (Kavz. C.) Kum tepeleri.
akve   Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu.
akved   Uzun boyunlu.
akvem   Daha doğru. En doğrru.
akverin (akveriyat)   Büyük belâlar, musibetler, âfetler.
akves   Sıkıntılı an. * İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.
akvet   Evin ortası. Evin çevresi. ◊ (C.: Ukâ) Hallaç masurası.
akviya   (Kavi. C.) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler.
aky   Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü.
akya   Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık.
akyuvar   (Bak: Küreyvât-ı beyzâ)
akz   Atâ, bahşiş.
akza   Kadılıkta ve fıkıh ilminde daha ileri, daha bilgili.
akzef   Çok iftira atan. Çok kazifte bulunan. (Bak: Ekzef)
akzel   'Çok aksak; pek fazla topal.'
akzem   Zayıf.
akzer   Necis ve murdar nesne.
akziye   (Kaza. C.) Hükümler. Kararlar. * Tam cümleler.
âl   Sülâle, soy, hânedan. Akrabâ ve taallukat. * Yaz sıcaklarında su gibi görünen serap. * Hile, tuzak. ◊ Yüksek. Âlî. Yüce. Bülend.
alâ   'Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet More…
ala   İtl. İtalyancadan gelen tabirlerin başında bulunup (usulünce, tarzında) manasını ifade eder. Meselâ: Alaturka - Türk tarzında gibi. ◊ Bahşişler. Lütuflar. Nimetler. İhsanlar. 
alâ hide   Tek başına, münferiden, ayrıca.
alabalik   t. Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz balık.
alabanda   İtl. Gemilerde dümeni tam sancağa veya iskeleye kırma, yahut geminin bir tarafındaki toplara ateş etme kumandası. * Mc:Şiddetle kınama ve azarlama.
alaca bayrak   Tar: Ondördüncü Yeniçeri Bölüğüne verilen ad.
alaf   (Elf. C.) Binler.
alafranga   İtl. Frenk tarzında olan, Fransız usulü.
alaik   (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
alaim   İzler. İşaretler, deliller. (Bak: Alamet)
alak   Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan. * Yapışkan veya ilişken nesne. * Hayvanat. * Bir işe mülâzemet eylemek. * Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe More…
alak suresi   Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
alâka   İlişik, rabıta, merbutiyet. * Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse. * Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına More…
alaka   Kan pıhtısı. Uyuşuk kan.
alâkabahş   f. İlgi uyandıran. Alâka uyandıran.
alâkadar   Alâkalı, münâsebetdar.
alam   (Elem. C.) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
âlâm u askam   Kederler ve hastalıklar.
alamana   İtl. Küçük odun gemisi. * Büyük balıkçı kayığı. * Büyük balıkçı kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp.
alâmat  (Alâmet. C.) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler.
alamat  Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.)
alâmet   İz, nişân, işâret.
alan   Orman içinde açıklık, meydan.
alânî   Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.
alâniyeten   Herkesin önünde, açıkça, alânen.
alarga   İtl. Açık deniz, engin.
alarm   Fr. Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret.
alas   Odun kömürü.
alaşim   Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita.
âlât   (Âlet. C.) Vasıtalar. Âletler.
alaturka   İtl. Türkvari, Türk usulü, Osmanlı usulü.
alavere   Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele. * Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi. * Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık. * Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak More…
alavî   (İlâve. C.) İlâveler, ekler.
alay   (Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet. * Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi. * Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç. * Fazla miktar, More…
alay emini   Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askerin hesap işlerine bakan subay ki, binbaşıdan alt derecededir.
alay imami   Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini yapan subay.
alaybozan   Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.
alaye   Yüksek yer, yükseklik.
alayiş   f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş.
alaz   Alev.
alb   Yiğit, kahraman, bahadır, cesur gibi manalara gelen bir sıfattır. ◊ (C.: Ulub) Eser. * Yaşlı keler.
albasti   Ateşli bir lohusalık hastalığı, lohusa humması.
albatr   f. Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı.
albay   Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay.
albora   İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması. * Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması. * Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması. More…
albüm   Lât. Fotoğraf resimlerini veya sair resim, şekil ve hatıraları içine alan defter veya kitap.
albümin   Fr. Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde.
alc   (C.: Uluc) Yaramaz huylu kişi.
alcem   Uzun boylu, uzun.
alçi   Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.
alcün   Ahmak kadın. * Semiz dişi deve.
ald   Boyun siniri.
aldehit   Lât. Kim: Alkol veya asitlerden elde edilen kimyevi bir sıvı.
âle   Güneş, yağmur gibi etkenlerden korunmak için yapılmış barınak. * Fakirlik. ◊ f. İlaç için kullanılan ve 'Hint Sünbülü' adı verilen çiçek. ◊ (C.: Al) Harbe. 
alebat   Yemek kapları, çanaklar.
alebe   (C. Alebât) Yemek kabı, çanak.
alef   (C. A'lâf - Ulufe) Saman, ot, yulaf. * Hayvan yemi. ◊ Cana yakın.
alef resmi   Hayvanların yedikleri saman ve otlardan alınan vergi.
âlek   f. İlaç için kullanılan ve 'Hint Sünbülü' adı verilen bir çiçek.
alek   Sülük. * Kan pıhtısı.
aleka   (C.: Alekat) Yapışkan balçık, çamur. * Kan pıhtısı. * Uyuşmuş kan. * Sülük.
aleksi   yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi.
alel   İkinci defada içmek.
âlem   Bütün cihan. Kâinat. * Dünya. * Her şey. * Cemaat. * Halk. * Cemiyet. Dehr. * Hususi hal ve keyfiyet. * Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire. More…
alem   Bayrak. * Nişan, işâret. * Özel isim. * Mc:Yüksek dağ. * Büyük âlim. * Üst dudakta olan yarık.
âlem-efruz   f. Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan.
âlem-penah   f. Cihanın sığındığı (yer veya saha).
âlem-suz   f. Cihanı yakan.
âlem-tab   f. Dünyayı aydınlatan, cihanı parlatan.
âlemane   f. Dünya ile ilgili. Dünyevî.
âlemârâ   f. Dünyayı, âlemi süsleyen.
alemdar   Bayrağı veya sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar.
alemdarî   Bayraktarlık.
alemefraz   Bayrak kaldıran, bayrak çeken.
âlemeyn   İki âlem. Dünya ve âhiret.
âlemgir   f. Bütün âleme yayılan, cihanı kaplayan, dünyayı zapteden.
âlemî   (C.: Âlemiyan) (Âlem. den) Dünyaya ait. İnsan.
alemî   (Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid.
âlemîn   (Bak: Âlemûn)
âlemiyan   (Âlemî. C.) Âleme mensub olanlar, insanlar.
âlemnüma   f. Dünyayı gösteren.
âlempesend   f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey.
âlemşümul   Bütün dünyayı alâkadar eden, dünyayı kaplayan ve her yerde tanınmış olan.
âlemûn (âlemîn)   (Âlem. C.) Âlemler.
alen   Aşikâr, apaçık, meydanda olma.
alenda   (C. Alânid) Çok sağlam nesne.
alendat   Katı, sağlam nesne. ◊ Kuvvetli deve.
alenen   Gizli olmayarak, açıktan.
aleng   f. Hücum eden asker. * Siper, istihkâm.
aleni   Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.
aleniyye   Açık, aleni, göz önünde.
aleniyyet   Göz önünde olma.
alenked   Çok sağlam nesne.
ales   Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur. * Buğday arasında biten çavdar ve mercimek. * Büyük kene. * Bir nevi karınca. * Katı, sağlam nesne. ◊ Şiddetli kıtal.
âlet   Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri. * Sebeb, vesile, vesâit. * Edevat. Avadanlık. ◊ More…
alettafsil   Uzun uzadıya, mufassal olarak.
alettahkik   (Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli.
alettahmin   Aşağı yukarı, tahminen.
alettahsis   Hususi olarak, bilhassa, hele, en çok.
alettedric   Azar azar.
alettertib   Tertibli olarak, sırasıyla.
alettevali   Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya.
alev   Ateşten çıkan parlak ve yanar hava. * Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama.
alev-gir   f. Alevlenmiş.
alev-hiz   f. Parlayan, alevlenen.
alev-keş   f. Alevden fırlayan.
alev-riz   f. Alevlenen, alev saçan.
alevî   Hz. Ali'ye mensub olan. Hz. Ali'ye âit ve müteallik. (Bak: şia)
aleyh   (Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.) Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine.
aleyhdar   Muhalif olan. Aynı fikirde olmayan. Zıt olan.
aleyhim, aleyhima   Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri.
aleyhissalatü vesselam   Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.
aleyke   Senin üzerine, sana.
aleyküm   Sizin üzerinize, size.
aleyna   Bizim üzerimize, bizim hakkımızda. Bize.
alfabe   Fr. Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. * Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. * Bir işin başlangıcı.
alfabetik   Fr. Alfabe sırasına göre dizilmiş.
algi   (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut More…
algun   f. Kırmızı renginde, koyu ve parlak pembe.
alh   Akıl gitmek. * Tembel olmak.
alhan   Deve kuşunun erkeği. * Karnı çok aç kişi.
alhece   Demiri ateşte kızdırıp yumuşatmak.
âli   Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan.
ali   Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Necib.
âli baht   f. Talihli, şanslı, bahtlı.
âli-cenab   f. İyilik sahibi, yüksek ahlâklı. Cömerd. Büyük zat.
âlî-tebar   f. Sülâlesi temiz ve soyu yüce olan.
âlic   İki hörgüçlü büyük deve. Yumuşak nesne. * Kırda bir kumlu yer.* Alcân dedikleri otu yiyen deve.
âlicah   (Ali-câh) f. Mevkii yüksek. Yüce mevkide bulunan.
âlih   '(C.: Alihât) Mabud; tapınılan, ibadet edilen şey.' ◊ Deve kuşunun dişisi. * Hafif mizaçlı.
âlihe   (İlah. C.) Bâtıl ilâhlar. (Bak: İlâhe)
alîk   Hayvana bir defada verilen yem. * Asılan torba.
alika   İçine birşey koyacak torba. * Yem.
alîl   Hasta. İlletli.
âlim   Bilen, bilgili. * Çok şey bilen. * Çok okumuş, bilgiç. * İlim ile uğraşan. Hoca.
alîm   Bilen. İlmi, ebedi ve ezeli olan Cenab-ı Hak.
alim   Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken.
âliman   f. (Alim. C.) Alimler.
âlimâne   f. Alimlere yakışır surette. Bilenlere yakışır şekilde.
alîn   Aleni, açık.
alivre   Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden yapılan satış.
âliye   Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan. * Necid ve Hicaz ülkesi. * (C.: Avali) Süngü başı.
aliyy   Necip, büyük, yüksek, meşhur, namdar, ünlü.
âliyye   Âlete mensup. Âletle alâkalı. * (C.: Alâyâ) Yemin etmek.
alizarin   Fr. Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi.
alize   Fr. Tropikal bölge denizlerinde sürekli olarak esen rüzgârın adı.
alizende   f. Çifteli at.
alkam   Acı salatalık, hıyar.
alkame   Acılık, acı tat. Acı hıyar.
alkiş   Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.
alkol   Fr. Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. Sarhoş edici etkisi vardır. Alkollü içkiler hem beden sağlığına, hem de ruh sağlığına zararlıdır. Dinimizde her türlü alkollü More…
allaf   Yulaf satan kimse.
allah   İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemeyen bütün varlıkların yaratıcısı.
allak   Sözünde durmaz. * Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan. ◊ Sakızcı.
allâm   En çok bilen, her şeyi hakkı ile bilen. (Cenâb-ı Hakka mahsus bir sıfat olup, başka mahluka denemez.)
allâme   Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi.
allet   Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret. * Üvey ana.
allüsinasyon   Fr. (Bak: Hallüsinasyon)
alman   Almanyalı, Cermen.
almanak   'Fr. Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir.' More…
alotropi   Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ: Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı.
alpaka   Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan. * Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş.
als   Karıştırmak.
altays   Düz, berrak, kaypak nesne.
altbilinç   (Bak: Şuuraltı)
altin kozak   Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.
altipatlar   Revolver denilen mükerrer ateşli, altı mermi alan tabanca.
alu   f. Erik, şeftali. * Tuğla fırını.
alu-bâlu   f. Vişne.
alu-gürde   f. Caneriği.
alud   (Alude) f. Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış.
alude-dâmân   f. Eteği bulaşık, iffetsiz kadın.
alude-gân   f. (Alude. C.) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar.
alude-gî   f. Dalmış, garkolmuş. Bulaşıklık.
alufe   (Ulüf. C.) Hayvan yemi.
alüfte   f. Muhabbet ve sevgiden deli gibi. * Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe.
alüfte-gân   f. (Alüfte. C.) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler.
alügde   f. Saldırıcı, şiddetle saldıran.
aluk   Arzu. * Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla koklayıp emzirmeyen deve. * Devenin otladığı ot. * Süt.
alus   f. Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak.
alusî   f. Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse.
alüvyon   Nehirlerin sürükleyerek taşıdığı toprak.
alya   Yüksek yer, yükseklik. * Gökyüzü.
alyan   Uzun, iri yarı kimse.
alye   Fakirlik.
alyuvar   (Bak: Küreyvât-ı hamra)
alz   (C.: Alzât) Sabırsızlık. * Hastaya ârız olan titremek. * Hafiflik. * Acele
ama'   Dağbaşlarında olan duman.
âmâç   f. Saban demiri. * Hedef, nişan tahtası.
âmâç-gâh   f. Nişan atılan yer, nişan yeri. Hedef mahalli.
âmâde   f. Hazırlanmış, hazır.
âmâde-gî   f. Hazırlık, âmâdelik.
amah   f. Şiş, kabarcık.
amâim   (İmâme. C.) Sarıklar, imâmeler. ◊ Dağınık cemaat.
amâir   (Amâyir) (İmâret. C.) İmâretler. Mâmur etmeler. * Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.
amak   (Maak ve Mauk. C.) Göz pınarları.
amaka   Derinlik. * Iraklık.
âmâl   (Emel. C.) Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler.
amalika   Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle şöhrete erişen bir kavim.
amame   Sarık. Ammâme. Başa sarılan ve sünnet-i seniyye olan kisve. (Bak: İmâme)
aman   (Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz. * Sabırsızlıkla hiddet ve infiâl ifâdesi. * Tenbih, sakındırma.
aman-name   f. Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan pusula, yazı.
amar(e)   f. Hesap. * Araştırma. * Tıb: Karında su toplanma hastalığı.
amare   (C.: İmâr) Fes gibi başa giyilen nesne.
amare-gir   f. Hesap işleriyle uğraşan kişi. Muhasebeci.
amariyye   Deveye konulan mıhfe.
amas   f. İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. ◊ şiddetli harp. * Zahmet, meşakkat.
amase   şiddet. * Zulmet.
amatör   Fr. Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse.
amay   f. Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır.
ambalaj   Fr. Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa yerleştirme işi.
ambargo   Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.
amd   Niyet, kasıt, istek, arzu. * Direk koymak.
amden   Kasten, bile bile. İsteyerek.
ame   f. Divit, yazı hokkası. ◊ Tereddüt. * Tenbellik.
âmed   f. (Mâzi fiili olup mastar gibi kullanılır). Gelmek, geliş, vürud eyleme.
amed   Sütunlar. * Birşeye devam üzere olma. * Mülâzemet etme.
âmed ü reft   Geliş-gidiş.
âmed ü şüd   'Varıp gelme. Gidiş geliş; geldi gitti.'
âmede   Gelmiş. Vürud eylemiş.
âmede-gû   f. Hazırcevap. Düşünmeden hemen güzel söz söyleyen kimse.
âmedî   f. Geliş.
âmediye   f. Gümrük vergisi.
ameh   Basiretsizlik. Tahayyür, tereddüt. Doğru ciheti bilmemek.
amel   İş. Çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme. * Kâr, iş işleme. * Dini bir emri yerine getirme, tatbik etme. İtaat. İbâdet.
amele   (Âmil. C.) Âmiller. Amel edenler. * Irgat, işçi.
amelehu   Tarafından yapıldı. mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın imzasından önce yazılır.
amelen   Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak.
amelî   (Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübeli.
ameliyyat   Ameller. işler. * Bir bilginin iş olarak tatbiki. * Tıb: Operatörlük. Cerrahlık.
amelles   Kuvvetli adam. * Kurt. * Yavuz, çirkin at.
amellet   Sağlam, muhkem, katı nesne.
amelmande   f. İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan.
amelnüvis   f. Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet.
âmen   Çok veya en emin ve güvenilir.
amen   Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek.
âmenna   İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok (meâlindedir.)
âmentü   İmân ettim demek olup Ehl-i Sünnet Mezhebi olan mü'minlerin iman esaslarını kısaca toplayan ifâdenin has ismidir.
amer   (Amr, ömr, imâret) Muammer eylemek. Çok zaman yaşayıp kalmak. Muammer olmak.
ameş   Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan.
ameysel   Arslan. * Şişman, büyük deve. * Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse. * Uzun kuyruklu geyik. * Enli nesne. * Kerim, şerif nesne.
ami   Senevî, yıllık. * Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.
âmid   Diyarbakır'ın önceki adı.
amid   Çok hasta. * Aşk hastası. * Başlıca nokta. * Önder, şef, komutan. Rehber. * Haraç alan kimse.
amig(e)   f. Karışık. * Hakikat. * Mc: Çiftleşme.
amih   Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış.
amihte   f. Karışmış, karışık.
amihte-gî   f. Karışmış olma.
amije   f. Şair. * Karışmış, karışık.
amik   Hicaz vilâyetinde ulu bir ağaç.
amik(a)   Dibi çok aşağıda, derin. * Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele.
âmil   Yapan. İşleyen. *Sebep. * Vergi tahsiline memur kimse. * Mütevelli. * Vâli. *Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).
amil   Arzusu, isteği olan.
âmile   (C.: Avâmil) (Amel. den) Bacak, ayak.
âmiletân   İki ayak, çift bacak.
amîm   Herkese mahsus. Umuma âit. * (C.: Umem) Tam, tamam.
âmin   (Emn. den) Gönlü müsterih, kalbinde korku bulunmayan. * Emniyet ver.
amin   Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, More…
amin alayi   Eskiden çocukların ilk okula başladığı gün yapılan merasim.
amin-han   (C.: Aminhânân) f. Amin diyen.
âmine   Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. More…
aminen   Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak.
amir   Mâmur eden, harâbelikten kurtaran, şenlendiren. * İmâr olunmuş. * Devlete âit, mirî. ◊ Şen, mamur.
âmir(e)   Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren. * Huk.:Bir kimseyi öldürmek veya bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir More…
amiral   Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali.
âmirane   f. Emredercesine. Amir imiş gibi. * Emreden büyük kimseye yakışır şekilde.
âmiriyyet   Kumandanlık hâli. * Amir, emredici olmak.
âmirz-kâr   f. Bağışlayan, affeden Allah. * Affeden, bağışlayan.
âmirziş   f. Allah'ın afvetmesi, bağışlaması. * Bağışlama, afvetme.
amis   Sirkeyle ıslanmış çiğ et.
amit   (C.: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse. ◊ Yünü, üstüne yumak edip sarmak.
âmiyane   f. Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette.
âmiyy   Avama ait, avamca.
âmiz(e)   f. Karışık, karışmış. (Âmihten)  mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır.
âmiz-gâr   f. Uygun, münâsib, yaraşır.
âmize-mu(y)   f. Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse.
âmize-muyî   f. Kır saçlı ve kır sakallı kimse.
âmiziş   f. Uysallık, imtizaç, uyuşma.
âmm   Herkese âit. Umuma âit. Hususi ve bazılara mahsus olmayan. Umumi.
amm   Amca. Babanın kardeşi. * Çok cemaat.
âmm lâfizlar   Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. 'Kavil, cemaat, nisa' lâfızları gibi.
amma   (Bak: Emmâ)
ammal   Yapıcılar. * Devleti idare eden adamlar.
amman   Şam diyârında Belka şehrinin adı.
ammar   Bayındırlaştıran, imar eden.
ammat  (Amm. C.) Amcalar.
âmme   Tülbent sargı. * Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum. * Umumi. Herkese ait. ◊ Baş yarığı, insanın beynine kadar ulaşan baştaki yara.
amme    den müteşekkil suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir. ◊ Hala, babanın kız kardeşi.
amme nevalühü   Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir. meâlinde.
ammered   Her şeyin uzunu. * Yaramaz huylu. * Belâ ve meşakkat.
ammeten   Umumi olarak, herkese ait olarak, genel tarzda.
ammuriyye   Ankara şehri. Türkiye'nin başkenti.
ammus   Güçlü ve kuvvetli kişi.
amnezi   Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan More…
amortisör   Fr. Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat.
amper   Fr. Elektrik akımında şiddet birimi.
ampermetre   Fr. Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet.
ampul   Fr. İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. * İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe.
amr   Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi. (Bak: Zeyd-Amer)
amrus   (C.: Amâris) Kuzu. * Çok yürütmek istediklerinde yürümeyen davar.
amrut   (C.: Amârit) Hırsız.
ams   Eskiyip mahvolmak. * Bilirken bilmezlikten gelme.
amşuş   Üzerinden üzümü alınmış üzüm salkımı.
amuc   Eğri giden ok.
amucazade   f. Amca oğlu.
amud   Dik, dikine. Sütun, direk.
amude   f. Dizi, dizilmiş.
amuden   Dik olarak, dikine. Dik surette.
amudî   Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.
amug   f. Uzun boylu adam. * Ciddiyet, vakar.
amuhte   f. Öğrenmiş.
amuhte-gâh   f. Muallimler, öğretmenler.
amûmet   Amcalık.
amûr   İki diş arasında olan et.
amur   (C.: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti.
amürg   f. Fayda, menfaat, kâr. * Kader, kıymet. * Zahire, meyve. * Esas, hülâsa, özet. * Bir mikdar.
amürz   f. Afveden, bağışlayıcı.
amürzende   f. Bağışlayan, afveden.
amürzgâr   f. Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah.
amürziş   f. Bağışlayış, afvediş.
amus   Karanlık.
amût   f. Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası.
amut   Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek.
amuz   f. Öğretmek mastarının emir kökü.
amuzende   f. Talebe, öğrenci. * Muallim, öğretmen. Öğreten.
amuziş   f. Öğrenme. * Öğretme, tedrisat.
amuzkâr   (Amuzgâr) f. Muallim. Öğretici.
amuzkârî   (Amuzgârî) Öğretmenlik, öğreticilik, muallimlik.
amyâ   (Müe.) Kör, a'ma.
amyant   Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest.
ân   f. Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. * Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. * Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân - Âlimler. Anân: Onlar. Merdân
an   Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı 'den, dan' diyebiliriz. ◊ En kısa bir zaman. Lahza. Dem. Cüz'i bir zaman.
an mim amed   f. Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye More…
an'anât   (An'ane. C.) Rivayetler. * Gelenekler, an'aneler, âdetler, örfler.
an'ane   'Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin 'an filân, an filan' diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil. * Silsile.
an'anevî   An'ane ile alâkalı.
an'aneviye   An'aneciler. * An'aneden gelen.
ânâ   (Ani. C.) Gece yarısı vakitleri.
anâ'   Zahmet, meşakkat, güçlük, zorluk.
anâbil   Kaba nesne.
anâdil   (Andelib. C.) Bülbüller.
ânâf   (Enf. C.) Burunlar.
anâfet   Kabalık, sertlik.
anafor   Denizde akıntının yanında veya altında, onun ters istikametinde olarak akan su. Akıntı mukabili.
anâk   (C.: Ânuk) Dişi keçi yavrusu. * Zahmet, meşakkat. * Karakulak dedikleri hayvan.
anak   En zarif, en yakışıklı, en güzel.* Çok ferah, çok sürurlu.
anakat   Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma.
anâkib   (Ankebut. C.) Örümcekler.
analjezi   yun.Tıb: Acı hissinin kaybı.
analoji   Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak More…
anamalcilik   (Bak: Kapitalizm)
ânân   f. (An. C.) Onlar.
anân   Bulutlar. * Gökyüzü, semâ.
anane   Bir tek bulut.
anarşi   yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak.
anarşist   Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.
anâsir   (Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
anat   (An. C.) Anlar, zamanlar.
anatomi   Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.
anayasa   (Bak: Teşkilât-ı esâsiye)
anaz   Bir büyük kuşun adı.
anber   Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde. * Derisinden kalkan yapılan bir balık.
anber-bar   f. Güzel kokulu. Anber kokulu.
anber-efşan   f. Anber saçan.
anber-nisar   f. Güzel koku yayan. Anber kokulu.
anber-sirişt   f. Anber gibi güzel kokulu.
anber-ter   f. Güzellerin zülüfleri ve benleri. * Mc: Geceleyin.
anbera   İğde yemişi.
anberî(n)   Güzel kokulu. Anber kokulu.
anbes   (C: Anâbis) Arslan.
anca   f. Orası, ora, orada.
ancec   (C: Anâcic) Büyük nesne. * Fesliğen adı verilen çiçek.
ancehaniye   Kibir, azamet.
ancehiyye   Bilmezlik. Büyüklük. Ululuk.
ancere   Dudak uzatmak.
anded   Ayrılık, firak.
andel(e)   Yaşı büyük deve. * Uzun, tavil. * Avazla çağırmak.
andelib   Bülbül. Seher kuşu. * Mc: Hz. Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.
andelibân   f. Andelibler, bülbüller.
andem   Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine.
andezit   Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.
âne   Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi. * Dişi ve yabani eşek. * Yabani eşek sürüsü. * Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar. * Kasık kılı. * Apış arası, kasık. ◊ f. More…
aneban   Erkek geyik.
aned   Cânib ve nâhiyeler.
anede   Çok inatçılar. Muannidler.
anef   Kabalık (inceliğin zıddıdır).
anem   Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur.
anen   Arız olmak.
anen fe anen   Zamanla, gittikçe, devamlı.
anese   Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı)
aneşneş   Uzun boylu.
anestezi   yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı.
anet   Cimâdan âciz olmak. * Ağaçtan yaptıkları deve ağılı.ANET:  (C:Anât) Fâsık. * Diz kılı. * Yaban eşeği sürüsü. * Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı. ◊ Günah. Zinâ . * Helâk.
aneze   Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)
anfe   Dudak altında biten kıllar.
angâh   (Angeh) f. O vakit. Ondan sonra.
angarya   yun. Ücretsiz olan iş. Meccanen görülen iş. Baştan savma görülen iş. (Bak: Suhre)
anglosakson   Büyük Britanya'da yerleşen Germen ırkından aşiretlerin adı. * Ana dili İngilizce olan şahıs.
anha minha   Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi.
anhü (anhâ)   Ondan. (İşaret zamiri).
anhüm   Onlardan (mânasına işaret zamiri).
anhümâ   Her ikisinden.
ani   (C: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü. * Köle * Meşgul. * Iztırab çeken. Muztarib. * İşçi. * Müfettiş. * Tahsildar. (Müennesi: Aniye) ◊ Ansızın, birdenbire. Bir anda. Hemen.
anîd   (İnad. dan) Çok inadçı. * Daima suyu akıp iyileşmeyen yara. (Bak: Anud)
anîde   Kabile, ehl-i beyt.
ânif   Yakında geçen. Pek yakın geçmişte.
anif   Sert, kaba.
ânife   Gençlik çağının başlangıcı.
ânifen   Yukarıda. * Az önce, biraz evvel.
anik   Çok nesne. * Devenin ancak dizini çekip yürüyebildiği kumlu yer. ◊ İnce, zarif, güzel. Acaib. ◊ Ense, boynun arkası.
animizm   Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir.
anin   f. Yağ çıkarmağa mahsus olan yayık.
anis   Şişman ve iri deve. * İhtiyar bekâr. * İhtiyar kız.
anise   f. Sıkı bağlanmış. * Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi akıcı maddeler.) ◊ Cana yakın kız veya kadın.
aniye   (İnâ. C.) Yemek kapları, tabaklar, kap-kacaklar. ◊ Son derece kızgın su.
aniz   Iztırablı, muztarib.
ank   Kapı, bâb. * Güzel, hoş, gökçek olmak.
anka   İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır. * Uzun boyunlu kadın. * Arabdan bir kimsenin lakabı. * Zahmet, meşakkat. More…
ankas   Erkek tilki yavrusu.
anke   Sağlam olan nesne. * Ahmak.
ankeb   Erkek örümcek.
ankebet   (C.: Anâkıb) Dişi örümcek.
ankebut   Örümcek.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira'nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki More…
ankebutiye   Örümcekler.
ankur   Her nesnenin aslı.
ankût   Örümcek. Evcil, al kumru.
annab   Üzümcü.
anofel   yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek.
anonim   yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser. * Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.
anormal   Normal olmayan. İfrat veya tefrit hali.
anot   yun. Pozitif elektrot. Bir elektrolitte, elektrik akımının içeri girdiği iletken uç.
ans   Sağlam, kuvvetli deve. * Yemen tâifesinden bir kabile. * Kız bâliğa olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması.
ansar   (Bak: Ensar)
anşet   (C: Anâşit) Yaramaz. * Uzun.
ansiklopedi   yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya alfabetik bir şekilde sıralayan eser.
anter   (C: Anâtir) Gök sinek.
antika   yun. Kıymetli san'at eseri. Eski zamandan kalma eser.
antikor   Fr. Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde.
antropomorfizm   Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din.
antût   Çöl ortasındaki küçük dağ ve tepe.
anûd   Muannid. Çok inatçı.
anûn   İsyankâr, kavgacı. * Davarların önünde yürüyen davar.
anve   Kuvvet, cebr, zorakilik, zorlama, zor.
anvet   Kahretmek. * Galip olmak.
anye   Güçlük, engel, zorluk, meşakkat.
anzar   (Bak: Enzar)
aposteriori   Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.
apriori   fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: 'Her sayı kendine eşittir' hakikatı hiçbir deneye baş
apsis   Fr. Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. * Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı.
âr   Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya.
âr ü namus   Utanma, haya ve namus.
ar'ar   Dikenli ardıç ağacı, dağ selvisi. * Mc: Güzelin boyu bosu. ◊ Arap diyârında bir yerin adı. * Bir oyun çeşidi.
ar'are   Dağ başı. İki burun deliğinin arası. * Servi ağacı. Çocuk oyunundan bir oyun.
ârâ   f. Süsleyen. Bezeyen. ◊ Fikirler. Reyler.
arâ   Mıntıka, bölge. * Komşuluk. * Avlu. * Çıplaklık. * Geniş, çıplak arazi.
ârâb   (İrb ve İrbe. C.) Hacetler. * Uzuvlar. * Akıllar, zekâlar. * Hileler, oyunlar.
arab   Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı.
arâbe   (C: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba. * Açık saçık konuşma.
arabe   (Arben) Yemek yeme.
arabesk   Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.
arabî   Arabça, Arab dili. Arab kavmine mensub.
arabistan   f. Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke.
arabiyyat   (Arabiyyet. C.) Arapçaya dâir ilimler, kitab veya fikirler. Arap edebiyatı.
arabiyyet   Arapça ile ilgili olan (İlim, fikir veya kitap). Arap edebiyatı.
arac   f. Dirsek.
aradîn   (Bak: Eradîn)
arafat   Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız More…
arafet   (C: Avârif) Atâ, ihsan, hediye.
arahim   Büyük olan şey. * Bir cins beyaz büyük mantar.
arais   (Arûs. C.) Gelinler. * Güneşler. * Gökler.
araiz   (Ariza. C.) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar.
arak   Ter, rutubet.* Dağdaki yol. * Çukur. * Deve izleri. * Sıra sıra olan şey. * Zenbil. * Menfaat, sevab, karşılık. * Süt. ◊ Kalabalık, izdiham.
arak-dar   f. Terli.
arakî   Terle ilgili, tere mensub.
arakiyye   Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.
arakk   Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan.
araknak   f. Terlemiş, terden ıslanmış, ter içinde kalmış.
arakriz   f. Terliyen, ter döken.
ârâm   f. Durma, dinlenme. * Yerleşme, rahat etme, karar kılma. * Eğlenme. ◊ (İrem. C.) Çölde, sahrada konulan hususi nişan.
ârâm-bahş   f. Dinlendirici, dinlendiren, ârâm veren.
ârâm-cû   f. Dinlenmek isteyen.
ârâm-cûyane   f. Dinlenmek isteyene yakışır şekilde.
ârâm-gâh   f. Dinlenilecek yer.
ârâm-güzin   f. Dinlenmek için oturan, istirahat eden, dinlenen.
arâm-rüba   f. Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran.
arâm-saz   f. Yerleşen, oturan.
arâm-sûz   f. Huzuru bozan, rahatsızlık veren.
ârâmî   f. Dinlenme, rahat etme.
ârâmide   f. Rahat olan, dinlenen, sükûn halinde ve rahatta bulunan.
ârâmiş   f. Huzur, rahat.
aramram   (Aremrem) Asker çokluğu. * Şiddetli hâl ve iş.
aran   f. Dirsek.
aranik   Su kuşlarından boynu uzun bir kuş.
arare   (C: Arâr) İyi kokulu bir ot. * Şiddet * Kötü ahlâk. * Evin avlusu, ev içi. * Soğuk şiddetli olmak.
ararot   Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.
aras   Yorgunluk, bitkinlik. * Hayranlık.
arasat   (Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı.
araste   f. Bezenmiş süslenmiş. * Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. * Vaktiyle ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı.
araste-gî   f. Süslülük, bezenmişlik, ârâstelik.
arat   Bölge, mıntıka. * Avlu.
arayende   f. Düzen verici, süsleyici.
arayî   f. Süsleyicilik.
arayiş   f. Süs, zinet. * Süsleme.
araz   İşâret, alâmet. * Tesâdüf, rast gelme. * Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet. * Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin.
arazan   Rastgele, tesadüfen, tevafukan.
arazet   Genişlik.
arâzi   (Arz. C.) Yerler. Ekilen toprak. Ekilen yerler.
arazî   Araza âit ve mensub. Araza dâir ve ilgili.
araziş   f. Hayır ve iyilik yapma. * Tasaddukta bulunmak.
arbede   Cidal, kavga, patırtı.
arbede-cûyâne   f. Kavga çıkartmağa yeltenerek.
arbede-sâzî   f. Gürültücülük, kavgacılık.
arc   Mekke ile Medine arasında bir mevzi. * Deve sürücüsü.
arca   (Müz: Arec) Topal ve aksak kişi. * Sırtlan.
arcele   Sürü, hayvan topluluğu. * Yayalar cemaati. * At sürüsü.
ard   f. Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. * Buğdayı değirmen taşına akıtan oluk.
ard-biz   f. Elek, un eleği. * Elekle un eleyen kişi.
arda   Vaktiyle bazı çavuşların elde tuttukları uzun değnek. * Nişan almak için dikilen değnek. ◊ Çıkrıkçı kalemi.
ardhale   f. Bulamaç adı verilen yemek.
ardin   f. Deneme, imtihan, tecrübe.
ardiyye   Ticaret eşyasının saklandığı yer. * Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.
ardtûle   f. Bulamaç denilen yemek.
are   Borç olarak alınan veya verilen şey.
areb   Şehir ehli olanlar. * Mide fesâdı. ◊ Çok açıkgöz, en akıllı.
ârec   f. Dirsek, kolun arka tarafı.
arec   Topallık, aksaklık.
arecan   Aksak ve topal kişinin yürümesi.
arefe   Kurban bayramından bir evvelki gün.
arekiyye   Zinâkâr kadın.
arekrek   Aceleci, acul. * Kuvvetli büyük deve.
aremet   Savurmak için dövülüp toplanmış harman.
aremide   f. İstirahat eden, dinlenen. Rahat kişi.
aremrem   Kalabalık ordu, çok fazla asker.
aren   Davar ayağında olan kuru kemre. * Yarık. * Bir nesne yumuşak olmak.
arenc   f. Dirsek. * Gidiş, tarz, usül, metod.
arende   f. Birşey getiren kimse.
areng   f. Dirsek. * Dert, keder. * Hile, dubârâ. * Tarz, tavır, üslüb. * Vali, hakim. * Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder.
areometre   yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir More…
ares   Hayranlık.
areste   f. Süslenmiş, bezenmiş.
aret   f. Dirsek.
arf   Güzel koku. * Yüksek yer. * Atın yelesi. * Horozun ibiği. ◊ (C: A'râf) Rüzgâr. * El ayasında çıkan çıban.
arfa   (Müz: A'raf) Yeleli. * Sırtlan.
argo   Fr. Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. * Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim.
argon   yun. Kim: A sembolü ile gösterilen renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz. Havada % 1 nisbetinde bulunur.
ârî   Hind-Avrupa dil ailesinden olan ırk veya kimse. * f. Evet. ◊ Pâk, pislikten uzak. * Hür.
ârib   Halis Arap cinsinden olan.
âric   (Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden. * Topal, aksak, noksan.
ârif   (İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen. * Sabırlı ve mütehammil. * Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan. * Zevkî ve More…
arîf   Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim. * Bir işten iyi anlayan.
ârifan   f. Ermişler. Arifler.
ârifane   t. Arife yakışır surette. Bilene yakışır şekilde. İrfan sahibi olarak.
ariflerin mezaklari   Ariflerin zevkaldığı yer ve hususlar.
arig   f. Kırılma, gücenme. * Kıskançlık, kin, nefret, adavet, düşmanlık.
arik   Uykusuz kimse, uykusuz olma halindeki. ◊ Asil haseb ve neseb ehli olan.
ârim   İnatçı, kafa tutan.
arin   Arslanın yerleşip yataklandığı yer. * Ağaçlar. * Et.
arinmak   t. Temizlenmek, pâk olmak.
arir   Garip.
aris   Gerdek. Hacle.
ariş   Samandan yapılan bir çeşit ev. * Çardak, asma çardağı. * Sundurma, takdim ettirme. ◊ f. Anlam, mânâ, kavram, mefhum.
arişî   f. Manevî. Mânâ ile ilgili.
aristatalis   Yunan feylesofu Aristo.
aristokrat   yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde sınıfından olan.
ariye   (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.
ariyeten   İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır.
ariyy   (C: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.
ariyyet   Ödünç verip almak.
âriz   Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan. * Bir şeyi arz ve takdim edici olan. * Kalın ve geniş More…
ariz   Ardıç ağacı. ◊ Enli, geniş.
ariz ve amik   Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde.
âriza   Sonradan olan, noksanlık. * İsabet eden belâ ve keder. * Bozulma. * Gelip geçici. * Hariçten gelen te'sirle olan. * Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey.
ariza   Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamnâme, hediye.
ârizan   (Ârız. dan) Geçici olarak. * Tesadüfen, tevafukan, rast gele. ◊ İki yanak.
arize   Sâbit olmak. * Kuvvetli ve muhkem olmak. Bahil olmak.
ârizî   Zâtî ve irsî olmayıp sonradan hâsıl olan. Zâtî ve esastan olmayıp sonradan zuhur ve taalluk eden. Muvakkat, geçici.
ark   Tarla ve bostana su akıtmak için açılan yol, cedvel, hark. ◊ Ulaşmak.
arka   Çadıra diktikleri direk. * Duvar içinde kerpiç ve taş arasına konulan ağaç.
arkan   Terleme.
arkeoloji   (Bak: Atikiyyat)
arkes   Cem'etmek, toplamak.
arkî   Balık avcısı.
arkub   Ökçe siniri. * Yalan ve kötü söz.
arm   (Arem) İnatçılık, muannitlik. * Kafa tutma.
armâ'   Alaca yılan.
armador   İtl. Direk, seren, ip ve yelken gibi şeylerle gemiyi donatan usta.
arman   f. Hasret, özleyiş, özleme. * Nedâmet, pişman olma. * Eseflenme, teessüf. * Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet.
armanî   f. Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim.
armatür   Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası. * Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.
armaz   Kurbağa yosunu.
arnavut   (Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir. Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede More…
arr   Uyuz hastalığı.
arra'   Sıtma tutmak, titremek.
arrade   (C: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu. * Dişi çekirge.
arraf   Falcı, kâhin, müneccim. * Hekim. * Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf umumi bilgileri. (Müe: Arrâfe)
arras   Gürleyen, şimşek çakan. * şimşekli.
arre   Câriye. * Uyuz hastalığı.
ars   İki duvar arasında olan duvar. ◊ Şimşekli ve yıldırımlı bulut.
arş   Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * More…
arş u ferş   (Arş u zemin) Arş ve yeryüzü.
arş u kürsî   (Arş ve Kürsî) Arş ile Kürsî.
arş ve süllem   Delil-i Arşî ve Delil-i Süllemî'den kinâyedir. (Bak: Delil).
arsa   (C: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.
arşa   f. Güverte.
arsat   Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh.
arşidük   Fr. Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve 'Büyük Düka' demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. ARŞİV: Fr. Eski ve tarihçe kıymetli.
arşin   f. Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği. * Zirâ'.
arşiyân   f. Arş'ın etrafında tesbih ederek dolaşan melekler.
ârsiz   Bî-ar, utanmaz, arsız.
artal   Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan.
artebe   Burun ucu. ◊ Davul.
artel   Yoğun, büyük nesne.
arten   Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler.
arteziyen   Fr. Burgu gibi bir âletle açılıp su fışkırtılan kuyu.
arti   Mat: (+) ile gösterilen toplama işaretinin adıdır.
arub   (C: Urub) Erkeğini seven kadın.
arube   Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur. * Cuma günü.
aruf   Uzun zaman ıztırab, elem çeken.
arug   f. Geğirme.
arugde   f. Öfkeli, kızgın.
arun   f. İyi vasıflarla meşhur olmuş, güzel huylular.
arus   Süslenmiş gelin, güveyi. * Güneş. Gök. * Kim: Kükürt.
arusan   (Arüs. C.) f. Gelinler, yeni evlenmiş kızlar.
arusane   f. Geline yakışır şekilde.
arusek   f. Küçük gelin. * Yeşil ve pembe dalgalı sedef.
aruz   Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler. * Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, More…
aruz kaliplari   (Bak: Bahr)
arv   Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme. * İş için birinin yanına varma. * Yemişsiz bir çeşit ağaç.
arvana   Boz dişi deve.
arvend   f. şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet.
arz   Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek. * Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek. * Bir More…
arz-gah   f. Bir şey arzetmek için toplanma yeri.
arz-hane   f. İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda.
arz-i cemâl   f. Güzelliğini göstermek. Arz-ı didar da denir.
arza   şiddet. * Kuvvet.
arzan   Enine, genişliğine.
arzanî   Enine, genişliğine olarak.
arzî   (Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı. * Semavî olmayan. Beşerî olan. ◊ Genişliğine ait. Bir yerin enine ait.
arzîn   (Arz. C.) Arzlar.
arziyat   Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim.
arziz   f. Kurşun, kalay.
arzu   Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı. ◊ f. İstek. Dilek. Meyil. Emel. Hahiş.
arzu-dâr   f. Hevesli, talebli, istekli, arzulu.
arzu-mendî   f. Taleb, istek, arzu, heves.
arzu-şikesten   f. Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl.
arzuhal   (Arz-ı hâl) Bir iş için bir makam veya resmi daireye bir iş sahibinin verdiği dilekçe. İstida-nâme.
as   Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır. ◊ f. Değirmen. (Bak: Asya) ◊ Mersin ağacı.
aş   f. Muharrem ayında pişirilen aşure. * Yemek, taam.
as'ar   Çok kibirli, mağrur. * Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu.
as'as   (C: Asâis) Bir yerin adı. * Kurt, zi'b. * Kirpi. ◊ Kumdan yığılmış tepe. * Fesâd.
as'âs   Gece çok gezip dolaşan kimse. * Kurt.
as'ase   (Is'as) Yönelme. Arka çevirme. * Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya gitmek. * Bulutun yere yakın olması. ◊ Oturak yerin yumuşağı. * Helâk olmak. * Fesâd etmek.
aş-hane   f. Aşevi, mutfak.
aş-kâre   f. Aşçı.
aş-pez   f. Ahçı, aşçı.
asâ   (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir.
asa   f. (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.) ◊ Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh. ◊ f. Esneme. * Vakar, ciddilik. * Süs, zinet. More…
aşa   (C.: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi. ◊ (C.: A'şiye) Akşam yemeği.
asa'   Yaş olan şey kuruyup katılaşmak.
asâb   Geyik, gazâl.
asab   Sinir. Damar.
asabe   Kuvvet, şiddet. * Bir tek sinir. * Baba tarafından akraba olanlar. * Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı. * Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, More…
aşabe   Yaş otun çok olması.
asabî   Sinirli. Öfkeli.
asabi'   (Usbu'. C.) Parmaklar.
asabiyyet   Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.
asabiyyeten   Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.
âsad   (Esed. C.) Esedler, arslanlar.
asaf   Süleyman Peygamberin (A.S.) veziri. Vezir. * Bir ot ismi.
asafâne   f. Bir vezire yakışır surette ve hâlde.
asafir   (Usfur. C.) Serçe kuşları.
asagir   (Asgar. C.) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler.
asagir ü ekâbir   f. İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler.
asah   (Bak: Esahh)
asahib   (Ashab. C.) Sahibler, sahib olanlar. Ashablar.
asaib   Cemaatler, tayfalar. * Başa sarılan sargılar, nesneler.
aşair   (Aşiret. C.) Aşiretler. Kabileler.
asak   Darlık. * Hurma budağının yaramazı. ◊ Ucuzluk.
aşak   Sarmaşık.
asakir   (Asker. C.) Askerler. Erler.
asal   (Asil. C.) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan müddet. * Zamanlar ve vakitler. ◊ (C: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak. * Bağırsak. ◊ Ahlâk. More…
asalak   Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren hayvan veya bitki. Parazit. * Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse.
asale   Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan. ◊ Bal peteği, petek.
asalet   Temiz soyluluk. Soy sop temizliği. Köklülük. * Rüsuh. * Metanet. Necabet. Zâdegânlık. * Kendi işi için bizzat ve kendisi nâmına hareket. * Edb: Yazıda veya sözde bayağı tâbirlerin More…
asaleten   Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere. Kendi nâmına olmak üzere.
asaletlû   Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi.
asalit   Koyu, sahin.
asam   (İsm. C.) Günahlar.
aşam   f. Yiyecek ve içecek. * İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır.
aşamidenî   f. İçilebilen veya yenilebilen.
asamm   Sağır. * Sert, katı. * Güç, tahammül edilmez. * Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil)
âsân   f. Kolay. Suhuletli. Yesir. * Bükülmüş ipin her katı.
âsânî   Suhulet, kolaylık.
âsâr   Öç almalar. İntikamlar. * Eserler. * İzler. Nişanlar. Abideler. * Âdetler.
asâr   Kurumayıp daima sulanır çıban. ◊ Fakirlik. * Güçlük. * şiddet. ◊ Yağcı, yağ satıcısı.
asar   Vazifeler. * Yükler. * Cürümler. Kabahatler. ◊ Toz. * Sığınak. * Atiyye, hediye.
asaran   (Bak: Asrân)
asare   Anber ve misk gibi şeylerin kokması. ◊ f. Sayı, hesab.
asarim   (Asrâm. C.) Çadır toplulukları. Ayrı ayrı küçük insan grupları.
asat   Binâ.
asatib   (İstabl. C.) Ahırlar.
aşavet   Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı.
asay   f. Gibi. (Bak: Asâ)
aşaya   (Aşi. C.) Akşamlar, mağribler.
asayiş   f. Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti.
asâyiş-cu   f. Rahat ve huzur arayan. Asâyiş isteyen.
asâyiş-perver   f. Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen.
asâyiş-perverâne   f. Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde.
asb   Bağlamak. * Sağlam olarak dürmek. * İmâme, sarık. * Yemen'de yapılır bir nevi kumaş. * Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi. * Kurumak. * Kızarmak. * Sarmaşık. * Sargı, More…
aşb   (C.: A'şâb) Yaş ot.
asbab   (Sabeb. C.) Çukur yerler.
asbag   Alnı veya kuyruğunun ucu beyaz olan at. * Kuyruğunun ucu beyaz olan kuş. ◊ (Sıbg. C.) Boyalar.
asbah   (Subh. C.) Sabahlar.
asban   f. Değirmenci. Değirmen sahibi.
asbanî   f. Değirmencilik.
asbar   (Sıbr. C.) Akbulutlar.
asbest   yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.
asc   Gezi topluluğu.
asced   Halis, karışıksız altın.
ascel   Karnı büyük olan kimse.
asd   Cimâ etmek. * Döndürmek. * Bozmak.
asda   (Sadâ. C.) Sadâlar, sesler.
asdaf   (Sedef. C.) Sedefler.
asdag   (Sudg. C.) Tıb: Şakaklar, yüzdeki şakaklar. ◊ Perâkende olmak.
asdagan   Tıb: Kollarımızdaki nabız damarları.
asdak   (Sıdk. C.) Samimi şeyler.
asder   Omuz, menkıb.
asdika   Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar. * İçi dışına, sözü işine uygun olanlar.
aşebe   Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse. * Büyük azı dişi. * Küçük adam.
ased   Cimâ etmek. * İp bükmek.
asef   (Asf) Büyük kadeh. * Bir şeyi almak. * Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek. * Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek. * Ölüm.
asel   Bal. Şehd. * Tatmak. * Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık. * Cennette bir su.
aselan   Süngü titrediğinden acı çekmek. * Boynunu uzatıp sür'atle gitmek.
aselbent   Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.
aselî   Bal gibi sarı renkte olan. * Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası. * Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.
aseliyyet   Bal hâli.
asellak   Deve kuşunun erkeği.
asem   Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak. * Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması. * Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.
aşem   Kuru ekmek.
aşeme   Kuru ekmek parçası. * Büyük azı dişi.
asemm   Çok sağır.
asemsem   Kuvvetli, büyük deve.
asen   Tütün, duhan.
aşen   Her nesnenin aslı ve kökü. * Sözü kendi kanaatine göre söylemek.
asenn   Koltuğu kokan kişi.
aşennet   (C.: Aşânit) Yaramaz huylu kimse.
aşenzer   Katı, sağlam nesne.
aser   Solak kimse, solaklık.
aserat   Sürçmeler, yanılmalar. * Ayak kayması.
aşerat   (Aşere. C.) On sayıları.
asere   Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler.
aşere   On. On rakamı.
ases   Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.
asesbaşi   Osmanlı İmparatorluğunun eski devirlerinde polis müdürü.
asev   (Asven) Serkeşlik. Taşkınlık, serserilik.
aşevi   Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane. * Para ile yemek yenilen yer, lokanta. * Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak More…
aşevî   Akşam, akşam vaktine dair.
aşevsec   Büyük karınlı iri deve.
asevsel   Azâsı gevşek kimse.
aşevzen(e)   Galiz, katı nesne.
asf   Zulüm. Haksızlık. * Can çekişme. * Emek çekip kâr kazanma. * Bir tarafa eğilme. * Sür'atle gitme. * Rüzgârın kuvvetle esmesi. * Taze ekin yaprağı.* Ekin taze iken biçme. ◊ More…
asfad   (Safed. C.) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.
asfaf   (Saff. C.) Saflar, hatlar.
asfalt   yun. Siyah renkte şekilsiz bir bitüm.
asfar   Sıfırlar. Boş şeyler.
asfencah   Akılsız, ahmak adam.
asfer   Sarı, uçuk benizli. Soluk. * Kızıl. * Islık çalan.* Bomboş şey.
asga   Öğrenmeğe çok hevesli. * Çarpık suratlı.
asgar   En küçük. Daha küçük.
asgaran   Kalb ile dil
asgarî   En az. En küçük.
asgün   Hazar Denizi'ne verilen bir isim.
ashâb   (Eshâb) (Sahib. C.) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler. * Halk, ahali.
ashame   Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.
ashar   (Sıhr. C.) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler, kayınpederler, güveyler.) ◊ Saçı kızıl adam. Kırmızı tüylü hayvan.
asheb   Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve.
âsi   İsyan eden. Emirlere itâat etmeyen. * Günah işleyen. * Meşru idâreyi tanımayıp baş kaldıran. ◊ Doktor, cerrah, tabib. * f. Kederli, hüzünlü.
âsî   Hurma salkımı.
asi   Çok isyan eden, çok isyancı. ◊ Uygun, elverişli.
aşi   Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde. * Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde. * Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan More…
âsib   f. Musibet, belâ, âfet, felâket. * Çarpışma.
asib   Dolmuş bağırsak. * Katı nesne, şedid. * Şiddetli sıcak, çok sıcaklık. * Talihsizlik. ◊ Dağ, cebel. * Kuyruğun bittiği yere 'asib-ü zeneb' derler.
asib-resan   f. Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden.
asid   Başında bir zahmet olup boynunu döndüremeyen ve eğilemeyen, burnundan sümüğü akan deve.
aside   Bulamaç adı verilen yemek.
asif   (C.: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.
asif(e)   (C.: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına. (Bak: Asf)
asifat   (Asf. C.) şiddetli rüzgârlar.
asife   Buğday ve arpa başağını örten yapraklar.
aşihe   f. Kişneme.
âşik   Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun. * Saz şairi. * (Cümledeki yerine göre): Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)
aşîk   Fazla âşık, çok tutkun.
âşikan   (Âşık C.) f. Âşıklar, tutkunlar.
aşikâr(e)   f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
âsil   (C.: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi. * Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse.
asil   Esas. Yedek olmayan. * Köklü. * Edebli, soylu. * Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden. * Akşam vakti. * Ölüm, mevt. ◊ (Bak: Asl)
asil-zade   f. Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan.
asilâne   f. Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık.
asile   (C.: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü. * Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri. * Ölüm, mevt.
asim   Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden. ◊ Engel, mâni, muhafaza eden. ◊ Günahkâr. Günah işleyen.
asima   Medine şehrinin diğer bir ismi.
asime   f. Akılsız, şaşkın, sersem.
asime-gî   f. Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik.
asime-sâr   f. Kafası karışık.
âsin   Pis kokulu. Bozulup kokan su.
aşina   f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü.
aşine   f. Yumurta.
âsir   Bir efsaneyi rivayet eden. ◊ Ayağı kayan.
asîr   Üsâre. Özsu. * Bir maddenin sıkılmış suyu. * Suyu alınmak için sıkılmış şey.
asir   Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr. ◊ Karmakarışık. * Bitişik komşu. ◊ (Bak: Asr)
aşir   Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası. * Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası. * Dost, yardımcı, yardak. * Koca. * Kabile. * More…
asir(e)   Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan.
asîre   Cibre, posa.
asire   Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve. ◊ (C.: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek.
aşire   Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri.
aşiren   Onuncu olarak, onuncu derecede.
aşiret   Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.
asistan   Fr. Profesör veya hekim yardımcısı.
asit   Fr. Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız.
âsitan   f. Kapı eşiği. * Dergâh. * Tekke.
âsiven   f. Şaşkın, sersem, aklı dağınık.
âsiyâ   f. Su değirmeni.
asiyâ-bân   f. Değirmenci, değirmen sahibi.
asiyâ-ger   f. Değirmen yapan, değirmenci.
asiyâ-seng   f. Değirmentaşı.
aşiyan (e)   f. Kuş yuvası. * Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken.
aşiyan-sâz   f. Yuva kuran, mesken yapan.
âsiye   Kederli, hüzünlü kadın. * Sütun, kolon, direk. * Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.
aşiyy   Akşam, akşam üzeri.
ask   Lâzım olmak, lüzumlu olmak.
aşk   (Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme. * İttibâ'. Alâka.
aska'   Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı. * Kanarya kuşu.
askâ'   (Suk. C.) Çeşme duvarlarının bölmeleri.* Bölgeler.
askabe   Küçük salkım.
askalân   Şam diyârında bir şehrin adı. ('Arûs-üş Şam' da derler.)
askale   Serap fazla olmak.
askar   Üzüm şırası.
aşkar   Koyu kırmızı. * Kırmızı saçlı adam. * Doru at.
askat   (Uydurukça kelimedir.) (Bak: Vâhid-i kıyasî)
aşkbazî   f. Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib.
asker   (C.: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, More…
asker-gâh   f. Asker kampı, askeriyeye ait kamp.
askere   Şiddet. * Asker hazırlamak.
askerî   Askere veya askerliğe ait, askere mahsus.
aşknüma   f. Aşkını bildiren. Aşkını gösteren.
aşkû   'f. Tavan; kat, tabaka. * Gökyüzü. Gök.'
askul   (C.: Asâkil) Beyaz, büyük mantar.
asl   Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde. ◊ Yelmek. Seğirtmek.
asl ü esas   Gerçek, doğru.
asla   Hiçbir zaman.
asla'   Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan. * Küçük başlı.
aslâb   (Sulb. C.) Sulbler, beller.
aslâd   Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz. * Cimri, hasis, pinti.
aslah   Kulağı hiç işitmeyen. ◊ En sâlih. Daha sâlih.
aslah tarik   En selâmetli tarz. En salih usul, yol.
aslahakellah   Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ).
aslat   Koyu, sahin.
asleka   Serabın fazla olması.
aslem   Kulağı kesik olan, kesik kulaklı.
aslen   'Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten.'
aslî   Asla aid ve müteallik.
asliyyet   Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik. * Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.
asm   Sargı. * Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.
asma   Elleri veya bacakları eğri olan.
asmâ   Ön ayağı beyaz olan dişi koyun.
asma'   Uyanık ve gözü açık (adam) * Keskin (kılınç). ◊ Küçük kulaklı. * Zeki kimse.
asmah   Çok cesur, pek kahraman.
asmaî   Arapların şöhret bulmuş şairi.
asman   f. Gökyüzü, sema.
asman-gûn   f. Gök mavisi.
asmane   f. Dam, tavan, kubbe.
asmanî   (C.: Asmâniyân) f. Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. * Açık mavi.
asmanî âhen   f. Yıldırım.
asmar   f. Mersin ağacı.
asmende   Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.
asmiha   (Sımah. C.) Kulak kanalları.
aşna   f. Yüzücü. * Yüzme. * Tanıyan, yabancı olmayan. (Bak: Aşina)
aşna-yan   (Aşnayî. C.) f. Dostluklar, âşinalıklar, haberdarlıklar.
aşnab   f. Yüzen, yüzücü.
aşnager   f. Yüzücü. Yüzgeç.
aşnagerî   f. Yüzme, yüzücülük.
asnim   (Sanem. C.) Putlar. * Sevgililer.
aspiratör   Fr. Hava emme cihazı.
asr   (Asır) Bir devrelik zaman. * İkindi vakti. * Zamanın bir cüz'ü. * Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet. * Yüz yıl. * Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış More…
aşr   (Aşir) On. * On adetten birisini almak. On etmek. * Kur'ân-ı Kerim'den on âyet mikdarı kısım.
asra'   Zor olan şey. Güç nesne. * Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan tavşancıl kuşu.
aşra'   Muharrem ayının onuncu günü. * On aylık vazife. * On aylık hâmile deve.
asraf   (Sarf. C.) Masraflar. * Değişiklikler.
asram   (Sırm. C.) İnsan toplulukları, insan kümeleri. * Çadır grupları.
asran   (Asaran) İki devir. Gece ve gündüz. * İki asır. * Gündüzün zamanı.
asre   (C.: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma.
aşrefe   Bir cins misvak ağacı.
asrem   Kulağı sakat, hasta. * Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse). * Bölük bölük.
asreman   Gece, gündüz.
asrî   Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.
asris   f. At koşturulan meydan, hipodrom.
ass   Her nesnenin aslı, her şeyin esası. ◊ Katı ve sağlam olmak, berk olmak. ◊ Gece gezip dolaşmak.
aşş   Zayıf adam.* Az, kalil. * Kuş yuvası.
assâb   İplikçi.
aşşab   (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.
assâl   Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı.
assale   Arı, bal arısı. * Arı kovanı, kovan. * Petek, bal peteği.
aşşar   A'şar tahsildarlığı yapmış olan kimse. Öşürcü, ondalıkçı.
aşşe   Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı. * Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.
assubay   Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir.
ast   Alt. * Birinin emri altında olan kimse, mâdun. * Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.
astan   f. Eşik, atebe. * Dergâh, tekye.
astane   f. Eşik, atebe. * Paytaht. * Mânevi büyüklerin kabri. * Büyük tekke. * Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.)
astar   (Satr. C.) Yazı satırları.
aştî   f. Barışıklık, sulh.
aştî-hûre   f. Barış ziyafeti.
aştî-perver   f. Barış taraflısı, sulh.
aştî-perverane   f. Barış taraftarına yakışacak şekilde.
aştî-sâz   f. Sulhsever, sulh taraftarı. Barışsever, barışçı.
aştî-sâzî   f. Barışseverlik, sulhseverlik.
astin   f. Esvap kolu, yen.
astin-berçide   f. Hazırlanan veya hazırlanmış (adam).
astin-efşan   f. Yen silken. * Mc: Vazgeçen.
astin-malide   f. Hazırlanmış, hazırlanan (adam).
astine   f. Yumurta.
astronom   yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.
aşu   Kör olmak. Görmemek. * Mc: Görmemezlikten gelmek.
asûb   Bey, başbuğ. Hakan. * Arı beyi. (Bak: Ya'sub)
aşûb   f. Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
aşûb-engiz   f. Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren.
aşûb-gâh   f. Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri.
asüd   (Esed. C.) Arslanlar. * Yiğitler.
asûde   f. Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. * Bir cins helva adı.
asûde-dil   f. Başı dinç, huzuru yerinde, gönlü rahat.
asûde-dilî   f. Gönül rahatlığı.
asûde-gî   f. Huzur, rahat, asayiş.
asûde-hâl   f. Hâli rahat, sıkıntısı olmayan.
asûde-nişin   f. Rahatça oturan. İstirahat eden.
asuf   Hızlı ve çabuk yürüyen. * Çok şiddetli rüzgar. ◊ (Asf. dan) Çok zulüm eden. Çok zâlim.
asüfte   (Asügde) f. Ateşle islenmiş. * Hazırlanmış, hazır.
aşüfte   f. Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. * İffetsiz kadın.
aşüfte-dil   f. Gönlü perişan olmuş.
aşüfte-dimağ   f. Aklı perişan.
aşug   f. Bilinmiyen, meçhul, yabancı. * Serseri.
asul   Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse.
asum   Geçim derdi için çok çalışan kimse. ◊ Obur, açgözlü, arsız.
aşum   Bir ot cinsi.
asuman   f. Gökyüzü. Semâ. * Felek.
asumanî   Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.
âsûn   (Asi. C.) İsyan edenler. Günahkârlar.
âsûr   (C.: Avâsir) Tuzak, ağ. * Şer. * Şiddet.
asûr   Zorluk. Güçlük. ◊ Eğri boyunlu.
aşure   (Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı.
asûs   Yalnız yürüyüp, otlayan deve. * Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve. * Av arayan kimse.
aşv   Kasdetmek.
asva   Sırtlan. * Yaşlı kadın.
aşva'   Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız. * Önüne bakmayıp her ne olursa basan deve.
asvad   (C.: Asâvid) Büyük emir.
asvat   (Savt. C.) Sesler.
aşve   Akşam karanlığı. * Akşam yemeği.
asveb   (Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli.
aşvez   (C.: Aşâviz) Sağlam yer. * Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl. * Sağlam, kuvvetli deve. * Çok et.
asvine   (Sunvân. C.) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar.
asy   Yaşamak. * Kocamak, ihtiyarlamak. ◊ İsyan, itaatsizlik.
aşy   Akşam yemeği.
asya   Dünyadaki kıt'aların en büyüğü. * f. Değirmen. (Bak: As)
asyaf   (Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
aşyan   Akşam yemeği yiyen kişi.
asyar   Dayanmak. * Sürçmek.
aşyere   Dayanmak. Sürçmek.
aşzan   Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek.
at'ata   Birbiri ardınca çağırmak. * Kavga etmek.
at'ime   (Bak: Et'ime)
ata   t. Baba veya ecdaddan olan büyük. Önceden gelen. * Aynı soyun büyüğü. ◊ (İtyan. dan) Verdi, veren. Geldi, gelen (mânasına da olur, fiildir). ◊ Verme. Bağışlama. Bahşiş. More…
ata ender ata   Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan.
ata-bahş   f. Bahşiş veren.
atab   Mahvolma, ölme.
atabey   (Atabek) Selçuklular devrinde şehzadelere mürebbilik eden şahıs, lala.
atad   İşe yarayan âletlerin takımı. * Büyük kadeh. * Hazırlık.
ataim   (Atime. C.) Ocaklar.
atak(at)   Azad, izin.
atal   (C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense. * Bir kişinin güzelliği. * Vücudun tamamı. * Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek. ◊ (Itl. C.) Koltuk altları. * Yanlar, More…
atalet   (Utlet) Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Hurma salkımı.
atalet kanunu   'Fiz: Duran bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hareket edemez; ve hareket hâlindeki bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hızını ve yönünü değiştiremez.'
atam   (Utum. C.) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.
atan   (C.: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu. * Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer. * Su kenarı. * Kokmak. * Dibâgat etmek.
atanib   (İtnâbe. C.) Kısa ipler. * Uzun ipler. Sicimler. * Sâyebanlar.
atardamar   Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.
ataş   Susama. Hararet.
ataşa   (Atşân. C.) Susamış olanlar, susuzlar.
ataşe   Fr. Elçiliklerde vazifeli memur.
atavil   (Atvel. C.) Seçkin kimseler. * Uzun boylular.
ataya   (Atiyye. C.) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar.
atayib   (Atyeb. C.) En iyiler. Çok hoş olanlar.
atb   Hışım etmek. * Fesad. * İkrah olunan, kerih görülen.
atba   (Taby. C.) Meme başları, uçları.
atba'   (Tıb'. C.) Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları. ◊ En pis.
atbak  (Tabak. C.) Tabaklar. Kapaklar.
atbal   (Tabl. C.) Davullar.
atban   Tek ayak üstüne sıçramak. * Davarın üç ayak üstüne yürümesi.
âtbin   f. Sözü doğru faziletli kimse.
atebat   (Atebe. C.) Eşikler, basamaklar.* İranlıların mukaddes ziyaret yeri.
atebe   (C. Atebât) Basamak, eşik.
ateh   Bunama, bunaklık. (Ateh getirmiş bir ihtiyar)
atele   (C.: Utül) Rende. * Kalın ve büyük asâ. * Fârisi yayı. * Doğurmamış dişi deve.
ateme   Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti. * İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik. * Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.
ater   Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.
ateş   f. Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. * Kızgınlık, hararet. * Hiddet, gazab, şiddet. * Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. * Yangın. * Gözyaşı. * Hastalık. * More…
ateş-bâr   f. Ateş yağdıran.
ateş-bâz   f. Ateşle oynayan. Hokkabaz.
ateş-beste   f. Hâlis altın, kırmızı altın.
ateş-dân   f. Mangal, ocak.
ateş-dide   f. Ateş görmüş, ateşten geçmiş. * Mc: Büyük ıztırab çekmiş ve tecrübe geçirmiş adam.
ateş-dil   f. Sözü dokunaklı olan. * Her gördüğü güzeli seven. * Pek zeki adam.
ateş-efrûz   f. Ateş yakan, ateş tutuşturan.
ateş-efşân   f. Ateş saçan.
ateş-engiz   f. Dağlama aleti. * Mc: Fesatçı, ifsad yapan.
ateş-fâm   f. Ateş renkli, kırmızı.
ateş-gede   f. Mecûsilerin tapındıkları yer. Mecusi mabedi.
ateş-gire   f. Çıra. * Maşa.
ateş-gûn   f. Ateş gibi kıpkırmızı.
ateş-hâr   f. Keklik. * Merhametsiz, şefkatsiz ve zalim adam.
ateş-hirâm   f. Süratle yürüyen, hızlı yürüyen.
ateş-hulk   f. Sert tabiatlı, huysuz.
ateş-kâr   f. Külhancı. * Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam.
ateş-mizac   f. Huysuz, geçimsiz, sert tabiatlı kimse.
ateş-nâk   f. Ateşli.
ateş-nisar   f. Ateş saçan.* Mc: Çok öfkeli, çok kızgın.
ateş-nümâ   f. Ateş gösteren.
ateş-pâ   f. Ateş gibi. * Mc: Atik, çevik.
ateş-pare   f. Ateş parçası. Ateş gibi. * Mc: Çok zeki, çok akıllı. * Durup dinlenmeyen.
ateş-paş   f. Ateş saçan.
ateş-reng   f. Ateş renginde, kızıl renkli.
ateş-suhan   f. Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen.
ateş-zebân   f. Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen.
ateş-zede   f. Yakılmış, yakılan.
ateş-zen   f. Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak.
ateşek   f. Küçük ateş. * Ateş böceği. * Frengi. * Berk, şimşek.
ateşî   'f. Hararetli, ateşli; dokunaklı. * Ateş renginde. * Hiddetli, öfkeli.'
ateşîn   f. Ateşli, canlı, ateşten. * Mc: Şiddetli, hiddetli.
atf   Bağlama. Bağ. Ekleme. * Meyletme. * Şefkat. Sevgi. * Eğilme. * İkiye bükme. İki kat eyleme. * Çevirme. * Geri döndürme.* Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek. * Gr: Bir kelimeyi diğer bir More…
atfen   Birisinin adına. Birisine yükleyerek.
atfetmek   Meyletmek. Sevgi beslemek. * Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.
athal   Kül renginde.
athar   (Tâhir. C.) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar. ◊ Daha tâhir. En temiz.
ati   Önde. Aşağıda. Sonra. Vâki olan. Gelecek zaman. ◊ İnatçı, muannid. Kalın kafalı.
ati(ye)   (Utv. dan) İsyan eden, kafa tutan. Asi. Sert başlı, serkeş.
atid   Tedarik olunmuş. Hazır ve müheyya. * Günah ve sevabları yazan melek.
atide   Elbise sandığı.
âtif   (Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen. * Bağlaç. * Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik. * Yarış atlarının altıncısı. * Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime. More…
atifet   Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme. * Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.
atifet-kâr   f. Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan.
atih(e)   İsyan eden, kafa tutan, âsi olan.
atik   (Atika) Esaretten serbest bırakılmış olan. * Soyu temiz. Necib. * Genç kız. * Kadim. İhtiyar. * Yavru kuş. * Eski. * Hz. Ebû Bekir'in (R.A.) bir nâmı. ◊ (C.: Avâtik) Sırtın More…
âtik(a)   Azad edilmiş, Serbest bırakılmış kimse. * Yaşlı. * Genç kız.* Temiz soylu. * Eski. * Yavru kuş.
atikiyyat   Eski eserler. Eski devirlerden kalma eserleri, - daha ziyade tarih ve san'at bakımından- tetkik eden ilim. Arkeoloji.
âtil   (Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş.
atil   Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan. ◊ Şerli, şerir, yaramaz kişi.
âtim   Ölen, mahvolan.
atim   t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması. * Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe. * Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire.
atim(e)   Yavaş, sessiz, ağır.
atime   '(C: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal.'
atir   (Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı. * Kokuları seven kimse.
atire   Receb ayında keferenin putları için boğazladıkları koyun ki, o puta 'itrâ' derler.
âtiş   (Atişe) Susuz, susamış.
atis   Şafak. * Aksıran.
atit   Gıcırtı. * Ses.
atiy   (Utiy) Haddi tecavüz etme. * Çok ihtiyar olma. * Kibirlenme.
atiye   Azgın. * Büküp büküp atan.
atiyen   Aşağıda. * İlerde, gelecekte.
atiyyat   (Atiyye. C.) Hediyeler. İhsanlar. * Büyük bir kimsenin bahşişleri.
atiyye   Hediye. Bahşiş. Lütüf ve ihsan.
atk   Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek. (Bak: Itk) ◊ Bulaşmak. * Kurumak.
atl   şerir. Sert tabiatlı. Yaramaz. * Şiddetle çekmek.
atlab   '(Tâlib. C.) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.* (Tılb. C.) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.'
atlal   (Talel. C.) şekiller, biçimler.
atlas   İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. * Düz tüysüz. * Büyük harita. * Atlas Okyanusu. ◊ (Talas. C.) Eskitmeler, yıpratmalar. * Eski, aşındırılmış, yıpranmış.
atle   (C. Utül) Rende. * Yoğun büyük asâ. * Büyük iğne demiri. Farisî yayı. * Doğurmamış dişi deve.
atles   Eski, yırtık, yıpranmış, aşındırılmış.
atletizm   yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.
atliye   (Tılâ. C.) Merhemler.
atm   Geciktirmek, eğlendirmek.
atmar   (Tımr. C.) Paçavralar. Eski, yıpranmış elbiseler.
atme   Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.
atnab   (Tınâb. C.) Çadır ipleri. * Ağaç kökleri. * Tıb:Vücuttaki sinirler.
atol   Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.
atr   İyi kokulu şeyler sürünmek. ◊ Depretmek. * Titremek.
atrab   Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar.
atraf   (Tarf ve Taraf. C.) Gözler. * Taraflar. Kenarlar.
atrak   (Târık. C.) Gecegelen seyyahlar.
atrar   (Turra. C.) Kenarlar, uçlar.
atras   (Tırs. C.) Yazılmış sayfalar.
atreş   Sağır, işitmeyen.
atrese   şiddetle ve zorla almak. * Gadap etmek.
atruk   (Tarik. C.) Tarikler, yollar.
ats   Aksırık. * Şafak sökme.
atş   Susuzluk. Susama.
atşân   Susamış, teşne. Susuz.
atse   Aksırma, tek aksırık.
att   Sözü tekrar tekrar söylemek.
attar   (Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan.
attas   Devamlı aksıran.
attat   Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam.
atûb   İnatçı, muannid.
atûd   (C: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak.
atûf   Çok acıyan, pek merhametli.
atûfet   Şefkat. Çok merhametli oluş.
atûh   Mâtuh. Bunak. Şuurunu kaybetmiş ihtiyar.
atûm   Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve. ◊ Su kaplumbağası.
atûs   Enfiye, aksırtıcı şey.
atv   El ile alıp yiyip içmek.
atvad   (Tavd. C.) Dağlar.
atvak   (Tavk. C.) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler. * Tâkatler, kuvvetler. * Boyundaki halka çizgiler.
atvel   (Tavil. den) Çok uzun.
atyan   (Tîn. C.) Çamurlar, balçıklar.
atyeb   Pek güzel. Daha güzel.
atyer   Çabuk uçan. Derhal kaybolan.
atyeş   Gayet tez uçar bir kuş.
av'ave   Havlama, köpeğin havlaması. * Mc: Hezeyan, saçma sapan konuşma.
âvâ'   Şiddet. * Kıtlık, kaht.
ava'   Alçak kimse. * Menazil-i kamerden bir menzildir ve beş yıldızlıdır.
avabis   Müdhiş, çetin günler. * Yüzü abûs kimseler.
avacim   Dişler.
avad   Ud çalan kimse.
avadanci   Tar:  Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı.
avadi   (Adiye. C.) Zulmedenler, zâlimler.
avah   Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri. * Rızık, kısmet, nasib. (Bak: Evvâh)
avaid   (Âide. C.) İratlar, gelirler. Aidat. * Tahsisât.
avaik   (Âika. C.) Mânialar. Engeller. Müşküller. * Nuh (A.S.) Kavminin sonradan taptıkları bir put ismi.
avakib   (Akibet. C.) Encamlar. Akibetler. Sonlar.
avakir   (Akıra. C.) Fakirler, yoksullar. * Kısırlar, verimsiz olanlar. * Kudurmuş olanlar.
aval   Fr. Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse. ◊ Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük.
avalî   Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler. * Medine etrafındaki semtler.
avalim   (Âlem. C.) Âlemler. Cihanlar.
avam   Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas: Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti.
avam-firib   f. Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, halkı avlıyan, demagog.
avam-perestane   f. Avam kimselere yakışır şekilde. * Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette.
avam-pesend   f. Halk tarafından beğenilecek olan şey.
avamil   (Amil. C.) Sebepler. * Ayaklar. * Valiler. Hâkimler. * Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab. * Birgivi Hazretlerinin More…
avan   (C.: Uven) Her şeyin orta yaşlısı. * (C.: Avine-Avân) Esir. * Yardımcı, nâsır. ◊ Anlar. Zamanlar. Vakitler.
avane   Uzun hurma ağacı.
avani   Kapkacak, yemek takımları. * 'Beni koru, hıfzeyle' meâlinde dua.
avans   Fr. İlerideki bir alacağa mahsuben önceden verilen para.
avar   Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad.
avare   f. Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz.
avaregî   f. Avarelik, serserilik, işsiz güçsüzlük, aylaklık.
avareser   f. Başıboş.
avarî   (Ariyyet. C.) Ödünç verilen şeyler.
avarif   Mârifetler. * Arifler. İşten anlar olanlar. * Güzel ahlâk.
avariz   Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar. * Girinti çıkıntı, noksanlık. * Mânialar. Engeller. * Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.
avasif   (Asıta. C.) Sert ve kuvvetli rüzgârlar. Fırtınalar.
avasim   (Asıme. C.) Temiz, ismetli kimseler. * Hudut şehirleri.
avatif   (Atıfet. C.) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar.
avatik   (Atık. C.) Yaşlılar. * Genç kızlar. * Hür ve serbest olanlar. * Yavru kuşlar.
âvâz   f. Sadâ, Yüksek ses. * şöhret.
avaz   Nefret. İkrah. Bir şeyi kerahetle yapma. Kerahet.
avaze   f. Nam, şöhret, ün. Yüksek ses.
avazil   (Âzil. C.) Başa kakıcı kimseler.
avca   (Müe.) Eğri. Şaşı. * Yay. Kavs. * Arık, zayıf deve.
avd   Dönme, geri gelme. Aleyhine veya lehine dönme.
avdet   Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
avdetî   Dönme. * Aslına, Müslümanlığa dönen.
avemen   Deve veya at gidişi. * Yüzme.
aven   Çok sâkin, en sâkin.
avend   f. Sicim, ip.* Senet, delil. * Kapkacak. * Taht, yüksek mertebe. * Satranç oyunu. * Evvel, önce, ilk.
avene   Beraber olanlar. Yardım edenler.* Taraftarlar.
avengân   f. Asılı, sarkık. * Çengel. * Çivi.
aver   'f. Averden 'getirmek' fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur.'
averd   f. Harp, muhârebe, savaş, cenk.
averd-gâh   f. Muharebe meydanı, savaş alanı.
averde   f. Getirilmiş nakl olunmuş.
averdide   f. Saldırılmış, hücum edilmiş.
avez   Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı.
avhak   Uzun nesne. * Kara karga. * Büyük kara deve.
avhec   Yılan. * Uzun boyunlu. * Dişi deve.
avi   Uluyan. Hırlayan.
avihte   f. Asılmış şey, asılı nesne.
avije   f. Has, hâlis, hakiki, temiz.
avijgan   f. Mahremler, yakınlar. * Güzeller, gençler.
avil   Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd. * Meyletme.
avind   f. İlk, evvel, önce.
avine   (Evân. C.) Vakitler, zamanlar, anlar. Devirler.
avineten   Ara sıra, tesadüfen.
avişe(n)   f. Kekik otu. * Sarılma, sıyırarak çıkma. Saldırma.
aviz   f. Asılan, asılı bulunan.
avize   f. Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya billurdan süs eşyası.
avk   (C: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.
avl   Feryat, sıkıntı sebebi. Acınma.
avlak   yun. Dere. Vadi, su cedveli.
avle   Bağırma, feryat.
avn   Yardım. İmdâd. * Mededkâr. Yardım eden. Yardımcı. Zahir.
avnî   Yardıma âit, yardıma dâir.
avniye   Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu. * Bir nevi yağmurluk.
avr   Bir kimseyi kör etme. * A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek. * Telef etme. * Gözsüzlük.
avra   Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü. * Mc: Kör fikir. * Çirkin ve kabih söz. * Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.
avrat   (Averât) (Avret. C.) Kadınlar. * Gizli yerler. * Mahrem zamanlar.
avret   Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. * Kadın. Zevce. Nikâhlı. More…
avrupaî   Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi.
avrupazâde   f. Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden.
avşin   f. Kekik otu.
avukat   Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını üzerine alan hukukçu. * Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli.
avunmak   t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek. * İnek vs. nin gebe kalması.
avva   Bir yıldız kümesi.
avvac   Fildişi satan. Fildişi işçisi.
avz   Hâcet. İhtiyaç. Bir şeyin bulunmaması. * Fakir. * Fakirlik, muhtaç olma. ◊ (Avez) (İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer.
avzen   (Zenav) (Kürdçe) Suların biriktiği yer. Havuz, göl.
ay   (Bak: Ayât)
âyâ   '(Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder) Acabâ. '
ayâ   Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez. * Kabiliyetsiz, kudretsiz.
ayal   (Bak: Iyal)
ayan   (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği. * Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.
ayar   Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi. *Saadete, mutluluğa doğru gitme.
ayar-dan   f. Ölçüden anlar, değerbilir.
ayastafanos   İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı.
âyât   (Âyet. C.) Âyetler. * Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar. * Menziller. Mekânlar.
ayb   Kusur. Leke. Utandıracak hal.
ayb-cû   f. İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen.
ayb-gûyî   f. Dedikoduculuk.
ayb-nâk   f. Noksan, kusurlu.
aybe   (C.: İyâb) Heybe, deri çanta.
ayc   Razı olmamak. * Tasdik edip inanmamak. * Menfaatlenmemek, faydalanmamak.
aydan   (Uvd. C.) Uzun hurma ağaçları.
aydane   Uzun hurma ağacı.
ayde   Yaramaz huylu.
âyen   f. Demir.
âyende   (C.: Âyendegân) f. Gelen, geçici.
ayes   Beyazlık, aklık.
âyet   Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret. * Menzil, mekân. * Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. More…
ayfe   Hayret. * Tereddüt. * İğrenmek.
ayheka   Neşat, sevinç, neşe, sürur. * Bir kuş adı.
ayhem   Katı, sağlam nesne.
ayhüm   Ağaç kökü. * Kırmızı sahtiyan.
ayib   Dönüp çekilen. Geri dönen. Tövbe eden.
ayide   Fayda, menfaat. * Muhabbet, sevgi.
ayij   f. Kıvılcım, şerâre.
ayil(e)   Ailesi kalabalık olan. * Ailesini besleyen. * Aşırı. * Fakir. * Dengede olmayan terazi.
âyin   Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun. ◊ Gözü değen kişi. Nazarı değen kimse.
ayin   Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.
âyin-han   f. Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse.
ayine   f. Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın More…
ayine-rû   f. Yüzü ayna gibi parlıyan.
ayine-saz   f. Aynacı.
ayinedar   f. Ayna tutan. * Eskiden, bir büyük adamın giyinirken aynasını tutmakla vazifeli hizmetçi. * Berber.
ayir   Tereddütlü kimse.
ayis   (Bak: Sinn-i iyâs)
ayiş(e)   Bolluk içinde rahat yaşayan. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi.
ayişne   (Ayişte) f. Casus, ajan. * Dalkavuk.
ayiz   (C.: Ayizât) Yeni doğurmuş hayvan.
ayiz(e)   Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş.
ayk   Nâhiye. * Kenar. * Taife.
ayka   Deniz kenarı. * Ev ortası.
ayke   Sık koruluk.
ayle   Fakirlik.
aylem   (C.: Ayâlim) Yumuşak nesne.* Suyu çok olan kuyu.
ayman   Süt içmeğe iştihası olan erkek. * Malı gitmiş kişi.
ayme   Süt içmeğe iştihası olmak. * Malın iyisi.
ayn   (C.: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz. * Pınar, kaynak. Çeşme. * Tıpkısı, tâ kendisi. * Zât. * Eşyanın hakikatı. * Kavmin şereflisi. * Diz. * Altın. * Nazar değme. * Casus. * Her şeyin en More…
ayna   (C.: În) Gözü güzel ve iri olan.
aynan   Akmak, seyelan.
aynen   Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi değiştirmeden, aynı olarak.
ayniyyat   (Ayniyye. C.) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen ve para eden şeyler.
ayniyye   Göz hastalıkları kliniği. * Pahada ağır olan ve taşınabilen şeyler.
ayniyyet   Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması.
ayr   (C.: A'yâr) Eşek, himar. * Medine-i Münevvere yakınında bir dağ. * Uzun demir mıh.
ays   Cimâ etmek. * Meni denilen su. ◊ Sık ağaçlık yer. Koruluk. ◊ Fesâd ve ifsâd etmek.
ayş   Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ. * Dirilik. Hayat.
ayş u işret   Yiyip içme. (Bak: Îş)
ayş ü nûş   Yiyip içme. (Bak: Îş)
ayş u tarab   Yeme içme, eğlence.
ayse   Yumuşak yer.
ayşe   Dirilik, hayat, yaşama.
aysele   Gözsüz, a'mâ, kör.
aysum   Filin dişisi. * Sırtlan. * Büyük deve. * Süsen çiçeği.
ayşûm   Nebatattan bir ot.
ayt   Uzun boyunlu.
ayta'   Uzun boyunlu kadın. * Uzun boyunlu dişi deve.
aytel   Uzun boyunlu.
aytemûs   (C.: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.
ayyab   Kusur görücü, ayıb gören.
ayyan   Yorgun. Bitkin. * Ne yapacağını bilmeyen.
ayyar   Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas. * Zeki, kurnaz.
ayyarî   f. Dolandırıcılık, hilecilik.
ayyaş   Haram içki içen. şarhoş.
ayyil   (C.: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.AYYUK: Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. * Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri.
ayzan   Yaban eşeğinin erkeği.
ayzemûr   Yük taşıyamıyan büyük ve yaşlı deve.
az'af   (Bak: Ez'af)
aza   (C.: Uzâ) Kertenkele.
aza'   Başa gelen musibete sabretmek. * Bir kimseyi babasına nisbet etmek.
azab   Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza. * Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.
azab-engiz   f. Azab verici, keder verici.
azad   f. Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. * Dünya alâkasından kesilmiş. * Serbest fikirli. ◊ Kısa ve sık olarak dikilmiş.
azade   f. Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ.
azade-dil   f. Gönlü bir şeye bağlı olmayan.
azade-gân   f. (Azâde. C.) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar.
azade-gî   f. Hürlük, âzâdelik, serbestlik.
azade-hâtir   f. Başı dinç, gönlü hoş olan.
azade-hayat   f. Hayattan kurtulmuş. Ölmüş.
azadî   Serbestlik. Hürriyet. * şükür.
azahî   (Bak: Adâhi)
azaim   (Azime. C.) Mühim ve büyük işler. Kararda kesinlik. ◊ Büyük iş. * Büyük belâlar. Büyük günahlar. ◊ Kötü şeyleri defetmek için yazılan duâlar.
azal   (Ezel. C.) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar.
azalil   (Uzlûle. C.) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.
azam   (C: Azamât) Kin, husûmet, adâvet, garaz, fena niyet. * Öfke, hiddet. * Kıskançlık.
azame   Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.
azamet   Büyüklük. Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü. * Kibirlilik.
azamim   (Izmâme. C.) Desteler, kümeler, topluluklar, zümreler.
azamût   (Mübalâğa sigası ile) Azamet. Kibriya. Allah'a mahsus olan büyüklük.
azan   (Üzn. C.) Kulaklar.
azar   f. İncitme. Tâzib. Kırılma. Tekdir. Zulüm. Ukubet. ◊ f. Mart ayı.
azar-dide   f. Zulüm görmüş. Küskün.
azar-mend   f. İncitilmiş, zulmedilmiş.
azar-mendî   f. İncitilmiş, kırılmış olma.
azar-reside   f. Zulüm görmüş, kırılmış, incitilmiş.
azarende   f. Azarlıyan, tekdir eden. * Kalb kıran, inciten.
azarî   f. Muzırlık. Küfürbazlık. * Fenalık görmüş, kalbi kırılmış, incitilmiş olma.
azariş   f. İncitme, kalb kırma.
azarr   (Zarar. dan) Çok zararlı.
azaye   (C.: Izâ-Izâyâ) Kertenkele.
azaz   Bir tek lokma.
azâze   Kuvvet. * Azamet, büyüklük. * Şiddet. * Azlık. * Gâlip olmak.
azazil   Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi.
azb   Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey. * Fazla susuzluktan yemek yemeği terketme. * Men'etme. * Feragat. ◊ Kesme. * Isırma. * Azarlama. * Hastalıktan More…
azba'   (Zab'. C.) Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı.
azbe   (C.: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp. * Her bir şeyin ucu, tarafı.
azbî   Güzel ahlâklı.
azbu   (Zebu. C.) Sırtlanlar.
azd   (Azid, azud) Kolun üst kısmı. * Destek. * Kuvvet, kudret. (Bak: Adud)
azdad   (Bak: Ezdâd)
azde   f. Boyalı, boyanmış. * Ucu sivri olan bir âletle delinmiş.
azeb   Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan.
azebe   Kocası olmayan kadın.
azeh   f. Vücutta çıkan siğil.
azeka   Alâmet, nişan, işâret.
azer   f. Ateş. * Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. * Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. * Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi.
azer-gûn   f. Ateş renginde olan, kızıl, kırmızı. * Ay çiçeği.
azerahş   f. Yıldırım.
azerbayigan   f. Azerbeycan.
azerd   Boya, renk.
azeret   Yetişip kuvvetlenme. * Kalınlaşma. * Ekinin yetişip tanelerinin çıkması. (Bak: Muâzere)
azerîler   Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi.
azerm   f. şefkat, merhamet. * Haşmet, büyüklük, azamet. * Haya, utunma.
azerm-cû   f. Hayâlı, utangaç. Terbiyeli, nâzik.
azerperest   Ateşe tapan, mecûsi.
azerşeb   f. Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. * Şimşek, berk.
azf   Zâhidlik. Nefsini bir şeyden döndürmek. ◊ Yemek.
azfar   (Zufr. C.) Tırnaklar.
azfendak   f. Gökkuşağı.
azgan   (Zıgn. C.) Kinler, garazlar.
azgas   (Bak: Adgas)
azha   (Zahve. C.) Su havuzları. Göller.
azhar   En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen. * Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.
azib   Susuzluktan yem ve yulaf yemeyen yorgun hayvan. ◊ Uzak merâ, otlak ve çayır.
azide   f. Ucu sivri bir aletle delinmiş olan.
azif   Sazcı, çalgıcı.
azife   Yaklaşan. Yaklaşmakta olan. * Kıyamet.
azig   f. Nefret, kin, garaz. * İğrenme, tiksinme.
azihe   Yalan, iftira.
azik   Hoşa giden.
azil   Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı. ◊ (Bak: Azl)
âzim   Bir yere gitmeğe karar veren. Bir iş hakkında kat'i karar ve niyet sahibi. ◊ Dudaklarını yumup susan kişi.
azîm   Büyük. Yüce. Çok ileri. ◊ Azimet eden. Gidici.
azimat  (Azime. C.) Kıtlık yılları.
âzime   Azı dişi. * Kıtlık senesi.
azime   (C.: Azâim) Büyük iş, fevkalâde ve çok mühim iş. * Tılsım, efsun, sihir. * Sebat. Verilmiş olan kararda kat'ilik. * Kasdetmek, yemin etmek.
azimet   Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. * Kesin karar vermek. * Yola çıkmak, gitmek.
âzin   Kefil. Birinin yerine kefalet eden. * Kapıcı, perdeci. * İzin veren.
âzîn   f. Kaide, kanun. * Süs, zinet, güzellik. * Yoğurttan yağ çıkarmak için hususi olarak yapılmış yayık.
âzîne   f. Cuma veya bayram günü.
âzir   Yara izi.
âzîr   f. Iztırab, sıkıntı. Ağrı, sızı. * Azar, tekdir.
azîr   Biçilmiş olan ekinin tarlada satılması.
azir   Özür dileyen, özrünün afvedilmesini isteyen. * Özür. * Sünnet düğünü.
âzire   Hayızlı kadın.
azire   (C.: Uzrât) Ön yanı, önü.
azirra   (Zarir. C.) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler.
aziş   f. Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. * Eşik tahtası.
aziyy   (C.: Ezavî) Deniz dalgası.
azîz   İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve More…
azizân   f. Azizler.
azize   (Müe.) Aziz olan. * Hristiyanlıkta kadın rahib. Rahibe.
azk   Hurma ağacı. * Nişan, alâmet, işâret. ◊ Yarmak. * Sürmek.
azka   İri yünlü koyun.
azl   Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini işinden veya makamından ayırmak. ◊ (Azel) Levmetmek, kınamak. Azarlamak.
azla'   (C.: İzâl) Kırba ağzı.
azlaf   (Zılf. C.) Zool: Çatal tırnaklı olan hayvanların tırnakları. Toynaklar.
azlal   (Zıll . C.) Gölgeler.
azlem   Çok zâlim. Pek zâlim. * Çok karanlık.
azm   (Azim) Kasd, niyet. Sağlam ve kat'i karar. Sebât. ◊ Büyüklük, ululuk. * (C: İzâm) Kemik.
azma(y)   f. Denemiş.
azman   Cins ve nev'inin icabından fazla büyümüş, çok iri. * Melez. İki ayrı cins hayvandan doğma.
azmayiş   f. Deneme, sınama, tecrübe. * Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir çeşit ok.
azmen   Pek fazla şeyler içine alabilen. * En çok güvenilen.
azmend   f. Haris, açgözlü, tamahkâr, cimri.
azmî   Kemikli, kemikten yapılmış.
azmûde   f. Tecrübe etmiş olan. Tecrübeli. * Tecrübe olunmuş, denenmiş.
azmûdegî   f. Tecrübe, deneme, imtihan.
azmûn   f. Tecrübe, deneme, imtihan.
azoik   En eski jeolojik zaman. * İçinde fosil bulunmayan toprak.
azr   Sünnet etmek.
azra   Medine-i Münevvere'nin bir ismi. * Sevgili. Mahbûbe. * Delinmemiş inci. * Üzerinde yürünmemiş kum. Kız olan kız. * Hz. Meryem'in bir vasfı.
azrail   Ölüm meleği.
azrar   (Zarar. C.) Zararlar, ziyanlar, kayıplar.
azrec   Seri, hafif nesne. Vâhid, tek.
azref   Çok zarif. Zariflerin zarifi. * Çok zeki.
azreng   f. Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. * Son derece sert ve katı.
azûf   Yiyecek, erzak. Azık.
azûg   f. Kir, pas.
azüg   f. Hurma lifi. * Ağaç ve asma budantısı.
azûk   İçi henüz olmamış fıstık yemişi.
azûl   Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan.
azûmet   Eğlence. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey.
azûn   f. Öylece, onun gibi, bunun gibi, böylece.
azur   (Azver) f. Açgözlü. Hırslı. Tamahkâr. Cimri. Hasis.
azurde   (Bak: Azürde)
azürde   f. Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş.
azürde-gî   f. Gücendirilmiş, incitilmiş olma.
azürde-hâtir   f. Gönlü kırılmış, hatırı kırılmış.
azürde-püşt   f. Beli bükülmüş ihtiyar.* Yükten sırtı berelenmiş olan hayvan.
azûz   Memelerinin delikleri dar olan deve ve koyun. ◊ Isırıcı, ısıran.
azv   İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme.
azva   (Zav ve Zû. C.) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar.
azver   (Bak: Azûr)
azviyat   (Azv. C.) Yalanlar, iftiralar.
azy   Bir kimseyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etme.
azyak   Daha dar, en dar.
azz   Galib olmak. * Çok yağmur yağmak. ◊ (Add) Isırmak. Dişlemek. ◊ şiddet.
azza'   Şiddet ve kıtlık yılı.
azze   Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde).
azze ensâruh   Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.)
azze ve celle   Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)
azzet   Geyik buzağısı.
bâ   Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.
ba'   Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref, kerem. * Vergili, verimli olma.
ba'c   Karına dürtmek, karın yarmak.
ba'd   Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır.
ba'de   Sonra.
ba'de bu'din   Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra.
ba'dehâ, ba'dehû   Bundan sonra. Ondan sonra.
ba'dehum   Onlardan sonra.
ba'del eda   (Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra.
ba'del harb   (Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra.
ba'del ifa   (Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra.
ba'del mevt   (Ba'de-l mevt) Ölümden sonra.
ba'del milad   (Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri seneden sonra.
ba'del musâlaha   (Ba'de-l musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra.
ba'del mütâlaa   (Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra.
ba'del yevm   (Ba'de-l yevm) Bugünden sonra.
ba'dema   (Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.
ba'detteşekkül   (Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra.
ba'deza   (Ba'dezin) Bundan sonra.
ba'dezzeval   (Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra.
ba'dezzuhr   (Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra.
ba'l   (C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık.
ba'le   Erkeğin karısı, zevce.
ba's   Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.
ba's-i enbiya   f. Peygamberlerin gönderilmesi.
ba'seret   Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke.
ba'z   Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
ba'ziyet   Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.
ba-dad   f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru.
ba-hem   f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki 'Maa' mânasına)
bâ-hired   f. Akıllı, zeki.
ba-reng   f. Renkli.
ba-saman   f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün.
bâ-vücud ki   f. Bununla beraber, böyle iken.
baad   Helâk olmak.
baas   (Bak: Ba's)
bâb   Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe. ◊ f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur.
bab harci   Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.
bâb-i hâne   f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu.
babacan   Biraz kalender davranışlı, cana yakın.
babayan   (Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri.
babayiğit   Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.
babet   f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki.
babeyn   İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret.
bâbil   Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda 'Çeh-i Bâbil' olarak yer alan ve More…
bâbil kulesi   'Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini More…
babük   Ahmak, sersem adam.
babur   (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta More…
babur-name   f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı.
babzen   f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi.
bâc   f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. * Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit.
bâc-bân   f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur.
bâc-gir   f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru.
bâc-güzar   f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi.
baceng   f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi.
bâd   f. 'Olsun, ola, olaydı' mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd - Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd  - Afiyet olsun. ◊ f. Yel. Rüzgâr. 
bad'   Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak.
bad'a   (C.: Bida') Et parçası.
bad-ban   f. Yelken. * Gemi sereni.
bad-baz   f. Yelpaze.
bad-bedest   f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş.
bad-ber   f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse.
bad-biz   f. Yelpaze.
bad-dar   f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi.
bad-efra(h)   f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak.
bad-gân   f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar.
bad-gâne   f. Kafesli pencere.
bad-gerd   f. Kasırga.
bad-gîr   f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı.
bad-herze   f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik.
bâd-i şimalî   f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap.
bad-nüma   f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak.
bad-pa(y)   f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire).
bad-per   f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. * Kamçı topacı.
bad-peyma   f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri.
bad-reftar   f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli.
bad-sene   f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli.
bad-ser   f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb.
bad-seyr   f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk.
bad-süvar   f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı.
bad-zehr   f. Panzehir.
bad-zen   f. Yelpâze.
badam   f. Badem.
badame   f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü şey. * Eski hırka.
badaş   f. Mükâfat.
badd   Az az akmak. * Nazik deri.
bâde   f. şarap, içki. Kadeh.
bâde-i ikbal   İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.
bâdekeş   İçki içen.
bademcik   Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler.
baden   Semiz, iri gövdeli kimse.
bâdî   Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici.
badi   Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile. * Zâhir ve âşikâr olan. * Halkeden. Hâlık. Yaratan. ◊ f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit.
badi'   Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri.
badia   Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.
badih   (Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire gelen ilham. * Ansızın, âniden.
badile   (C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et.
badin   Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.
badinc   f. Hindistan cevizi.
badincan   f. Patlıcan.
badir   Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş (çocuk). * Olgun (meyva).
badire   Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden, zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu. * Zor geçit.
bâdiye   f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl.
badk   Tükürmek.
bâf   f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. 
bağ   f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması.
bag-ban   f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
bag-banî   f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği.
bag-çe   f. Bahçe.
bag-van   f. Bahçıvan, bağcı.
bag-zar   f. Bağlık yer, bağ, bostan.
bagaj   Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu.
bagal   (C.: Bigâl) Katır. ◊ f. Koltuk.
bagan   f. Bahçeler. Bostanlar.
bagar   'Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur.'
bagare   Şiddetle yağan yağmur.
bagat   (Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları.
bagaya   (Bagiyy. C.) Fahişeler.
bagbaga   Evmek, acele.
bagda'   şiddetli nefret, hiç sevmemek.
bağdadî   Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.
bagel   f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su.
baggal   (Bagl. dan) Katırcı.
bagi   İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı Adile âsi olan.
bagilik   Serkeşlik, âsilik.
bağistan   f. Bağlık ve bahçelik yer.
bagiyane   f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere yakışır şekilde.
bagiyy   (C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni.
bagiz   (Bugz. dan) Herkese nefret eden, buğzeden. Hiç kimseyi sevmeyen. Tiksinen. ◊ Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış.
bagl   Katır, ester.
bagle   Dişi katır.
bagsa'   Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun.
bagşe   (C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur.
bagt   Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek.
bagteten   Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız.
bagy   Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak.
bagza   şiddetli nefret, hiç sevmeme.
bah   şehvet.
bah'   Helâk etme.
bâha   Ev ortası.
bâhâ   Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.
bahâ   Güzellik. Zariflik. * Zinet. * İzzet. * Bir şeye alışıp ünsiyet etmek. ◊ f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ.
baha-dar   f. Pahalı değerli, kıymetli.
bahadir   f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver.
bahadirane   f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette.
bahadirî   f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık.
bahaim   (Bak: Bahayim)
bahak   Göz patlama veya patlatma.
bahal   Malını kimseye vermeyip saklamak.
bahandat   Gövdeli, besili kadın.
bahane   f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz.
bahane-cû   f. Bahane arayan, fırsat kollayan.
bahar   Güzellik. * Güzel. * Papatya. * Ölçek. * Put, sanem. * Atılmış pamuk. * Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır. * More…
baharat   Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler.
baharet   Üstünlük, seçkinlik. ◊ Galip olmak.
baharî   İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili.
baharistan   f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla Câmi'nin eseri.
bahariyye   Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside. * Tar: Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.
bahas   Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.
bahatir   (Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.
bahayim   (Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar. * Dört ayaklı hayvanlar.
bahbah   Şâdlık, şenlik. ◊ İyi iyi demek.
bahbaha   Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve çağırmak. ◊ Boğazdan boğuk ses çıkartmak.
bahdele   İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için).
bahe   f. Kaplumbağa.
bahek   f. İşkence, eziyet.
bahh   Ses kesilmek, boğaz kısılmak.
bahha'   Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)
bahhal   (Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam.
bahhar   (Bahr. den) Gemici, denizci.
bahhas   (Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven.
bahî   şehvete dâir. şehvetle ilgili.
bahice   Ses, savt, sadâ.
bahik   Tek gözü kör olan adam.
bahika   Görmiyen, kör (göz).
bahil   Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.
bahîl   Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.
bahîlân   f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar.
bahile   Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın.
bâhir   Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık. * Güzel. * Meşhur, namdar. * Galip. ◊ Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan.
bahir   (Bak: Bahr)
bâhire   Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve. ◊ Vapur. Gemi.
bahire   Kulağı kesik deve.
bâhis   Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.
bahit   Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan)
bâhiz   Güçsüz, âciz. Meşakkatli.
bâhiza   Musibet. Belâ.
bahka'   Gözü çıkmış.
bahl   Cimrilik.
bahr   (C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. * Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse. * Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan More…
bahre   Arz, belde.
bahren   Denizden. Deniz yolu ile.
bahreyn   İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden More…
bahrî   Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı.
bahriye   Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri.
bahriyyun   Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.
bahs   Kazmak. * Ayırmak. * Saçmak. * Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey. * Teftiş. * Söz münazarası, muaraza, mübahese. * Bir mevzû hakkında tafsilât, More…
bahş   f. Bağış. Verme. İhsan.
bahsan   f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde.
bahşayende   f. Bağışlayıcı, afvedici.
bahşayiş   f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye.
bahşende   f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden.
bahsere   Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek tane tane olma.
bahset   f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu.
bahsî   (Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait.
bahşiş   f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen. İhsan. Hediye, mükâfat.
bahşûde   f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş.
baht   f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet. ◊ Öz. Hâlis. Saf. Sade.
baht-aver   f. Talihli, şanslı, bahtlı.
bahtak   f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer.
bahte   Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç.
bahtek   f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans.
bahterî   Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.
bahtiyar   f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.
bahtiyarane   f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde.
bahtiyarî   f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli bir kavim.
bahur   Çok sıcak. Çok sıcaklık.
bahûr   Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.
bahûrdân   f. İçinde tütsü yakılan kap.
bahusus   Hususiyle. En çok. Hele.
bahuzûr   Huzur ile. Huzuru ile.
bahv   Hurmanın yaş olanı.
bahye   f. Dikiş, teyel.
bahye-zen   f. Terzi, dikiş diken, dikişçi.
bahz   Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. * Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.
bahzec   Yaban sığırının buzağısı.
baid   (Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık.
baika   (C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.
baim   Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse.
bain   Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin)
bair   Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu. ◊ Erkek deve.
baire   Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak.
bais   (Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. ◊ Fakir. * Şiddet ve zahmete uğramış kimse.
baj   f. Haraç. Gümrük parası.
baj-bân   f. Haraççı, gümrükçü.
bâk   f. Korku, havf, çekinme, sakınma.
bak'   Geniş olmak, büyük olmak.
bak'â   Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.
bâka   Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi.
bakalorya   Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması.
bakan   (Bak: Nâzır)
bakar   (C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir.
bakar-perest   f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet.
bakara   İnek. Dişi sığır.
bakara sûresi   Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi
bakaya   Artıklar, fazlalıklar. * Aks: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar.
bakbak   Çok söyleyici. Çok konuşan.
bakbaka   Desti ve bardaktan çıkan ses.
bâki   Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan. Geri kalan. * Bundan başka.
bâkî   Ağlayan.
bâki'   Geniş, vâsi.
bakî'   (C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri.
bakia   Dert, belâ, musibet.
bakil   Sakalı belirmiş kişi.
bâkir   Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken.
bakir   Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.
bakîr   Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve.
bâkire   Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş.
bâkiyâne   f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. ◊ f. Ağlayarak.
bâkiyât   Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar.
bakiyye   Artık. Geri kalan. Artan.
bakka   Sivrisinek. * Tahtabiti.
bakkal   Sebzevât satıcı.
bakkar   Sığır çobanı, sığırtmaç.
bakl   (C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.
bakla'   Bakla. * şahtere dedikleri ota ' baklat-ül melik' derler. * Semizotu denilen bitki.
bakr   Açmak. * Genişletmek.
bakteri   Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır. Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı.
bakteriyoloji   yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.
bakûre   Sığır sürüsü. * Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen. ◊ Turfanda yemiş. * Evvel yetişen.
bakva   Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk.
baky   Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek.
bâl   f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam.
bal-güşâ   f. Kanat açan, uçan.
bal-şikeste   f. Kanadı kırık.
bâlâ   f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat.
bâlâ-bülend   f. Uzun boylu.
bâlâdest   f. Galip, eli üstün.
bâlâdestî   f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm.
bâlâhân   f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren.
bâlâhâne   f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası.
bâlâhânî   f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme.
bâlâhimmet   f. Himmeti fazla olan kimse.
bâlâkamet   f. Yüksek boy. * Yüksek şeref.
balam   Sığır.
balanişin   f. Üstte, yukarıda oturan.
balapervaz   Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.
balapervazane   Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.
balapûş   f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya.
balarev   f. Yüksekten giden.
balast   'ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.'
balater   f. Pek yüksek, daha yüksek.
balgam   Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât)
bali   Eski, köhne.
balide   f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş.
bâliğ   (Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş, varmış. ◊ f. Boynuzdan yapılan kadeh.
bâliga   Koyun ve keçi ayağı.
balimez   16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez)
balin   f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık.
balina   Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan.
baliş   f. Yastık. * Altın. * Nakit.
balistik   yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.
baliye   Zayıf ve çürümüş olan şey.
balkan   Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası.
balkanlar   (Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.
balkar   Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.
balon   Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. More…
balotaj   Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali.
bâlû   f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce.
bâlûat   Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu.
balûde   f. Boy atmış, büyümüş.
balvane   f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu.
balyemez   Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.
balyoz   Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için More…
balzen   f. Kanat vuran. Uçan.
bam   Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda en kalın tel.
bam-gah   f. Seher vakti. * Seher vaktinde.
bamdad(an)   f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri.
bamdadî   f. Seher vakti, erken.
bame   f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal.
ban   Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki 'ci, cu' ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban -  Bağcı. 
banbu   (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.
bandira   İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak.
bando   Askeri mızıka takımı.
baneva   f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar.
bang   f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış.
bang-i nemaz   f. Ezan.
bani   Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.
banker   Fr. Çok zengin kimse. Büyük sarraf.
banket   Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.
bankinot   (Banknot) ing. Kâğıt para.
bankiz   Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.
banliyö   Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri.
bant   (Band) Fr. Ensiz, uzun zarf.
bânû   f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri.
banûc   f. Salıncak.
banyol   'Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.'
bâr   f. Ek olup 'saçan, yağdıran, döken, ışık veren' gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr - Ateş saçan. Ateş yağdıran. ◊ f. Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. 
bar-ber   f. Hamal, yük taşıyan kimse.
bar-berdar   f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal.
bar-dar   f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan.
bar-hane   f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer.
bar-keş   f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı.
bar-mend   f. Yemiş veren, yemişli ağaç.
bar-name   f. Eşya, yük pusulası.
bar-senc   f. Yük tartan, dirhem.
bar-ver   f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı.
baraj   Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set.
baraka   İtl. Temelsiz küçük yapı.
baraklit   (Bak: Faraklit)
bârân   f. Yağmur. Rahmet.
bârân ü tegerg   Yağmur ve dolu.
bârân-riz   f. Yağmur saçan, yağmur döken.
bârânî   f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. More…
baras   Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.
barbakan   Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat.
barbar   Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel.
barbarlik   Medeniyetsizlik, vahşilik.
barbut altini   Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.
bare   f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre.
barekallah   Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun.
barekte   Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua).
barem   Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını gösteren sistem veya cetvel.
barende   f. Yağdıran, yağdırıcı.
bargâh   f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer.
bargam   Levreğe benzer bir cins balık.
bargir   Yük taşıyan. * Beygir.
barha   f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak.
bari   (Farsça. Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer. ◊ f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a.
bari'   Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. ◊ Tam üstün. Mükemmel.
baria   Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel.
barid   Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan.
baridane   f. Soğukça.
barih   (C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.
bariha   Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün.
barik   Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.
barîk   f. İnce. Nârin. Dakik.
barik-bîn   f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren.
barik-nüma   f. Işıklı. Parlak.
bârika   (C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.
barikat   Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel.
barimetre   Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet.
barimetri   Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme.
bâriş   f. Yağmur. * Sağnak.
bariya   (C.: Bevâri) Hasır.
bariyy   (C.: Bevâri) Kaba hasır.
bariz   Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
barograf   yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)
barok   Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme tarzı.
barometre   Fr. Hava basıncını gösterir âlet.
baroskop   Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet.
barotaksi   Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri.
baroterapi   Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi.
barr   (C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin.
bârû   f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak, siper.
barut   yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve More…
baryum   yun. Kim: 'Ba' sembolü ile gösterilen bir element.
baş   t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim.
bas'   Cem' etmek, toplamak.
basair   (Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları.
basal   Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler.
basala   Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.
başalti   t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece.
başam   f. Perde, örtü.
başame   f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü.
basar   (C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın 'görme.
basaret   (Bak: Besaret)
basarî   (Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait.
basarik   Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık.
basbasa   Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması. * Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.
başbuğ   t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı. * Lider.
başe   f. Atmaca kuşu.
başed   f. Olur, ola...
başeng   f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma üzerindeki üzüm salkımı.
başgûn   f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
basi'   (C.: Busu') Ter.
basia   Çok kırmızı dudak.
başibozuk   t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker More…
basik   Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.) ◊ Eli açık. Cömert. Dolup taşan. ◊ Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış.
başik   (C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş.
basika   Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma. ◊ Su ile tamamen dolu olan kuyu.
basil   Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. * Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse. ◊ Fr. İnce, uzun bir bakteri çeşidi.
basile   Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.
basim   (Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı. ◊ (Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse.
basin   Uydurma bir kelime olup 'matbuat' yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.
basinç   (Bak: Tazyik)
basine   Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval.
bâsir   Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.
basir   Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp. ◊ Kararmış. * Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse.
başir   Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut.
basirane   f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde.
basiret   Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki More…
basiret-kâr   f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören.
bâsit   Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan. * Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.
basit   Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz. * Edb: Aruz vezinlerinden biri.
basit kesir   Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.
basita   Uzak yer.
basite   Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer.
başkent   t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi. Payitaht.
baski   t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi. * Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının More…
baskin   t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire hücum.
başkirdistan   Rusya'da halkı Türk olan bir bölge.
baskül   Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet.
başmak   Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.
basra   Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, 'Basra' diye isimlendirilmiştir.)
basriyyun   Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.
bast   Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl.
bastân   f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski.
bastân-şinâs   f. Geçmiş zaman, tarih.
baştina   Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.
bâsûr   (C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden More…
bâşûre   (C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne.
bataet   Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık.
batalese   Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar.
batalet   Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret.
batanet   Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık.
batar   Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme. * Çok sevinme.
batarika   (Batrik. C.) Patrikler.
batarya   İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Aks: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine More…
batere   f. Tef.
bath   (C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.* Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma.
batha   Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer.
batî   Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan.
batih   Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer.
batiha   (C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere.
batik   Keskin.
batıl   Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele.
bâtin   İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn)
batin   Uzak yer. * Şişman.
bâtinen   İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
batinî   İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan.
batir   Hayvanları nallayan kimse. ◊ f. Turna kuşu.
batir(e)   (C.: Bevâtir) Keskin kılıç.
batiş   (Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü.
batiye   Büyük çanak.
batman   Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
batn   İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
batnen ba'de batnin   Nesilden nesile, soydan soya.
batş   Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.
batt   Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı.
battal   Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal.
battaliye   (Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi.
baûda   (Baûza) Sivrisinek. Sinek.
baver   f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma.
bay   f. Bey. Mir. Emir. Zengin.
bay u geda   Zengin ve fakir.
bayeste   f. Lüzumlu, gerekli, zaruri.
baygan   f. Muhafız, koruyucu, bekçi.
bayi'   Satıcı. Mal satan.
bayice   (C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye.
bâyiiyye   Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.
bâyika   (C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye.
bayin   (Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
bayindir   Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.
bayir   Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak. ◊ Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.
bâyiste   f. Zaruri, lâzım, gerekli.
bayiz   (Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan.
baykal   Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.
baykar   Çulha, bez ve kumaş dokuyan.
baykara   Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme. * Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş.
bayrak   Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem.
bayrakdar   f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı, reisi.
bayram   Bir dinde mübarek addolunan gün.
bayramiyye   Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır.
baysungur   Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş.
baytar   Hayvan tedavicisi, veteriner.
baytara   Hayvan hekimliği, baytarlık.
bayzar   Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası.
bâz   f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş.
baz   f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir 'ek' dir. Meselâ: Ateşbâz - 
bâz-ban   f. Kuşçu. Doğancı.
bâz-dâr   f. Kuşçu, avcı, doğancı.
baz-geşt   f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş.
baz-güşa   f. İnsandaki ayırdetme kuvveti.
bazak   Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)
bazar   f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. * Fiat More…
bâzek   f. Küçük doğan (kuş).
bazende   f. Oynıyan, oynayıcı.
bazende-zeban   f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan.
bâzergân   f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki yahudilere verilen isim.
bâzerganî   f. Tüccarlık, tâcirlik.
bazgûn(e)   f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
bâzi   Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen. * Küfürbaz. ◊ f. Oyun. Eğlence.
bazia   Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.
bâziçe   f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe.
bâzig   Ortak, şerik.
bazigâh   f. Eğlence yeri, oyun yeri.
bazigede   f. Oyun yeri, eğlence yeri.
baziger   f. Oynayan, rakseden, köçek.
bazigûş   f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse.
bazih   Büyük. Âli. Yüce.
bazihane   f. Oyun yeri, eğlence yeri.
bazik   Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu.
bazil   (C.: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve. * Devenin, önce biten dişi. * Şey. * Kan akan baş yarığına 'şecce-i bâzile' denir. ◊ (Bezil. den) Bol bol veren, More…
bazile   Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil.
bazir   Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze.
bazirgân   Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.
bazmande   f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış.
bazoka   (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.
bazpes   f. Tekrar, yeniden. * Geri.
bâzu   f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc: Güç, kuvvet ve istidat.
bâzubend   f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt.
bâzudirâz   f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim, zulmeden.
be   f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: 'de, da, den, dan, ile, için' mânalarında kullanılır.
be'r   Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.
be's   Azab, şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. * Fenalık. (Arapçada: 'Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak'.
be'sa   Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri.
be-câ   f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib.
be-didar   f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar.
be-duş   f. Omuza, omuzda.
be-gün   f. (Bak: Bikün tevbe)
be-hem   f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem)
be-kavl   f. Sözüne göre, dediğine göre.
be-kef   f. Elde, avuçta olan.
be-leb   f. Dudakta.
be-nam   f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
be-şart-i anki   f. Bu şartla ki. Şu şartla ki.
be-ser   f. Baş üzerine.
be-ser ü çeşm   f. Başgöz üstüne.
be-ser ü pâ   f. Baştan ayağa.
be-tekrar   f. Tekrar ile.
beban   Tarz, yol, üslup, metod.
bebga   Papağan.
bebr   f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile More…
becâ   f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste.
becâ nâ-becâ   f. Yerli yersiz.
beca'   Geniş, bol.
becayiş   f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma.
becayiş-i mekânî   f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği.
becbac   Semiz, besili. * Zayıf kimse.
becbece   Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü.
becc   Yarmak. * Vurmak.
bece   Çıban, arpacık, sivilce.
beçe   (C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu.
beçe-dar   f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile.
beçe-gân   (Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular.
beçek   f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah.
becel   Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira.
becer   Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun.
becidd   f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten.
becil   Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman.
becir   Birçok.
becra'   Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın.
becrec   Sığır buzağısı.
becrem   (C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye.
bed   f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
bed'   (C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç. * Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk.
bed'en   Başlangıçta. İlk önce, ilkin.
bed'et   Başlangıç.
bed-agaz   f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış.
bed-ahd   f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız.
bed-ahlak   f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse.
bed-âhû   f. Karakteri bozuk, huyu kötü.
bed-amel   f. Hareketi ve işi fenâ olan.
bed-âmuz   f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten.
bed-asl   f. Aslı kötü, soyu fena.
bed-bu   f. Fena kokulu, pis kokan.
bed-buk   f. Hâin, korkak.
bed-çeşm   f. Nazarı değen, haset kimse.
bed-cins   f. Cinsi bozuk.
bed-cu   f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen.
bed-dil   f. Korkak, yüreksiz.
bed-dua   (Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ.
bed-eda   f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse.
bed-endam   f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık.
bed-endiş   f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen.
bed-fercam   f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena.
bed-fial   f. Yaptığı işleri kötü olan.
bed-gû   f. Fitnekâr, dedikoducu.
bed-hah   f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen.
bed-hal   f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan.
bed-hu(y)   f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy.
bed-kâr   f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan.
bed-lika   f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü.
bed-mihr   f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz.
bed-nigah   f. Kötü bakışlı.
bed-rah   f. Kötü yola sapan.
bed-ram   f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı.
bed-reftar   f. Gidişi ve hareketi fenâ olan.
bed-reg   f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan.
bed-reng   f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk.
bed-sigal   f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen.
bed-siyret   f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan.
bed-ter   f. Çok kötü, daha kötü, beter.
bed-tiynet   f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam.
bed-üslûb   'f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü.'
bed-zeban   f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil.
beda   (Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme.
beda'   Fikir, rey. * Çöle çıkmak.
bedâd   Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran. * Nasib, hisse, pay.
bedâdân   Eyerin iki yanı.
bedah   (C.: Büduh) Geniş yer.
bedahat   (Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.
bedahet   Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi.
bedaheten   Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.
bedal   Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa.
bedan   (Bed. C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler.
bedanet   Yağlı, besili olma. Semizlik.
bedarf   Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.
bedava   f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.)
bedave(t)   Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet)
bedayi'   (Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar. ◊ (Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar.
bedbaht   f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara.
bedbin   f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan.
bedbinâne   f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine.
bedbinî   f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük.
bedda'   Gövdeli, şişman kadın.
beddal   Bakkal.
bedde   Derman, takat, güç, kuvvet.
bede'   Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.
beded   İki uyluk arasının geniş olması.
bedel   (C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya More…
bedelen   Mukabilinde, karşılığında, yerine.
bedeleyn   İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.
beden   (C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni.
bedene   (C.: Büdün) Kurbanlık deve.
bedenen   Vücutça. Beden ile.
beder   f. Hariç. Dışarı. Taşra.
bedergah   f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri.
bedestan   f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.
bedevî   Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. * Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî)
bedeviyane   f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi.
bedeviyet   (Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik.
bedg   Bulaşmak.
bedh   Vurmak, darp. * Âcizlik. * Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık. ◊ Ansızdan olmak.
bedi'   (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. * Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * More…
bedia   Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
bedid   Büyük sahra, geniş çöl. ◊ Su az az akmak.
bedih   Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.
bedihe   Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. * Başlangıç.
bedihe-gû   f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
bedihî   Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
bedihiyyet   Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.
bedîî   Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.
bedîî kiraet   Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.
bedil   Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi.
bediy   Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan.
bedligam   f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. * Bedevi, çöl adamı.
bedmaye   f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk.
bedmest   f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş.
bednam   f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan.
bednihad   f. Kötü huylu.
bedpesend   f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend.
bedpeyman   f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan.
bedr   (Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması. * Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın More…
bedraka   f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu.
bedre   (C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese. * Onbin dirhem.
bedreka   (Bak: Bedraka)
bedrî   Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)
bedruc   Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.
bedud   Suyu az olan kuyu.
beduh   Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.
bedv   Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama. * Sahraya çıkma.
bedzehre   f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse.
befm   f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü.
befş   f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe.
beftere   f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş.
begaya   Askerin ön karakol takımı.
begaye   Talep etmek, istemek.
begayet   f. Son derece. Pek ziyâde.
begend   f. Yuva. * Kümes, folluk.
begnek   f. Kuyruğu kesik hayvan.
begonya   Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi.
begter   f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise.
beha   Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak. ◊ (Bak: Bahâ)
behacet   Güzellik. Güzel yüzlü olma.
behak   İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.
behamin   f. Bahar mevsimi.
behanet   Nefesi iyi ve lâtif olan kadın.
behas   Susama.
behatt   Sütlaç, süt lapası.
behbehan   Papağan, tûti kuşu.
behbehî   Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman.
behbud   f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik.
behc   Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme. * Güzellik, hüsn.
behcet   Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
behdel   Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması.
behem-ber-âmeden   f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ('Behemâmeden' de denir.)
behemehal   f. İster istemez. Mutlaka. Her halde.
behemzede   f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş.
beher   f. Her, her bir, herbirisine.
beher-hal   f. Mutlaka, her hâlde.
behet   f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva.
behetta   Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği.
behi   Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye)
behic   Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
behice   Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.
behim   Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses. ◊ (Behime) Dört ayaklı hayvan.
behimât   Hayvanlar.
behime   (Bak: Behim)
behimî   Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.
behimiyyet   Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş.
behin   (Bak: Bihin)BEHİR(E):  Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.
behişt   f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs.
behişt-hirâm   f. Cennete gitmiş.
behişt-nişin   f. Cennette oturan.
behişt-zâr   f. Cennet gibi yer.
behiştî   f. Behiştle ilgili, cennetlik.
behite   İftira etmek. * Kabile ismi.
behiye   Güzel.
behkele   Nârin vücutlu kız, sevgili.
behken(e)   Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.
behkeşe   Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.
behl   'Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe.'
behle   (Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven.
behlel   Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude.
behlül   Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.
behm   Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
behman   f. Filân, filânca.
behmar   f. Çok, ziyade, fazla.
behme   '(C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. * Keçi otu.'
behnan (e)   Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse.
behnane   f. Beyaz pide. * Maymun.
behne   Yumuşak yer.
behneke   Etli, büyük, şişman kadın.
behnes   Çirkin, sakil ve kaba olan adam.
behr   Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması. * Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe.
behra   f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için.
behram   f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih yıldızı.
behrame   f. Yeşil elbise.
behramec   Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği.
behramen   f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği.
behre   f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta.
behreber   f. şerik, ortak.
behreberî   f. Ortaklık, şeriklik.
behrec   Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey, iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey.
behredar   Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış.
behrek   f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması.
behrem   Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse.
behreme   Saç ve sakalın kınayla boyanması. * Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı. * Hindlilerin ibadeti. ◊ f. Burgu, matkab.
behremend   f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan.
behrever   f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş.
behreyab   f. Nasibi olan, hissesi olan.
behs   Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık.
behş   Muki otunun yaşı. * Kara yüz.
behsale   (C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.
behsus   Az miktar, az şey.
beht   Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek. * Şaşkınlık. Hayranlık.
behtere   Yalan söyleme.
behur   Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)
behut   (C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.
behv   (Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık. * Rahim ile More…
behvet   Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda.
behz   Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle göğse vurma.
behzere   (C.: Behâzere) Semiz davar.
behzet   Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek.
beis   (Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed.
bejendî   f. Geçim darlığı. Maişet derdi.
bejman   f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı.
bek'   Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek. ◊ (C.: Bilkâ) Sütü az olan davar.
beka   Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma.
bekale   Yağla karışmış keş. * Karıştırmak.
bekam   f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen. Mesut, bahtiyar.
bekamet   Dilsizlik, dili olmamaklık.
bekâr   Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede)
bekâret   Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali.
bekaya   Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
bekbeke   Depretmek, tahrik.
bekil   Yakışıklı delikanlı, genç.
bekile   Yağla karışmış keş.
bekim   Dilsiz adam.
bekk   Bir şeyi kakmak.
bekkâîn   (Bükâ. dan) Ağlayanlar.
bekke   Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık.
bekl   Karıştırmak, halt.
bekr   Genç erkek deve. (Müe: Bekre)
bekre   Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.
bekrî   Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş.
bektaş   f. Akrân. Eş. Arkadaş.
bektaşî   Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse.
bektaşiyân   f. Bektâşiler. Yeniçeriler.
bekûrî   İlk evlat, ilk doğan çocuk.
bekûriyyet   İlk evlâtlık.
beküsiste   f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük.
bel   t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası. * Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı. ◊ Bilâkis, belki, More…
bel'   Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma.
bel'ak   Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi.
bel'am   Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.
bel'ame   Yutmak.
bel'as   Büyük karınlı dişi deve.
bela   Evet.
belâ   (C.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne.
belâ-dide   f. Belâ görmüş, belâya çatmış.
belâ-ender-belâ   f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet.
bela-zede   f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan.
belabil   (Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
belad(e)   Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey.
beladet   Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.
beladir   f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka.
belâg   Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
belâgat   Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı.
belâgat-füruş   f. Belâgat taslıyan.
belâgat-perdâz   f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen.
belah   Büyüklenmek, kibir.
belaha   Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak.
belahet   Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
belak   Ayakları alacalı at.
belâkeş   f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan.
belakik   (Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar.
belal   Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan.
belarek   f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası.
belat   Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı.
belaya   (Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
belbal   (Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic ve tahrik eylemek.
belbed   Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez.
belbel   Tasa, kaygı. Yürek yanması.
belbele   (C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek.
belbûs   f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak.
belca'   Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)
beldah   Kişinin kendini yere vurması.
beldaran   Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.
belde   Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.
belec   Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.
beled   (Belde. C.) Beldeler. Memleketler.
beled sûresi   (El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
beledî   (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli.
belediye   Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.
beleh   Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık.
belel   Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder, üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük.
belem   Üzerinden yol geçen tepe.
belemun   Çakır dikeni.
belendah   Bodur, şişman kimse.
belendî   Enli.
belensem   Katran.
beles   İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur.
beleş   (Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava.
belet   Kesilmek, inkıtâ.
belge   (Bak: Vesika)
belgin   Belâ, zahmet, dâhiye.
belh   Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder.
belhâ   Gönlü kibirli olan kadın.
belha'   Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.
belham   Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet. ◊ Nalbant. Baytar.
beli   f. Evet.
belid   (Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala.
beliğ   Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan.
beligane   f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak.
belil   Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr.
belinograf   Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz.
belita   Kamış kap.
beliyyat   (Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler.
beliyye   (C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
belk   Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi.
belka'   Tenha çöl. Harap ve boş yer. * Yazı. * Yalan yere yemin etmek. * Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler. * Bir hurma cinsi. ◊ Alaca. Alaca bacaklı olan at.
belkaa   Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak nesne.
belki   Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.
bell   Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması.
bellet   (C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.
belma   f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey.
belsek   Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.
belt   Kesmek.
belta'   Her hususta hazakati ve feraseti olan.
beltah   Kişi nefsini yere vurmak.
beltem   Akılsız kimse. * Peltek adam.
belû   (Bel'. den) Çok yiyici, obur.
belul   Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma.
belûs   f. Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan.
belût   Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut.
belv   (Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe.
belvaz   f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu.
belve   Belâ.
bely   Mahvolmak. * Belirsiz olmak.
belyad   f. Nakışsız, sade kostüm.
belzi   Muhkem, güçlü, sağlam deve.
bem   Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder.
bembeyaz   Her tarafı beyaz, çok beyaz.
ben   (Bak: Ene) t. Pks: Şuurlu kişiliğimiz.
ben-van   f. Harman, tarla, ekin bekçisi.
benadik   (Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar.
benadir   (Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar.
benam   Parmak ucu.
benan   Parmak uçları. Parmaklar.
benane   (C: Benân-Benânât) Parmak başı.
benât   (Bint. C.) Kızlar. * Bebekler.
benaver   f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı.
benbel   f. Ekşi şey. * Ekşi elma.
benc   Türkçede 'benek' adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna 'bezr-ül benec' derler.
bencil   t. (Bak: Hodbin, Hodgâm)
bencileyin   t. Benim gibi.
bend   f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. * Aldatmak.* Birisini emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan More…
bend-rûg   f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur.
bende   f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul.
bende-zade   f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan.
bendegâne   Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.
bendegî   Kölelik. Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk.
bendeka   Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma.
bendene   f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça.
bendenüvaz   f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden.
bendeperver   f. Köle besleyici, adam besleyici.
bender   (C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.
benderek   f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek.
bendergâh   f. İşlek iskele, liman, şehir.
benderz   f. Çuvaldız.
bendeyan   Hizmetçiler. Kullar. * Mensuplar.
bendide   f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış.
bendime   f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik.
bendiş   f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış.
bene   f. İnce urgan, ip.
benefş(î)   f. Menekşe rengi, mor renk.
benefşe   f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor.
benefşe-gûn   f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü.
benefşe-zâr   f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik.
benefsec   Menekşe.
benek   f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş.
benes   Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma.
benevre   f. Temel, esas, asıl.
beng   f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik.
bengah   f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli şahıslara ait çadır.
bengere   f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni.
bengî   f. Beng tiryakisi, esrarkeş.
benî   Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn)
benî âdem   Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları.
benî beşer   İnsanlar.
benî isrâil   İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi.
benî ümeyye   Emeviler.
benika   (C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.
benimsemek   t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek.
benîn   (İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli kimse.
beniyye   Kâbe-i Muazzama.
benk   Her nesnenin aslı.
benna   Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı.
benna-gûş   f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir.
benne   (C.: Binân) Güzel, hoş koku.
bens   Tehir etmek, geciktirmek.
benş   Tenbellik. İhmâl.
benû   Oğullar.
benû(h)   f. Yığın, küme, demet.
benûn   (Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler.
benzol   Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.
bepga   f. Papağan.
ber   f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki 'Alâ' yerine edat-ı isti'lâdır) * Göğüs, sine, bağır, sadır. * Fayda. * Hamil. * Hıfz. * Yan. * Taraf. * Nâkil. Götürücü. * More…
ber-akis   f. Aksine, zıddına, tersine.
ber-aver   f. Yemiş ağacı.
ber-belend   f. Çok yüksek yer veya rütbe.
ber-bend   f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı.
ber-ca   f. Yerinde, münâsib.
ber-dûş   f. Omuzda, omuz üzerinde.
ber-endaz   f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan.
ber-heva   f. Kaybolmuş, havaya gitmiş.
ber-kemal   f. Mükemmel.
ber-mûcib   f. Gereğince, icabına göre.
ber-sabik   f. Eskisi gibi.
ber-vech   f. Olduğu gibi, aynen.
ber-vech-i ati   f. Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi.
ber-vech-i mûtad   f. Adet olduğu gibi.
ber-vech-i zir   f. Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere.
bera'   Her ayın ilk ve son günü.
beraa   (Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)
berâat   Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.
beraber   f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat, birlik.
beraberî   f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik.
beracim   (Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar.
berâet   Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma. * Huk.:Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak: Ber')
beragis   (Bürgus. C.) Pireler.
berah   Açık işlenmiş yer. * Zâil olmak. * Ağaçsız arazi. ◊ şiddet. Ezâ ve meşakkat.
berahide   f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş.
berahihte   f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir.
berahime   Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri.
berahin   (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
berail   Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek.
berak   (C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu.
berarende   f. Üste getiren, üzerine çıkaran.
berari   (Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar.
beras   Leke hastalığı.
beraş   Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.
berasin   (Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri.
berat   Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt.
beratil   (Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler.
beraverde   f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış şey. * Yükseğe kaldırılmış.
berây   f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki 'Li, li ecli' yerinde bir tâbirdir.)
beraya   (Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.
beraz   Az olan şey, kalil.
berazik   Bölük, cemaat.
berbad   f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş.
berbar(e)   f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş. Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir.
berbekan   Arapların giydiği bir elbise cinsi.
berber   f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim.
berbere   Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.
berced   Kalın kilim. * Halı.
berceste   f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz.
berçide   f. Devşirilmiş, toplanmış.
berçin   f. Toplayıcı.
bercis   Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve.
berd   Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek. * Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko.
berdaht   f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme, düzeltme.
berdar   f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici. * Meyveli. Meyve verici olan.
berdaşte   f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış.
berde   Tıb: Mide dolgunluğu.
berdec   Sürmek. (Farisîden muarrebtir).
berdegi   f. Esirlik, esaret, kölelik.
berdeng   f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe.
berdevam   f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden.
berdi   Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.
berdis   Habis kişi, pis kimse.
berdiyy   Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.
bere   t. Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. ◊ Fr. Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. More…
bere'te   Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber')
bered   Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu.
berede   Dolu. * Çok yemekten midenin dolması.
berehmen   (Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları.
berehne   f. Çıplak.
berehnegî   f. Çıplaklık.
berehrehe   Güzel, nâzik kadın.
berekât   (Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar.
bereket   Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet.
berem   f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek. ◊ (C.: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.
berencen   f. Kadın bileziği.
berend   f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. * Kılıcın suyu.
berendahte   f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış.
berere   (Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
berestûk   Kırlangıç denilen deniz balığı.
berevât   (Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.
bereze   (Bak: Bürüz)
berf   f. Kar.
berf-âb   f. Karlı soğuk su. Kar suyu.
berf-âlud   f. Kar içinde, kara batmış.
berf-dâr   f. Karlı.
berf-nak   f. Kış yaz devamlı karlı olan yer.
berfend   f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer.
berfin   f. Kar ile ilgili, kardan.
berfûk   f. Şeftali yemişi.
berfûz   f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi.
berg   f. Sed, bend.BERG: f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık. Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam.
berg-riz   f. Yaprak döken. Sonbahar, güz.
bergab   f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj.
bergal   (C.: Beragil) Sırtlan eniği.
bergaman   f. Ejder. Büyük yılan.
bergamot   Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.
bergaş   (C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti.
bergaşte   f. Yüz çevirmiş.
bergerde   f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş.
bergeşide   f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış.
bergeşte   f. Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs.
bergeşte-hâl   f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün.
bergriften   f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek.
bergüzar   f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek.
bergüzide   f. Seçkin. Seçilmiş.
berh   f. Balık, semek. * Parça, kısım, hisse, nasib. * Su birikintisi. * Şimşek, berk. * Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. ◊ şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.
berhabe   Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan kimse.
berhâne   f. Eskiyip harap olmuş konak.
berhast(e)   f. Ayaklanmış, kalkmış.
berhava   (Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş.
berhay   Yaramaz, haylaz.
berhayat   f. Yaşayan. Hayat üzere olan.
berhe   Müddet, an, zaman.
berhem   f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber.
berhem-zede   f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş.
berhem-zen   f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren.
berhem-zened   f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor.
berheme   Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.
berhemen   (C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu.
berhihte   f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş.
berhiz   f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden.
berhûd   f. Saçmasapan söz, mânasız söz.
berhudar   f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli.
berhûh   f. Sabun.
berhûn   f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre.
berhûr   f. Pay, nasib, hisse.
berhûz   f. Torba, dağarcık.
berî   (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber')
beria   Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak: Beraa)
beriberi   (Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.
bericen   f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın.
berid   Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe.
berig   f. Set, bent.
berik   Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı, ışık, ziya.
berike   Yırtmak. Paralamak. * Un helvası.
berilyum   yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.
berim   Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz yemek.
berin   f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik.
berisa'   Halk, insan topluluğu.
berit   (C.: Berâyıt) Halk, beriyye.
beriyye   Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır.
berj   f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı.
berk   Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ◊ (C.: Bürük) Göğüs, sadr. * Çok çöken deve. 
berk-asa   f. şimşek gibi parlak.
berk-efşan   f. şimşek saçan.
berk-endaz   f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE: f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış.
berka'   (C.: Berkavât) Yüksek yer. * Taşlı balçık. ◊ (Bak: Burku)
berkaa   Dört ayak üstüne durmak.
berkan   f. Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü. ◊ Parıldama. * Volkan.
berkarar   Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
berkaş(a)   Nakşetmek, nakışlamak.
berkata   Birbirine yakın olan adım.
berkenar   f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda.
berkeşide   f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE: Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf.
berki'   Yedinci kat gök.
berku'   Yüz örtüsü. Peçe.
berkuk   Şeftali, kayısı, zerdali.
berm   f. Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme.
bermah(e)   f. Burgu, matkab.
bermal   f. Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri.
bermu'tad   f. Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi.
bermurad   f. Emeline kavuşan, arzusu yerine gelen, dileğine eren.
berna   f. Delikanlı, yiğit, genç.
bername   f. Mektub başlığı. * Zarfın üzerindeki adres. * Fihrist.
bernik   Su aygırı.
berniş   f. Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. * Karın ağrısı, sancısı.
berniye   (C.: Berâni) Büyük küp. * Küçük horoz. * Bir hurma cinsi.
bernûn   f. İnce tül. Çok ince ipek kumaş.
berpa   f. Ayakta, ayak üzerinde, dik.
berr   (C.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. * Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. * Gerçeklik, sıdk. * Susuz, kuru yerler. * Toprak. Yeryüzü, yer.
berrade   Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık. * Bardak asacak yer.
berrah   Sahra, çöl. * Zeval, sona ermek. * Gitmek, zehab.
berrak   Nurlu, pek parlak. * Bulanık olmayan, duru, açık, saf.
berran   f. Kesen, kesici, keskin.
berranî   (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani. * Hâricî, zâhirî. * Şer'î hükümlere uymayan.
berrat   Bıçkı. * Törpü.
berren   Karadan, kara yoluyla.
berrî   Toprağa ait, kara ile ilgili.
berriye   Toprağa âit. * Çöl. Beyaban. Sahra. * Kara askeri. Piyade.
berrûd   Tül ağacı.
berrüste   f. Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. * Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse.
bers   (C.: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer.
berş   f. Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun. * Arzu, gönül isteği.
berşa'   Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse.
bersak   Sevinmek, sürur ve ferah.
berşak   Ok atmak.
berşan   f. Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat.
berşem   f. Kederin belli oluşu. * Dikkatli nazar.
berser-zeden   f. Başa kakmak, azarlamak.
bertal   Rüşvet almak.
bertam   Dudağı kalın adam.
bertame   Gadaptan müntefih olmak, hiddetlenmek.
bertaraf   f. Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş.
bertarum   f. Kubbe üzerinde. Dam üstünde.
berter   f. Daha yüksek, daha üstte, âlâ.
bertih   Aşırma.
bertil   (C.: Beratil) Uzun taş. * Uzun, sağlam demir.
berûd   Soğutucu. * Göze çekilen sürme.
berûmend   f. Faydalı, verimli. * Ter ü taze. * Nasibli, hisseli.
berûmendî   f. Faydalı, menfaatli olma.
berûz   Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek. ◊ f. Kavga, savaş, muhârebe.
bervar(e)   f. Sayfiye. * Havadar köşk, mesken. * Evin küçük, arka kapısı.
bervaze   f. Gezinti için hazırlanan yemek.
berz   f. Ziraat, ekim.
berz-gar   f. Ekinci.
berzah   İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. * Perde. * Sıkıntılı yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak: Sırat köprüsü). Ölen insanların ruhları kıyamete kadar More…
berze   f. İpekli kumaş * Yakışıklı, nâzik. * Ekin, zirâat. * Dal, budak. * Letâfet, zerâfet.
berze-gav   f. Tarla sürecek öküz, çift öküzü.
berzede   f. Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
berzen   f. Sahra, çöl. * Sokak, cadde. Mahalle. Köşebaşı.
bes   f. Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves)
besa   (Arnavutça) Arnavut yemini. * Kan güden hasımlar arasında yeminle akdolunan anlaşma.
besâ   f. Pek çok, hayli miktarda, nice nice.
besa'   Yumuşak yer. * Benî Selim vilayetinde bir yerin adı. ◊ Ülfet, alışma, ünsiyet.
beşaat   Kabahat, suç. * Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.
beşahe   Çirkinlik.
besait   (Basit. C.) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar.
beşale   Harislik, hırslı olma.
besalet   Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı.
beşam   Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır.
besamet   Güler yüzlülük. Mütebessimiyet.
beşanika   Boşnaklar.
beşarat   (Beşaret. C.) Beşaretler. (Bak: Beşaret)
besare   f. Sofa, salon. Divanhâne.
beşare   (C.: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.
besâre-nişin   f. Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi.
besaret   Göz açıklığı. Dikkatle bakış.
beşaret   (Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber. * Müjdeye verilen ihsan. * Yeni çıkan acib şey.
beşaş   (Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü.
besasa   Göz, ayn.
beşâşet   Güler yüzlülük. * Tazelik.
besat   (Bisât) Düz. * Döşenmiş. * Geniş. * Yayvan kab. * Düz açık yer.
besatet   Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük.
besatin   (Bostan. C.) Bostanlar.
besbas   f. Saçmasapan, manâsız söz.
besbase   Bir ağaç adı.
besbele   Bakla.
besbes   (C.: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler.
besbese   Bir nesneyi yaş etmek, bir şeyi ıslatmak. * Çok çabuk yürüme. Hızlı yürüme. ◊ Haberi yaymak. * İşini halka bildirmek.
beşe   f. Atmaca kuşu.
besek   (Besdek) f. Esneme. * Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve buğdaylar.
beşel   'f. İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. * Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir.' ◊ Hırslı kişi. Haris kimse.
beşem   f. Kederli, hüzünlü, yaslı. * Hazmı güç olan şey.
besen   şirin, lâtif, gökçek, hüsn.
beşen   f. Uzun boy. * Beden, cisim. * Taraf, uç, kenar.
beşenc   f. Yüz güzelliği, parlaklığı.
besend(e)   f. Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir.
beşer   (Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri. * İnsan. Âdem.
beşerî   İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.
beşeriyyet   İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.
besfayic   Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.
beşg   'f. Dolu; kar; çiy, şebnem. * Naz, cilve, işve.'
beşgen   (Bak: Muhammes)
besgûy   f. Geveze. Çok konuşan.
besî   f. Çokluk, fazlalık, ziyadelik. * Birçok.
beşi'   'Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi.'
besic   f. Hazırlık. Sefer hazırlığı, yol hazırlığı. * Yol ve sefer azığı, harçlığı.
besil   Çirkin yüzlü.
besile   Kap içinde kalmış içki artığı.
besim   (Besm. den) Güleryüzlü kimse.
besin   t. Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri.
besir   Ziyade, çok, birçok.
beşir   Müjdeli haber veren. Müjde getiren. * Güler yüzlü. Hub. Cemil. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı.
besise   Bir çeşit yemek. * Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç. * Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.
beşişe   Açık yüzlü olmak.
besit(a)   (C.: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü. * Yalnız tek. * Geniş yer.
besk   Tükürmek. * Uzamak. * Büyümek. ◊ Yırtmak. * Yarmak ve ayırmak.
beşk   Yalan söylemek. * İşleri yaramaz olmak. * Deve, sür'atle gitmek. * Elbise dikmek.
beskele   f. Kapı sürgüsü, kapı mandalı.
besl   Helâk etmek. * Men'etmek.* Çirkin yüzlü olmak. * Helâl ve haram.
besm   Tebessüm etmek.
beşm   'f. Kırağı; çiy. Şebnem. * Taberistan ile Rey arasında havası çok soğuk olan bir mevki. * Dinsiz, mezhebsiz.' ◊ Çok yemekten dolayı midenin dolması.
besman   f. Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora.
beşme   f. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. * İşlenmemiş ham deri. * Göz ilâcı.
besmele-hân   f. Besmele çeken.
besne   Yumuşak yer.
besniyye   Alçak ve yumuşak yerde biten buğday. * Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.
besr   Yüz ekşitmek. * Talep etmek, istemek. * Acele etmek. Hamlık atmak. ◊ (Besere) (C.: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce. ◊ Çok, kesir.
beşr   Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri. (Bak: Zeyd)
besrik   (Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi.
bess   İçindekini açığa vurmak. * Neşretmek, yaymak. * Ayırmak. * Dert, keder. * Merak. ◊ Parça parça olmak, dağılıp serpilmek.
beşş   Açık yüzlü olmak.
beşşak   Yalancı, kezzab.
bessam   Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse.
bessase   Mekke-i Mükerreme.
best   Döşemek.* Yaymak, neşr. ◊ f. Düğüm.
besta   Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak.
bestak   Hizmetçi, hâdim.
beste   f. Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. * Kapalı. Tutucu. Donmuş. * Bir nevi ipek kumaş. * Gr: 'Besten' fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek More…
beste-dehân   f. Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden.
beste-dem   f. Nefesi tutulmuş.
beste-gî   f. Bağlılık. Kapalılık.
beste-leb   f. Dudağı kapalı.
beste-rahim   f. Çocuk doğuramayan, kısır kadın.
beştek   (Beştük) f. Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı.
besûr   (Besr. C.) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.
besûs   Okşadıkça süt veren deve.
beşûş   (Bak: Beşaş)
beşûşâne   f. Güler yüzlüce. Hoş olarak.
besv   Yüz ekşitmek.
beşyûn   f. Semiz, besili, yağlı.
bet   Çehre rengi, beniz. ◊ f. (Bak: Bed)
bet'   Boynu uzun olmak. * Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.
beta'   İkamet. Bir yerde oturma.
betain   Astarlar.* Yatak yüzleri.
betal(e)   Bahâdır, yiğit, kahraman.
betalet   (Bak: Batalet)
betan   (C.: Bitnân) Çukur yer.
betane   Büyük karınlı olmak.
betar   Çok fazla sevinmek. * Hayret. * Dehşet. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
betare   Eksiklik, noksanlık.
betat   Azık. Bir yolculukta gereken öteberi. * Ev eşyası. * Kesin, kat'i.
betatron   yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.
beter   (Bed-ter'in muhaffefi) Daha kötü, daha fena.
beti'   Eğlenici, eğlenen.
betiha   (C.: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere. * Kamışlık ve sazlık yer.
betik   Kat'etmek, kesmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
betil   Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı. * Salkımları sarkmış ağaç. * Nehirlerdeki akıntılar. * Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.
betile   (C.: Betâil) Hurma fidanı.
betin   Büyük karınlı. Şişman. * Irak, baid, uzak. ◊ Yalnız midesini düşünen kimse.
betk   Kesmek, kat'etmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
betkiş   f. Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk.
betl   Kesmek, kat'etmek.
betle   Kesilmiş, maktû.
betonarme   Fr. İskeleti demir çubuklardan yapılmış olan beton.
betr   Kat', kesme. * Hatalı, eksik bırakma.
betra   (Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır. * Kuyruğu kesik dişi hayvan.
betre   Dişi eşek.
bett   (C.: Betût) Kesmek, kat'. * Kilim.
bettâr   Çok kesen, fazla keskin.
bettat   Kilim satıcı. * Kesici.
bette   Kat'i. * Kesilmiş, ayrılmış, maktu'. * Tiftikten şal.
better   f. (Bed-ter) Daha kötü. Çok fena.
betûk   f. Yuvarlak tabla, bakkal tablası ve sepeti. ◊ Çok keskin.
betûl   (Betâl) Erkekten kaçınan nâmuslu kadın. * Hz. Fatımatüzzehra ve Hz. Meryem'in sıfatı.
betv   Durmak, ikamet.
betyab   f. Mihnet, keder, dert, gam, kaygı, elem.
betyar(e)   f. şeytan, ifrit. * Düşman, adüvv. * Görülmesi istenilmeyen şey.BE'V: Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
bev   Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.) BEV: Geri çekmek. * Lâyık olmak. * İkrar etmek.
bev'   Kulaç, kulaçlama. * Sataşma, musallat olma. * Kuytu yer.
beva'   Benzer, beraber, eş, denk. * Hazır etmek. * Doğrulanmak. * Nüzul etmek, inmek.
bevabet   Kapıcılık, kapı bekçiliği.
bevabî   Kapıcılık, kapı bekçiliği.
bevadi   (Bâdiye. C.) Bâdiyeler, sahralar, çöller.
bevadir   (Bâdire. C.) Bâdireler, olagelen hâdiseler.
bevah   Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.
bevahe   (Bûhe. C.) Dişi baykuşlar. * Çakır doğan kuşları. * Ahmak, ebleh adamlar.
bevahen   Belli olarak, âşikar.
bevahid   Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar.
bevaik   (Bâika. C.) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler.
bevaki   (Bâki, Bâkiye. C.) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar.
bevani   Kaburga kemikleri. * Deve ayakları.
bevar   Mahvolma, çürüme, yok olma. * Kadının kocaya varmayıp evde kalması.
bevari   (Bâriyye. C.) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar.
bevarid   (Bârid. C.) Soğutulmuş yemekler. * Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler. * Sakat şeyler.
bevarih   (Bârih. C.) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli denir.
bevarik   (Bârika. C.) Şimşek ve yıldırım parıltıları. * Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler.
bevas   f. Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. * Yokluk.
bevaşe   Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba.
bevasir   (Bâsur. C.) Mayasıllar, basurlar.
bevatil   (Bâtıl. C.) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.
bevatin   (Bâtın. C.) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.)
bevatir   (Bâtire. C.) Keskin, çok kesen kılıçlar.
bevb   Menetmek.
bevbat   Sahra, çöl, geniş kumluk araziler.
bevc   Berk, şimşek. * Yorulma. * Bağırma, haykırma.
bevç   Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam. * Zinet, süs, debdebe.
bevd   Kuyu.
beve'   Geri çekmek. * İkrar etmek. * Lâyık olmak.
bevg   Üstünlük, galibiyet, galib gelme.
bevga   Yumuşak toprak.
bevh   'Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme. * Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.' ◊ Lânet etme, beddua etme, söğme. * Haberli olma. * Düşünme. ◊ More…
beviş   f. Tahmin, farzetme.
bevj   f. Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap.
bevk   Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme. * Musibet, felâket. * İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme. * Çalıp çırpma. * Yalan söz. * Boşboğaz (adam). * Şiddetli More…
bevka'   Kargaşalık, karışıklık.
bevl   Sidik, idrar.
bevle   Çok işeyen adam. * Kız çocuğu.
bevliye   Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji)
bevn   İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık. * Fazilet, meziyet. ◊ f. Nasib, pay, hisse.
bevne   Küçük kız çocuğu.
bevr   Helâk olma. Yok olma. * Sınama, deneme. * Alış-veriş sıkıntısı. * Sürülmemiş yer.
bevs   Acele, ileri geçme, ileri gitme. * Bıktırıncaya kadar israr etme. * Bir kimseden kaçıp gizlenme. * Bir şeyin rengi. ◊ Öpmek. (Farisîden muarrebdir.) ◊ Bahsetmek.
bevş   Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat. ◊ f. Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam.
bevt   Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük.
bevva   Hindistan cevizi.
bevvab   Kapıcı. * Menedici.
bevvaban   (Bevvâb. C.) Kapıcılar.
bevvabîn   (Bevvâb. C.) Kapıcılar.
bevval   Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen.
bevvan   (C.: Büven-Ebvine) Çadır direği.
bevvee   Hazırladı, yerleştirdi, sâhib kıldı (meâlinde fiil).
bevz   Devamlı oturuş. Daimi oturma. * Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.
bevz(ek)   f. Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. * Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. * Eşek arısı.
bey'   Satmak. * Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek.
bey' u şira   Alım-satım. Alış-veriş. (Bak: Bey')
bey' u şirâ   Alım-satım. Alış-veriş.
bey'at   (Bak: Biat)
bey-gâh   f. Pazar yeri, pazar.
beya   f. Dolu, dolmuş. * Kapı, girilecek yer.
beyaban   f. Çöl. Sahra. * İmar olunmamış arazi. * Kır.
beyad   Mahvolma, yok olma, hiç olma.
beyadika   (Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak. C.) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar. * Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.
beyadir   Harmanlar.
beyah   (C.: Büyâh) Küçük balık.
beyan   'İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * More…
beyanat   (Beyan. C.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.
beyanname   f. Durumu yazı ile bildiren açıklama.
beyare   f. Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi.
beyariş   f. Çare. Tedbir. Deva, derman. İlâç, tiryak.
beyat   Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme.
beyavar   f. Meşguliyet, meşgul olma, uğraşma, iş.
beyaz   Aklık, beyazlık. * Aydınlık. * Yumurta akı. * Müsveddenin temize çekilmesi.
beyazî   Aklık, beyazlık. * Uzunluğuna açılan yazma kitap. * Sığır dili.
beyd   Helâk olmak. * Gayr, diğer.
beyda   Tehlikeli mevki. * Sahra, çöl. * Medine ile Mekke arasında bulunan düz bir yer.
beydah   f. Sert başlı, haşarı at.
beydaha   İri ve şişmanca kadın.
beydak   Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.)
beydane   (C.: Beydânât) Yabani dişi eşek.
beyde   Gr: 'Enne' lâfzı gibi, 'şu kadar var ki, lâkin' mânâsında istisna edatlarındandır.
beyder   f. Ekin harmanı. * Doğru lügat.
beyderî   Harmancı.
beydûdet   Mahviyet, hiçlik, yok olma.
beygar(e)   f. Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme.
beyhan   Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.
beyhoş   f. (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri.
beyhûc   Höyük. (Tarlada ve bostanda dikerler.)
beyhûde   f. Boşuna. Boş yere. Faydasız.
beyhuşt   f. Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey.
beyin   t. Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz More…
beyincik   Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.
beyit   (Bak: Beyt)
beykara   Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi.
beykem   f. Oda, salon, sofa. * Kasr, köşk.
beykur   Sığır.
beylek   f. Ferman, emir. Hüccet, vesika.
beylem   Rende. * Kazma.* Açılmamış pamuk kozası.
beylerbeyi   Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.
beyn   Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık. * Burnu ve ayakları uzun karga.
beynamaz   (Bak: Bînamaz)
beyne beyne   İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü.
beynehüma   İkisi arasında.
beynelmilel   (Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International.
beyniye   Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler  şunlardır. (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)
beynûnet   Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık. * Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik. * Ayrılmak, firkat.
beyr   Helâk olmak. * Bâtıl olmak.
beyrem   (C.: Beyârim) Marangoz rendesi. * Uzun ve sert taş.* Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.
beysan   Şam hududunda bir yerin adı.
beyt   Ev, oda,hane. * Geceyi bir işle geçirmek. * Edb: İki satırlık manzume.
beytar   Nalbant. * Baytar, veteriner. Hayvan hastalıkları hekimi. ◊ Yarılmak.
beytara   Yarılmak. * Hayvan hekimliği, baytarlık.
beytaşî   (Bak: Bektaşî)
beytullah   Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer.
beytûtet   (Beyt. den) Gece kalma, geceleme. * Ayırmak, teferruk. * Gece baskın yapmak.
beyû   f. Gelin.
beyûg   f. Gelin.
beyûganî   f. Düğün.
beyûn   Dip tarafı geniş olan kuyu, bostan kuyusu. ◊ f. Afyon.
beyûs   f. Arzu, istek, taleb. * Ümit. * Tamah. * Alçak gönüllülük. Mütevazilik.
beyuz   Yumurtlayan tavuk.
beyya'   (Bey'. den) Dellal. * Alıp satan kimseler. * Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.
beyyab   Saka, sucu.
beyyahe   Balık ağı.
beyyin(e)   Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
beyyinat   (Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar.
beyyine sûresi   Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup 'Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün' Sûresi gibi isimlerle de söylenir.
beyyinen   Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak.
beyz   (C.: Büyuz) Yumurta. * Kuşun yumurtlaması. * Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.
beyza   (Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid. * Afet, dâhiye, belâ, musibet. ◊ Yumurta. * Demir başlık. * İnsanın hayası. Husye.
beyza'   (C.: Biyâz) Kasaba, köy. * Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)
beyzade   Osmanlı Sultanlarının oğulları. * Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan. * Soylu, asil, necib.
beyzah   İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam.
beyzan   Beyazlar, aklar.
beyzar(e)   Geveze, çok konuşan.
beyzare   Büyük ve uzun sopa.
beyzavî   (Beyzî) Yumurta gibi. Yumurtaya benzer şekil.
beza   Konuşmada açık saçıklık. * Hayasızlık, utanmazlık.
bezaat   Sermaye.
bezadî   Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut.
bezaga   f. Kertenkele, keler. ◊ Ortaklık, şirket.
bezah   Büyüklenmek. Kibir, gurur.
bezane   f. Esici. Esen rüzgâr.
bezazet   Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı. ◊ Bezcilik. Manifaturacılık.
bezbaz   f. Hindistan cevizinin kabuğu.
bezbeze   Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük. * Sıkılma, daralma. * Kısmet, nasib, pay. Hisse. ◊ şiddetle sarsma, depretme. * Sür'atli yürüme. Kaçma.
beze   f. Kabahat, suç, hata. Günah. ◊ Miskin, zavallı. ◊ Bez.
bezec   (C.: Bezecât) Boyun çekmek. * Laf vurmak. * Kuzu, hamel.
bezek   Zinet, süs, debdebe, gösteriş.
bezekâr   f. Suçlu, günahkâr.
bezekârî   f. Suçluluk, günahkârlık.
bezer   Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık.
bezesten   f. Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı.
bezeven   Sıçramak.
bezg   Yarmak, şakk. * Neşter vurmak.
bezha'   Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın.
bezi'   Uslu, akıllı, zarif çocuk. * Zarif.
bezie   Çirkin, kabih. Otsuz yer.
bezim   Kuvvetli, güçlü kişi. * Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı olarak hareket eden kişi. ◊ Boncuk dizilen iplik.
bezir   Ekilecek tohum, tane. * Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır. ◊ Geveze, fazla konuşan.
bezirgan   (Bâzâr-gân) f. Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır.
beziyy   Hayâsız, utanmaz kimse.
bezk   Tükürmek.
bezl   Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek.
bezla'   Kavi, sağlam, muhkem. * İyi fikir.
bezle   f. Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. * Ahenk ile okunan şiir.
bezle-bâz   f. Şakacı, lâtifeci.
bezm   Yayın kirişini çekip, sonra salıverme. * Bir şeyi diş ucuyla ısırma. ◊ f. Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis.
bezme   f. Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi. ◊ Gündüzleyin yenilen bir öğün yemek.
bezmgâh   f. Eğlence yeri.
bezr   Tohum. Keten tohumu. Mercimek, bakla, arpa gibi taneli tohum. ◊ f. Ziraat, ekim.
bezr-ger   f. Çiftçi, ekinci. Tohum serpen.
bezr-kâr   f. Ekinci, çiftçi. Tohum saçan.
bezre   Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası.
bezreka   (Bak: Bedraka)
bezv   Et çok olmak. * Ağaçlar sık bitmek. ◊ Beraberlik. * Denk, eşit, misil.
bezyûn   Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir. * İnce kumaş.
bezz   Keten veya pamuktan mamul dokuma. ◊ Galip olmak.
bezzaz   Bez satan. Manifaturacı.* Muhaddislerden bir zatın nâmı.
bezzazistan   f. Esnaf çarşısı. Bedestan.
bezze   Hor ve hakir olmak.
bî   f. Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, 'BİA' kelimesinden sonraki kelimelere bakınız.
bi   f. İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. 
bi'r   Kuyu.
bi'r-i zemzem   f. Zemzem kuyusu.
bi'se   Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.
bi'set   Gönderilme.
bî-ab   f. Susuz, kuru. * Donuk. * Rezil, utanmaz, hayasız.
bî-bidaat   f. Sermayesiz.
bî-bünyad   f. Esassız, temelsiz.
bî-ca   f. Yersiz.
bî-can   f. Ruhsuz, cansız.
bî-çare   f. Çaresiz. Zavallı. Şaşkın.
bî-çaregân   f. Zavallılar. Biçareler.
bî-çaregî   f. Zavallılık, biçarelik.
bî-çarevâr   f. Zavallı gibi, biçare gibi.
bî-ciğer   f. Korkak, ciğersiz, yüreksiz.
bî-çûn   f. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz. * Sebep sorulmaz. (Allah C.C.)
bî-dadger   f. Gaddar, zâlim, hain.
bî-dadgerî   f. Gaddarlık, hainlik, zâlimlik.
bî-dil   f. Ürkek, korkak. * Âşık. * Kalbsiz, gönülsüz. * Nüktesiz.
bî-dimağ   f. Kafasız, akılsız.
bî-din   f. Dinsiz. * Merhametsiz, acımasız.
bî-direng   f. Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk.
bî-diriğ   f. Esirgemeyen, elinden geleni yapan. * Esirgenmeyen.
bî-duht   f. Kızı olmıyan. * Zühre Yıldızı.
bî-gah   f. Vakitsiz, zamansız.
bî-gânegî   f. Yabancılık.
bî-garez   f. Garezsiz. * Taraf tutmıyan, tarafsız.
bî-gayat   (Bi-gaye. C.) f. Sonu olmayanlar, sonsuzlar.
bî-geran   f. Sınırsız.
bî-gişş   f. Hilesiz, safi, karışıksız. * Samimi.
bî-güman   f. şeksiz, şüphesiz.
bî-haber   f. Habersiz, bilgisiz.
bî-hanüman   f. Çoluk çocuksuz, yersiz yurtsuz.
bî-har   f. Dikensiz.
bî-hareket   f. Kımıldamıyan, hareketsiz.
bî-hasil   f. Ebedî, sonsuz, nihayetsiz, bâki. * Verimsiz, faydasız.
bî-hemal   f. Benzersiz, eşsiz.
bî-hemta   f. Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz.
bî-hengam   f. Vakitsiz, zamansız.
bî-hesab   f. Sayısız, hesapsız.
bî-hod   f. Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. * Bayılmış.
bî-hude   f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
bî-huzur   f. Rahatsız, huzursuz, tedirgin.
bî-insaf   f. Acımasız, insafsız.
bî-intiha   f. Sonsuz, nihâyetsiz.
bî-irtiyab   f. Şüphesiz.
bî-kâr   f. Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât)
bî-keran   (Bî-girân) f. Sınırsız, sonsuz. * Kenarsız. * Hesabsız.
bî-kiyas   f. Kıyassız, ölçüsüz.
bî-kusur   f. Eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel.
bî-meal   f. Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz.
bî-mecal   f. Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf.
bî-mekân   f. Mekânsız, yersiz, yurtsuz. * Serseri.
bî-mer   f. Sayısız, hesapsız.
bî-mihr   f. Sevgisiz, şefkatsiz.
bî-nam   f. İsimsiz, nâmsız.
bî-nasib   f. Nasibsiz, tâlihsiz.
bî-naz   f. Naz etmeden Nazsız.
bî-nazir   f. Benzeri olmayan. Nasirsiz.
bî-nemek   f. Lezzetsiz, tatsız, tuzsuz.
bî-neng   f. Rezil, namussuz.
bî-neva   f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz.
bî-nihaye   f. Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez.
bî-niyazî   f. Zenginlik.
bî-nukat   f. Ebced hesabında noktasız harfler. (Bak: Mühmel)
bî-payan   f. Sonsuz. Payansız.
bî-perva   f. Korkusuz. Pervasız.
bî-râhe   f. Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer.
bî-reng   f.Renksiz . Taslak halinde resim.
bî-reyb   f. şüphesiz, şeksiz.
bî-ruyî   f. Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık.
bî-sâman   f. Sermayesiz, parasız.
bî-sebeb   f. Sebepsiz, boşuna, yok yere.
bi-şek   f. Şüphesiz, şeksiz.
bî-ser   f. Başsız.
bi-şerm   f. Utanmaz.
bî-sud   f. Faydasız, boş, neticesiz.
bî-sükûn   f. Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli.
bi-şumar   f. Sayısız, pek çok.
bî-tabî   f. Halsizlik, tâkatsizlik, bîtablık.
bî-tail   f. Menfaatsiz, faydasız. İşe yaramaz, boşuna.
bî-vare   f. Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib.
bî-vaye   f. Mahrum, nasipsiz.
bî-vefa   f. Vefasız, dönek.
bî-zar   f. Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş.* Bezginlik.
bî-zer   f. Altınsız.* Cimri, hasis, pinti.
bî-zeval   f. Zevâlsiz, sona ermez, bitmez, tükenmez.
bia   (C: Biyâ) Kilise.
bias   Deprenmek, ıztırab.
biat   Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek. * Rey vermek.
biberon   Fr. Emzik.
bibi   Hala, babanın kızkardeşi.
bibliyograf   yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.
bibliyografya   yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı.
biblo   Fr. Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya.
bicad   Hz. Abdullah'ın lâkabı. * Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı. ◊ f. Yakuttan daha az değerli kırmızı bir taş. * Kırmızı dudak.
bicade   Alaca boncuk.
bical   Büyük gövdeli şey. Azîm. Cesîm.
bicişk   f. Bilgin, hakîm. * Serçe kuşu.
biçişk   f. Doktor, hekim.
biçiz   f. Pek küçük ve değersiz şey.
biçrek   f. Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse.
bicrit   Temiz, hâlis şey.
bicu   ( Custen: Aramak) mastarının emir köküne 'bi' eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir.
bicû   (Custen: Aramak) mastarının emir köküne 'bi' eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir.
bid   f. Söğüt ağacı. ◊ Yok olma.
bid'   'Birden dokuza kadar veya üçten ona; yahut da onikiden yirmiye kadar olan sayılar. Birkaç. * Gecenin bir kısmı.' ◊ (Bıd'a) Geceden bir kısım. * Üçten ona ve More…
bid'at   (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler.
bid'iyyat   (Bid'a. C.) Bid'alar. (Bak: Bid'a)
bida'   (Bid'at. C.) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler. (Bak: Bid'at)
bidaa   (Bidâat) Sermaye, ana para. * Tahsil olunmuş ilim.
bidaa(t)   Bilgi. * Sermaye.
bidada   Derinin nazik ve yumuşak olması.
bidah   f. Sert başlı, huysuz at, aygır.
bidal   Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme.
bidanet   Semizlik, besililik, yoğunluk.
bîdar   f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık.
bîdar-baht   f. Mutlu.
bîdar-dil   f. Uyanık, aydın.
bidare   f. Tutkun, âşık, düşkün.
bidâyet   Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak.
bidâyeten   İlk olarak.
bidde   Derman, tâkat, güç, kuvvet.
bîdevlet   f. Mutsuz, zavallı.
bidh   Geniş ova.
bidişgan   Sarmaşık otu.
bidistan   f. Söğütlük.
bidre   Ağaç kurdu.
bidrûd   f. Sağlık, salimlik, selâmet.
bie   Yurt, konak.
biet   Bir menzile konma. * Hal, durum, nitelik, keyfiyet.
biga'   Zina etmek.
bigal   (Bagl. C.) Katırlar, esterler. ◊ f. Kargı, mızrak.
bigye   Azgınlık. * Sıçramak.
bigza   şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş.
bih   O, onu, ona, ondan, onunla mânâlarına gelir. ◊ f. Menba, kaynak. * Temel, asıl, kök. ◊ f. Yeğ, iyi. * Ayva.
bih-güzin   f. Sarraf. * Bir şeyin en güzelini seçen.
bih-ken   f. Kökünden çıkaran, kök söken.
bihah(e)   Ses kısıklığı.
bihak   Gözsüz etmek, kör etmek. ◊ Erkek kurt.
biham   Dolu, memlû.
bihan   (Bih. C.) f. İyiler, iyi adamlar.
bihar   (Bahr. C.) Denizler. Deryalar. * Mc: İlmi çok olan âlimler.
bîhaste   f. Şaşkın. Yorgun. Aciz.
bihbud   f. Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ.
bihi   f. Ayva.
bihim   O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir.
bihima   O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir.
bihin(e)   f. En iyi, pek iyi, seçkin. * Hallaç.
bihnane   f. Beyaz ve has ekmek.
bihr   Ağız kokusu.
bihram   f. Savm, oruç.
bihred   Akıllı kimse.
bihrit   Mücerred ve hâlis nesne.
bihte   f. Kalburdan geçirilmiş, elenmiş.
bihter(ek)   f. En iyi, daha iyi.
bihterek   f. Farslılarca, 120 senede bir def'a 13 ay kabul edilen yılın ismi.
bihterî   f. Üstünlük, en iyi ve üstün olma.
bihterîn   f. Pek iyi, en iyi.
bije   f. Safi, halis, katıksız, sade, sırf. * Hususiyle.
bijeng   f. Kapı anahtarı, miftah.
bika   (Buka. C.) Topraklar, memleketler, ülkeler. ◊ Mercimek.
bika'   (Buk'a. C.) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler.
bikle   Fıtrat, yaradılış, tabiat. * Kılık, kıyafet. Şekil, biçim.
bikr   (Bikir) Bozulmamış. Temiz. * Bekâr. El sürülmemiş. * Her şeyin evveli. * Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet.
bikr-i fikir   f. İlk olarak söylenen fikir.
bil'asale   Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.
bil'ayan   Açık olarak. Meydanda olarak.
bilâ   Olmayarak, sahib olmıyan '...sız,...siz' mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.
bilâ-addin   f. Sayısız. Adetsiz.
bilabil   Elem, keder, tasa, dert, gam. * Telâş.
bilâd   (Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler.
bilade   f. Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden.
bilakis   Aksine. Tersine. Zıddına.
bilal   Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak. (Bak: Belal)
bilanço   ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel. * Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü More…
bilaz   Kaçkın kimse. * Yemeği doyana kadar yiyen. * Kısa boylu adam.
bilbedahe   Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.
bilcümle   Bütün, hepsi. Umumiyetle.
bildem   Göğüs önü. * Boğaz. * Akılsız kimse.
bilek   f. Çatal temrenli bir nevi ok.
bilfarz   Olduğunu kabul ederek. Farzolarak.
bilfiil   Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.
bilgin   Musibet, belâ, felâket, âfet.
bilhads   Hads ile. Son derece bir sür'at-i intikal ile. (Bak: Hads)
bilhadsissâdik   Doğru bir hads ile. (Bak: Hads)
bilinç   t. Pks: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum.
bilinemezcilik   (Bak: Lâedriye)
bilirkişi   (Bak: Ehl-i vukuf)
bilistihkak   Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak.
bilittifak   İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle.
bilkasd   Kasd ile, düşünerek. Bilerek.
bilkülliye   Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen.
bilkuvve   Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile.
bill   Mübah olan şey.
billahi   Allah'a, Allah'tan. * (Yemin) maksadı ile söylenir.
bille   Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur.
billit   Akıllı, hâzık ve mâhir kimse.
billiz   Kısa boylu adam. * Şişman kadın.
billur   Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan.
bilmukabele   Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
bilmüşahede   Görmek suretiyle, görerek.
bilsam   f. Zâtülcenb, akciğer zarı iltihabı.
bilv   Belâ. * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
bilvasita   Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile. * Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.(Bak: Musarra')
bilyakîn   Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek. (Bak: Yakin)
bilye   (C.: Belâya) Belâ, * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
bim   f. Korku, havf. * Tehlike.
bim ü ümid   Korku ve ümid.
bim-nak   f. Korkmuş.
bimanend   Eşsiz, nazirsiz.
bimar   (C.: Bimârân) f. Mariz, hasta, alil.
bimare   f. Hasta, alil. * Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı.
bimarhane   Tımarhane. Akıl hastahanesi.
bimaristan   f. Tımarhane. * Hastahane.
bîn   f. Kelime sonuna ilâve ile 'gören, görücü' mânalarına gelir. 
bina   f. Gören, görücü. * Göz.
bina emini   İnşaatı kontrol eden.
bina'   (C.: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma. * Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.
bina-dil   f. Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan.
binaberin   f. Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı.
binâen   ...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.
binâenalâhaza   Bundan dolayı. Buna binaen.
binâenaleyh   Bunun üzerine, ondan dolayı.
binaguş   f. Kulak tozu. * Kulak memesi.
binavend   f. Mâni, engel.
binbaşi   'Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.'
binc   Her nesnenin aslı ve kökü.
bincişk   f. Şerçe kuşu.
binefsihi   Bizzat, kendisi, kendisi ile.
binek   f. Gözbebeği, hadeka.
binende   f. Görücü, gören. * Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı.
binevend   f. Mâni, engel.
bingildak   Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır.
binî   f. Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) * Dağ tepesi. * Zirve, uç nokta. * Yayın ele alınan kısmının ucu. * Görürlük, görmeklik.
biniş   f. Basiret, görüş, görme kabiliyeti. * Mülâkat.
binnetice   Neticede, netice olarak.
binnihaye   Sonuna kadar. Sonsuz.
binniyet   Kastederek. Niyetle.
binsar   (Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı.
bint   Kız. Kızı. 'Fâtıma bint-i Resûl-i Ekrem (A.S.M.): Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) kızı Fâtıma (R.A.)'
bir gûna   Hiçbir suretle. Bir suretle. Bir türlü.
bir'is   Sütlü deve.
bira   (Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins içki.
birabbi   Rabbimle, Rabbime.
birad   f. İhtiyar, pir. Dermansız, güçsüz kimse.
birader   (Berâder) f. Kardeş.
biraderane   f. Dostça, kardeşçe.
biraderî   f. Kardeşle ilgili. Kardeşlik.
biraderzade   f. Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.)
birak   Cennet merkeplerinden bir bineğin adı.
biran(e)   f. Viran, harab, yıkık, dökük, eski.
biranda   Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak.
biraste   f. Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç.
biraz   Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma.
birbas   Derin kuyu.
bircis   Sütlü Deve. Müşteri yıldızı.
bire'sihi   Kendi başına, bizzat.
birig   f. Üzüm salkımı.
birinc   f. Bir hububat cinsi olan pirinç. * Pilav. * Pirinç madeni.
birişte   f. Kızartılmış.
birkaş   (C.: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı.
birkîl   Tüfek. * Zemberek adı verilen bir savaş aleti.
birleme   (Bak: Tevhid)
birnas   Derin kuyu.
birnis   f. At kestanesi.
birr   Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve ihsan etme. * Amel-i sâlih, iyi amel. * Koyunu sevketmek. * Gönül, kalb. * Tilki yavrusu. * Fâre.
birs   Pamuk.
birsa'   Uzun boylu, semiz.
birsam   (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut More…
birşam   Hiddetli nazar, kızgın bakış.
birtil   (C.: Berâtıl) Rüşvet. * Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır.
birun   f. Dışarı, hârici, dış. * Fazla.
birunane   Haddini aşarak. Haddini tecavüz ederek.
biruz   f. Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş.
biryan   f. Kebabın bir nev'i. Piran. Pürân.
birzevn   (C.: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde 'esb-i palanî' derler)
birzin   Ağaç maşrapa.
biş   f. Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot.
biş-baha   f. Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli.
biş-ter   f. Daha çok, daha fazla.
bişar   f. Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. * Altın, gümüş kakmalı işlemeler. * Takatsiz, dermansız, halsiz.
bişaret   (Bak: Beşâret)
bisat   (C.: Büsüt) Döşek. * Döşeme, kilim, minder.
bişe   f. Orman, meşelik.
biser(e)   f. Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu.
bişî   f. Fazlalık.
bişing   f. Balyoz. Kazma. Küskü. Burgu.
bisinoz   yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir akciğer hastalığı.
bişir   Talâkat, güzel yüzlülük.
bişkel   f. Elem, keder, gam, tasa, kasavet. * Orak şeklinde ağaç anahtar. * Kıvırcık saç.
bişkufe   f. Kusma, istifra. * Çiçek.
bişkuh   f. İktidarlı. Kuvvet sahibi. Muhterem ve saygıdeğer kimse.
bişkul   f. Becerikli, çevik. * İhtiyatlı, tedbirli. * Akıllı. * Kuvvet sahibi.
bismark   (Bak: Prens Bismark)
bismihi   Onun adı ile, onun namına. * Allah'ın adıyla.
bismil   f. Boğazlanmış, kesilmiş.
bismil-gâh   f. Hayvan kesilen yer, salhâne.
bismil-şüde   f. Boğazlanmış, kesilmiş.
bismillah   Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile.
bişpul   f. Pejmurde, perişan, dağınık.
bisr   Vücudu sivilceli olan kişi.
bişr   Sevinç eseri.
bisre   Sivilce, siğil.
bissüyûf   Kılıçlarla ve kuvvet ile.
bist   (C.: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve. * Salıverilmiş, bırakılmış olan şey. ◊ f. Yirmi. (20)
bistah   f. Küstah, hayâsız, edepsiz, arsız, utanmaz adam.
bistam   f. Kıymetli bir cins taş olan mercan.
biştam   f. Sığıntı, parazit, asalak.
bistar   f. Çarpık, eğri. Gevşek.
bister   f. Yatak, döşek.
bistuh   f. Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse.
bistüm   Yirminci.
bisyar   f. Ziyade, çok , fazla.
bisyarî   f. Çokluk.
bît   Kut. Gıda.
bit(e)   Bir gece yiyecek yemek.
bita   Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme.
bita'   Bal şerbeti.
bitain   Astar. (Bak: Betâin)
bitaka   Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.) ◊ (C.: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı.
bitan   Deve kolanı. Karnı tok kimse.
bitane   Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey. * Mahrem, sırdaş. * Astar. * Bir şehrin ortası, merkezi. ◊ (C.: Betâyin) Çarşaf. * Kaftan More…
bite(t)   Geceleme, gece kalma.
bitevî   (Biteviye) t. Sürekli, durmadan. * Bütün yekpare.
bitke   Kesinti. * Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri.
bitlab   f. Hurma çiçeğinin tomurcuğu.
bitn   Zengin. * Bodur. * Obur. * Şaşkın. * Yalnız kendi nefsini düşünen.
bitna   Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç. * Mide dolgunluğu.
bitr   Bir şeyin boş yere zâyi olması. * İnkâr etmek.
bitrik   (C: Betârika) Reis. * Emir. * Çavuş.
bitta   Yağ koydukları bardak.
bittahrik   Hareket ettirerek, oynatarak. * Kışkırtarak, teşvik ederek.
bittasavvur   Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek. (Bak: Tasavvur)
bittedric   Yavaş yavaş.
bittih   Karpuz. Kavun.
bitüm   Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır.
bityar(e)   f. Elem, keder, tasa, sıkıntı.
biûza   Sivrisinek.
biv   f. Güve.
bivan   Çadır direği.
bivar   f. 'Onbin' sayısı.
bivaz   f. Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul.
bive   f. Dul kadın, kocasız kadın.
bivegî   f. Dulluk. Kocasız kadının hâli.
biya'   (Bia. C.) Kiliseler.
biyaet   (C.: Biyâât) Satılık mal.
biyah   (C.: Büyâh) Ufak balık.
biyan   Gece. Gece ile gelen belâ.
biyocoğrafya   yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.
biyoelektrik   Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)
biyofizik   Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.
biyoğrafi   Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.
biyokimya   Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi. More…
biyolog   Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim.
biyonik   Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle More…
biyoterapi   Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma usûlü.
biyt   Kuvvet.
biyz   (Bîd) Parlak ve beyaz.
biza'   Birisine kaba muamelede bulunma. * Faydasız, boş yaramaz söz.
bizare   f. Desise, hile, tuzak.
bizâtihi   Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.
bizaz   (Bak: Bezazet)
bizişk   f. Tabib, hekim, doktor.
bizişkî   f. Doktorluk, hekimlik, cerrahlık.
bizlah   Geveze, boşboğaz, çenesi düşük.
bizle   Gündelik elbise. ◊ f. Lâtife, şaka.
bizr   (C.: Büzûr) Sebzevât. * Kuru ot tohumu. ◊ Beyhûde, boşu boşuna. ◊ Heder olmak.
bizz   Açmak, feth.
blöf   ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.
blok   Fr. Birbirine bitişik yapılar. * Büyük ve ağır yığın. * Resim kağıtları saklanan karton kap.
bobin   Fr. Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara.
bodur   Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan.
bombardiman   Fr. Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum.
bön   Budala, ahmak, saf.
bonkör   Fr. Hulus-i kalb. Kalb temizliği. İyilik.
bono   İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet.
bora   yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr.
borç   Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya More…
bornuz   Başlıklı ve kollu hamam havlusu.
borsa   (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.
bostan   (Bustan) f. Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. * Kavun, karpuz.
bostan-i hudâ   f. Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. 'Vahidiyet mertebesi' diye de söylenmiştir.
botanik   Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi. (Bak: Biyoloji)
boykot   '(Boykotaj) Fr. Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. * Bir More…
boylam   t. Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Bak: Tul)
bozkir   Yağışlı mevsimler de yeşeren ot cinsinden bitkilerin ve bazı bodur ağaçların yetişebildiği yarı kurak yer.
bozok   Bugünkü Yozgat vilâyetimizin Osmanlılar devrindeki adı.
bronş   yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.
bu'   Bir şeyi kucaklayıp çekmek.
bu'bab   Cemaat, topluluk.
bü'bü'   Her nesnenin aslı. * İzzet, kerem. * Zeyrek akıllı, zarif kişi. * Hâkim, seyyid. * Gözbebeği. * Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.
bu'd   (C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.
bu'dan   (Baid. C.) Uzaklar, ırak yerler.
bu'kuke   İzdiham, kalabalık.
bu're   Çukur. * Çölde çukur tarzında yapılan ocak.
bü's   Güçlük, zorluk. * Fakirlik.
bu'susa   Küçük canavar.
bu'sut   Derenin ortası.
bu(y)   f. Koku, râyiha.
buak   Şiddetli sel. * Şiddetli ses, sadâ. Haykırış. * Birden bire, ansızın gelen yağmur.
büak   Yağmuru şiddetle yağan bulut.
bubürd(ek)   f. Andelib, bülbül.
büc   f. Keçi.
büç   f. Avurt. Ağzın iç tarafı.
bücal   f. Ateş koru. * Kömür.
bücbûha   Bir yerin orta kısmı. Orta yer.
bücc   Kuş yavrusu.
bücdet   İlim, bilgi.
büceyr   Ashab. Etba'.
bücr   Şaşılacak, taaccüb edilecek şey. * Şer, kötü, iyi olmayan.
bücriyy(e)   Musibet, belâ, felâket, âfet.
bücud   Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet.
bücûl   f. Tıb: Topuk kemiği. Aşık kemiği.
bud   f. Varlık.
büd   f. Sâhip. * Maşa.
bud u nebud   f. Var-yok. * Oldu-olmadı.
büdad   Nasip, hisse, pay. * Nihayet, son.
büdae   Her şeyin öncesi, evveli.
budala   Zekâca geri, salak.
büdbüdek   f. İbibik kuşu, çavuş kuşu, hüdhüd.
büdd   Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme. * Perâkende etmek, dağıtmak. Put, sanem. * Firak. * Tâkat, kudret.
büdde   Nasib, hisse, pay. * Nihayet, son.
budeî   f. (Hindistan'da) Buda Dininden olan.
budene   f. Bıldırcın kuşu.
budha   Sâha. Avlu, meydan.
büdn   Yoğun gövdeli ve şişman olmak.
budu'   Can sıkılması. * İdrak etme, anlama.
büduh   Yürümek, meşy. * Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına)
büdün   (Bedene. C.) Kurbanlık develer.
büdur   İleri geçme, hızla geçme.
büdüv   Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme.
büfe   Fr. İçinde sofra takımı konulan dolap. * Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. * İstasyon lokantası. * Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. More…
bug   f. Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını.
büga'   İstemek, talep etmek.
bugas   Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar.
bügas   (C.: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.
bügase   Ufak kuş.
bugat   (Bâgî. C.) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler.
bügeyg   Koyun. * Besili erkek geyik. * Semiz keçi. * Bir yerin adı.
bugra   f. Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu.
bügur   Düşmek, sukut.
bügye   İstenen ve kasdedilen şey.
buğz   Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.
buh   Zeker.* Nefis.
büh   'Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler. * Puhu.'
buh(e)   Erkek baykuş. * Çakır doğan.
buhala'   (Bahil. C.) Tamahkârlar, cimriler.
buhar   Suyun buğu haline gelmiş şekli. * Seyyal, lâtif cisim.
bühar   Deniz balıklarından bir beyaz balık.
büharise   Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.
bühat   Bühtan edici, iftiracı.
buhayre   Göl. Küçük deniz.
buhbuha   Saha. Alan, orta yer.
bühbuha   Bir yerin ortası, orta yer.
buhha   Boğaz kısılmak.
bühhüt   Haramzâde, piç.
buhl   Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik.
buhle   f. Semizotu.
bühlul   Güzel yüzlü.
bühmâ   Dikenli ağaç.
bühme   (C.: Bühüm) Cemaat, topluluk.* Leşker. * Bahâdır, kahraman.
buhnuk   Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe 'destâr' derler)
bühr   Galip olmak. * Yürümekten nefesini tez tez verip solumak.
buhran   Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı. * Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.
bühre   Geniş yer, büyük mekân. * Kesik kesik soluyuş. * Dere içindeki sazlık ve çayırlık.
bühsul   İri gövdeli kimse.
buht   Arabî ile Acemîden doğmuş develer. ◊ f. Veled, oğul, mahdum.
büht   İftira, isnad edilen yalan. * Bir seyyarenin bir günlük hareketi.
bühtan   İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme. * Dalgınlık. * Medhûş ve mütehayyir olma.
buhtec   Pişmiş.
buhter   Her şeyin esası, aslı. * Kısa boylu.
buhtiyye   Melez dişi develer.
buhtu(r)   f. Ra'd, gök gürültüsü.
bühtür(e)   Bodur, kısa boylu.
buhu   Mütevazi bir şekilde hakkını isteme.
buhuh   Ses kısıklığı.
buhul   Tamahkârlık, cimrilik.
buhur   (Bahr. C.) Denizler. ◊ Tütsü. (Bak: Bahur)
bühur   Işıklı, nurlu, aydınlık. ◊ Büyük emir.
buhur-dân   f. Tütsülük.
bühüt   (Behût. C.) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.
bühüvv   (Behv. C.) Misafirlere mahsus odalar. * Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.
bujene   f. Tomurcuk. * Henüz açılmamış çiçek.
büjhan   f. Gıpta etme, imrenme.
büjmeje   f. Kaya keleri, kertenkele.
büjul   'f. Aşık kemiği; topuk kemiği.'
buk   Düdük. Boru.
buk'a   Yer parçası, ülke. * Boş ve ıssız yer. * Sağlam ve büyük bina. * Benek leke.
bükâ   Ağlama.
bükâ-âlûd   f. Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü.
bükâ-engiz   f. Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü.
bukalemun   f. Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. * Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren.
bükât   Ağlayanlar.
buket   Fr. Çiçek demeti.
bukkarî   Musibet, belâ, âfet, felâket.
bükmâ   (Ebkem. C.) Dilsizler. Ebkemler.
bükre   Erken. Sabah vakti.
bükse   Kiremit parçası. * Saksı.
bukta   Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık. * Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.
büky   Ağlayıcılar, ağlıyanlar.
bukya   Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik.
bül'a   Değirmen taşının tane dökülecek yeri.
bül'um   Gırtlak, hançere.
bül-game   f. Herşeye hevesli olan.
bülâg   f. Pınar, çeşme.
bülâlet   Islaklık, nemlilik, yaşlık.
bülbül   (C: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş.
bülbülan   (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
bülbüle   (C.: Belâbil) Emzikli bardak.
bülbülveş   Bülbül gibi.
bülcet   Genişlik, vüsat.* İki kaş arasında olan açıklık.
büldan   (Belde ve Beled. C.) Beldeler, şehirler, iller, memleketler.
bülega   (Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.
bülehniye   Maişet genişliği. * Gani olmak, zenginleşmek.
bülend   f. Yüksek, büyük.
bülend-âvâz   f. Haykırma, yüksek ses.
bülend-himmet   f. İyi çalışır.
bülend-pâye   f. Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan.
bülendî   f. Yükseklik, yücelik.
bülga   Maaşa yetecek nesne.
bülgat   Geçinmeye kâfi gelecek kadar olan şey.
bülheves   f. Heves ve isteği çok, maymun iştahlı.
bülka   Kısa boylu. * Bir kuşun adı.
bülkut   (C.: Belâki) Bir hurma cinsi. * Ot ve su olmayan harap ve boş yer. * Yalan yere yemin etmek.
büllet   (C.: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması.
büls   İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval.
bülsün   Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de derler.)
bülten   Fr. Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. * Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute.
büluc   Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.
bülud   Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Köhne olmak, eskimek. * Meclise geç gelmek.
büluğ   Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma.
büluh   Beceriksiz, âciz. * İşe yaramama, yorgun ve bitkin olma.
bulvar   Fr. Geniş ve ağaçlı cadde.
bum   f. Yer, toprak, zemin, memleket, yurt.* Huy, haslet, tabiat. * Sürülmemiş tarla, arazi.
büm   (C.: Ebvam) Baykuş.
bum(e)   f. Zool: Baykuş.
bumbar   f. Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. * İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek.
bumehen   (Bumehin) f. Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. * Koyun bağırsağı.
bun   f. Nihâyet, dip. * Kolay, suhûletli. * Rahim. * Temizlenmiş olan koyun bağırsağı.
bün   Temel, esas, kök, netice, son. ◊ Meziyyet, üstünlük.
bündad   f. Temel. Binanın esası. * Destek, payanda. Duvar, set.
bündar   f. Zengin, asil ve kibirli kişi.
bunduk   Yuvarlak küçük taşlar. * Yuvarlak küçük kurşun. * Fındık.
bünduka   (C.: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi. * Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.
büniyye   (C.: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat. * Sazan balığı. * Meçhul yol.
bünlad   f. Destek, payanda, duvar, set. * Temel. Esas, bina.
bünn   Yemen kahvesi.
bünud   (Bend. C.) Büyük bayraklar, sancaklar.
bünüvvet   Evlâtlık, oğulluk.
bünyad   f. Temel, esas. Yapı, binâ.
bünyamin   Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu.
bünyan   Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak.
bünye   Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret.
bünye-hîz   f. Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran.
bur   Hayırsız kişi. * Ekine elverişli olmayan tarla. ◊ f. Fıstıkî renk. * Sülün. * Doru at.
bur'   (Bak: Ber')
bür'   (Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması. * Kurtulmak. * Fazilette ve bilgide üstünlük. (Bak: Ber')
bür'um   Açılmamış gonca çiçek.
bür'ûme   (C.: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.* Gül gılafı.
bura   (Bak: Bevr)
büra   Kamıştan yapılan hasır.
büra'   Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş.
bürabe   Kalem yongası, törpüden çıkan talaş.
bürad   Soğuk.
bürade   Eğeden çıkan talaş ki, 'bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i hadid' denir.
buraha   şiddet. Ezâ ve meşakkat.
burak   'Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: 'Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe
büraka   Bütün gün yüzünü süsleyen kadın. * Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.
büram   Kene dedikleri böcek.
büraye   Yontulan ağaçtan çıkan yonga.
bürbur   Bulgur. (Buğdaydan yapılır.)
burc   Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
bürc   (C.: Bürûc-Ebrac) Hisar. * Yıldız.
burcas   Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.
bürcas   Havada ağaç başında olan nişan.
bürceme   (C: Berâcem) Parmak boğumu.
bürcüd   Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.
bürd   f. Bilmece, bulmaca.
bürda   Tıb: Sıtma hastalığı.
bürdbar   f. Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse.
bürdbarî   f. Ağırbaşlılık, sabırlılık.
bürde   Hırka. Üstten giyilen libas, elbise.
bürdek   f. Küçük bilmece.
bürdî   Hurmanın iyisi.
büre   (C.: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar. * Bilezik gibi olan halkaların her birisi.
büreha   Şiddetli azab. Sıkıntı.
bürehne   f. Açık, yalın çıplak.
bürehne-gî   f. Çıplaklık.
bürehne-ser   f. Başı açık.
büresa'   Nâs mânâsına kullanılan bir isim.
bürgur   Buzağı.
bürgus   (C.: Beragis) Pire.
burhan   (Bak: Bürhan)
bürhan   Delil, hüccet, isbat vasıtası.
bürhe   Zaman, an, müddet.
bürhin   Zahmet, güçlük, zorluk.
bürhun   f. Duvar. Kemer. * Çember, daire. * Hâne, ev ve kale kapısı. * Mâni, engel, çit. Avlu.
bürid   Oniki mil.
büride   f. Kesilmiş.,
büride-ser   f. Başı kesik.
bürin   f. Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.)
buriya   f. Hasır.
burjuva   Fr. Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle More…
bürka   (C.: Birak) Taşlık yer.
bürka'   Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe.
bürkan   Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ.
burkat   Sanem, heykel, put.
bürke   Martı. * Kurbağa. * Havuz. * Küçük göl.
burku'   (Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe. * Kâbe örtüsü. * Yedinci kat gök.
bürme   (C.: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. * Çömlek. * Baş örtüsü.
bürna(h)   f. Yiğit, delikanlı, genç.
bürnak   f. Delikanlı, yiğit, genç.
bürnüs   (C.: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)
bürokrasi   Fr. Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya More…
bürokrat   Fr. Memur sınıfından olan. * Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren.
bürr   Buğday.
bürran   f. Keskin, kesici.
burs   Fr. Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para.
bürs   Ardıç ağacının meyvesi.
bürsan   f. Ejderha, büyük yılan.
bürsün   (C.: Berâsin) İnsan eli. * Vahşi hayvanların pençesi. * Develere vurulan bir nevi damga.
bürsute   Tehlikeli yer.
bürt   Nebat şekeri. Zelil, aşağılık kimse. * Balta.
bürtule   (C.: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke. * Rüşvet.
büru'   Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük. * (Hasta) iyiliğe yüz tutma.
buruc   (Burc. C.) Burçlar, hisarlar, kuleler. (Bak: Büruc)
büruc   (Burc. C.) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
büruc suresi   Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
bürûd   Berd, soğuk. * İşten soğuma, bıkma.
bürudet   Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk. Münaferet. Muhasama.
bürufe   f. Mendil. * Sarık. * Kuşak, bel kuşağı. Forma.
büruk   Un helvası, undan yapılan bir nevi helva. * Büyük oğlu varken evlenen kadın. * Deve çökmek (mânâsına mastardır.) ◊ Bir şeyin şakıması, parlaması. * (Berk. C.) Berkler, More…
burut   Bıyık.
büruz   Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
burzag   Şişmanca, etine dolgun delikanlı. * Delikanlılık çağındaki neşe.
bürzea   (C.: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler.
bürzu'   Dolu, dolmuş, mümteli.
bus   f. 'Öpen' mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus  - Etek öpen.
büş   f. At yelesi. * Kahkül. * Noksan, eksik.
busa   Bir gemi cinsi.
busak   Ağız suyu.
büsak   Tükürmek.
busat   (Bisat. C.) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları.
buse   f. Öpme.
buse-câ   f. Öpecek yer.
buse-çin   f. Öpücük alan, öpücük toplayan.
buse-gâh   f. Öpülecek yer.
buse-zen   f. Öpen, öpücü.
büsed   Kırmızı boncuk. * Mercan.
busende   f. Öpen, öpücü.
buseyla'   Pazu dedikleri ot.
buside   f. Öpülmüş.
busiden   f. Öpmek.
bûsiş   f. Şapırtılı öpüş.
büşiy   Fakir ve evlâdı çok olan kimse.
büsle   Efsuncuya verilen ücret.
büslet   Nam, şöhret, ün, şan.
büşra   Müjde. Sevinçli, hayırlı haber. * İncil'in bir ismi.
büsre   Herşeyin ucu ve başı. * Herşeyin tâzesi. * Genç kız veya oğlan. * Hurma koruğu. * Biraz büyümüş olan ekşi ot.
büssed   Mercan taşı.
büstah   f. Edebsiz, küstah, utanmaz.
bustan   f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe.
bustan-bân   f. Bahçıvan.
büste   f. Fındık.
büstûka   (C.: Besâtik) Küçük küp. Küpçük.
büsuk   Bir kimsenin, akranına üstün olması. * Ağacın uzaması. * Uzunluk.
büsul   Beddua, lânet.
busula   Pusula.
büsut   Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı.
büsûta   Genişlik. * Tekellüfsüzlük.
butakat   (C.: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler.
bütçe   Fr. Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri.
büteka   (C.: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.
büteyra   Sonunda evlâdı kalmayan. * Vitir namazını bir rekat kılmak. * Şems, güneş. * Sabah.
butha   İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık.
buthan   Medine-i Münevvere'de bir derenin adı.
butin   Menazil-i Kamer'den üç yıldız.
bütlal   f. şaşa kalan, hayret eden, hayran olan.
butlan   Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak.
butm   Çitlenbik ağacı. (Yemişine 'habbet-ül hadar' derler.)
bütperest   f. Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Bak: Putperest)
bütşiken   f. Put kıran.
butu'   Geç kalma, gecikme.
bütu'   Uzaklaşma. * Kesilme.
butul   Çürüklük, boşluk, beyhudelik.
bütul   Bâtıl olmak.
butule   Çok kahraman ve bahadır olmak.
butun   (Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Nesiller, soylar.
bütun   (Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Soylar, nesiller.
butv   Eğlenmek, geç gelmek.
buuc   Karında olan yaralar.
buule   Kadın eş, zevce.
buulet   Zevciyet. Karıkocalık. * İmtinâ ve red ve muhalefet etmek.
büüre   Çukur kazmak. * Çukur.
buus   Sefalet. Yokluk içinde olma.
büvan   (C: Ebvine) Çadır direği, direk.
buy   f. Koku. * Ümit, umma. * Sevgi, muhabbet. * Tamah.* Huy. Tabiat. * Kısmet, pay, nasib.
bûy-dar   f. Kokulu.
buy-perest   f. Av köpeği.
bûya   Güzel kokulu.
bûyahya   Azrail (A.S.)
bûyçe   f. Sarmaşık (nebat)
buye   Özleme, hasret.
buyiden   f. Koklamak, koku almak.
buyrultu   t. Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri.
büyü   Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. More…
büyu'   (Bey'. C.) Satışlar. Satın almalar.
büyud   Yok olma, hiç olma, in'idam.
büyüklenmek   t. Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.)
büyun   Geniş ve derin kuyu. * Mıntıkalar, bölgeler, yerler.
büyût   (Beyt. C.) Beytler, evler.
büyûtât   (Büyût. C.) Asilzâde aileleri. * Asil kimseler, soylu kişiler. * Ev kümeleri.
büyûz   (Beyz. C.) Yumurtalar.
büz   Harap yer.* Fâsid nesne. * Helâk. ◊ f. Keçi.
büz-ban   f. Keçi çobanı.
büza'   Kibar, zarif.
büzaa   Kibarlık, incelik, zerafet.
buzak   Tükrük. (Ağızda 'buzak', ağızdan çıksa 'rıyk' denir.)
büzak   Salye, tükrük.
büzare   Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması.
büzbûn   Altıda bir, südüs.
büzgale   f. Keçi yavrusu, oğlak.
büziçe   f. Oğlak. Küçük, yavru keçi.
buzine   Maymun.
büzm   Kesin karar ve tahammül. * Sertlik, kuvvet. * Doğru rey.
büzr   Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.
buzra   Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası.
büzû'   Doğmak, tulû' etmek.
büzul   Yarılmak, inşikak.
büzur   (Bezr. C.) Tohumlar, çekirdekler.
büzürg   (C.: Büzürgân) f. Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. * Reis, baş, başkan, şef. * Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı.
büzürg-sal   f. İhtiyar, yaşlı.
büzürg-var   f. Büyük, saygıdeğer, ulu (kimse).
büzürgân   (Büzürg. C.) Büyükler, azimler, cesimler, ulular.
büzürgâne   f. Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette.
büzürgî   f. Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk.
büzürgmeniş   f. Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan.
büzuzet   Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet.
büzzaka   Kabuksuz sümüklü böcek.
 Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali.
ç   Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında 'cim' harfi gibi üç sayısının karşılıdır.
câ   f. Yer. Mekân. Mevki.
ca'ab   Bileyci.
ca'am   Tama' etmek.
ca'b   Kazmak. * Atmak.
ca'be   Ok torbası, sadak.
ca'ber(e)   (C.: Ceâbir) Kısa boylu kimse.
ca'ca'   (C.: Ceâci) Taşsız yer. * Zindan.
ca'caa   Değirmen sesi. * İsteklerde zorluk vermek. * Devenin çökermesi. * Çökmüş deveyi kaldırmak.
ca'cere   (C.: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.
ca'l   'Yaratmak, halk. * Almak. * İş işlemek. Yapmak. * Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır
ca'le   (C.: Cüul) Küçük hurma ağacı.
ca'lî   Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.
ca'liyyat   Yapmacık hareketler, sahte, düzme hâller.
ca'liyyet   Yapmacık (olmak.)
ca'ma   Yaşlı deve.
ca'mus   (C.: Ceâmis) Pis, necis.
ca'r   Yırtıcı kuşların pisliği.
ca's   Pis, necis.
ca'sûs   (C.: Ceâsis) Kötü huylu, kısa boylu.
ca'v   Deve ve koyun tersini toplamak.
ca'z   Yoğun, kalın nesne.
ca'zerî   Kısa boylu, galiz, sitemkâr kimse.
caadet   Etli, semiz ve kıllı kişi. * Su kenarında biter bir ot. * Bir kabile adı. ◊ Kıvırcıklık.
caar   Sırtlan.
çaba   Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç.
cabe   Bir cevap.
cabeca   f. Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
cabet   Cevap vermek.
câbi   (Cibâyet. den) Eskiden Evkaf gelirlerini ve zekâtları toplayan tahsildar.
câbir   Cebredici, zorla yaptıran.* Galib gelen. * Şefkatsiz, merhametsiz. * Tekebbür ve taazzüm eden. * Aziz ve kavi olan. * Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı. * Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi. More…
cabiye   (C.: Cevâbi) Cemaat. * İçinde su toplanan büyük havuz. * Şam diyarında bir şehir adı.
cablus   f. Dalkavukluk, yaltaklanma. * Dalkavukluk eden, yaltaklanan.
cablusî   f. Dalkavukluk, yaltaklanıcılık.
çabük   f. Çabuk, seri, aceleli, hızlı, tez, hafif.
çabük-hirâmân   f. Sür'atli yürüyen. Çabuk yürüyen.
çabük-rev   f. Çabukça giden.
çaçaron   İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze.
çaçele   f. Postal, ayakkabı, çarık, pabuç.
cadd   (Câdde) Ciddi, çalışkan, azimli.CA'D: Kıvırcık saç, şa're.
cadde   Geniş, işlek, büyük yol. Anayol. şah-rah.
cadi   Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok More…
cadib(e)   Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören.
cadil   Gürbüz, kuvvetli, kavi, metin.
cadis(e)   Viran, harap, yıkık. * Çorak, kurak, işlenmemiş, ekilmemiş toprak, gelir getirmeyen boş arazi.
cadu   f. Büyücü, cadı. * Hortlak, gulyabani. * Acuze, çirkin kocakarı. * Çok güzel söz.
cadu-fenn   f. Büyücü, sihirbaz.
cadu-ger   f. Büyücü, sihirbaz.
cadu-suhen   f. Sihirlercesine söz söyleyen.CA'F: Atmak, yere vurmak.
cafî   Cefa eden, eziyet veren.
cafil   Yürürken çabuk olan kimse.
cafûn   Karpuz.
çağatay   Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.
çağdaş   (Bak: Asrî)
cager   f. Kuş kursağı.
çağla   (Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi.
çağlar   Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.
çağz   f. Kurbağa. * Korku, havf. * Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. * Ah ü fizar. İnilti.
cah   (Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
çâh   (Çeh) f. Kuyu. Çukur.
cahan   Yediği fayda etmeyip geç büyüyen çocuk.
cahar   Kuyunun içinin geniş olması.
cahb   (C.: Echibe) Ebücehil karpuzu. * Korkudan dolayı kederli olmak.
cahcah   (C.: Cehâcih) Ulu, şerif kişi.
cahcaha   Gönlünde olan sırrını gizlemek. * Çağırmak. * Su sesi.
cahd   Bile bile inkâr etme.
cahdel   Semiz.
cahdem   (C.: Cehâdim) Ekin tarlası.
cahder   Kısa boylu.
cahf   Tekebbürlenmek, kibirlenmek, gururlanmak. ◊ Övünme, fahr. * şeref.
cahfel   Dudakları kalın olan kimse. * Asker. * Zenginlik.
cahfele   (C.: Cehâfil) At dudağı.
cahh   Ayakları uzun, yeşil çekirge.* Adamın beli bükülüp eğilmek.
cahî   (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.
cahid   Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. More…
cahif   Uykusunda dişini öttürmek. * Çok fazla hafiflik üzerine olmak. * Nefis, ruh. * İnsanın karnından çıkan ses. * Kısa. * Çok asker. ◊ Kişinin kendi yanında olan şeylerin More…
cahil   Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy. * Allah'ı unutmuş olan. Gafil.
cahilane   f. Câhillikle, câhilce, câhil kimseye yakışır şekilde.
cahile   (C.: Cevâhil) Değirmen çarkı.
cahim   Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş. * Cehennem'in bir tabakası. ◊ Çok sıcak yer.
cahimî   Cehennem gibi.
cahiyen   Aşikâr olarak, alenen.
câhiz   Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi. * Patlak gözlü adam.
cahiz   Cesur, cesaretli, yiğit.
cahl   Çekirge gibi bir büyük arı. * Büyük kırba. * Ters yuvarlayan bir böcek.
cahma'   Gözleri büyük ve çok kırmızı olan kadın.
cahme   Nazar değdiren göz. * Kat kat ve şiddetli yanan ateş.
cahmeriş   (C.: Cehâmir) Çok yaşlı kadın. * Eşek sıpası.
cahre   Şiddet ve kıtlık yılı. * Yemek.
cahreme   Darlık. * Kötü ahlâk.
cahş   (C.: Cihaş-Cuhşâ) Eşek sıpası. * Kolan eşeğinin erkeği.
cahşe   Eşek sıpasının dişisi. * Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.
cahsuk   f. Orak.
cahûd   (Cahd. dan) İsrarla inkâr eden. Muannidce, isnat edilen bir sözü kabul etmeyen. * Yahudi.
cahûf   Mağrur, kibirli, kendini beğenmiş.
cahzem   Gözleri büyük olan kimse.
caibe   (C.: Cevâib) Halkın ağzında gezen haber.
cail   Yapan, bir şey veren, kılan. * Yaratıcı. (Bak: Ca'l) ◊ Cevelân eden. Yerinde durmayıp hareket eden.
cair   Mâni, engel. * Eğri. * Çok, kesîr. * Eziyet eden. Cevreden. Zulmeden.
caiz   Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.
caize   (Cevaz. dan) (C.: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği. * Hediye, armağan, bahşiş. * Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve More…
çak   f. Yarık, çatlak, yırtmaç. * Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. * Sabah vakti beyazlığı. * Küçük pencere. * Hazır. Amâde. ◊ f. İyi, güzel, sıhhatli, şişman.
caka   (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş More…
çakacak   f. Silahlı çatışmadan çıkan ses.
çakaloz   Çakıltaşı atan bir nevi küçük top.
çakçak   Parça parça, yırtık pırtık. * Kılıç ve emsâli şeylerin sesleri.
çâker   f. Kul, köle.
çâkerâne   f. Kölecesine, köle gibi.
çâkerî   f. Abd'e, köleye ait. * Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik.
çakmakli   Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.
çakşir   İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar. * Kuşların ayağındaki tüy.
çakuç   f. Çekiç.
câl   Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı.
çal   İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at - Durduğu yerde de hareket eden at. * Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. 
cal'   (Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.
cal(i)   f. Tuzak, ağ. * Misvak ağacı.
çala   İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem - Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.
çalab   t. İlâh. Mâbud. Cenâb-ı Hak, Rab.
çalak   f. Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. * Akıl ve ferâseti açık.
çalakî   f. Çeviklik, süratlilik, tezlik.
çalbus   f. Dalkavuk, yaltakçı.
çalçene   t. Durmayıp konuşan, geveze.
cale   f. Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal.
cali'   Açık-saçık kadın. Hayasız kadın. * Utanmaz, utanması kıt olan adam.
calib   Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.
calif   Deri soyan, kabuk soyan.
calife   Deri ile eti birlikte koparan yara.
çâlik   f. Çelik çomak oyunu.
çalim   Tavır, eda. * Kılıcın keskin tarafı, ağzı.
calinos   (Kalinos) yun. İlk devirlerde yaşamış olan bir Yunan Filozofunun adı.
calis   (C.: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan.
çâliş   f. Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. * Mukabil, karşı durma. * Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. * Birleşme.
caliz   f. Sebze bahçesi, bostan. Kavun karpuz tarlası.
calût   (Bak: Yûşâ A.S.)
cam   f. Cam, şişe, bardak, sırça.
çam   f. Eğrilme, bükülme. * Salınma.
cam-i zerrin   f. Altın kadeh. * Tas: Allah âşıkının kalbi. * Bir kasaba adı. * Bir şarab adı.
came   f. Evde giyilen bol elbise. Elbise, çamaşır. Sevb, libas.
çâme   f. şiir ve gazel. Manzume.
came-gî   f. Hâdim ve hizmetçilere verilen ücret ve elbise parası. * Tüfek fitili. * Elbiselik kumaş.* Hizmetkâr, hademe, hâdim.
çâme-gûy   f. Şair.
camedar   f. Elbiseyi muhafaza eden kimse. * Vestiyer.
camehab   f. Yatak.
camekân   f. Elbise soyunulacak yer. * Camlık.
cameşuy   (C.: Câmeşuyân) f. Çamaşırcı, çamaşır yıkayan.
camger   f. Cam yapan sanatkâr, camcı ustası.
camgûl   f. Külhanbeyi.
camhane   f. Cam fabrikası.
cami   'İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina. * Cem'edici, toplayıcı, içine alan. * Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan. * Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel More…
camî   (Molla Camî) Hic: 817-898 Büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı: Abdurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir.
camia   Topluluk. Birlik. Kütle. * Dâr-ül fünûn.
camid   (Câmide) Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız.
camih   Başı sert hayvan.
camil   Çobanla olan deve sürüsü.
camis   Cansız, camid. * Letâfeti gitmiş olan elbise.
camit   Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.
çamulari   Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
camus   Su sığırı. Manda. Kömüş.
can   f. Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri.
can-aferin   f. Yaratıcı.
can-azar   f. Can yakan, can inciten, eziyet veren. Acı çektiren.
can-bahş   f. Hayat bağışlayan, can veren. Sevgili. Cenâb-ı Hak. Allah.
can-efşan   f. Bir dâvâ uğrunda canını veren, canını feda eden.
can-fersa   f. Can dayanamıyacak derecede.
can-geza   f. Ruh sıkıcı, can sıkıcı. Tehlikeli olan, öldürücü.
can-gîr   f. Can sıkıcı, ruh sıkıcı.
can-güzar   f. Cana dokunan, candan geçer olan.
can-nisar   f. Canını harcayan, canını fedâ eden.
can-şiken   f. Azrâil (A.S.)
can-sitan   f. Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel.
cana   f. Ey sevgili! Ey can!
canan   f. Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. * Canlar, ruhlar.
canavar   f. Can alıcı, kahredici. * Vahşi, yırtıcı hayvan. Kurt.
canbaz   (C.: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz. * Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse. * Aldatan, hilekâr, hile yapan. * Eskiden atlı fedai asker.
canbeleb   Ölecek halde, canı dudakta.
candade   f. Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan.
candane   f. Tepe ile alın arasındaki yer, bıngıldak. Beyin.
candar   f. Diri, canlı, zihayat, ziruh. * Silâhlı kimse. * Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. * Yol yiyeceği, azık.
cane   f. Silah.
çane   f. Çene.
canfeza   Gönüle ferahlık veren, can artıran. * Ayın 23. gününe verilen ad.CAN-GÂH: f. Can evi. * Can azaltıcı.
canhiraş   f. Dayanamıyacak derecede acı ve keder veren.
cani   'Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler More…
canî   f. Candan sevilen.
canib   f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
canibeyn   İki taraf, iki cânib, iki yan.
canih(a)   (Cünha. dan) Suç işlemiş, mücrim, cinayet işleyen.
caniha   Bir tarafa meyleden veya bir cenahı tutan. * Göğüs altındaki iyeği.
canişin   Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil.
cankurtaran   t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta. * Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.
cann   Ateşten mahlûk cinlerin babası olan. * Bir beyaz yılan cinsi. * Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler. (Bak: Cinn)
canperver   f. Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen.
canrüba   f. Gönül alan, gönül kapan dilber.
canşikâf   f. Can yaralayıcı, can yırtıcı.
canşikâr   f. Öldürücü. * Mc: Can avlayan veya öldüren. Sevgili, mahbub.
cansiper   (Cansupâr): f. Canını feda eden.
cansiperane   f. Canını feda edercesine.
cansuz   f. Can yakıcı, yürek tutuşturan.
çap   f. Basma, baskı, tab.
çapar   Postacı.
çapkun   Seri ve yorulmaz neviden iyi bir at cinsi.
çaplus   f. Dalkavuk, yaltakçı.
çapûl   f. Yağma, saldırı.
çapûlcu   Düşman toprağına atla hücum edip yağma eden. Akıncı, yağmacı.
câr   Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf. (Bak: Çarşaf) ◊ Çeken, sürükleyen. * Komşu. * Medet eden, yardımcı. * Müşteri.
car   Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.
çâr   f. Dört. Cihâr.
çar   (Slavca) Eski Rus İmaparatorlarının ünvanları. * Bulgar kralı.
çar naçar   f. İster istemez, mecburiyetle.
çar u yek   Dörtte bir.
çâr-bâliş(t)   f. Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. * Dört unsur.
çar-deh   f. Ondört.
çar-gâh   'f. Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub'dur. * Dünya, küre-i arz, cihan. * Türk musikisinde bir makam adıdır.'
çar-guşe   f. Dört köşe. Dört taraf. Dört yön.
çar-şeb   f. Cilbab, ferace, çarşaf.
çar-şenbih   f. Haftanın dördüncü günü. Çarşamba günü.
çar-tak   f. Çardak. * Dört köşe çadır.
çar-yarî   f. Çar-yâra ait. Sünnîlik.
çar-yek   f. Çeyrek, dörtte bir. * Saatin dörtte biri, onbeş dakika. * Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir.
çar-zeban   f. Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan.
çâre   f. Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. * Hile. * Bir def'a. * Ayrılık.
çâre-cu   f. Çâre arıyan.
çâre-sâz   f. Çâre bulan.
çarh   Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih.
çarha   f. Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. * Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap.
cari   Akan, akıcı. * Geçmekte olan. * İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.
çariçe   (Slavca) Rus İmparatoriçesinin nâmı.
carif   Yıkıp harap etmek.
carih   Yaralayan. Yara açan. * Cerheden, çürüten. * Avcı hayvan.
cariha   (Müe.) Yaralayan. * Kol, ayak gibi her bir vücud azâsı.
carim   Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu. * Ailesinin maişetini kazanan. * Kesen. * Hurma toplayan.
carin   Aşınmış ve eskimiş bez.* Belirsiz yol. * Yılan yavrusu.
caris   Yaygaracı, geveze, terbiyesiz, güldürücü. Çala çaldıran.
çariyar   (Bak: Çaryâr)
cariye   Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden. * Güneş, şems. * Gemi. * Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet. * Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından More…
çark   f. (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. * Vapur, değirmen ve dolap çarkı. * Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. * Dönerek More…
çarmih   'f. (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. * Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler.'
çarpa   f. Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar.
carr   Çeken, çekici. Sürükleyici. * Harf-ı cer.
carre   Komşu kadını. * Yularından çekilen deve.
çarşaf   Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü. * Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi.
carşeb   f. Çarşaf, cilbab.
çarsu   f. Dört taraf. Dört tarafı olan şey. * Çarşı, pazar.
çarta(re)   f. Dünya, âlem, küre-i arz. * Dört unsur. * Dört teli olan kemençe.
carû(b)   f. Süpürge.
çârub   f. Süpürge.
cârûb-zen   f. Süpürücü, çöpçü.
çârub-zen   f. Süpürücü.
carud   Nasrani rüesasından olup Şam'ın da reislerindendi. Kitablarında Hz. Peygamber'in (A.S.M.) vasıflarını görüp imân edenlerdendir. Asr-ı Saâdetten önce yaşamıştır.
çaruğ   f. Çarık.
çarüm   f. Dördüncü.
carûr   Sel arkı.
carûre   Kapı ökçesinin yeri.
çaş   f. Tahıl yığını, hububat.
caselik   Katolik. Başpiskopos, başpapaz, büyük papaz, patrik.
casim   Şam diyarında bir köyün adı.
casir   (Cesaret. den) Cesaret eden, cesur, cesaretli.
caşiriyye   Kuşluk vakti yenen yemek. Kuşluk yemeği.
çaşit   Casus.
casiye   Diz çökmüş.* Topluluk, cemaat. * Yığın, taş yığını.
câsiye suresi   Kur'an-ı Kerim'in 45. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. Şeriat, Dehir Suresi de denir.
caslik   (Cesâlik) Nasrâniler hakîmi. * Çokluk, kesret.
çaşni   Çeşni, lezzet, tad. Yemeğin tadına bakmak için ağza alınan miktar, tadımlık.
cass   Alçı taşı. * Kireç.
cassas   Sıvacı, kireççi.
cast   f. Üzüm teknesi. Üzümün sıkıldığı yer.
çaşt   f. Kuşluk yemeği. * Kuşluk vakti.
casûm   Korkulu rü'ya, kâbus.
casus   (C.: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına More…
caub   Kısa adam.
çavele   f. Güzel renkli bir cins gül. * Eğri büğrü, yamuk.
cavers   Buğdaylar arasında biten bir cins sarı darı.
câvid   (Câvidân, câvidâne, câvidânî) f. Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut.
câvidâne   f. Câvidân, ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik.
cây   f. Yer, makam, mevki.
cay-baş   f. İkâmet yeri, oda, ev. Yurt, mekân, mesken.
cay-gâh   f. Mevki, makam, rütbe. * Yer, mekân.
cay-gir   f. Yerleşen, yer tutan, yerleşmiş.
cay-mend   f. Yerinden kalkmayan, üşenen, tenbel. Rahatını bozmayan.
cay-nişin   f. Yer tutan. Birinin yerine geçen.
cayi'   '(C.: Ciya') Aç, acıkmış; aç olan.'
cayid   Cömert, sahi.
cayîfe   Karın içine geçmiş olan yara.
cayiha   Şiddet. * Kıtlık. * Yemişe gelen âfet.
cayir   Cevir ve cefâ eden. Eziyet veren.
caymak   t. Vazgeçmek. Sözünden dönmek.
cazgir   Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.
cazi   Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi.
cazi'   Üzüm çardağının üzerinde enine konulan, üzerine de üzüm çubukları serilen ağaç.
cazib   Çekici, cazibeli. * Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.
cazibe   Çekme kuvveti. * Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal.
cazibe kanunu   'Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak More…
cazibedar   f. Çekici, câzibeli.
cazim   Kat'i karar veren. * Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de 'câzim' denir. Meselâ 'Lem More…
caziye   Doğurduktan sonra sütü azalmaya başlayan hayvan.
cazû   f. Cadı. Büyücü, sihirbaz.
cazz   Semiz,iri gövdeli adam.
çe   f. Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir. ◊ (Bak: Çi)
ce'b   Kesbetmek, elde etmek, kazanmak. * Yaban eşeğinin büyüğü. * Kırmızı toprak boya. * Göbek.
ce'cee   Geri durdurmak. * Deveyi suya çağırmak. * Eşek boncuğu denilen bir boncuk.
ce'f   Düşmek.
ce'r (cuâr)   Tazarru etmek, yalvarmak. * Çağırmak.
ce's   Korkutmak, tahvif.
ce've   (C.: Cââ-Cevâ) Çömlek. * Örtü.
ce'vet   Kıtlık. * Bir şeyin üzerine örtülen. * Üzerine tencere konulan örtü. * Çömlek.
ce'y   Isırmak.
ceb'   (C.: Cebeât) Kızıl mantar.* (C.: Ecbu) Nakir dedikleri ağzı dar kap ki, içine su koyarlar. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
cebabire   Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler.
cebae   Üstünde birşey düzeltilen ağaç.
ceban   Korkak, ürkek.
cebanet   Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak. (Bak: Sırat-ı müstakim)
cebb   Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek. * Devenin hörgücünü kesmek.* Kökünden kesmek.
cebban   (C.: Cebâbin) Peynirci.
cebban(e)   Sahrâ. Bayram namazını kılacak yer. * Mezarlık.
cebbar   '(Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ More…
cebbarane   Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.
cebbarî   Cebbara mensub, cebbarlık, cebredicilik. Cebbarlık eden.
cebceb   Çok hasta deve yavrusu.
cebe   Zincir veya halkadan örme zırh. Cevşen.
cebe'   Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler.
cebe-pûş   f. Zırh giyen.
cebeci   f. Eski Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun zırhlı sınıfına mensub nefer.
cebel   Dağ, yüksek tepe. * Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse.
cebelistan   f. Dağlık, dağlık yer.
ceberut   Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
cebha'   Büyük alınlı kadın.
cebhane   f. Barut, kurşun, gülle, top, tüfek ve benzerleri gibi levazımat-ı harbiye ve bunların bulunduğu yer.
cebhe   Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. * Alın. * Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. * Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört More…
cebin   (Cebân) Korkak. Cesaretsiz. * Alın.
cebin-sâ(y)   f. Alın sürücü, alın süren.
cebir   Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. *Mat.: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya More…
cebire   Çıkık veya kırık olan bir uzva sarılan tahtalar. ◊ f. Halkın bir işe hazırlık yapması.
cebl   İhtira, ibda. Yoktan yaratma.
cebrail   (Cebril, Cibril) Cenab-ı Hakk'ın emirlerini Peygamberlere (A.S.) bildiren büyük melek. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vahiyle getiren melek More…
cebre   Kemik sarmakta kullanılan ağaç. * Tahta parçaları.
cebren   Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.
cebrî   Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. * Cebriye fırkasından olan.
cebriye   Cüz'i irâdeyi inkâr edenlerin bâtıl mezhebi.
cebub   Sağlam yer. Muhkem. * Yeryüzü. * Katı ve galiz yer.
cebz   Çekmek, cezb.
çeç   f. Hububat elenen kalbur. * Harman savurmakta kullanılan yaba.
çeçek   f. Gül. Çiçek. * Gönül. * Çiçek hastalığı. * Vücutda çıkan ben.
ced'   Burun, kulak, el kesmek. * Hapsetmek.
ced'a   Kestikten sonra geri kalan nesne. * Hapsetmek.
ceda   Bol yağmur, rahmet. * Hediye, ihsan. İn'âm. * Avantaj, kazanç.
ceda'   Kıtlık ve şiddet senesi.
cedale(t)   Yer. Arz. Dünya. * Hurma koruğu, ham hurma.
cedavi   f. Hizmetçi aylığı.
cedavil   (Cedvel. C.) Cedveller. * Su yolları. * Listeler.
cedaye   Geyik.
cedb   Kısırlık. * Kusur.
cedced   Pek düz yer.
cedd   Babanın babası veya ananın babası. * Büyüklük, azimlik. * Kat'edip geçmek. * Tâli'li olmak. * Kesmek.
cedda'   Küçük memeli kadın. * Susuz çöl.
ceddat   (Cedde. C.) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler.
cedde   (C.: Ceddât) Büyük vâlide. Annâne, nine. * Yeni olmak.
ceded   Yassı, düz yer.
cedef   (C.: Ecdâf) Makbere, kabir, mezar. * Yemen diyarından gelir bir otun adı. (Bir kimse bu otu yese su içmeye muhtaç olmaz.)
cedel   Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik) * Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.
cedel-gâh   f. Çekişme yeri. * Mc: Dünya.
cedelî   Tartışmaya, münakaşaya ait. Münakaşacı. Tartışmacı.
cedeme   (C.: Cüdem) Yaramaz dişi koyun. * Kısa boylu erkek.
cederî   Vücutta çıkan çiçek hastalığı.
cedes   Kabir, mezar.
cedgare   f. Reyler, tedbirler, çeşit çeşit yol.
cedh   Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak. * Sütü su ile karıştırmak.
cedi   Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.) * Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.
cedib   Kıtlık olan yer.
cedid   Yeni, kullanılmamış.
cedidan   Gece ile gündüz. * Yenilenen iki şey. Yenilenenler.
cedil   Devenin boynuna taktıkları ip.
cedile   Kabile. * Nâhiye. * Kuş kafesi.
cedir   Lâyık, münasib, uygun. * Nihâyet, son. * Etrafı duvarlı yer.
cediyye   (C.: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.
cedl   Yaratmak, halk. * Kuvvet. * Sağlam bükmek. * Azâ, organ, uzuv.
cedr   (Cidr) Duvar. Hâil, perde, zar. * Bir ot adı.
cedûd   (C.: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.
cedva   Bol yağmur, rahmet. * Armağan hediye.
cedvar   Nebâtattan zerâvende benzer bir ottur ve mâcun yapılır.
cedvel   Liste. * Su kanalı. Kanal. * Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet.
cedy   (C.: Cidâ-Ecd) Oğlak. * Burç adı.
cedye   (C. Cedâyât) Eyer altına konulan keçe.
ceey   Su içmesi için deveyi çağırmak.
cef'   Kenara çerçöp atmak. * Zâyi ve bâtıl olmak. * Koparmak. * Bir kabı eğip içindekini dökmek.
cefa   Eziyet. Sıkıntı. Zulüm. * Bir şey yerinde durmayıp bir tarafa ayrılmak.
cefa ender cefa   Cefa içinde cefa. Azab içinde azab veya ayrılık.
cefa-dide   f. Cefa çekmiş, cefa görmüş.
cefa-keş   f. Eziyete dayanan, cefa çeken, acıya katlanan.
cefa-pişe   f. Gaddar, cebbar, zâlim. * Sevgili, mâşuk, sevilen.
cefaf   Kuru olma, kuruma.
cefakar   f. Eziyet eden, cefa eden. * Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır.
cefale   İnsan topluluğu.
cefaset   Hazımsızlık ıztırabı, sindirim zorluğu.
cefcaf   f. Hayâsız, ahlâksız kadın.
cefcef   Yüce, yüksek yer. * Katı yel.
ceff   Kurumak.
ceffah   Mütekebbir kimse, gururlu kişi.
ceffar   (Cefr. den) Cifirci. Cifir yapan kimse.
ceffe   Kalabalık, kütle. * Kalabalığın verdiği uğultu.
ceffet   Cemaat, topluluk, çok adet.
cefh   Fahirlenmek, mütekebbirlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
cefif   Kuru, kurumuş.
cefir   Ok koyulan kap, mahfaza.
cefl   Yağmuru yağmış bulut.
cefla   Umumi ziyafet.
cefn   Göz kapağı. * Asma çubuğu. * Bıçak ve kılıç kını.
cefnak   Gözleri büyük, rengi sarıya yakın bir kuşun adı.
cefne   (C.: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak.
cefr   Dört aylık keçi oğlağı. * Geniş ve örülmemiş kuyu. (Bak: Cifr)
cefv   Kaba muâmele.
cefve   Cefa, azar.
cefvet   Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.
çeh   f. Kılıç, bıçak ve hançer gibi âletlerin kını, kılıfı. ◊ f. Kuyu, çukur.
cehabize   Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar.
cehad   Nimet az olmak. * Ot uzamayıp kalmak. * Su az olmak. ◊ Sağlam, katı yer.
cehadet   Tezlik, acelecilik.
cehalet   Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.
ceham   Yağmur vermeyen bulut.
cehamet (cühumet)   Yüz pörtümek, donuk yüzlü olmak.
cehan   f. Cihân, dünya, küre-i arz, arz. * Sıçrayan, fırlayan, acele ve çabuk hareket eden.
çehan   f. Damlıyan, damlayıcı.
çehâr   f. Dört, erbaa.
çehâr-deh   f. Ondört.
çehâr-gâne   f. Dört unsur.
çehâr-pâ   f. Dört ayaklı hayvan.
ceharet   Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.
çeharüm   f. Dördüncü.
cehbez   (C.: Cehâbize) Basiretli, ileri görüşlü kimse.
cehcehe   Çağırmak. * Irak etmek, uzaklaştırmak.
cehd   Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.
cehele   (Cahil. C.) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar.
cehemiyye   Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere 'Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir' diyen bir tâife.
cehende   f. Fırlıyan, sıçrayan. * Sıçramış, fırlamış.
cehende-gî   f. Fırlayış, sıçrayış.
cehennem   'Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların More…
cehennem-nümun   f. Cehennem gibi çok azab verici.
ceher   Gündüzleyin bir şeyi görememek. (O kimseye 'echer' derler)
cehir   (Cehr. den) (C.: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen. * Güzel, dikkate değer.
cehiş   Halktan uzak olan.
cehiz   Karnından çocuk düşüren.
cehl   Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.
cehlistan   f. Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
cehr   Görünmek, zâhir olmak. * Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak. * Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi.
cehre   Açıkta ve belli olan şeyler. * Pamuk ve ipek sarılan masura.
çehre   f. Vech, yüz, surat. * Mc: Surat asmak, dargınlık. * Görünüş, şekil, zahir.
çehre-nümud   f.Yüzünü gösteren, yüz gösterici.
çehre-perdaz   f. Ressam.
cehren   Açıktan, alenen.
cehret   Görünmek, zahir olmak.
cehreten   Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.
cehrî   Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
cehş (cühüş)   Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak.
cehûd   Cıfıt, yahudi.
cehûf   Kuyudan suyu alıp yukarı çekmeye mahsus kova.
cehûl   Pek çok câhil.
cehûlâne   Pek câhilcesine.
cehûş   Oğlan, sabi.
cehva'   Açık.
cehve   İnsanın dübür yeri.
cehvere   Zâhir olmak, görünmek.
cehyer   Dişi ayı.
cehzam   Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi. * Esed, arslan.
çek   Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek'ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde 'çeh' diye geçer.
çekan   f. Damlamış, damlıyan.
çeki   Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.
çekide   f. Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. * Damlamış.
çekimser   t. Taraf tutmayan.
çekre   f. Küçük su damlası. Su serpintisi.
cel'ab   Medine yakınında bir dağ. * Gözü çok iyi görmek.
cel'abe   Çok kuvvetli dişi deve.
cel'ad   Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse.
celâ   Parlak, ruşen. Zâhir, açık.
celâ'   Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak. * Başkalarını çıkarmak. * Açık haber. * Ruşen olmak, parlamak.
cela'la'   Kirpi.
celab   f. Salkım küpe.
celabib   (Cilbâb. C.) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler. (Bak: Tesettür)
celacil   (Cülcül. C.) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.
celadet   Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
celafet   Kabalık, yontulmamışlık.
celah   Başın iki tarafından saçın dökülmesi. * Devenin ağaç yemesi.
celahiz   Kaba, ağır.
celail   (Celile. C.) Celiller, büyük olanlar, yüceler.
celal   (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım.
celalî   Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan. * Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad. * Sultan Celaleddin Melikşah More…
celalli   Çok çabuk kızan kimse.
celaze   Sazların perdeleri.
celb   Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
celbiz   f. Kement, ilmik. * Gammâz, koğucu, ara bozucu.
celbname   f. Mahkemeye çağırma kağıdı, celb kağıdı.
celbû   f. Nâneye benzer bir ot, sebze.
celbûb   f. Sarmaşık (bitkisi.)
celca'   Boynuzsuz koyun.
celcele   Çan sesi. * Gök gürültüsü. * Depretmek. * Gitmek.
celcelutiye   'Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas More…
celd   Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır. * Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani More…
celda   Sür'at. Çabukluk. * şecaat.
celde   Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.
cele   Başın ön tarafının saçı dökülmek.
çele-çepe   f. Sağa sola.
celeb   Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir. * Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi. ◊ f. Fahişe. Orospu. * Çan.
çelebi   Efendi, kibar kimse. * Mevlâna postnişinine verilen ünvan. * Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi. * Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine More…
celece   (C.: Cülec) Kafa, baş.
celed   Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve. * Muhkem yer. * Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.
celef   Yerden balçık küremek ve gidermek.
celem   Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.
celenfea   Şişman karınlı büyük deve.
çelenk   f. Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti.
celenza   Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi.
celesat   (Celse. C.) Meclisler, celseler.
celevat   (Cilve. C.) Cilveler. Hüsn-ü zuhûrlar.
celevla'   Mekân ismi.
celh   Doldurmak, dolu olmak.
celhe   (C.: Cülâhet) Gidermek. Yerinden ayırmak. * Nâhiye.
celi   Parlak, açık, âşikâr, meydanda. * Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
celib   Satmak için bir yerden toplanılan şeyler. * Esir, köle, cariye. Satılık esir.
celid   Fazla celâdetli, bahadır. * Rutûbetli, kırağı, çiğ. * Buz.
celil   Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
çelipa   f. Haç, put, sanem. * Eğik ve kıvrık çizgi.
celis   Ekseri bir yerde oturan. Arkadaş. Birlikte oturan. ◊ Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.
celiyyat   (Celi. C.) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.
cell   (C.: Cülûl) Yerden birşey toplamak. * Gemi yelkeni.* Yaşlı olmak. * Kadr ve mertebesi büyük olmak. * Celil, büyük, ulu.
cellad   İdama mahkûm olanları idam etmeğe vazifeli olan adam. * Mc: Merhametsiz.
cellale   Necaset yiyen sığır.
celle   Celil oldu, celil olsun meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir. ◊ Deve ve koyun tersi. * Az olarak insan More…
celm   Kesmek, kat'etmek. * Ululuk, büyüklük.
celmed   Kaya. Taş.
celse   Bir meclis veya mahkeme hey'etinin toplanmalarından tâtile kadar olan müzakere müddeti.
celu   f. Şakacı, lâtifeci kimse. * Kebap şişi.
celvet   Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.
celvetiye   Eskiden mevcud bir tarikat ismi.
celz   Seyretmek.
cem   Hükümdar, melik, şah. * Hz.Süleyman'ın (A.S.) nâmı. * İskender'in bir ismi.
çem   f. Naz ve eda ile salınarak yürüme. * Ziynetli, süslü, düzgün. * Cürüm, kabahat, suç. * Taam, yemek. * Mâna. * Kazanılmış, toplanılmış.
cem'   (C.: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar. * Az olarak cemaat için isim olur. * Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma. * Gr: Arabçada (ve More…
cem'an   Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak.
cem'are   Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar. * Kabile ismi. * Küçük kuş.
cem'î   (Cem'. den) Cemiyete mahsus, cemiyetle alâkalı.
cem'iyyat   (Cemiyet. C.) Cemiyetler.
cem'iyyet   (Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et. * Bir yere cem' olma. * Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
cem'iyyetgâh   f. Toplantı yeri, toplanılacak yer.
cemaat   Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük. * Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali. * Aralarındaki münasebetleri din, More…
cemad   Cansız ve kurumuş olmak. * Yağmur yağmayan yer. * Sütü olmayan deve. * Donmuş, katı cisim.
cemadat   Katı cisimler, cansızlar.
cemadî   f. Ruhu olmayan, cansız madde. Câmid cisim.
cemaet   Her nesnenin şahsı ve cüssesi.
cemahir   (Cumhur. C.) Cumhuriyetler.
cemal   Yüz güzelliği. Fertteki güzellik. * Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi. * Hak ile söylenen doğru söz. * Hüsün.
cemalullah   Allah'ın cemâli.CEMAM: Rahat olmak. Dinlenip yorgunluğu gidermek. İstirahat etmek.
cemamih (cemûh)   Başı sert, yavuz at.
cemaş   Kadın ile oynaşan kişi.
cemaziyel ahir   Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)
cemaziyel evvel   Arabi ayların beşincisidir. * Bir kişinin mazisi, geçmişi.
çember   (Bak: Çenber)
cemceme   Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe.
cemd   Donmak.
cemder   f. Bir cins bıçak veya kama.
cemed   Dondurmak. * Buz, kar.
cemedî   (Cemed. den) Buz gibi, çok soğuk, bârid.
cemel   Erkek deve. İbil.
cemen   f. Çardak.
çemen   Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır. * Pastırmaya konulan bir çeşit ot.
çemenistan   f. Bahçe, çimenlik.
çemenzar   f. Yeşillik, çayır.
cemerat   (Cemre. C.) Cemreler. Şubat ayında azar azar artan sıcaklıklar.
cemh   Sür'at yapmak, hız yapmak. * Huruç etmek, çıkmak. ◊ Gururlanmak, kibirlenmek.
cemi'   Cümle, hep, bütün. * Gr: Çokluk bildiren kelime. Çoğul.
cemian   Bütün, hep.
cemil   Güzel. * Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri.
cemile   Hoşa gitmek için yapılan hareket.
cemilekâr   f. İyilik sever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan.
cemir   Zaman, dehr.
cemiş   Saçı yolunmuş. * Ot bitmeyen yer.
ceml   Yağ eritmek.
cemm   Çokluk. Mecmu. * Kuyuda biriken su. * Hırs ve tama ile mal biriktirmek.
cemma   Boynuzsuz koyun.
cemmal   Deveci, deve süren, deve sürücüsü.
cemmaz   Hızlı giden.
cemmaz-süvar   f. Hızlı giden bineğe binen kimse.
cemr   İnsanların bir araya toplanması. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Ateş ve küçük taş vermek. * Bir kimseyi def etmek, kovmak.
cemra   Kuvvetli dişi deve.
cemre   (C.: Cimâr) Şiddetli karanlık. * Ateşli kömür parçası, kor. * İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık. * Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.
cemreviyye   Divân şairleri tarafından bayramlar, baharlar gibi cemre sebebiyle, muasır olan büyük makamlı ve rütbeli kişiler için yazılan şiirler.
cemş   Saçı yolmak veya traş etmek. * Gizli ses. * Parmaklarının uçları ile çekmek. * Gazel söylemek. * Oynaşmak.
cemşasb   f. Hz. Süleyman Peygamber. (A.S.)
cemum   Yorga at. * Yürürken eşinen at.
cena   Yemiş toplamak. * Cem'etmek, toplamak.
cena'   Arka yumruluğu. Kamburluk.
cenab   Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi. ◊ (C.: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi. * Cânib. * Nâhiye.
cenabet   Pis. Gusletmesi lâzım gelen kimse. * Uzaklık.
cenadif   Şişman, kısa boylu kimse.
cenah   Kanat, taraf, kısım.
cenaheyn   (Cenah. dan) İki kanat, iki yan, iki cenah. * İki hususiyetli.
cenaib   (Cenayib) (Cenibe. C.) Yedek hayvanlar, yedek binekler.
cenan   Gönül. Ruh. Kalb. Can.
cenanî   Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile 'kalbim' mânasınadır.)
cenaze   (C.: Cenâiz) İnsan ölüsü.
cenb   Yan taraf. Koltuk altının aşağısı. * Def'etmek, kovmak. * Müştak olmak. * Bir yere gitmek için bir yere inmek. * Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak. * Büyük ve More…
çenber   f. Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. * Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta More…
cenbî   Yan tarafa âit.
cenbiyye   Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar.
cencene   Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.
çend   f. Kaç tâne? Ne kadar? * Birkaç. Üç-beş gibi adet. * Herhangi bir şeyin yüzde biri.
çendan   f. Gerçi, her ne kadar. O kadar. Pek o kadar.
cendel   Nehirlerde bulunan ve büyükçe olan kaya.
cendere   yun. Tazyik. Baskı, basınç. * Dar dere, boğaz. * Kalın oklava. * Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet. * Mc: Sıkı ve dar yer.
çendî   f. Bir müddet, biraz.
çendin   f. Kaç, kadar, ne kadar, bu kadar.
ceneb   Susuzluktan böğrü ciğere yapışmak.
çeneb   f. Sünnet.
cenedil   (C.: Cenâdil) Taşlı yer. * Yuvarlak taş.
cenef   Hata ve cehilden dolayı haktan meyletmek. * Zulmetmek.
cenen   Mezar, kabir.CENG  (CENK): f. Top, tüfek ile harbetmek. Muharebe. Kavga. Harb. Savaş.
çeng   f. Pençe. * El. * Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. * Eğri büğrü.
ceng-azmüde   f. Savaş tecrübesi olan kişi.
ceng-cû   f. Kavgacı, dövüşçü, cenkçi.
çengar   f. Yengeç. * Bakır pasından yapılan yeşil boya.
cengaver   (C.: Cengâverân ) f. Cenkçi. Yiğit olan. Kahraman. İyi harbeden.
cengel   f. Orman. Ağaç topluluğu.
çengel   f. Pençe. * Bir şey asmağa yarayan alet. * Orman, ağaçlık yer.
cengelistan   f. Sık ağaçlık, orman, sazlık yer.
çengi   Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır.
cengiz   (Temuçin) Moğol Devleti'nin hükümdarlığını yapmıştır. İslâmî medeniyetleri ve kıymetleri tahribeden zâlim ve müstebid bir hükümdar olarak tarihe geçen bir kimsedir. Milâdi 1229'da More…
cengiziyan   f. Cengiz soyundan gelenler, bunlara tâbi olan kimseler.
cenh   Kuşun kanadını vurması.
cenî   Devşirilmiş, koparılmış olan. Meyve toplanması ve alınması.
cenib   Garip. * Hurmanın iyisi.
cenibe   (C.: Cenâib) Yedek hayvanı.
cenin   (Cenne. den) Ana karnındaki harekete başlıyan çocuk. * Gizli ve mestur, saklı olan şey.
ceniver   f. Sırat köprüsü.
cenk   (Bak: Ceng)
cenn   (Cünün) Bir şeyi setretmek, gizlemek. * Ana karnındaki cenin, gizli olmak.
cennân   Bahçıvan.
cennât   (Cennet. C.) Cennetler.
cennetmekân   Yeri cennet olası, makamı cennet olan meâlinde olup, vefat eden makbul ve sâlih kimselere hürmeten söylenir.
cennur   Arpa ve buğday döğdükleri yer.
centilmen   ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi.
cenub   Güney. Şimalin zıddı olan taraf.
cenubî   Cenuba âit, güney tarafında, cenûba dair ve müteallik.
çep   f. Sol, yanlış, falso.
çep şüden   f. Solak olmak. * Mc: Doğruluktan yüz çevirmek.
çep ü rast   Sağ ve sol.
çep-endaz   f. Hileci,hilekâr, hile yapan kişi.
çepel   Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.
çeper   Cidar, duvar.
cephane   (Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer. * Yanıcı maddeler levazımı.
cer   f. Yarık, çatlak.
cer'   Suyu yudumlayarak içme.
cer'a   Kumlu, otsuz yer.
çera   f. Niçin, niye böyle? * Mer'a. Otlak.
cera'   Suyu sora sora içmek.
cera'kuk (cera'kik)   Ekşi yoğurt.
çera-zar   f. Otlak, çayır.
cerab   Torba, dağarcık.
cerad   Çekirge. * Mc: Yağmacılar gürûhu.
cerade   (C.: Cerâd) Çekirge.
çerag   f. Işık. kandil. Lâmba. Mum. * Kutlu, mutlu. * Otlak. Mer'a. * Otlama. * Tekaüd. * Talebe.
çerag-çeşm   f. Evlat, çocuk, veled, insan yavrusu.
çeragan   f. Etrafı aydınlatma, şenlik. Kandil donanması, çırağan.
cerahat   Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.
cerahor   Tar:  Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.
ceraid   (Ceride. C.) Cerideler. Gazeteler.
ceraim   (Cerime. C.) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler.
çerakise   (Çerkes. C.) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı.
ceram   Hurma çekirdeği. * Kuru hurma.
çeram   f. Otlak.
cerame   Gövdeli olmak. Vücudu iri olmak. * Cesâmet.
ceramika   Musul yakınında Acem asıllı bir kavmin adı.
ceraye   Vakıf tarafından verilen erzak ve yiyecek.
cerayet   Câriyelik hâli.
cerazet   Oburluk.
çerb   f. Besili, semiz, yağlı. * Muvafık, münasib, uygun. * Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma.
çerb-ahur   f. İçinde yemi bol olan ahır. * Bolluk içinde yaşıyan kimse.
çerb-dest   f. Eli işe yatkın. Sür'atli, eli çabuk.
çerb-pehlu   f. Besili, semiz, gövdeli, yağlı.
cerba   Uyuz kadın.
cerban   Uyuz hastalığına tutulmuş olan, uyuz.
cerbeya   Mağrib ile şimâl arasında esen yel.
cerbeze   Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme.
çerbî   f. Tatlılık, yumuşaklık.
cerbiyye   Uyuz böcekleri.
cercar   Yaban maydanozu.
cercer   (C.: Cerâcir) Kağnı.
cercere   Deve sesi.
cercis   (A.S.) - (Circis) Taberi tarihine göre  İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. 
cerd   Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme. * Ot ve ağaç yetişmeyen yer.
cerda   Mahrum, çıplak. * Tüysüz, dazlak. * Çorak, verimsiz toprak, arazi. * Karıştırılmamış.
cerdahl   Büyük gövdeli deve. * İnsanların her işine itiraz eden.
cerdak(a)   (C.: Cerâdik) Yufka ekmeği.
cerea   (C.: Cere') Ot bitmeyen kumlu yer.
cereb   Uyuz hastalığı, uyuzluk.
cereb-nak   f. Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi.
cerec   Yüzüğün, parmağa geniş olması. * Taşlı, sert yer. * Muztarib. Iztırab ve acı çeken.
cerece   Büyük, geniş yol. * Ulu yol.
cered   f. Yaralı, mecrûh. ◊ Çıplak olma.
ceref   Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.
cerem   Ayrılmak. * Günâh. Cinâyet. * Hurma toplarken yere düşenleri yemek.
cerenfeş   Yanları etli ve büyük olan kişi.
cereng   f. Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi.
ceres   Çan. * Zindan, hapis yeri. * Hayvanın boynuna asılan çıngırak.
cereş   Bir şeyi iri dövme, iri öğütme.
çeres   f. Zindan, hapishane. * Zulüm, işkence. * Mer'a, otlak. * Üzüm teknesi.
ceres-dar   f. Çıngırak taşıyan, çıngıraklı.
cerevhak   İplik yumağı.
cereyân   'Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî More…
cerez   Davarın art sinirinde olan bir hastalık.
cerez (cürüz)   Suyu kesik olan. * Otsuz yer.
cerf   Ahzetmek, almak. * Yıkmak, harap etmek. * Yerden bel veya kürekle bir şey atmak.
cergand   f. Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. * Işık. Işık konacak yer.
cerge   f. Bir mevki'de bulunan insan topluluğu.
cerh   Yara. * Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak. * Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek. * Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek. * Şahid, yalancı ve fâsık More…
çerh   f. Çark. Dolap. * Felek. Talih. * Dingil üzerine dönen. * Gök. * Def. * Zenberek. * Mancınık. * Elbise yakası. * Ok yayı. * Çakır gözlü doğan kuşu.
cerha   Yaralı, yaralanmış.
cerhetmek   Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.
çerhiden   f. Kendi etrafında dönmek.
ceri'   (Cür'et. den) Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan.
cerib   İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü. * Dönüm. * Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü. ◊ Uyuz hastalığına tutulan. More…
cerid   (C.: Cerâyid) Hurma budağı. * Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı.
cerid(e)   Çorak ve verimsiz yer.
ceride   Gazete. * Resmi dâirenin büyük hesablarının kaydedildiği defter. ◊ f. Yalnız, tenhâ.
cerih   (Cerh. den) Mecruh. Yaralanmış, yaralı.
ceriha   Yara. Çürüklük.
ceriha-dâr   f. Cerihalı, yaralı.
cerim   Kabahatli, câni, suç işlemiş. * (C.: Cirâm) Kuru hurma. * Hurma çekirdeği.
cerime   Suçludan alınan para cezası, cereme. * Günah, zenb, suç.
cerin   (C.: Ecrân-Ecrine-Cürün) Hurma kurutma yeri.
cerir   (C.: Cürür) Devenin boynuna taktıkları ip.
cerire   Kabahat, suç.
ceriş   İri bulgur. * İri dövülmüş tuz.
ceriz   Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.
çerkes   Kafkas kavimlerinden biri. * Bu kavme mensub olan kimse.
cerm   (C.: Cürüm) Bir cins Arap sandalı. * Kat'. Kesme. * Günahkâr olma, günah işleme. * Koyun kırkma. * Sıcak, sıcaklık.
çerm   f. Hayvan ve insan derisi. Post.
cermen   Germen, Alman.
cermüze   f. Sefer ve misafirlik.
cerr   Kendine doğru çekmek. Çekmek. Cezb. * Para almak. * Uçurum. * Kale hendeği.
cerrah   Yarayı açıp tedavi eden, ameliyat yapan. Operatör.
cerrahhâne   Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.
cerrahî   Tıpta operatörlük. * Ameliyatla ilgili.
cerrar   Cer yapan, para toplayan. * Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu. * Desti satıcısı. * Ağır ağır giden. * Traktör.
cerrare   Sarı renkte küçük ve zehirli akrep.
cerre   (C.: Cürr-Cirar) Topraktan yapılan desti ve bardak. * Ağaçtan yaptıkları su kabı.
cerre çikma   Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle More…
cerş   Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma.
cers (cirs)   Gizli ses. * Arının ağaçtan ve çiçeklerden emmesi. * Bir miktar zaman.
cerur   Çok miktar yemek.
ceruz   Obur, çok yiyen.
cerv   Küçük meyve. * Vahşi hayvan yavrusu. Enik.
cervel   Taş.
cery   Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan.
cerz   Kat', kesme. * Yok etme, mevcudiyetini kaldırma. * Katletme, öldürme.
cerze   (C.: Cürüz) Yaş ot bağı.
ceş   f. Mavi boncuk.
çeş   f. 'Deneyen, sınayan, tadına bakan' mânâsına gelerek kelimelere eklenir.
cesa   Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.
ceşa'   Çok hırslı olmak.
cesale   Çokluk, kesret.
cesamet   İrilik. Büyük olma, cesim olma.
çeşan   f. Topuz, gürz.
cesaret   Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk.
cesaset   Tecessüs, casusluk. Merak.
cescas   Kılı çok olan. * Bir otun adı.
cesed   Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
çeşende   f. Tadıcı, tadan, tadına bakan.
ceşer   Davarı otlamaya çıkarmak.
ceşib   Kaba ve galiz nesne.
çeşide   f. Tadmış. Tadılmış olan.
çeşiden   f. Lezzetine bakmak. Tadmak.
cesim   İri vücudlu. * Kebir. Ehemmiyetli. Büyük.
ceşir   Büyük çuval. * Ev önünde davar yürüyecek yer. ◊ Kir.
ceşiş   Bulgur.
cesis(e)   Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler).
ceşişe   Bulgur yemeği.
cesk   f. Mihnet, keder, elem, gam, tasa. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
cesl   Kıllı kimse. * Çok nesne, kesir.
cesle   Kara karınca.
cesm   Devam etmek, mülâzemet.
ceşm   Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek.
çeşm   f. Göz. Ayn. Dide.
çeşm-aşina   f. Göz aşinalığı olan, tanıdık.
çeşm-aviz   f. Yüz örtüsü, peçe.
çeşm-dar   f. Bekliyen, gözliyen.
çeşm-deride   f. Sıkılmaz, utanmaz, arsız.
çeşman   (Çeşm. C.) Çeşmler, gözler.
ceşn   f. Ziyafet, şölen. * Îd, bayram.
çeşn   (Çeşen) f. Bayram, îd. * Düğün. * Ziyafet, şölen.
çespan   Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır.
çespide   f. Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır.
cesr(e)   Büyük deve.
cess   Koparmak. * Bal mumu. * İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey. ◊ Araştırma, tahkik etme, soruşturma. * El ile yoklama. * Yapışmak.
ceşş   Dövmek. * Kırmak. * Vurmak, darp. * Bir nesneyi pâk etmek, temizlemek.
cessame   Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse.
cessas   Gizli şeyleri araştıran, gizli şeylere merak eden. Tecessüs sâhibi. ◊ Kireç ile bina yapan. Badanacı.
cessase   Kruvazör, harp gemisi.
cest   f. Sıçrayış, atlayış.
cestan   f. Atlıyan, sıçrayan.
ceste   f. Azar azar, bir parça. * Sıçrayış, atlayış. Hatve.
ceste ceste   Azar azar, parça parça, kısım kısım.
cesten   f. Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak.
cesur(e)   (Cesâret. den) Cesaretli, yiğit.
cesurâne   f. Yiğitçesine, cesaretli olarak, yüreklice, cesaretle.
çete   Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik. * Asker bölüğü, müfreze. * Çapulcu ve akıncı takımı.
çetin   Sert. * İnatçı, dik başlı. * Zor, güç.
çetr   f. Gece. * Gölgelik, çadır, şemsiye.
çetu   f. Perde, örtü.
çetuk   f. Serçe kuşu.
cev   f. Arpa.
cev'a   Bir kere acıkmak.
cev'an   (Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş.
cev-be-cev   f. Azar azar.
ceva'   Geniş. * Hasta. * Kokmuş su. * Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.
cevab   Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık. * Kabul etmemek. Reddetmek. * (Câbiye. C.) Havuzlar.
cevabat   (Cevâb. C.) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler.
cevaben   Karşılık ve cevap olarak.
cevabî   Karşılık, cevap. * (Câbi. C.) Tahsildarlar, câbiler.
cevad   (Cevvad) Çok çok ihsan eden. Çok cömert.
cevadd   (Câdde. C.) Caddeler, büyük ve işler yollar, tarikler.
cevahir   (Cevher. C.) Cevherler. Çok kıymet verilen ve az bulunan şeyler, çok kıymetli mâden veya taşlar. * Mc: Çok kıymetli söz veya faydalı yazılar.
cevaib   Halk arasında gezen haberler.
cevaiz   (Câize. C.) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar.
cevâmi'   Toplu olan şeyler. * Câmi'ler. Mescidler.
cevamid   (Câmid. C.) Cansız, donmuş şeyler.
cevamis   (Câmus. C.) Camuslar, mandalar, kömüşler, su sığırları.
cevanib   (Cânib. C.) Cânibler, yanlar, taraflar.
cevanib-i erbaa   Dört taraf.
cevari   (Câriye. C.) Akıcı ve câri olanlar. * Hizmetçi kızlar. * Câriyeler, kadınlar.
cevarih   El, ayak gibi vücud azaları.
cevasis   (Casus. C.) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler.
cevaz   Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
cevazinc   Nilüfer çiçeği.
cevb   Kesmek. * Yırtmak. * Mesafe almak.
cevca'   Uzun ayaklı adam.
cevcem   Kızıl gül, verd-i ahmer.
cevder   f. Öküz.
cevdet   İyilik. Güzellik. Kusursuzluk. * Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması. * Cömertlik. * Susuz olma.
cevebe   (C.: Cüveb) Bulut aralığı. * Dağ aralığı.
cevef   Bolluk.
cevelân   Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme.
cevelângâh   Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı.
cevf   Boşluk. Oyuk. Çukur. İç boşluğu. * Orta, yarı. * Kof.
çevgan   f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. * Baston, ucu eğri değnek.
cevh   Ulaşmak. * Bittih-i şamî denilen karpuz. ◊ Akmak. * Koparmak.
cevhan   Hurma kuruttukları yer.
cevher   Bir şeyin özü, esası. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf. * Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. * Harflerin noktası. * Fls: More…
cevher-dâr   f. Elmaslı. * Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. * Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. * Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç.
cevhere   Bir, tek cevher.
cevi   Aşk galebesinden gelen şiddet ve hiddet, gam ve gussadan, müzahemeden gelen bir hastalık, maraz. * Kokmuş su. ◊ f. Akarsu, nehir, dere, çay.
çevik   t. Tez hareketli. Oynak. Çabuk hareket edebilen.
çevik çalak   Tez, hareketli, çalışan. Yerinde durmayıp hareket eden.
cevin(e)   f. Arpadan yapılmış şey. Arpa unu.
cevir   (Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm. * Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.
cevl   Tavaf etme.
cevlan   Şam'da bir dağ.
cevle   Dönmek.
cevn   Ak, ebyaz, beyaz. * Kara, esved. (Ezdattandır)
cevreb   (C.: Cevârib, Cevâribe) Çorap.
cevs   Bir şeyi arayıp istemek. ◊ Kaba, büyük nesne.
cevş   (C.: Cevâşin) Demir gömlek. * Göğüs. * Orta.
cevsak   Kasr, köşk, konak.
cevse   Köşk, kasr, konak.
cevsek   f. Düğme.
cevşen   Zırh.
cevşen-pûş   f. Zırhlı, zırh giyen.
cevşir(e)   f. Arpa çorbası. * Çulha.
cevv   Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi.
cevvad   (Bak: Cevâd)
cevval   Dâim hareket hâlinde olan.
cevvaz   Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.
cevvî   Gök boşluğuna âit. Cevve dâir.
cevz   (C.: Ecvâz-Cevzât) Ceviz. * Her nesnenin ortası.
cevz (cevzân)   Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek. * Sallana sallana yürümek.
cevza   Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.
cevzak   f. Kederlenme, elemlenme.
cevzeka   (C.: Cevzek-Cevâzik) Pamuk kozağı.
cevzekî   Koza satıcısı.
cevzel   (C.: Cevâzil) Güvercin yavrusu. * İğne deliği.
cevzenic   Cevizli helva.
cevzine   Cevizli helva.
cey'e   Gelmek.
ceya'   Yağmur.
ceyar   Gadaptan ve açlıktan dolayı göğüste olan hararet.
ceyb   (C.: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı. * Yaka. * Kalb.* Geo: Sinüs.
ceyd   (C.: Ecyed) Uzun boylu olmak.
ceyder   Kısa boylu.
ceyeşan   Kaynamak. * Hışm etmek.
ceyl   (C.: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim. * Nesil, batın, kuşak. * Yengeç.
ceylan   Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.
çeyrek   f. Dörtte bir (Bak: Çâr-yek)
ceyş   Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a. * Dolup taşmak. * Ses, sadâ.
ceyvad   f. İttika', günahtan sakınma.
ceyyid   İyi, güzel, hoş. Saf.
ceyz   Döndürmek. * Dar etmek.
cez   f. Cezire, ada. Her tarafı su ile çevrilmiş olan kara parçası.
cez'   Ağaç kökü, ağaçların alt kısımları. ◊ Dereyi enine kesmek.
cez'(a)   Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır.
cez'a   Az nesne.
ceza   Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab. * Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım. (Bak: Şart)
ceza'   (C.: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir). * İki yaşına girmiş koyun. * Arslan, esed. * Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek. ◊ Hüzünle ağlayıp More…
cezaen   Cezâ olarak.
cezair   (Cezâyir) (Cezire. C.) Cezireler, adalar. * Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.
cezalet   'Rekâketsiz ifade. * Güzellik. * Müdebbirlik, akıllılık. * Azim, büyük. * Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. More…
cezaze   Ekin biçmek. * Hurma kesmek. * Kıl ve yün kırkmak.
cezb   Kendine doğru çekme. * İçme.
cezbe   Tas:  Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
cezbe-eda   f. Cezbeli olmak. Çekici olmak
cezbedar   f. Cezbeli, çekici.
cezbetmek   Çekmek, ikna etmek, sevdirmek.
cezea   (C.: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve. * İki yaşına girmiş koyun. * Üç yaşına girmiş sığır ve at.
cezeb   Adamın ağzında tükrüğü kesilmek. * Hayvanın sütü az olmak.
cezebat   (Cezbe. C.) Cezbeler. (Bak: Cezbe)
cezel   Yoğun ve kuru odun ağacı. * Kesmek, kat'. ◊ (C.: Cezlan) şâd olmak.
cezer   Havuç. * Aslanın yediği et.
cezf   Kesmek. * Sürmek. * Evmek.
cezf (cüzâf)   Bir şeyi ölçmeden tartmadan almak.
cezh   Hediye, atâ, bahşiş vermek.
cezia   (C.: Cezâyi) Koyun sürüsü.
cezil   Bol. Çok. * Edb: Peltek ve bozuk olmayan kelime.
cezim   (Bak: Cezm)
cezir   (Bak: Cezr)
cezire   Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası.(Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.)
cezl   Kalın odun. Tomruk. * Sağlam. Metin. * Güzel ve muhkem fikir. * Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime. * Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.
cezlan   Saadetli, mutlu, sevinçli.
cezm   (Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak. * Kesmek. * Niyet. Tahmin. Takdir. * İlzam. * İcâbe. * Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri More…
cezm (cizm)   Her nesnenin aslı. * Ağacın kökü. * Kesmek, kat'.
cezma   Kulağı kesik koyun. * Kulağı delik koyun.
cezme   Kamçı. * Ağaç parçası. * İp parçası. ◊ Bir kere yemek.
cezmen   Kestirip atmak sûretiyle.
cezmî   Kat'î niyet ve karara ait. Cezm.
cezr   Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. *Mat.: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. More…
cezre   Kasaplık koyun, keçi gibi davar. * Semiz koyun.
cezrî   Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik.
cezu'   Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen.
cezur   (C.: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)
cezz   Kesmek, biçmek.
cezzab   Fazla çekici olan. Cezub. Çok cezbeden.
cezzaf   Ağ ile balık tutan balıkçı.
cezzar   Zâlim. Gaddar. Kanlı. * Deve kasabı.
çi   (Çe) f. Ne? Nasıl? (Soru edatı) * Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır.
ci'zare   Kısa boylu tıknaz kimse.
çi-gune   f. Nasıl, ne çeşit, ne türlü.
cial   (C.: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.
ciale (ca'yile)   Rüşvet.
ciar   Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.
ciba   Toplanmış, birikmiş su. ◊ f. Odun.
cibab   Car dedikleri kaftan. * Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)
cibah   (Cebhe. C.) Cebheler, alınlar.
cibal   (Cebel. C.) Dağlar.
cibave   Toplamak. Cem'etmek.
cibayat   (Cibâyet. C.) Vergi, câbilikler, gelir toplamalar.
cibayet   Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili. * Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları.
cibill   (C.: Cibillât) Yaratılmak. * İnsanlardan bir grup.
cibillen kesira   Çok insanlar.
cibillet   Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.
cibillî   Cibilliyet. Yaratılıştan olan. Asıl maya, huy, tabiat, tıynet.
ciblet   Yaratılmak.
cibr   Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak.
cibrîl   Cebrâil, Ruhül Kudüs. Cenâb-ı Hakdan (C.C.) Peygamberimize (A.S.M.) vahiy getiren melek.
cibs   Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse. * Alçı taşı, kireç.
cibt   Put, sanem, salib.
cibve   Toplamak. Cem'etmek.
cid   Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.
cidad   Hurma kesecek vakit.
cidal   Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. * Muharebe. Cenk. Kavga.
cidalcu   f. Harpçi. Kavgacı.
cidale   (Bak: Cedalet)
cidar   Duvar. * İki yeri birbirinden ayıran zar, perde.
cidd   Çalışmak. Ciddiyetle yapmak.
cidden   Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.
ciddî   Gerçek. Hakikat. * Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi. * Mühim.
ciddiyat   Hakiki sözler. Ciddiyetler.
ciddiyet   Ciddîlik. * Ağırbaşlılık, sakin hâllilik. * Ehemmiyet.
cide   Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.CİF:  ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma.
çide   f. Devşirilmiş, toplanmış.
cifan   (Cefne. C.) Çanaklar.
cifar   (Cefr. C.) Geniş kuyular.
cife   Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
cife-gâh   f. Leş ile, lâşe ile dolu olan yer.* Mc: Dünya.
çifitlik   Yahudilik, Yahudi cinsiyet ve mezhebi. * Münâfıklık.
cifne   (C.: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas. * Bağ çubuğu.
cifr   (Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir. (Bak: Ebced, İlm-i Cifir)
ciğer   f. Ciğer. Bağır. * Keder, sıkıntı, elem. * Avaz.
ciğer-dâr   f. Yürekli, ciğerli, cesâretli.
ciğer-der   f. Ciğer söken, ciğer parçalıyan.
ciğer-dûz   f. Ciğeri delip geçen.
ciğer-fürûş   f. Ciğerci, ciğer satan.
ciğer-gûşe   f. Evlât, yavru. * Sevgili. Mâşuk.
ciğer-hûn   f. Ciğeri kanlı. Çok acıklı.
ciğer-pâre   f. Sevgili yavru, evlâd.
ciğer-şükâf   f. Ciğer parçalayan. Çok acı veren.
ciğer-sûz   f. Çok acı. Ciğer yakar derecesindeki teessür.
çiğir   t. Yeni açılan patika yolu. * Ayak izi ile karlı yerde açılan yol. * Başkalarının da uyabileceği yeni bir tarz ve yol. * Çığın açtığı iz, yol.
cihad   (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek.
cihadî   (Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı. * II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.
cihan   f. Dünya, kâinat, âlem.
cihan-ârâ   f. Cihanı süsliyen, dünyayı bezeyen.
cihan-bân   f. Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar.
cihan-bin   f. Dünyayı, cihanı gören. Allah. * Göz.
cihan-cu(y)   f. Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar.
cihan-değer   f. Cihan kıymetinde. Çok kıymetli.
cihan-dide   f. Cihanı görmüş. Tecrübeli. * Meşhur, nâmdar.
cihan-efruz   f. Cihanı, dünyayı aydınlatan.
cihan-gerd   f. Dünyayı dolaşan, cihanı gezen.
cihan-gir   f. Meşhur, cihanı zabteden, fâtih.
cihan-nevred   f. Cihanı gezen, dünyayı dolaşan.
cihan-nüma   f. Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. * Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. * Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya.
cihan-pesend   f. Cihana meydan okuyan.
cihan-sâlâr   f. Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah.
cihan-sitan   f. Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar.
cihan-şümûl   f. Cihan vüs'atinde, dünya çapında, cihanı alâkadar eden. Dünyayı kaplayan.
cihan-sûz   f. Cihanı yakan, güneş. * Mc: Çok zulmeden.
cihaniyan   f. Dünya ahalisi olan insanlar.
cihar   (Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma. ◊ f. (Bak: Çâr)
çihar   f. Dört. (Bak: Çâr)
cihar-i yar-i güzin   f. Dört halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.Anhüm)
ciharen   (Cehr. den) Alenen, açık olarak.
cihas   Kalabalık, müzâhame.
cihât   (Cihet. C.) Cihetler, taraflar, yönler.
cihât-i sitte   Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.)
cihaz   Âlet ve edevat.* Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz. * Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya.
cihazat   (Cehâzât) (Cihâz. C.) Cihazlar, maddî manevî âletler, lüzumlu edevat.
cihet   (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
çihil   f. Kırk (sayı). * Mc: Çok, ziyade, fazla.
cihnam   Derin kuyu.
cihre   (C.: Cihar-Echâr) Bir kimseye sığınmak.
cil   Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak.
çil   (Çihil-Çehl) f. Kırk. * Mc: Çok.
cilâ   Parlaklık, parlatma, perdaht, lostura.
cilahik   Eskiden kemankere ile ve şimdi de tüfek ile atılan yuvarlak nesne.
cilanger   f. Çilingir.
cilas   Beraber oturma.
cilaz   Kamçının ucuna bağlanan kayış. ◊ Toz, gubâr.
cilbab   Kadın feracesi. Çarşaf. (Bak: Celâbib, Tesettür)
cilbend   Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır.
cild   Deri. * Meşin. * Kitab kabı. * (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi. * Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.
cild-ger   f. Ciltçi, mücellit.
cildiyye   Cilt hastalıkları bölümü.
çile   f. Eziyet. Sıkıntı. * İplik. * Yay kirişi. * Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün.
çilekeş   Çile çekmiş. Çile dolduran, dert çeken.
cilen ba'de cilin   Devirden devire, asırdan asıra.
cilf   Boş küp.* Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı. * Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı. * Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun. * Her nesnenin parçası. * Hoyrat, More…
cilfe   Kalem yongası.
cilhabe   Büyük olan şey, kebîr.
cill   Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, 'anız' derler.
cille   Büyük, ulu nesne. Kebîr ve azîm.
çille   Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir. (Bak: Çile)
cillevez   İnce kabuklu, uzunca fındık. * Köknar.
cilm(e)   Üzüm çubuğundan kestikleri değnek.
cilnar   (Cüllenâr) Gülnar. Nar çiçeği.
cilse   Bir çeşit vurmak.
cilt   (Bak: Cild)
cilvah   Geniş ve dolu olan deve.
cilvaz   (C.: Celâvize) Kethudâ. Reis.
cilve   Esmâ-i İlâhînin tecellisi. * Tecelli. * Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.
cilvegâh   (Cilve-geh) f. Cilve edilecek yer, cilve yeri.
cilveger   f. Cilve ve naz eden. Cilveli. * Tecelli eden.
cilvekâr   f. Cilveli. Nâzenin.
cilvekünân   f. Cilve yaparak.
cilvenümâ   f. Cilve yapan, cilve gösteren, cilve eden.
cilvesaz   f. Cilveli. Nazlı. Gönül alan.
cilvezet   Mâni olmak. Men'etmek.
cilz   Süngü demiri. * Kamçının ucundan tuttukları yer.
cilze   (C.: Cilzâ) Sert ve sağlam yer.
cim   ( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır. ◊ Gulamperest olan kimse.
çim   f. Rutubetten hasıl olan yosun.* Kesilmiş çimenli yerler.
cima'   Cinsi münâsebet. Çiftleşmek. * Zamm etmek.
çimaci   Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa.
cimah   Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.
cimal   (Cemel. C.) Erkek develer.
cimam   Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması.
cimar   Toplu kabile. * Süvari alayı.
cimnastik   yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.
cimri   f. Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy More…
cimse   Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş.
cin   (Bak: Cinn)
çin   f. 'Derleyen, toplayan' mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. ◊ f. Büklüm. * Çatıklık. Buruşukluk. Kıvrım.
cinab   Hayvanlara vurulan damga ve nişan.
cinaî   (Cinâiyye) Cinayetle alâkalı.
cinan   (Cennet. C.) Cennetler.
cinare   Esterâbâd ile Cürcân arasına derler.
cinas   Benzeyiş, münâsebet. * Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya 'tecnis' denir, o More…
cinayat   (Cinayet. C.) Büyük cezâları gerektiren suçlar. Cinayetler.
cinayet   Adam öldürmek, katl. (Bak: Câni)
cinayet-kâr   f. Cinayet işleyen.
cinaze   Tabut. İçine cenaze konulan sandık.
cincin(e)   (C: Cenâcin) Göğüs kemiği.
çine   f. Kuş yemi.
çinende   f. Devşiren, toplayan, toplayıcı.
cinh   Gece karanlığı.
cinn   Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir.
cinn sûresi   Kur'ân-ı Kerim'in 72. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
cinnet   Delilik.
cinnî   Cinn taifesinden olan.
cins   Nevi'. Boy, soy, kavim, kabile. Aynı çeşitten olmak.
cinsî   Cinsle ilgili, cinsle alâkalı. ◊ Zırh yapıcı.
cinsiyet   Bir kavim ve kabileye mensub olma. * Bir cins ile alâkalı olma.
cinun (cinan)   Gece karanlık olmak.
cinzab   Yaban havucu.
çipil   Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse. * Çepel.
cir   f. Aşağı, alt. * Eldiven, kayış vs. gibi şeyler yapılabilen tabaklanmış deri.
cir'et   (Cer'et- Cür'et) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * İkdâm etmek.
cirab   (C.: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık.
çirag   f. Fitil, kandil, mum, lâmba. * Çırak. * Talebe, öğrenci, şakird. * Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi.
ciraha   (C.: Cirâh-Cirâhât) Yara.
ciran   (C.: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer. ◊ Komşular. * Müşteriler.
ciranta   yun. Poliçeyi, senedi devir ve havale eden şahıs. ◊ yun. Bir senedi ciro eden kimse.
cirar   (Cerre. C.) Toprak testiler.
ciraye   Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.
cirban   Yaka.
cirbet   Ekinlik, mezra.
circir   Maydanoz.
circis   Mühür yapılan mum. * Toprak. * Küçük üvez. ◊ (Bak: Cercis)
cire   f. Çırak, uşak ve hizmetçilere verilen yevmiye, yemek ve para.
çire   f. Mâhir, maharetli, becerikli. * Bahadır, kahraman, yiğit, cesur. ◊ f. Niçin? Çerâ?
çire-dest   f. Becerikli, eli işe yatkın olan.
çiregî   f. Bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik. * Ustalık. Mâhirlik.
ciret   Komşuluk.
cirf   Büyük nesne.
cirî   Yılan balığı. (Fâriside mermahi derler.)
ciris   Sazan balığı.
ciriş   Ceset.
cirit   Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.
ciriyya   Tabiat, mizac, fıtrat, yaradılış. * Huy, haslet.Adet, alışkanlık.
çirk   Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. * Yarada olan irin ve kan.
çirk-âb   f. Pis su.
çirkâf   f. Çirkef. Pis su. Pis. * Terbiyesiz. Edebsiz.
çirkin   f. Güzel olmıyan. * Çok kirli. * Kanlı, irinli çıban veya yara.
cirm   Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük. * Cansız cisim. * Yıldız.
cirman   Organlarla birlikte vücut.
ciro   ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.
cirre   Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş. * Yapağı denilen yün.
cirriyye   Kursak.
cirs   Temel, kök, menşe, kaynak, menba.
cirşab   Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.
cirsam   Divanelik, delilik. * Öldürücü zehir. * Zatülcenb.
ciryal   Altının kırmızılığı. * Bir cins kırmızı boya. * Temiz renk. * Şarap.
cirye   Suyun akması ve şırıldaması. * Cereyan.
cisad   Kan. Safran.
çisan   f. Ne gibi? Nasıl?
cisim   (Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.
cismanî   (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı. * Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.
cismen   Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.
cisr   (C.: Cüsûr-Ecsür) Köprü. Ağaçtan olan köprü.
çistan   f. Bilmece.
civan   f. Cevan. Taze. Genç.
civanan   (Civân. C.) f. Gençler.
civanî   f. Gençlik.
civanmerd   Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.
civar   Çevre, yöre, etraf. * Yakın yer, yakın komşu.
civariyyet   Komşuluk, yakınlık, aynı civarda oluş.
civata   Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.
cive   f. Civa. (Hg)
civelek   Tar:  Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler. * Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.
ciya'   (Câyi'. C.) Karınları acıkmış olanlar, açlar.
ciyadet   Tazelik, yenilik. * İyilik, güzellik.
ciyef   (Cife. C.) Lâşeler, leşler. Cifeler.
ciyet   Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.
çiz   f. Şey. Nesne.
ciz'   Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı. * Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar. (Bak: Hanin-i ciz') ◊ Derenin dar ve kısık yeri.
cizal   Hurma toplama.
cizaret   Deve kasaplığı.
cize   Dere kenarı.
cizfe   Küçük sürü.
cizirman   'Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır.'
cizl   (C.: Cüzul-Eczâl) Büyük odun ağacının kökü, tomruk.
cizle   Bir büyük yığın hurma.
cizme   Deve sürüsü. * Koyun sürüsü.
cizmir   Ağaç kütüğü.
cizn   Kök. * Ağaç kütüğü.
cizye   Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi. (Bak: Haraç)
cizyedâr   f. Cizye adı verilen vergiyi toplıyan memur, cizyeci.
coğrafya   'Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri; İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri.
çolpa   f. Bir ayağı sakat olan. * Yürürken ilk defa sol ayağını atan. * Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız.
cömert   Eli açık, ikramcı, kerem sahibi.
çömez   Medresede talebeye ve müderrise hizmet ederek ilim öğrenen kimse. Talebe yamağı.
conta   Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.
cop   Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa.
çopra   Balık kılçığı. * Sık çalılık veya sazlık. * Uzunca boylu olan tatlı su balığı.
cu   f. Custen fiilinin emir kökü. Gelecek misâlde olduğu gibi birleşik kelimeler yapılır. ◊ f. Akarsu, ırmak, nehir, çay.
çü   f. (Teşbih ve tâlil edatı) Gibi. * Dikkat. * Ahenk.
cu'   Açlık.
cu'an   (Cu'. dan) Aç olarak, acıkmış olarak.
cu'bub   (C: Ceâbib) Fitil ucu. * Çirkin ve kısa boylu adam.
cu'bus   Ebleh, ahmak.
cü'cü'   Gemi göğsü. Kuş göğsü.
cu'l   Ücret, mukabil, karşılık. * Ayak kirası. * Padişahın etbâından aldığı mal.
cu'mus   Pis, necis.
cü'ne   Hokka.
cu'şum   Galiz, kısa boylu adam.
cu'şuş   (C.: Ceâşiş) Kötü huylu, kısa boylu.
cü'şuş   Göğüs. Sadır.
cü'zer   (C.: Câzer) Geyik buzağısı. * Yaban sığırının buzağısı.
çub   f. Ağaç değnek, sopa. * Çöp.
cüba'   Korkak.
cübab   Devenin sütünün üstüne gelen köpüğü.
çuban   f. Çoban, sığırtmaç.
cübar   Ziyan olmak. Heder olmak. * Üçüncü gün.
cübb   Kuyu. * Küp. Kulpsuz desti. * Vaktiyle zindan gibi kullanılan çukur, susuz kuyu.
cübbe   (C: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas.
cübcübe   (C.: Cebâcib) Korkutmak. * Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti. * Çok su. * Erimiş yağ.
cübcübiyye   İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına 'cübcübî' derler.)
çube   f. Oklava.
çubek   f. Değnek, sopa. Davul tokmağı.
cüble   Hörgüç.
cübn   (Cübün) Ürkeklik. Korkaklık. Korkak olmak. * Peynir.
cübne   Korkaklık.
cübnî   Peynirci. * Peynir hâlinde olan şey.
cübu'   Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Yönelmek, rücu etmek.
cübüll   (C: Cübüllât) Yaratılmak, hilkat. * Kesir, çok.
cübün   Peynir. * (Cebin. C.) Alınlar.
cuce   f. Civciv.
cud   Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye More…
cud u kerem   Cömertlik, eli açıklık.
cud u sehavet   Cömertlik ve eli açıklık, sahilik.
cüda   f. Ayrılık. Ayrılmış.
cüda'   Ölüm. Mevt. * Hayvana muzır olan otlak, çayır.
cüdad   Çulha yumağı. * Eski kaftan. * Küçük ağaç.
cüdat   (Câdi. C.) Dilenciler, sâiller.
cüdayi   f. İftirak, ayrılık.
cüdcüd   (C.: Cedâcid) Orak kuşu derler bir büyük böcek ki yaz aylarında öter.
cüdd   Cem'etmek, toplamak. * Yol üstünde olan kuyu.
cüddet   (C.: Cüded) Dağ arasındaki yol. * Şekil, tarz, işaret. * Çizgi.
cüded   Dağ yolları. Yol gibi olan izler. * Bir rengi diğer renkten ayıran çizgi.
cüdera'   (Cedir. C.) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar.
cüdere   (C: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar)
cüderî   Kabarcık denilen hastalık. * Çiçek hastalığı.
cudi   Hz. Nuh'un (A.S.) tufandan sonra gemisi ile sahile çıktığı dağın ismi. * Şırnak İlinin 6 kilometre güneydoğusunda bulunan bir dağın adı.
cüdran   (Cedr. C.) Duvarlar.
cüdube   Kıtlık.
cüdür   (Cidâr. C.) İnce deriler, zarlar. * Duvarlar, setler.
cüfaen   Beyhude, boşuboşuna, faydasız yere.
cüfaf   Kurumuş.
cüfafe   Dağılmış kuru ot.
cüfal   Selin kenara attığı çör çöp. * Davarın yünü ve kılı çok olmak. * Kıllı kimse. * Bol.
cüfale   Su kenarında olan çörçöp.
cüff   İçi boş olan şey. Kof. * Dimağa işlemiş olan baş yarığı. * Hurma çiçeğinin kabuğu. * Cemaat, topluluk. * Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.
cüfre   Bir şeyin ortası. Mezar. * Boşluk. Çukur. * Göğsün içerisi. Sadır.
cüft   f. Tek olmayan. Eşi olan. Çift.
cüfte   f. Benzer, eş, denk, müsavi. * İnsan veya hayvan sağrıs. * Hayvan çiftesi.
cüfur   Zayıf olmak.
cug   f. Öküz boyunduruğu.
çug   f. Su arkı. * Boyunduruk.
cugd   Baykuş.
çuhadar   Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe.
cuhaf   Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır. * Çok yemekten şişip ishal olmak. * Ölmek, mevt.
cühal   Zehir.
cuhale   İğne deliği.
cuham   İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.
cühd   Kuvvet, tâkat.
cuhdub   (C.: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge.
cühela   (Câhil. C.) Cehele, cühhâl. Cahiller. Bilgisizler.
cühera   (Câhir. C.) Yüksek sesle açık olarak söylenenler.
cuhfe   Medine yakınında bir yerin adıdır ve Şam ehli orada ihram giyerler.
cühhal   (Câhil. C.) Bilgisizler, câhiller.
cuhr   Yer deliği.
cühud   Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek. * Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler. More…
cuhuz   Çıkmak, huruç.
cul   (C.: Ecvâl) Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı. ◊ f. Çaylak.
cülab   Gülsuyu, cüllâb. * İshal veren şerbet, müshil.
culah   f. Örümcek, ankebut. * Çulha, yâni dokuyucu, nessâc.
cülahek   f. Örümcek, ankebut. * Küçük dokumacı.
cülal   (Celil) Ulu, büyük nesne, azim.
cülale   Büyük dişi deve.
cülazî   Kocaman ve kuvvetli. İriyarı. * Hâdim, hademe, hizmetkâr. * Kilise veya manastır uşağı. * Papaz veya keşiş.
cülb (cilb)   Su olmayan bulut.
cülban   Burçak dedikleri hububat cinsi.
cülbe   Yara iyi olduğunda üstünde olan ince deri.
cülcül   (C.: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan.
cülcülân   Susam.
cülesa   (Celis. C.) Beraber oturanlar.
cülhab   Dere, vâdi.
cülhub   Dizleri büyük olan kadın.
cüll   (C.: Cilâl-Ecille) Çul. * Gül. * Her nesnenin büyüğü ve muazzamı.
cülla   (C.: Cilel) Büyük emir.
cüllab   f. Cülâb, gülsuyu.
cüllah   Çok sel.
cüllas   (Câlis. C.) Cülus edenler, oturanlar.
cülle   Hurma koydukları kap. * Hurma yükü.
cülmud   Kaya.
cülmüd   Sesi çok çıkan ve kuvvetli olan kimse.
cülüban   Sahtiyandan yapılan dağarcığa benzer bir kap.
cülube   Başka yerden satmaya getirilen şey.
cülud   (Cild. C.) Ciltler, hayvan derileri.
cülul   Kişinin, yerinden başka yere çıkması.
cülünbak   Diş gıcırtısı. * Kapı gıcırtısı.
cülus   Oturuş. Oturma. * Padişahın taht'a oturması.
cülusiyye   Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir. * Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş.
cülza   Sağlam deve.
cum'a   Toplanma. * Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine More…
cum'a sûresi   Kur'an-ı Kerim'in 62. ve Medine-i Münevvere'de nâzil olan sûresi.
cum'at   (Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.
cüma'   Toplamak. Cem'etmek.
cümâde   Arabi ayların beşinci ve altıncısının adı.
cümah   Kibirlenmek.
cümale   (C.: Cümâlât) Gemi urganı.
cümame   (C.: Cümâm) Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar.
cüman   İri inci.
cümane   Tek inci.
cümase   Soğuk, berd.
cümaz   Gümüşlü boncuk.
cümbüş   (Bak: Cünbiş)
cümcüme   (C.: Cemâcim) Baş kemiği, kafatası. * Ağaç çanak. * Arabdan bir kabile.
cümd   (C.: Cümâd-Ecmâd) Yüce, sağlam mekân. ◊ Taş.
cumeat   (Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.
cümel   (Cümle. C.) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular. (Bak: Cümmel)
cumhur   Halk topluluğu. Hey'et, takım. Aynı kararı veya hükmü kabul edenler. * Âlimlerin çoğu, ekseriyeti. * Seçimle idare edilen devlet. * Bir yere toplanmış kum, toprak.
cumhur reisi   Cumhuriyetle idâre olunan memleketlerde Devlet Reisi.
cümhure   İçi boş kemik.
cumhuriyet   Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) More…
cumhuriyet-perver   f. Cumhuriyetçi, cumhurcu.
cümle   Hep, bütün, tam. * Gr: Tam mânâyı ifade eden, kaideye uygun söz.
cümle kapisi   Sarayın büyük kapısı. * Dış kapı.
cümle şirân-i cihân   f. Cihânın bütün arslanları.
cümle-i fiiliye   f. Fiil ile başlayan arabça cümle. Fiil cümlesi.
cümle-i ismiye   f. İsimle başlayan arabça cümle. İsim cümlesi.
cümleten   Bütün, hep, kâffeten, cemian, hep birden.
cümma'   Bir araya gelerek toplanmış şey, küme.
cümmah   Temrensiz, ucu yuvarlak ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirlerdi)
cümmar   Hurma yağı denilen beyaz bir maddedir ve hurma ağacının başından çıkar ve araplar onu yerler.
cümmel   (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced. (Bak: Ebced) * Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.
cümmet   Suyun biriktiği yer. * Başta toplanan saç. * Omuzlara inen saç.
cümmeyz   İncire benzer bir yemişin adı.
cümre   Süvari alayı, bin atlı cemaat.
cümse   Hurma koruğu.
cumu'   Toplanmalar. Cemi'ler.
cumuat   (Cum'a. C.) Perşembe gününden sonra gelen günler. Cum'alar.
cümud   Donuk. Katı. Sert. * Mc: Gayretsiz. * Soğukluk.
cümudiye   Büyük buz dağ. Glâsiye. Buzul. Aysberg.
cümum   Suyu çok olan kuyu. * Su kuyuda çok olmak (mânâsına mastardır).
cümûs   Donmak.
cümza   Seri davar.
cümzan   Hurma nevilerinden bir hurma.
cümze   Toplanmış hurma.
çun   f. (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir.
çün   f. Gibi. * Zira, çünki, madem ki. * Nasıl, nice.
cun (cuni)   Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş.
çun ü çira   f. Nasıl ve niçin.
cünabe   f. İkiz çocuk.
cünaf   Kuruluk.
cünah   Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, 'günah' kelimesinin aslı budur.
çunan   f. Öyle böyle.
çünan   f. Böyle. Bu şekilde. Bunun gibi.
cünbân   f. 'kımıldanan, kımıldatan, sallanan, oynayan, oynatan, hareket eden' mânâlarına gelir ve sıfatlar yapar. Dünbâle-cünbân: Kuyruk sallayan.
çünbek   f. Atlama, sıçrama.
cünbide   f. Sallanmış, kımıldanmış, hareket etmiş.
cünbiş   f. Kımıldanma, hareket. * Zevk, eğlence, cünbüş.
cünbiş-geh   f. Cünbüş yeri, eğlence yeri.
cünbüde   Kümbet, kubbe.
cünbuh   Kalın, uzun ve yüksek nesne. * Büyük bit.
cünbüş   Zevk, eğlence. * Hareket, kımıldanma. * Uta benzer bir çalgı. (Doğrusu: Cünbiş'tir).
cünbüz   Kemer, kubbe, kümbet.
cünd   Er, asker. Ordu. * Bir kimsenin yardımcıları. * Şehir.
cündeb   (Cündüb) Bir nevi çekirge. * Mc: Yağmacı.
cündî   Süvâri, sipâhi, ata iyi binen, binici.
cündüb   (C.: Cenâdib) Bir nevi çekirge.
cünduh   Büyük çekirge.
cûne   (C.: Cuven) Attarların kutusu ve tablası.
cüneyd   Küçük asker. Askercik.
cünh   Koruma, esirgeme, himâye ve muhafaza etme.
cünha   Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.
çunin   f. Böyle.
çünki   f. Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebebden ki.
cünnab   Bitişik olan iki yemiş.
cünnar   Çınar.
cünnet   Örtü, kadın başörtüsü. * Yağan. * Kalkan.
cünu'   Yüzü üstüne düşürmek.
cünüb   Cenabetlik. Şer'an yıkanıp temizlenmeye mecburiyet hâli. * Irak, uzak, baid.
cünud   (Cünd. C.) Askerler. Ordu.
cünuh   Yöneliş, meyil.
cünun   Delilik, cinnet. Delirmek. * Çok olmak. * Otun uzaması.
cur   Belde ismi.
cur'a   Tek yudum. Bir içimlik. Bir yudumluk.
cür'a   Bir yudumluk su. İçim, yudum.
cür'a-riz   f. Damla damla döken.* Bir çeşit ibrik.
cur'aten   Bir yudumluk.
cür'et   Yiğitlik, cesaret. Korkmayarak ileri atılmak.
cür'et-yâb   f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek, cür'etkâr.
cür'etkâr   f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek.
cürade   Soyulmuş nesne.
cüraf   Sel yolu. Selin aktığı mecrası.
cürah   Yara.
cürahüm   İri gövdeli davar.
cüraşe   Tuz döğülürken etrafına düşen iri parçalar.
cüraz   Polat. Demir. ◊ Keskin.
cürbüz   İnsanlar arasında fesâdçılık yapan gaddâr kişi.
cürce   (C.: Cürâc) Heybeye benzer bir kap.
cürcur   Deve başı.
cürd   Tüysüz, kılsız. * Cilt hastası (deve). * Tüyleri kısa olan (at). * Bitki örtüsü olmayan (arazi). * Piyâdesiz (süvâri).
cürdan   At ve eşek zekeri.
cürde   Çorak bölge. * Çıplak vücut. * Atlı asker.
cürde askeri   Eskiden hacca giden kafilelerin muhafızlığını yapan asker.
cürez   (C: Cirzân) Tarla faresi.
cürf   Dere kenarında selin, dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.* Estiyan adı verilen bir ot. More…
cürfüş   Yanları etli olan şişman kimse.
curh   (Curha) Yara. Yaralama.
cürh   (C.: Cüruh) Yara.
cürha   Birtek yara. * şehadette yani şahidlikte bir tek hükümsüzlük sebebi.
cürhüm   Yemende bir kabile.
cürm   (Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
cürm-nak   f. Suçlu, kabahatli.
cürmane   f. Ceza, mücâzat.
cürmuk   (C.: Cerâmik) Çizme.
cürmuz   Küçük havuz.
cürn (cerin)   (C: Cüren) Hurma kurutulan ve harman yapılan yer.
curnal   (Bak: Jurnal)
cürre   Cesur, cesaretli, cür'etkâr, cür'et-yâb, yiğit, delikanlı, gözüpek, atılgan. * Uçan her çeşit kuşun erkeği. * Bir zira' miktarı ağaç.
cürre-baz   f. Atmaca kuşu. * Erkek şahin veya akdoğan. * Hızla uçan ok.
cürş   Yemen diyarında bir yerin adı. * Başı tırnakla taramak.
cürşu'   Büyük karınlı deve.
cürsum   (C: Cerâsim) Her nesnenin aslı.
cürsume   (Cürsâm) Kök, asıl, temel. Bir tohumun özü. İlk hücrelik. * Gırtlak kapağı. * Karınca yuvası.
cürsun   Üzerine binâ yapmak için duvardan dışarı uzattıkları ağaç.
cürub   Beddualar, bed ve kötü dualar, fenâ sözler.
cürüf   Uçurum, yar.
cüruh   (Cürh. C.) Yaralar.
cürum   Sıcak, çukur yer.
cürûn   Bezin eskimesi. * Yumuşak olmak. * Bir nesne aşınmak. * Alışkanlık, itiyat.
cürüz   Verimsiz çorak yer.
cürvaz   Karnı büyük olan kişi.
cüryaz   (C: Cerâyız) Karnı büyük olan.
cürz   (C: Cirzan) Köstebek.
cürzum   (C: Cürâzim) Çok yiyen kişi.
cuş   f. Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek.
cuş u huruş   f. Kaynayıp taşma. Neş'e ve âhenk. Coşup taşma.
cûş-aver   f. Coşturucu, coşmaya sebep olucu.
cüşa'   Çok yemekten dolayı genirmek.
cüsacis   Büyük deve. * Kılların veya otların sık ve çok olup birbirine karışması.
cuşacuş   f. Çok coşkun, taşkın. Pek coşkun ve taşkın bir sûrette.
cüsad   Karın ağrısı.
cûşak   f. Kaynama.
cüsal   Tarla kuşu.
cüsale   Sonbaharda dökülen yapraklar.
cüsam   Büyük, geniş. Eni fazla olan. ◊ Uykuda gelen ağırlık, kâbus.
cuşan   f. Coşup kaynayan.
cüşem   Deve göğsü.
cüses   (Cüsse. C.) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler.
cüseym   Cisimcik. Küçük cisim.
cüseymat  (Cüseym. C.) Küçük cisimler, cisimcikler.
cuşide   f. Coşmuş, kaynamış.
cuşir(e)   f. Dokumacı.
cuşiş   f. Kaynama, coşma.
cüsman   Organlarla birlikte vücudun tamamı. * Her nesnenin cismi ve cesedi.
cüşre   Öksürük. * Göğüs sertliği.
cüsse   Gövde, kalıp, beden.
cüsse-dâr   f. İri yapılı, cüsseli kimse, irikıyım kişi.
cüst   f. Araştırma, arama.
çüst   f. Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke. * Dar, sıkı. * Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı.
cüst ü cu   Arayıp sorma, araştırma, arama.
çüstî   f. Atiklik, çeviklik, çabukluk.
cüsu   Diz üstünde çökmek.
cüsu'   Tamahkârlık, pintilik, harislik, cimrilik.
cüşu'   Durmak, kıyam. * Huruç etmek, çıkmak. * Hafif yay.
cüsum   Kuşun, uyuması vaktinde göğsünü yere koyup çömelmesi. Çömelip oturmak. * Uykuda gelen ağırlık. Kâbus. * Oturmak. ◊ (Cisim. C.) Cisimler. Ecsam.
cüşüm   Kısa boylu, tıknaz kimse.
cüsur   (Cisr. C.) Köprüler.
cüşur   Sabah yerinin ağarması.
cüsüvv   Kurumak, yebs. * Donmak, cümud.
cüsve   Bir yere biriktirilmiş taş.
cüsy   Diz üstüne çökmek.
cuudet   Kıvırcıklık.
cuur   Hurmanın gayet yaramazı, iyi olmayanı.
cüvad   Susamak.
cüval   f. Çuval.
çuvaldiz   Çuval ve ona benzer çul vs. dikmeye mahsus büyük iğne.
cüvalik   (C.: Cevâlik) Çuval.
cüvan   (Bak: Civân)
cüvar   (Civâr) Yakınlık. Komşuluk. * Himâyet, korumak. * Riâyet. * Süt emen deve yavrusu. * Karga sesi. * Öküz avazı.
cüveyre   Küçük câriye, câriyecik.
cüvvet   Kırba yaması. * Bir parça yer. * Siyaha yakın boz renk. * Demir pası.
cuy   f. Nehir, akarsu, ırmak, dere, çay.
cuy-çe   f. Küçük ırmak.
cuya(n)   f. Arayan, arayıcı.
cuybar   f. Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. * Irmak kenarı.
cuyem   f. (Cüsten, aramak mastarından 'arıyorum, ararım' mânasınadır.) (Bak: Cû)
cuyende   f. Arayıcı, araştırıcı, isteyen.
cüyud   (Cid. C.) Gerdanlar, boyunlar.
cüyuş   (Ceyş. C.) Ceyşler, askerler, neferler, erler. Ordular.
cüz   Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası. * Kitab forması. * Küllün mukabili. * Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası. * Kanaat. İktifâ eylemek. * Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi More…
cüz'i   Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.
cüz'iyyat   Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.
cüz'iyyet   Azlık, cüz'î oluş.
cüzae   Bıçak sapı.
cüzaf   Götürü pazar.
cüzam   (Cüzzam) Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı.
cüzame   Hasaddan sonra ekinden bâki kalan ekin.
cüzare   Devenin etrafı (ayakları ve başı gibi.)
cüzaz   Kesilmiş ve parçalanmış olan şey.
cüzaze   (C.: Cüzâzât) Pâre pâre etmek, ayırmak, kesmek. Ağaçtan yemiş düşürmek. ◊ Bez kırpıntısı.
cüzbend   Bir çeşit cüzzam hastalığı. * Ciltçi.
cüzeyr   Kök dalı, ince kök.
cüzeyre   Küçük ada, adacık. Etrafı su ile çevrili küçük kara parçası.
cüzhan   f. Kur'ân-ı Kerim cüzlerini okuyan kimse.
cüzur   (Cezr. C.) Kökler.
cüzve   (Cezve-Cizve) (C: Cezey-Cizey) Kalın ağaç parçası. * Ateş közü.
cüzzam   (Bak: Cüzam)
cüzzet   Kaftan.
dâ'   (C: Edvâ) Maraz, hastalık. * Meşakkat, zahmet.
da'   Arabçada 'bırak' mânasına emirdir. Meselâ: ◊ Def'etmek, kovmak. Terketmek.
da' mâ keder   Keder veren şeyi bırak.
da'at   Horluk, zelillik.
da'bel   Kurbağa yumurtası. * Güçlü, kuvvetli deve.
da'ca'   Gözü çok siyah ve büyük olan kadın. (müz: Edac)
da'cele   Gitmekte ve gelmekte tereddütlü olmak.
da'd   Husumet, düşmanlık.
da'da   Aklı ve fikri olmayan kişi. * Her nesnenin zayıfı.
da'da'   Güzel dur mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir.
da'daa   Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek. * Sallamak. * Bir kimseye 'güzel dur' demek. * Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak. ◊ Yakmak. Yıkmak. * Hor ve zelil More…
da'fak   Bol ve geniş olan şey. Vâsi.
da'k   Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak.
da'ke   Deve sürüsü.
da'kese   Mecusiler oyunundan bir oyun. ('destibend' de derler.)
da'l   İçmek, şirb.
da's   Cimâ etmek. * Süngü ile vurmak. * Az olan nesne ve eser. ◊ Titremek. * Zayıf olmak, zayıflamak.
da'sa   Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer. ◊ Yumuşak yer.
da'sere   Yıkmak.
da'şere   Yıkmak.
da'vâ   Takib edilen fikir, iddia. * Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi. * Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek. * More…
da'vat   (Duâ. C.) Duâlar, niyazlar, çağırışlar. (Bak: Ed'iye)
da'vet   Çağırma. Ziyafet. Duâ. * Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.
da'z   Def'etmek, kovmak. * Nikâh etmek. ◊ Noksanlaştırmak. ◊ Cimâ etmek.
daa   Telef etmek, ziyan etmek.
daac   Gözün çok siyah ve büyük olması.
daak   Davarın ayağıyla kazılmış yer.
daar (daâre)   Fısk. * Kapmak. * Yaramazlık.
dab   f. şan ve şeref, haysiyet.
dabar (dibâr)   (C: Debabir) Cemaat, topluluk.
dabb   (C.: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele. * Yaraya merhem sürmek. * Akmak. * Süt sağmak. * Yere yapışmak. * Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar). * Hurma çiçeği.
dâbbe   Yürüyen mahluk. Debelenen.
dabbe   (C.: Dıbâb) Dişi kertenkele. * Kapıya koyulan yassı enli demir.
dâbbe-süvâr   f. Hayvana binen, binici.
dabentî   Güçlü, kuvvetli kimse.
dabgam   Arslan, esed.
dabh   'Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir More…
dabi   Kül, ramâd.
dabi'   Yere yapışan, yere yapışıcı.
dabib   Akmak. Seyelân etmek.
dabie   Kişinin çoluk çocuğu.
dabik   Bir yerin adı.
dabir   Arka, kök, nihâyet. Son, âhir. * Bir nişandan geçen ok.
dabire   Askerin bozulması.
dabk   Kendisiyle kuş avlanan bir nesne.
dabn   Dar nesne.
dabr   Cemaat. * Yaban cevizi. * Sıçramak.
dabrak   şişman ve etli olmak.
dabs   Mesrur ve mütekebbir olmak. Sevinçli ve kibirli olma hâli. ◊ Ahlâkı kötü ve korkak olmak. * Anlaması, idrâki az olmak. ◊ (C.: Ezbâs) El ile tutmak.
dabsem   Arslan, esed.
dabt   Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak.
dabuka   Pis. Necis.
dabure   Yer yüzünde gezen hayvanât.
dabv   Pişirmek. * Tağyir etmek, değiştirmek.
dac   Çağırmak.
dac'  (ducu')   Yan tarafını yere koyup yatmak.
dacc   Hacıların hizmetkârı ve devecileri. * Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân.
dacce   Bir kere çağırmak ve inlemek.
dacem   Eğrilik.
daci'   İşlerinde kısaltan. * Yatak arkadaşı.
dacia   Çok fazla bulut.
dacic   Çağırış. * Sesi yükseltmek.
dacin   (C.: Devâcin) Evi öğrenmiş olan davar.
dacir   Gamkin ve gönlü dar kimse. * Bağırgan dişi deve. * Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak.
dacnan   Tehame vilâyetinde bir dağ.
dacr(e)   Darlık, kalbin sıkıntılı olması.
dacuc   Çağıran. * İnleyen. * Sağarken incinen ve inleyen dişi deve.
dâd   f. Adâlet. Hak, doğruluk. * İnsaf. * Vergi, ihsan, atiyye. * Ömür. * Sızlanma.
dad   Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir. * Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir. ◊ Oyun, lehv. ◊ Doldurmak.
dâd u sited   Alış veriş.
dâd-âver   f. Doğru, adaletli.
dâd-bahş   f. Hakkı yerine getiren, adaletli.
dâd-ger   f. Doğru, insaflı.
dâd-res   f. Yardımcı, yardıma yetişen.
dada   f. Halayık. Çocuk bakıcı. Dadı.
dadan   Kesmez kılıç. * Fakir, muhtaç kişi.
dadar   f. Allah (C.C.) * Adaletli, âdil, doğru olan hükümdar.
dadaş   Delikanlı, babayiğit kimse. * Erkek kardeş.
dâde   f. Verilmiş, vergi.
dâden   f. Vermek.
dâdender   f. Erkek üvey kardeş.
dâder   f. Karındaş, kardeş, birâder.
dâder-ender   f. Üvey kardeş.
dâdgâh   Adliye. Hak yeri, adâlet yeri.
dadh   Yemen baklası.
dâdhah   f. Adalet isteyen.
dâdistan   f. Bir işte ortak olma. * Bir işe razı olma.
dâdrad   f. Allah (C.C.), Cenab-ı Hak.
daele (duule)   Zayıf ve ince olmak. * Hor ve zayıf olmak.
daf'   Necis, pis.
dafadi   Kurbağa.
dafate   Ayağa giydikleri bir cins pabuç. * Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak. * Bir oyun çeşidi.
dafef   Çoluk çocuğun fazla oluşu. * Şiddet. * Darlık. * Hâcet. * Acele etmek.
dafen   Kısa boylu, ahmak adam. * İri gövdeli ahmak kimse.
dafended   şişman, ahmak adam.
daff   Dar, zıyk.
daffat   Devesini kiraya veren deveci.
daffata   Metâ ve kumaş götüren deve. * Çokluk, cemaat.
daffe   Yan, taraf.
dafi'   Def'eden, menedici. Ortadan engeli kaldıran. * Cenâb-ı Hak. (C.C.)
dafia   Def eden, muhafaza eden.
dafik   Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen.
dafit   Ahmak.
dafn   Ayakla tekme vurmak ve atmak.
dafr   Saçı ve ona benzer şeyleri enlice örmek ve dokumak. * Vakarla yürümek. * Def'etmek, kovmak.
dafuf   Sütü çok olan davar.
dafv   Tamam olmak. * Malın çok olması.
dâg   f. Yanık yarası. * İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga.
dag-zen   f. Damga vuran, nişan koyan. * Kalb kıran, gönül kıran.
dagal   f. Hile. * Geçmez akçe, kalp para. * Hileci, hile yapan, dolandırıcı. * Çerçöp.
dagal-bâz   f. Hileci.
dagas   Çok yemekten dolayı midenin dolması.
dagb   Harislik, hırslı oluş. * Ovmak.
dagbus   (C.: Dagabis) Küçük hıyar. * Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot.
dagdaga   Dişi olmayan kadın. * Kurdun et yemesi. * Yemeği iki çene arasında geve geve yemek.
dağdağa   Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar. * Tereddüt etmek, karar verememek. * Gıcıklamak.
dağdar   f. Pek acıklı, üzüntülü. * Gönlü yaralı. * Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hattâ bi-karar eyler beni, İttihadken savlet-i More…
dagf   Almak.
dagfasa   Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik. * Bol geniş nesne.
dagi   (Bak: Tâgi)
dagi(yye)   Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist.
dagib   Tavşan sesi.
dagîga   Sıvı hamur.
dagisa   (C: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik. * Sâfi su.
dağistan   f. Dağlık yer. * Kafkasya'nın kuzeydoğusunda ve Hazer Denizi'nin batı kıyılarında bulunan bir bölgedir ki, eskiden buraya Albanya denirdi.
dagit   Yanında bir kuyu daha olduğundan suyu çekilip kokan kuyu.
dağit   Emin. * Nâzır, bakan. * Şiddet veren. * Üzüm toplamada kullanılan âlet.
dagm   Isırmak.
dagma'   Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.
dagmire   Karıştırmak, halt.
dagn   Meyletmek, yönelmek. * Kin tutmak.
dagr   Şiddetle def'etmek. * Bir yere girmek.
dagre   Bir şeyi kapıp almak.
dags   (C.: Adgas) Rüyâ karışıklığı. * Karışık olmak.
dagş   Hücum etmek.
dagt   Zahmet. Meşakkat. * Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak.
dagul   f. Dolandırıcı, hileci, hile yapan.
dagv   Kedi veya tilki çağırmak.
dağvari   f. Dağ gibi, dağ cesametinde. Dağ büyüklüğünde. Dağa benzer surette.
dagve   (C.: Degavât-Degayât) Huyu yaramaz olmak, hulku çirkin olmak.
dagz   Yutmak. * Defetmek. * İğrenmek. * Cimâ etmek.
dah   f. Hizmetçi, uşak, cariye. * On (10). Aşer. * Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse.
daha'   Kaba kuşluk vakti.
dahal   Aldatmak, mekretmek.
dahâmet   İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık. * Tıb: Hipertrophie.
dahamis   Bahadır, kahraman. * Karayağız, iri yapılı adam.
dahas   Davarın tırnağında olan bir verem. ◊ Kaypancak nesne.
dahaya   (Dahiyye. C.) Kurbanlık hayvanlar.
dahb   Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.
dahc   Gizlemek, örtmek.
dahd   Kahretmek.
dahdah   (C.: Dahazıh) Arzu, istek. ◊ Küçük adımlı kimse. ◊ Kısa boylu adam.
dahdaha   Yorulmak, yorultmak. * Yavaşlamak. * Muti etmek, emre itaat ettirmek. * Hor etmek. ◊ Suyun dökülüp saçılması. * Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.
dahdar   Beyaz bez.
dahh   Yer altında bir şey gizlemek. ◊ Bevlin uzaması.
dahhak   Çok gülen. Çok gülücü. * İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı.
dahhas   (C.: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek.
dahi   Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi.
dahik   Gülen, gülücü.
dahike   (C.: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi. ◊ (C.: Davâhik) Azı dişlerinden her biri.
dâhil   İçeri. İç. İçinde. İçeri girmiş.
dahil   (Bak: Dahl-Dehal) Girmek, karışmak. Dokunmak. Taarruz etmek, müdâhale eylemek. ◊ Hayrette kalan kimse.
dahîl   Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir. * Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi. * Evvelâ alâkasız olup sonradan More…
dahile   (C.: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü.
dahilek   Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.)
dahilen   İçten, içerden, dâhilden.
dahiliye naziri   İçişleri Bakanı.
dahim   (Dahâmet. den) Yoğun ve fazla koyu olan. Kalın olan. ◊ f. Nasib ve rızık. ◊ (Dâhim) f. Taç.
dahine   (C.Devâhin) Duman çıkan baca.
dahir   (C.: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal. ◊ Dere, vâdi. * Dağ başı.
dahis   Müfsid, arayı bozan. * Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan. * Bir meşhur atın adı. ◊ Hayvanların tırnak diplerindeki et parçası. Dolama hastalığı. ◊ Kokmuş, More…
dâhiye   Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. * Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise.
dahiye   Nâhiye.
dahiyye   Kurbanlık hayvan.
dahk   Tere yağı. * Bal. * Kar. * Ağzı yarılmış olan çiçek tomurcuğu. ◊ Irak, uzak, baid. * Atmak.
dahl   Karışma, girme. * Nüfuz, te'sir. * Vâridat. * İrâd. İtiraz, ta'riz. * Ayıp, töhmet. ◊ Bir nesne az olmak. ◊ Az miktar su.
dahl (duhl)   (C.: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere. * Çukur yer.
dahm   Şiddetle def'etmek. * Cemaatın kuvvetli olması. ◊ İri, büyük, kocaman, cüsseli, kalın.
dahme   f. Mezar, kabir. türbe. * Donanma geceleri atılan hava fişeği.
dahmes   Sirke tulumu. * Her nesnenin karası.
dahn   Fesâd. * Bulanıklık.
dahna   Boz renkli.
dahr   Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma. ◊ Kaplumbağa. * Dağbaşı.
dahr (duhur)   Sürmek. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Horluk.
dahrece   (Dıhrâc) Yuvarlamak.
dahs   Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak. * Fesad, ifsâd. ◊ Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek. ◊ Ön dişler ile ısırmak. ◊ Ayağıyla tepinmek.
dahten   f. Bilmek.
dahuk   Geniş yol.
dahul   Geyik tuzağı. * Canavar tuzağı.
dahül   f. Bostan korkuluğu.
dahv   Zâhir olmak, görünmek. ◊ Atmak, ramy.
dahve   İlk kuşluk vakti. Güneşin ufukta ilk yükselip yayılmaya başladığı an.
dahy   (Dahv) Yayıp döşemek. * Deve kuşu yumurtası. (Bak: Udhiy) (968 hicri tarihinde vefat eden Ahter-i Kebir lugatının Müellifi, Kur'an-ı Kerimdeki bu kelimeden dünyanın bir elips şeklinde, More…
dahya'   (C.: Duhâ) Hayız görmez kadın. * Ağaç ismi. ◊ Rûşen, parlak ve nurlu nesne.
dahye   Kuşluk vaktinde kesilen koyun.
dai   Dua eden, duacı. * Sebep. * Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir More…
dâib   Âdet ve usulünde devam eden. (Bak: De'b)
dâibeyn   Âdet ve usulünde devam eden iki şey.
dail   İçen. Şârib. * Mahvolan. * Zaif. ◊ Arık, zayıf, küçük hacimli.
daim   Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.)
daima   (Devam. dan) Her vakit, bir düziye, daimî suretde.
daimî   (Devam. dan) Sürekli, devamlı.
dain   (Dâyin) Ödünç veren, borca veren. * Alacaklı. İkraz eden. ◊ (C.: Daân) Yünlü olan koyun. ◊ Asıl. * Mâden. * Doğruluk.
dair   Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan. * Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.
daire   Resmi hükümet makamlarından her biri. * Yazıhane. * Büyük bir idare adamının makamı. * Ev veya apartman katı. * Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal. * Sınır içi. * Büro, büyük ev, More…
dairevî   Daire şeklinde. Daire gibi.
dairezen   Mehter takımında def çalan.
daiyan   (Dâi. C.) Dua edenler, duacılar.
dâiye   İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane.
daiyy   Şu kimseye derler ki, bir kişi ona 'oğlumdur' demiş olsun.
dak'a   Toprak.
daka'   Varmak. Ulaşmak. * Buluşmak. ◊ Fakirlik.
dakaik   (Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.
dakaik-aşina   f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan.
dakaik-i fenniye   f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları.
dakaik-i umur   f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları.
dakal   Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya.
dakdak   (C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.
dakdaka   Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.
dakdake   Tez tez yürümek, hızlı yürümek.
dakik   (Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
dakika   (C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin More…
dakika-bin   f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören.
dakis   Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.
dakk   Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma.
dakm   Kırmak, kesr.
dakr   Vurmak, darb.
dakva(n)   Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.
dal   Ağacın ilk verdiği kol. * Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan 'dâl-i mühmele' de denir. ◊ Semiz avrat. Şişman More…
dal'   Meyl. Eğrilik. Kuvvet. * Ağır yük götürmek.
dal(l)   Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan. * Azdırıcı, sapkın. * Şaşkın.
dalaa   Kuvvet. * Eğrilik. * Şiddet.
dalal   Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak.
dalalet   İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.
dalaletpişe   Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.
daldal(e)   Taşlı sert yer.
dalgakiran   t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set.
dalgiç   t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam.
dali'   Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri.
dalif   (C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.
dalil   Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi.
daliye   (C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba 'nâurâ' derler.)
dalkavuk   t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam.
dall   Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici. * Bildiren. ◊ Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.
dalle   Evini bilmeyip başka yere giden davar.
dallîn   (Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.
dalliyet   Delil oluş. İsbata vâsıta olmak.
dâm   f. Tuzak. ağ, hile.
dam'   (C.: Dümu-Edmu) Helâk olmak. * Göz yaşı.
dâm-i ankebut   f. Örümcek ağı. Örümcek tuzağı.
dama   Deniz, bahr.
damacana   Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe.
damar   t. İstidad. Huy, tabiat, inat. * İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan. * Irk. * Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası. * Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına More…
damd   Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.
damecmec   Katı, şedid. * Uzun boylu bahil kimse.
damed   Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak.
dâmen   f. Etek. Kenar. Taraf. Zeyl. Elbise veya dağ eteği.
damen-bus   f. Etek öpen.
damen-gir   f. Eteğe yapışan, etek tutan. * Dâvacı, hasım, şikâyetçi.
damen-keş   f. Feragat eden, eteğini çeken.
damene   f. Dağ eteği, dağın çevresi.
damenî   f. Eteklik. * Kadın başörtüsü.
damga   Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak. * İşaret vurulan âlet. Mühür.
damga-i vahdet   f. Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil.
damhar   Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.
damia   Yavaş olarak ve damla damla kan sızdıran yara.
damic   Karanlık.
damiğa   Dimağa işlemiş olan baş yarığı. (Bak: Amme)
damik   (C.: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.
damime   (C.: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.
damin   Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen.
damine   Köyde olan hurma.
damir   (C.: Damâr) Kalb. * Niyyet. ◊ Zayıf, ince.
damise   Örten, setreden. Defneden.
damiye   Tıb: Kanı akan yara.
damiz   Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır.
damm   Yapıştırmak. * Düşürmek.
dammad   Hastalara efsun okuyan kimse.
damping   ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma.
damz   Susmak, sükut etmek.
damzer   (C.: Damazir) Sütü az olan deve. * Sağlam ve sert yer. * Şişman kadın.
dan   Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan - Mangal. Cüz-dan - Cüz kabı, çanta. ◊ f. Tane.
dânâ   f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim.
dânâyî   f. Âlimlik, bilicilik.
dane   (Diyn. den) 'İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu' mânasında fiil. ◊ f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne.
danende   f. Bilgin, bilen, Haberli.
dang   f. Bir dirhemin altıda biri.
dani'   Hor, zelil.
danik   (C.: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.) * Zayıf düşkün davar. ◊ Bir dirhemin dörtte biri. * Mangır. ◊ Nezle.
dâniş   f. Bilgi, ilim. Biliş.
dâniş-ger   f. Alim, bilgin.
danişî   Alim, bilgin, bilgili.
danişmend   (C.: Dânişmendân) f. Bilgili, ilimli. * Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi.
daniştay   (Bak: Şurâ-yı devlet)
danisten   f. Bilmek.
daniye   Yakında olan.
dank   (Dunuk) Darlık, dıyk.
danka'   Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan.
dantela   Fr. Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel.
danu'   Evlâdı çok olmak.
danv   Oğul ve kız, veled.
dâr   f. Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr  - Bayrak tutan. ◊ Yer, mekân, konak.
dâr ü gir   Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng.
dar'   (C.: Durâ-Duru) Davar emziği.DAR' - Men'etmek, engel olmak. * Ansızın haberli olmak. * Eğrilik.
dar'a'   Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.)
dar-baz   f. Canbaz.
dâr-i beka   f. Âhiret. Bâki olan yer.
dâr-i cinan   f. Cennet yurtları. Cennetler.
dâr-i dünya   f. Bu dünya memleketi. Dünya. (Dâr-ı fenâ da denir.)
dar-ül kütüb   f. Kütübhâne, kitab evi.
dara   f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. * Hükümdar. * Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
dara'   Zayıf. Zelil, hakir. * Muti, itâat eden, boyun eğen. ◊ Düz yer. * Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar.
daraa   Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak. * Emre uymak, muti olmak. * Zayıf ve zelil olmak.
darab   Koyu beyaz bal.
daraban   Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma.
darabât   (Darbe. C.) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar.
darabine   Kapı bekçileri.
darafe   Çokluk, kesret.
darağaci   t. İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa.
daragim   (Dırgam. C.) Arslanlar, esedler, dırgamlar.
daraka   (C.: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan. * Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.
darame   Ucu ateşli kuru ot ve odun.
darare   Gözsüzlük.
daras   Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması.
darat   f. Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım.
daravet   Adet, alışıklık, alışkanlık.
darayî   f. Sahib, mâlik olma. * Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. * Bir nevi kumaş.
darb   (C.: Durub-Edrub) Vurmak, vuruş, çarpmak. * Beyan etmek. * Seyretmek. * Nev, cins. * Benzer, nazir. * Eti hafif olan. ◊ (C.: Dürub) Kapı, bâb. * Büyük, geniş sokak. * Dâr-ı More…
darb-zen   f. Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. * Kale döven.
darbam   f. Direk, kiriş.
darbe   (C.: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
darbeha   Başını aşağı eğmek. * Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek.
darbele   Bir yürüme çeşidi. * Davul çalmak.
darben   Döğerek, vurarak. * Çarparak.
darbhane   Para basılan yer.
darbîz   Rutubetli tarla, sulak yer.
darbum   Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi.
darc   Yarmak, şakk.
dare   f. Vazife, görev, ödev.
darende   f. Saklayan, tutan. * Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren.
dareyn   Her iki dünya. İki yurd. İki yer.
darh   Def'etmek, kovmak. Reddetmek. * Yer kazmak.
darî   Ot ve yem satan kişi. * Evinden çıkmayan kimse.
dari'   Hurma dikeni. Acı ve dikenli bir ağaç. ◊ Adımı geniş olan kişi.
darib   (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve. * Ağaçlı yer. * Karanlık gece. * Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.
daribe   Tabiat. * Kılıçla vurulmuş. * Eğrilmiş yün.
daric   Katı, şedid, şiddetli.
darice   Ay ve güneş ağılı. (Farsçada 'hâle' denir.)
darih   Kabir. Mezar.
darim   Yanmış nesne. * Dövülmemiş harman. * Odun ufağı. ◊ Aç. * Tavşancıl yavrusu.
darin   Bir yerin adı.
darir   (C.: Edirrâ) Kör, a'mâ. * Nefis. * Cismin bakiyyesi. * İri vücutlu fakir kişi.
daris   (Dürus. dan) Yıkılmış, mahvolmuş. ◊ Çetin huylu kimse.
dariş   Siyaha boyanmış kara deri.
darit   Yellenen, yellenici.
dariyye   f. Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume.
darm   Şiddetli açlık. Oburluk. * Ateşin yakması.
darr   Süt, leben. * Nüzul. * Hayır ve amel çokluğu. ◊ Zararlı, zararı olan. ◊ Zarar, ziyan.
darra   Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.
darrab   Akça kesici, dârp edici, para basan.
darre   Bir miktar süt.
dars   Dişiyle tutup ısırmak.
dart   Yellenmek. * Tez olmak.
daru   f. İlâç, deva, tiryak.
daru-berd   f. Debdebe, ihtişam.
daru-hane   f. İlâç satılan yer, eczahane.
darül harb   (Dâr-ül harb) Harp yeri.
darül islam   (Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer.
darzem   Sütü az deve. * Çok ısırıcı olan yılan.
darzeme   Çok ısırmak.
dâs   f. Orak. * Tuzak. * Sedef otu.
daş   İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş  - Refik.
dasar   (Dâstâr) f. Tellal, simsar.
dasdasa   Depretmek, tahrik.
dase   f. Orak.
dâsitân   (Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. * Şöhret.
daşte   f. Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. * Mâlik olmuş.
daşten   f. Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. * Zabtetmek, gasbetmek, almak. * Görüp gözetlemek. * Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek.
dav'   Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran. ◊ Hoş kokular kokmak. Depretmek.DAV': Şule, ziya, ışık.
dava vekili   Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi.
davaci   t. Dava açan.
davahi   Memleket köşeleri.
davat   Devenin başında olan verem.
davban   Güçlü, büyük deve.
davc   (C.: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması.
davda'   Meş'ale. * İnsan sesleri.
dâver   Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir. * Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim.
dâverâne   f. Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. * Hâkim ve vezirle alâkalı olan.
dâverî   f. Hâkimlik, hükümdarlık. * Mahkeme ve dâvâ. * Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. * Kavga, mücadele.
davita   Havuzun dibinde olan balçık. * Çöküklük. * Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur.
daviye   Otsuz çöl.
davkaa   şişman ve ahmak olan kimse.
davlumbaz   Çarkları yandan olan vapurlarda çarkların döndükleri yerleri örtmek için vapurun iki tarafında bulunan iki büyük yarım daire.
davmeran   Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.
davr   Ziyan etmek, zarara girmek.
davta   Fakir.* Gövdeli, cesim.
davudî   Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.
davve   Ses, sadâ.
davvî   Yurt tutmak.
davy   Arıklık. * Zayıflık.
davz   Zulmetmek, zulüm yapmak. * Çiğnemek.
daye   Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi.
dayet   Yan, taraf, cenb.
dayf   (C.: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir. * Meyletmek, yönelmek.
dayfen (dayfân)   Misafiriyle gelen kişi.
daygam   Arslan, esed. * Isırmak.
dayi   Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan. * Annenin erkek kardeşi.
dayib   İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi.
dayiban   Gece ile gündüz.
dayic   Kovayla kuyudan su çekip havuza boşaltan kimse.
dayin   Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren. (Bak: Dâin).
dayine   (C.: Davâyin) Dişi koyun.
dayis   (C.: Dâsse) Hırsız.
daym   Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç.
dayyik   Pek dar.
de'b   Bir işde devam ve iltizamla emek çekip çalışmak. * Adet, usul, tarz, kaide. * Şân. * Emir. * Kâr. * Tardeylemek.
de'da   Her ayın son günü. * Şaban'ın son günü. * Çok karanlık gece.
de'l   Aldatmak. * Ahdi bozmak, sözü tutmamak.
de'lan   Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.
de's   Yemek.
de'sa   Câriye.
de'z   Boğmak. * Bir şeyi doldurmak.
deaim   (Dıâme. C.) Destekler, payandalar, direkler.
deavi   (Davâ. C.) Dâvalar, mes'eleler.
deb'   Yumuşak yer. * Kuvvetle basmak. ◊ Vurmak, darb.
debabic   (Dibâc. C.) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar.
debabis   (Debbus. C.) Topuzlar.
debabud   İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi.
debar   Mahvolmak. Helâk olmak.
debat   (C. Debâ) Uçmayan çekirge.
debb   Hareket etmek. * Ağır ağır yürümek.
debbabe   Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.
debbağ   Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan.
debbe   (C.: Debbât) Matara dedikleri su kabı. * Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar.
debbus   (C.: Debâbis) Topuz.
debdab   f. şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet.
debdebe   Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet.
deber   Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması.
debeş   Evin esası.
debh   Belini büküp eğildiğinde, başını öne doğru fazlaca eğmek.
debib   Yürümek. * Harekete geçmek.
debir   f. Müsteşar. * Kâtib, yazıcı.
debistan   f. Mekteb, okul.
debkel   Bir araya toplanmış mal. * Derisi kalın, çirkin kimse.
debl   Küçük eşek. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek.
debr   (C.: Dübur) Oğul kız topluluğu. * Bal arısı.
debre   (C.: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması. * Bir evlek yer. * Vaktinden sonra gelmek.
debretmek   t. (Tepretmek) Kımıldatmak, harekete getirmek, oynatmak.
debş   Çekirgenin ot yemesi.
debs (dibâs)   Dibekde buğday döğmek.
debsa'   Çok fazla kırmızı olduğundan, siyah gibi görünen şey.
debub   Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve.
debur   Batı rüzgârı. * Fırak, ayrılık. * Halef etmek.
debus   f. Topuz.
decac   (C.: Dücüc) Tavuk. * Horoz, tavuk ve piliç cinsi.
decace   (Dücâce, dicâce) Tavuk.
decc   Tavuğu çağırmak.
deccal   Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir.
decdece   Tavuğa 'bilibili' diye seslenmek.
dececan   Ağırca, yab yab yürümek.
decen   Çok yağmur.
decl   'Örtmek. * Devenin katranlanması. * Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak. * Bâtılı hak gösteren. * Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.' More…
decn   Bol yağmur, rahmet. * Havanın bulutlu olması. * Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma.
decran   Neşeli, sevinçli, bahtiyar kimse.
decucat   Ayakları kısacık dişi deve.
decv   Nikâh. * Çok karanlık, zulmet.
decye   (C.: Dücâ) Karanlık, zulmet.
dedektif   Fr. Hususi araştırma yapan, tâkib ve tarassudda bulunan polis.
deeb   Âdet, usul, kaide, an'ane.
def'   Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. * Mâni' olmak. Savmak. Savunmak. * Himaye etmek. * Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak.
def'a   Bir kerre.
def'aten   Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada.
def'ateyn   İki kere, iki defa.
def'î   Hemen, bir anda.
defa   Boynuz ve kanat uzunluğu. * Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.
defaat   Kerreler, def'alar. Müteaddid.
defadi'   (Dıfda. C.) Kurbağalar.
defain   (Define. C.) Defineler.
defatir   (Defter. C.) Defterler. Not yazmağa mahsus kâğıttan beyaz kitablar.
defenni   Alaca renkli bir cins elbise.
defer   Koltuk kokusu gibi olan pis koku. * Yemeğe kurt düşmesi.
deff   Yan, cenb. * Kolay.
deffe   Yan, yüz. * Kitab cildinin iki tarafından herbiri.
defi'   Kızgın olan nesne.
defif   Ağır ağır gitmek. * Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi.
defin   (Defn. den) Medfun, defnedilmiş, toprağa konulmuş, gömülmüş, gömülü.
define   Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer. * Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse.
defk   Atmak. Dökmek.
deflasyon   Fr. Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması.
defn   Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi.
defr   Kokmak.
defter   (C.: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula. * Liste.
defterdar   Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.
defterdarlik   Eskiden maliye bakanlığı. * Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire.
defva   Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.* Boynu uzun olan kadın.
dega   f. Hile, habislik, dolandırıcılık. * Hilekâr, dolandırıcı, habis. * Kalp para, bozuk akçe.
deh   f. İyi hoş. Lâtif, güzel. * Tabur. * Saf. ◊ f. On (10), aşer.
deh-sal   f. Gezegen, seyyare, yıldız.
deh-sale   f. On yaşında. On yıllık.
deh-yek   f. Öşr, onda bir.
deha   Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak. ◊ Yaymak, döşemek.
dehadar   f. Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş.
dehaet   Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.
dehak   Kırmak, kesmek. * Acı çektirmek, azap etmek.
dehakîn   (Dihkan. C.) Köy ağaları. * Köylüler, çiftçiler.
dehal   Aldatmak, mekir ve hile etmek.
dehalet   Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
dehaliz   (Dehliz. C.) Dehlizler, holler, koridorlar.
dehan   (Dıhen- Dahen) f. Ağız, Fem.
dehane   f. Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı.
dehangüşa   f. Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız.
dehar   f. Mağara, dağ mağarası. Kovuk. Çatlak.
deharir   Zamânın şiddetleri.
deharis   Belâ. Şiddet.
dehaz   f. Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme.
dehbel   Yemekte lokmanın büyük olması. * Bir kuş adı.
dehdak   Kesmek. Kat'.
dehdan (dehdehân)   Develerin bir yere toplanması.
dehdehe   Yuvarlamak, döndürmek.
dehdehî   f. Hâlis altun.
dehen   f. Ağız.
dehhaşe   Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici.
dehişt   f. İttifak, ittihad, birlik. * Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket.
dehkel   Zahmet, meşakkat. * şiddetli ve meşakkatli zaman.DEHKEM Â: Yaşlı adam. İhtiyar adam.
dehl   Zamandan bir saat. * Azca nesne.
dehles   Kısa boylu kimse.
dehliz   (C.: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası.
dehm   (C.: Dühum) Ansızdan gelmek. * Çok fazla miktarda asker. * Çok adet, kesret.
dehma   Belâ. Zahmet * Çömlek. * Çok adet, kesret, sayı çokluğu. * Kadim, eski. * Halis kırmızı koyun. * Koyu kızıl.
dehmak   Kesmek, kat'.
dehme   Yumuşak yemek.
dehmece   İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi.
dehmeka   Yumuşak ve güzel yemek. * Her nesnenin yumuşağı.
dehmus   Cömert kişi. Kerim kimse.
dehn   Değnekle vurmak. * Yağmurun, yeri ıslatması. * Bir şeyi yağlamak. * Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek.
dehna   Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova. * Bir yer ismi.
dehnec   Zümrüt gibi bir kıymetli taş.
dehr   Zaman, çok uzun zaman, ebedi. * Bin yıllık zaman. * Dünya.
dehr suresi   Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir.
dehre   f. (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak.
dehrî   Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE - Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.
dehriyyun   (Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.DEHS (Dehâs) - İçine ayak batan yumuşak yer.
dehş   f. Bulanıklık, karanlık. Zulümat. * Bir işe başlama.
dehş(e)   Tenbel olmak.
dehşet   Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.
dehşet-efşan   f. Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü.
dehşet-engiz   f. Çok dehşet verici. Çok korkutucu.
dehüm   f. Onuncu.
dehun   f. Hatırlama, ezber okuma.
dehver   Cem'etmek, toplamak. * Lokmayı büyük yapmak.
dehy (dehâ)   Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması.
dehya   Te'kid için 'Dahiye' lâfzına sıfat yapılır. 'Dâhiye-i dehya' gibi.
dejenere   Fr. Bozulma, soysuzlaşma.
dek   t. Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. 'Hatta, tâ, kadar' mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım. ◊ f. Desise, hile, dolandırıcılık. * Sâil, dilenci. 
dek-baz   f. Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı.
deka'   (C.: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.* Kaygan yer.
dekaik   (Bak: Dakaik)
dekakin   (Dükkân. C.) Dükkânlar.
dekametre   yun. On metrelik uzunluk birimi.
dekan   Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.
dekar   Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi.
dekdak   (C.: Dekâdik) Kum yığını.
dekdeke   Yerin deprenmesi. * Sancıma. * Def etme, kovma.
dekele   Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.
dekik   Tam bir yıl.
dekk   (C.: Dekeke) Vurmak. * Dökmek. * Parça parça etmek. Delil.
dekke   Ufalanmak. Pâre pâre olmak. * Vurmak, döğmek. * Seki, sofa.
dekken   Hurdahaş olmak, yerle bir olma, ufalanmak, parça, parça olmak.
dekor   Fr. Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek.
dekoratör   Fr. Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr.
dekovil   Fr. Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu.
del'as (del'ak)   Büyük, kuvvetli deve.
delab   (Dülâb) (C.: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark.
delail   (Delil. C.) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları.
delak   Sansar.
delal   Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum.
delalat   (Delâlet. C.) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.
delalet   Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek. * İşaret.
delas   Yumuşak ve berrak şey.
deldel   (Deldâl) Deprenmek.
dele   (C.: Delâ) Kova.
delec   Gecenin evvelinden gitmek.
delef   Tekaddüm etmek, ileri geçmek. Önde bulunmak.
delehmes   Arslan. * Bahâdır, kahraman. * Çeri. * Kuvvetli kişi. * Çok karanlık olan gece.
deles   Karanlık. * Yaz sonunda yapraklanır bir ot. * Bir şeyi gizlemek.
delh   Heder olmak, boşa ve faydasız olarak gitmek.
deli'   Âsan yol, kolay olan yol.
delif   Yavaş yürümek.
delik   Hurma ve yağdan yapılan bir yemek. * Oğmaç aşı. * Rüzgârın yerden savurup tozuttuğu toprak. ◊ f. Gül tohumu.
delil   Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. * Beyyine. Bürhan.
delk   f. Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. * Kılıcı kınından çıkarmak. ◊ Oğuşturmak. El sürtmek. Oğmak.
dell (dilâl)   Naz. * Hey'et. * Güzel ahlâk.
dellak   (Delk. den) Hamamlarda müşterileri keseleyip yıkayan kimse, tellâk.
dellal   İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden.
dels   Karanlık, zulmet. * Bir şeyi saklamak, gizlemek. * Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.
delta   yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.
deluk   Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve. * Kınından çıkması kolay olan kılıç.
delv   (Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. * Oniki burçtan birinin adı.
delz   Vurmak, darb.
dem   f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük. ◊ Kan.
dem vurmak   t. Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek.
dem'   Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.
dem'a   Bir damla göz yaşı.
dem'a-riz   f. Ağlıyan, gözyaşı döken.
dem'an   İçi iyice dolmuş olan. Ağız ağıza dolu kap.
dem-beste   f. Sesi soluğu kesilmiş, susmuş.
dem-güzar   f. Yaşayan, vakit geçiren.
dem-keş   f. Nefes çeken, soluk çeken. * Devamlı öten bir güvercin cinsi. * Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. * Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. * Şarap içen.
dem-keşide   f. Kafadar, arkadaş.
dem-saz   f. Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş.
dem-sazî   f. Dostluk, arkadaşlık. Sırdaşlık.
dema   f. Her zaman. Vaktâki. * Soluk. Nefes. Hastalık sebebiyle tez tez solumak. * Ürpermek. * Dem. An.
demadem   f. Zaman zaman. An be an. Sık sık. Her vakit.
demagog   yun. Demagoji yapan kimse.
demagoji   yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.
demak   Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.)
demal   Ters. * Ekşimiş hurma.
demame   Çirkinlik.
deman   f. Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. * Vakit, zaman. An. * Bağırıp çağırma, feryat, figân. * Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. * Kükremiş.
deman(i)   Ters, terslik.
demankeş   f. Zaman, müddet, vakit, an.
demar   f. Helâk, mahv, telef, ölüm, mevt.
demar-âver   f. İntikam alan, müntakim. Helâk eden.
dembedem   f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra.
demc   Dühul etmek, girmek. * Mestur olmak, örtünmek.
demcele   (C.: Demâcil) Şişman kadın. * Huyu, hilkati güzel, iyi kadın.
demdem   Yüce, yüksek yer.
demdeme   f. Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. * Sinek vızıltısı. * Öğütmek. Sürte sürte ezmek. * Azab vermek, eziyet etmek. * Hile. * Davul. * şöhret, nam, ün.
deme   f. Ateş körüğü.
demekmek   Katı, şedid. * Çok kuvvetli kimse.
demendan   f. Cehennem. * Ateş, nar.
demende   f. Saldırıp kükreyen. * Üfleyen.
demes   (C.: Dimâs) Yumuşak kumlu yer.
demeşk (dimeşk)   Şam şehri. * Yürüğen kuvvetli, seri deve.
demevî   Kana dâir, kana mensub ve müteallik. * Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.
demg   Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak. * Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.
demim(e)   Çirkin ve kısa boylu kimse.
demk   Hız. Sür'at.
deml   Yeri terslemek. * Yara, cerh.
demles   Kaba, galiz nesne.
demma'   Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse.
demne   f. Fırın ve ocak bacası.
demode   Fr. Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan.
demokrasi   'yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. 
demokrat   Demokrasi taraftarı.
demokratik   Fr. Demokrasiye uygun.
demrag   Çok kırmızı olan.
dems   Örtmek. Defnetmek, gömmek.
demşinas   f. Hikmetli davranan, akıllı.
demuk   Sür'atli, seri, hızlı.
demy   Kan, dem.
den'   Horluk, zelillik.
dena'   Arkanın yumru olması, kamburluk.
denaet   Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac. * Asılsızlık, aslı olmamak.
denaet-kârâne   f. Alçakçasına, alçakça.
denanir   (Dinar. C.) Dinarlar.
denaset   Kirlilik, paslılık, temiz olmayışlılık.
denavet   Yakın olmak, yakınlık.
denaya   (Bak: Deniyyât)
dendane   f. Diş tanesi. * Çark vesaire dişi.
dendene   f. Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz.
denef   İyileşmeyen hastalık.
denen   Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması. * Kolları çok kısa olmak. * Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.
denes   (C.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.
deney   (Bak: Tecrübe)
deng   f. Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. * İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. * Pergel noktası.
deni   (C.: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız. * Dünyaya âit, fâni ve geçici. * Yakın, karib.
deni'   Hor, zelil.
denie   Eksik, noksan, nakise.
denis   Kirli, paslı.
deniyyat   (Denâya) (Denî. C.) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler.
deniyye   Kaftan düğmesi, elbise düğmesi.
denn   (C.: Denân) Küp.
depresyon   Fr. Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı.
der-akab   f. Hemen, derhâl, çabuk, arkasından, akabinde.
der-amed   f. Gelir.
der-an   f. Derhâl, o anda, hemen.
der-ban   f. Kapıcı, kapıya bakan.
der-bar   f. Ev kapısı.
der-beder   f. Serseri, kapı kapı dolaşan. * Dağınık, perişan.
der-bend   f. Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. * Anahtarsız kapı.
der-best(e)   f. Kapalı kapı. * Kapanmış susmuş.
der-hast   f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida.
der-kâr   f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan.
der-kemin   f. Pusu bekleyen, pusuda olan.
der-niyam   f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta.
der-saadet   f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi.
dera   f. Çan, çıngırak.
derahim   (Dirhem. C.) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri. * Akçeler, paralar.
derahis   Şiddetler.
derare   Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi.
derari   f. (Dürrî. C.) Parlak yıldızlar. * Renkli şeyler.
deraz   f. Uzun, tavil.
derb   (Dürb) Bir şeyi âdet edinmek. * Dadanmak, alışmak. * Haslet, cür'et. * Tecrübe etmek. * Denemek.
derc   İçine almak. Katmak. * Kitaba koymak. * Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı. * Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.
dercan   f. Can içinde.
dercan etmek   Can içine almak, hayatını ona vermek.
derçin resmi   Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi.
derd   f. Tasa, keder, kaygı. * Hastalık, illet.
derd-aşina   f. Dert görmüş, mihnet görmüş kişi.
derda   f. Yazık! Vah vah!
derdab   Sadâ, ses.
derdak   (C.: Derâdik) Küçük çocuklar. * Her şeyin küçüğü.
derdar   Servi ağacından bir sınıf.
derdebis   Belâ. * Zahmet. * Boncuk. * Yaşlı kişi.
derdmend   f. Tasalı, kaygılı, dertli.
derdnak   f. Dertli, kederli, kaygılı, tasalı.
derdur   Su çevriği, girdab. * Derin çukur yer.
derebeyi   Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri. * Mc: Asi, zorba.
derecat   (Derece. C.) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.
derece   (C.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar. * Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye. * Miktar, rütbe. More…
dered   Ağızda diş olmamak.
derek   Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye) * Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)
dereka   (C.: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.
derekât   Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.
dereke   Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. * Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
derekî   Gerileme.
derem   Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın More…
derem-güzin   f. Sarraf.
derem-sera   f. Para basılan yer.
dereman   Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye 'dârim' derler).
deren   Kir, vesah.
derende   f. Yırtan, yırtıcı.
derer   Kasdetmek.
deres   Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması.
dergâh   (Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi.
dergiş   f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi.
derh   Men etmek, engel olmak.
derhal   f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden.
derhem   f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme.
derhişte   f. Cömertlik, sehavet.
derhor   f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.)
derhuş   f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste.
deri   f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan 'der' ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi 'deriyye' yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol More…
deriçe   f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere.
deride   f. Yırtık, yırtılmış.
derir   Yürügen davar.
deris   (C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.
deriyye   Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.
derk   En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak.
derkaa   Kaçmak, firar.
derketmek   Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.
derma'   Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot.
derman   f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet.
dermande   (C.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı.
dermek   Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek.
dermeyan   (Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada.
dermeyan etmek   Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.
dernek   Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet.
derpey   f. Hemen, ardı sıra.
derpiş   f. Önde olan, göz önünde bulunan.
derr   İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.
derrace   Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet.
derrak   (Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.
derrar   Yün eğerdikleri iğ.
ders   Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl.
ders-han   f. Ders okuyan, talebe, öğrenci.
dersec   Mercimek.
dershane   f. Sınıf, ders verilen yer, ders yeri.
deruc   Hızlı esen rüzgâr, fırtına.
deruhde   f. Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. * Üzerine alınan iş.
derun   f. İç taraf. Dâhil. * Kalb.
derunî   f. Gönülden, içten.
derva(h)   f. Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. * Başaşağı asılmış. * Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli.
dervah   f. Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. * Sağlam, metin, muhkem. * Doğru, asıl, gerçek. * Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. * Ayıp, utanma. * Sertlik, kabalık. More…
dervaze   f. Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı.
derviş   f. Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. * Kimsesiz, fakir. * Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. * Mürid veya şeyh.
dervişân   (Derviş. C.) f. Dervişler.
dervişâne   f. Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette.
dery   Bilmek.
derya   f. Deniz, bahr.
derya-bend   f. Liman. * Tersane.
derya-neverd   f. Denizde dolaşan, denizde gezen.
derya-nuş   f. Çok fazla içki içen.
deryab   f. Akıllı, anlayışlı, müdrik.
deryaçe   f. Göl, küçük deniz.
deryan   Bilmek, ilim.
deryaniye   Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi.
deryuz   f. Dilencilik.
derzen   f. İğne.
des   f. Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk.
des'   Def'etmek kovmak. * Ağız dolusu kusmak.
desais   (Desise. C.) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler.
desak   Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.
desatir   (Düstur. C.) Düsturlar, kaideler.
desem   (C.: Düsum) Yağ. * Uyuz.
desen   Fr. Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. * Bir kumaşı süsleyen şekiller.
desfan   (C.: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.
desi'   İki omuz arasında boyun battığı yer.
desia   Atâ, bahşiş, hediye. * Huy, hulk, tabiat.
desik   Dolu nesne.
desimetre   Fr. Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi.
desis   (C.: Desâyis) Gizlenmiş, gizli.
desise   Gizli hile, oyun.
deşişe   Bulgur.
desisekâr   f. Hileci, hile yapan.
desisekârâne   f. Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette.
deskere   f. Şehir ve kasaba, il ve ilçe. * Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta. ◊ (C.: Desâkir) Dağ başında olan harab kale. * Küçük köy.
desma   Siyah olan nesne.
desmere   (C.: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale.
deşne   f. Hançer.
despot   yun. Rum piskoposu. * Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi.
desr   (C.: Dusur) Bürünmek, örtünmek. * Çok olan mal. ◊ Def'etmek, kovmak.
dess   Yavaş yağan yağmur. * Acıtıcı derecede dövmek. * Def'etmek. ◊ Gizlenmek. * Örtmek.
dessas   Çok aldatıcı, çok desiseci.
desse   Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan.
dest   f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. * Düstur. * Tasallut. * İkmâl. * Âlî makam. Meclisin şerefli yeri. ◊ (C.: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise. * Hile.
deşt   f. Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi.
dest ü pâ(y)   El ve ayak.
dest-alay   f. Bulaşık el, bulaşmış el.
dest-be-dest   f. Elden ele, el ele. * Peşin satış. * Birbirine bitişik olan.
dest-beste   f. El bağlamış, eli bağlı.
dest-bürd   f. Kuvvet, kudret. * Üstünlük, zafer, muvaffakiyet.
dest-bus   f. El öpme.
dest-diraz   f. El uzatan, zulmeden. * Sarkıntılık etme, el uzatma.
dest-gâh   f. İş yeri, tezgâh. * İktidar, servet, kuvvet.
dest-gir   f. Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir.
dest-güşa   f. Avuç açan el açan.
dest-güzar   f. İmdada yetişen, yardım eden, yardımcı.
dest-huş   f. Oyuncak.
dest-i gaybî   f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. * Mc: Allah'ın yardımı.
dest-i rast   Sağ el, sağ taraf.
dest-keş   f. Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. * Kazanç. Kâr. * Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. * Dilenci. * Bir işten vazgeçen.
dest-mal   f. Elbezi.
dest-maye   f. Sermaye, elde olan şey.
dest-muze   f. Armağan, hediye.
dest-pak   f. Fakir, fukara. * Mendil. * Dindar.
dest-renc   f. El emeği. El ile yapılan iş. * Ücret, kazanç, kâr.
dest-res   f. İsteğine ulaşan, elini yetiştiren. * Kudret, zenginlik, iktidar.
dest-suze   f. Nişanlı kız.
dest-vane   f. Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. * Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. * Meclisin baş kısmı.
dest-var(e)   f. Çoban değneği. Baston. * El bileziği. * Ele benzer, el gibi, el kadar.
dest-yar   f. Yardımcı, muin. Arka.
dest-yarî   f. Yardım, muavenet.
dest-zen   f. Tutunma. * El uzatma.
destak   Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.
destan   f. (Dest. C.) Eller. * Hikâyeler, masallar. * Hile, tezvir, mekir. * Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı.
destar   f. Sarık, imâme, başa sarılan tülbent.
destar-çe   f. Mendil.
destarbend   f. Sarık saran, sarıklı.
deste   f. Tutam, bağ, demet, kabza. * Muin, mededkâr. * Süpürge. * Küstah.
deste-çub   f. Sopa, değnek.
deste-dad   f. El veren, yardım eden.
deste-dad-i teslim   f. Teslim elini veren, itaat eden, uyan.
destec   Desti. * Kola takılan bilezik.
destek   f. Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. * Küçük el. * Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet.
desti   f. Testi.
destine   f. Bilezik, el bileziği.
destroyer   ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi.
destur   f. İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. * Allah'ın inayeti.
destur (düstur)   Asıl. * Kanun. * Vezir-i azam, baş vezir.
detektif   (Bak: Dedektif)
determinant   Fr. Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo.
dev   şeytan, ifrit, cin.DE'V: Aldatmak, hud'a.
deva   İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda.
deva-saz   f. Çâre bulan, ilâç tertip eden.
devabb   (Dabbe. C.) Binek hayvanları. Hayvanlar. * Yürüyenler.
devac   f. Üste örtünecek şey. Yorgan.
devadar   f. Devâlı, devâ verici, iyileştiren.
devahi   (Dâhiye. C.) Büyük belâler. Afetler. Kazâlar. * Çok üstün zekâ sahipleri.
devahil   (Dâhile. C.) İçler, batınlar.
devahin   (Dâhine. C.) Duman çıkaran bacalar.
devai   (Dâiye. C.) Batından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât.
devaî   (Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir.
devair   (Dâire. C.) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler.
devalüasyon   Fr. Paranın değerinin düşürülmesi.
devam   Bir halde bulunma, sürekli olma, daimîlik. * Bir işe veya bir memuriyete gidip gelme. * Sebat.
devan   f. Hızlı yürüyen, koşan, seğirten.
devanik   (Dânık. C.) Bir dirhemin dörtde birleri.
devar   Baş dönmesi hastalığı.
devari'   (Dır. C.) Zırhlar. Zırhlılar. Zırhlı gemiler.
devat   (C.: Devâyât) Divit.
devavin   (Divân. C.) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar.
devb   Kötü hâl.
devbel   Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.
devdat   Çocukların oyun oynadığı yer.
devderî   Kısa boylu cariye.
devende   f. Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan.
deveran   Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek.
devf   Suda ıslamak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Misk ezmek.
devh   Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek. * Kahretmek.
devha   (C.: Devah-Devâyih) Büyük ağaç.
devir   (Devr) (C: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. * Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama. * Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. * More…
devir dairesi   Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire.
devirli   Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik.
deviye   Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl
deviyy   Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar.
devk   Döğmek. * Karışmak.
devke (deveke)   Karışmak, ihtilât.
devkes   Arslan. * Çok adet, çok miktar.
devle (düvle)   Devlet kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli. * İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması.
devlet   Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât.
devlet ü ikbal   Ulviyet ve iyi tâlih.
devlet-abadî   f. Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt.
devlethane   f. Ev, köşk, konak.
devletli (devletlü)   f. Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan.
devletlü necâbetlü   Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.
devletlü re'fetlü   Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan.
devletlü semâhatlü   Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan.
devr   f. Casus, hafiye. ◊ (Bak: Devir)
devr-han   f. Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi.
devrak   Şarap ölçeği.
devran   Devir, felek, zaman, deveran, dünya.
devranî   Deverana âit ve müteallik.
devre   (C.: Devrât) Dönüş dönme, dönem. * Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi. * Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.
devriy   (Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol. * Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.
devriyye   Osmanlı İmparatorluğu devrinde ilmiye sınıfına mahsus bir pâye.
devs   Ziynet etmek, süslemek. * Bir şeyi ayağı ile basıp çiğnemek.
devş   Fâsid olmak.
devsere   Büyük, semiz, kuvvetli deve.
devv   Otsuz çöl.
devvar   Durmayıp dönen, devreden. Devredip gezen. * Gerdân. * Kâbe-i Muazzama'nın bir adı. * Haremden alıp beraber tavaf edilen taş.
devvare   Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.
deyabüz   İki ırgaçla dokunan bez.
deyacir   (Deycür. C.) Karanlıklar, zulümatlar.
deybub   Koğucu, dedikoducu.
deycuc   (C.: Deyâcic) Karanlık, zulmet.
deycur   (C.: Deyâcir) Karanlık.
deydan   Edep. * Âdet.
deyden   Edep. * Âdet.
deydenet   Âdet, usul.
deydenun   Toplamak. * Haslet, huy, âdet. * Oyun.
deyh   (C.: Diyeha) Hor ve rezil olmak.
deyku'   Katı, şedid.
deylem   Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer. * Belâ. * Zahmet. * Düşman. * Türaç kuşunun erkeği. * Cemaat. * Bir kabile adıdır ve ehline 'Deylemî' derler.
deymas   (C.: Deyâmis) Hamam. * Alçak zemin.
deymum   Devamlı, berkarar, zevalsiz.
deymumet   Daimlik, devam, dâimiyet.
deymumî   Devamlılık, devam, dâimiyet.
deyn   Borç. Verilmesi lâzım gelen şey. * Fık: Zimmetinde sâbit olan şey.
deyr   (C.: Edyâr) Kilise, manastır. * Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.
deyranî   Manastır adamı.
deyrhane   f. Kilise, manastır.
deysak   (C.: Deyâsik) Uzun yol. * Beyaz olan şey.
deysan   Cömertlik.
deysem   Köpekten olmuş kurt eniği. * Sultan böreği denilen kırmızı çiçekli bir ot.
deyseme   İnci.
deyyan   Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.
deyyar   Bir kimse. Ehad. * Yurt sahibi birisi. * Manastır sahibi.
deyyas   Kaba, galiz olan kimse.
deyyus   Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.
di   f. Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün.
di'bil   Belâ. * Meşakkat, güçlük.
di'dan   Devenin çok yelmesi. * Bir şeyi örtmek.
di'f   (C.: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı.
di'îl   Ölüme yakın olan hasta deve. * Kurbağa yumurtası.
di'îs   Süngü ile çok vuran kimse.
di'liye   Deve kuşunun dişisi.
di's   Kum. * Kumdan yığılmaş yumuşak tepe.
di've   Nesep dâvâsı etmek. * Yalan dâvâ etmek.
di'zabe   Kısa boylu ve eti çok olan kimse.
dia   Rahat.
diabe   Davet.
diae   Şehadet parmağı.
diam(et)   Binaya vurulan destek, direk, payanda. * İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef.
diame   (C.: Diam-Deâyim) Evin direği. * Ulu, şerif kişi, seyyid.
diayet   Dâvet.
dib'an   (C.: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan.
dibabe   Yumuşak nesne.
dibac   (C.: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez.
dibace   f. Mukaddeme, başlangıç, önsöz.
dibagat   Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.
dibare   (C.: Dibâr) Bir evlek yer.
dibatr   Katı nesne.
dibbîc   Bir, ehad.
dibbîh   Bir, ehad.
dibg   Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak.
dibk   'Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez. * Ağaç posası.'
dibl   Belâ ve zahmet.
dibne   Gülmek. * Maymun sesi.
dibr   Çokluk.
dibre   Çokluk.
dibs (dibis)   Pekmez. Hurma pekmezi. Bal. * Çok cemaat.
dibsa' (debsâ)   Dişi çekirge.
dicac   Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder.
dida'   Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması. * Ay sonu.
didaktik   yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici.
didar   f. Mülâkat, görüş. * Görünme. * Yüz. Çehre. * Görüş kuvveti, göz. * Açık, meydanda.
didd   (C.: Ezdad) Mugâyir, aykırı. * Düşman. * Nazir, misil, benzer.
dide   f. Göz, ayn, çeşm. * Görmek. * Gözcü. * Göz bebeği. * Göz ucu.
dif   (C.: Edfâ) Çok hararet. * Derin duvar. * Deveden gelen fayda, menfaat.
difaf   Hazırlandırmak.
difda'   (C.: Defâdı') Kurbağa.
difdi' (difda')   (C.: Dafâdi) Kurbağa.
diffe   Irmak ve kuyu kenarı.
difl   Zakkum ağacı. * Katran. Zift.
difla   Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne.
difnas   Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes) Dig: f. Topraktan yapılmış tencere, çömlek.
diger   f. Başka, diğer, öteki.
diger-bâr   f. Başka zaman, başka defa.
diger-bin   f. Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi.
diger-gun   f. Değişmiş, başkalaşmış, bozuk.
diger-kâm   f. Başkalarını düşünen.
diger-ruz   f. Diğer gün, başka gün.
digs   (C.: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot. * Te'vili sahih olmayan karışık rüya.
dih   f. 'Veren, verici' mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih  - Rahatlık veren. ◊ f. Köy, karye. * On sayısı. ◊ (C.: Diha) Hurma salkımı.
dih-dar   f. Köy ağası.
dih-gan   f. Ekinci, çiftçi, köylü.
dih-hüda   f. Köy kâhyâsı, köy ağası.
dihak   Dolu bardak.
diham   (Dahm. C.) Kalın ve iri olan şeyler.
dihan   Kırmızı deri, sahtiyan. * (Dühn. C.) Vücuda sürünülecek yağlar.
dihas   Çok, kesir. * Eskimeye yakın olan.
dihat   (Dih. C.) f. Köyler, karyeler.
dihçe   f. Küçük köy. * Çiftçi, köylü.
dihda   Yuvarlamak. Döndürmek.
dihh   Güneş, şems.
dihi   Köyle ilgili, köylü, köye mensub.
dihim   f. Taç.
dihiş   f. Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye.
dihk   Gülme.
dihk-âver   f. Güldüren, güldürücü.
dihkan (dühkan)   (C: Dehâkin) Sipâhi. * Köy kethüdâsı. * Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam. * Bezirgân. * Acem fellahlarının maslahatgüzarı.
dihl   Kısa boylu, tıknaz kimse.
dihlas   Arslan. * Yavuz, bahâdır, kahraman, çeri kimse.
dihle   Bir kişinin her işine karışan has adamı.
dihliz   (C.: Dehâliz) Ev ile kapı arası.
dihrac   (Dahrece) Yuvarlama.
dihris   (C.: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.
dihvenne   Habis kimse. * Semiz kısa boylu, tıknaz kişi.
dihye   Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.)
diîn   Asıl. * Maden.
dîk   Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren.
dik   Horoz.
dikak   Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı. * Şirden adı verilen bağırsak.
dikîs   Akılsız kadın.
dikk   Yufka gibi ince olan şey. * Bir nevi sıtma.
dikka   (C.: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak. * Uzaklaşmış olan şey.
dikkat   İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme.
dikrar   (C.: Dekârir) Koğucu, dedikoducu. * Belâ. Zahmet. * Yalan söz. * Fuhşiyât.
dikta   Lât. Diktatörlerin davranışları. * Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.
diktatör   Fr. Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid.
dikte   Fr. Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. * Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme.
dil   f. Gönül, kalb, niyet. * Cesâret, yürek. * Mandıra, ağıl.
dil'   Karpuz veya kavun dilimi. * Tıb: Kaburga kemiği. * Geo: Dik kenar. Kenar.
dil-âgâh   f. Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar.
dil-ârâ(y)   f. Kalbi süsleyen, gönlü zinetlendiren.
dil-ârâm   f. Gönül eğlendirici, kalbe rahatlık veren. Gönül okşayan.
dil-âsâ   f. Gönlü rahatlandıran, avutan.
dil-aşub   f. Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. * Kalbi meftun eden güzel.
dil-asude   f. Kalbi rahat.
dil-âver   f. Yiğit. Cesaretli. Yürekli. * Gönül alıcı.
dil-aviz   f. Câzib, çekici, gönle asılan. Gönlü asılı tutan, dilber.
dil-azad   f. Gönlü rahat, gönlü bir şeyle ilgili olmıyan.
dil-azar   f. Gönlü inciten, hatır kıran.
dil-azurde   f. İncinmiş. Gönlü, kalbi kırılmış.
dil-baz   f. Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren.
dil-bend   f. Gönül bağlıyan, seven.
dil-ber   f. Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber.
dil-beste   f. Kalbi bağlı, âşık.
dil-cu(y)   f. Gönül çeken, gönül arıyan.
dil-dade   f. Gönül vermiş, âşık.
dil-dar   f. Kalbi hükmü altında tutan. Sevgili, mâşuk.
dil-duz   f. Kalbe batan, gönül delen.
dil-düzd   f. Gönül çalan.
dil-efruz   (Dilfiruz) f. Kalbi yakan, gönül parlatıcı.
dil-ferah   f. Sevinçli, gönlü rahat.
dil-figar   f. Gönlü yaralı, âşık.
dil-firib   f. Gönlü aldatan, câzibeli.
dil-germ   f. Öfkelenmiş hiddetlenmiş, gönlü kızmış.
dil-gir   f. Kalbe sıkıntı veren gönül tutan. * Gücenmiş olan, kırgın.
dil-güşa   f. İç açan, gönül açan, kalbe ferah veren. * Türk musikisinde bir mürekkeb makam.
dil-hah   f. Gönül talebi, gönül arzusu.
dil-harab   f. Gönlü yıkılmış, gönlü kırılmış.
dil-hiraş   f. Yürek parçalıyan, tırmalıyan.
dil-hun   f. Kalbi yaralı, yüreği kanlı. Mükedder, mağmum.
dil-hurrem   f. Neş'eli, gönlü sevinçli.
dil-huş   f. Yüreği rahat, gönlü hoş.
dil-keş   f. Gönlü çeken, kalbi cezbedici.
dil-kub   f. Gönül zedeliyen, vuran.
dil-mürde   f. Duygusuz, kalbi ölmüş.
dil-nişin   f.Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş.
dil-riş   f. Dertli, kalbi yaralı, gönlü yaralı.
dil-rüba   f. Gönül alan, gönül kapan.
dil-şad   f. Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş.
dil-saz   f. Gönül yapan.
dil-şikaf   f. Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı.
dil-şiken   f. Can sıkıcı, kalb kırıcı.
dil-şikeste   f. Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan.
dil-sir   f. Gözü gönlü tok.
dil-sitan   f. Gönül alan.
dil-şüde   f. Gönlü gitmiş. Âşık.
dil-şüküfte   f. Gönlü açılmış, ferahlamış.
dil-teng   f. Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan.
dil-tengî   f. Gönlü darlığı, iç sıkıntısı.
dil-teşne   f. Kalbi susamış. Gönlü çok istekli, çok özlemiş.
dilahis   Leşker, asker. Çeri başı.
dilalet   Kılavuzluk etmek. * Nazlanma. İşve. * Üstünlük, galebe.
dilamis   Yumuşak ve berrak olan şey.
dilas   (C.: Düles) Hızlı, seri.
dilas (delis)   Yumuşak ve berrak olan nesne.
dildil   f. Iztırab, acı, elem, sıkıntı, azab. İnilti.
dile   f. Dil, gönül, kalb yürek. * Gönül sahibi.
dilekçe   (Bak: İstida)
dilhas (dülâhis)   Arslan. Çeri kimse.
dilir   (C.: Dilirân ) Bahadır, cesur, cesaretli, yiğit, yürekli.
dilirân   (Dilir. C.) Bahadırlar, cesurlar, cesaretliler, yiğitler, yürekliler.
dilirâne   f. Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına.
dilirî   f. Mertlik, yiğitlik, yüreklilik.
dilüviyum   Jeo: Nehirlerin en eski alüvyonlarına verilen isim.
dim   f. Yüz, yanak, çehre, surat.
dima   f. (Bak: Demâ)
dima'   Göz yaşı akan yerlerin izi. ◊ (Dem. C.) Kanlar.
dimad   Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.
dimağ   Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb)
dimam   Çocukların yüzlerine sürülen ilâç. * Sevap.
dimar   Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi. * Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal. * Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç. * Gizli. ◊ More…
dimase   Yumuşak. * Asanlık, kolaylık.
dime   (C.: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur.
dimen   Süprüntülükler. Mezbele. Gübre. Fışkı.
dimişk   Şam şehri. Suriye'nin başkenti. ◊ (Bak: Dimişk)
dimişkî   Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik. * Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.
dimkis   İbrişim.
dimmet   Deve ve koyun tersi.
dimn   Deve ve koyun tersi.* Selin getirdiği çörçöp. ◊ Her nesnenin arası. * Koltuk.
dimne   (C.: Dimen) Ters. * Duvar temeli. * Kin, düşmanlık. * Süprüntülük. ◊ f. Tilki.
dims   Duvar temeli.
din   Ceza, ivaz. * İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. ◊ (Dyne) Fr. Fiz: Bir gramlık bir More…
dina   İzdihamlık, kalabalık, çokluk.
dinak   İri gövdeli, şişman kadın.
dinamik   yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu. * Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli. * Fls: Sâbitin More…
dinamo   yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet.
dinan   Küpler.
dinar   Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
dindar   f. Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin.
dindarane   Dindar bir kimseye yakışacak tarzda.
dinen   Din bakımından, diyanet noktasından, dince.
dinkas   İfsad etmek, bozmak.
dinn(e)   Bahillik.
dinnabe   Kısa boylu kimse.
dinname   Kısa boylu.
dinneme   Kısa boylu.
dinperver   f. Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi.
dintar   Çok yaşamış kertenkele.
dinya   Emmi oğlu, amca oğlu.
diplomat  yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı. * Becerikli, söz söyliyebilen.
dir'   (C.: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh. ◊ Zırh, demirden gömlek. * Kadın gömleği.
dir-baz   f. Uzun zaman, uzun müddet, uzun.
dirab   Erkek dişiye aşmak. * Küçük dağlar.
dirahş   f. Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık.
dirahşan   f. Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar. ◊ f. Parlıyan, parlak.
dirahşende   f. Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan.
diraht   f. Ağaç. Şecer.
dirak   (Daraka. C.) Deriden mâmul kalkanlar. ◊ Tâbi olmaklık, itaat etmeklik.
diram   Ateşin alevlenmesi. * Ateşin alevi. * Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)
diran   (Dâr. C.) Evler, hâneler.
dirar   Ziyân yetiştirmek.
dirase   Kitab okumak. * Elbiseyi eskitmek. * Gizli yol. * Harmanda buğday döğmek. * Uyuz olan deveyi katranlamak.
dirayet   Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak. * Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl.
dirayetkâr   f. Bilgili, dirâyetli, kavrayışlı.
dirayetli   Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı.
diraz   f. Uzun.
diraz-dest   f. El uzatan. El uzunluğu.
dirazî   f. Uzunluk.
dirdih   Yaşlı, pir, ihtiyar kişi.
dirdim   Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve.
direfs   İpek. * Katı, sağlam nesne. * Büyük iri yapılı adam. * Büyük deve.
direfş   f. Alem, bayrak, sancak.
direktif   Fr. Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir.
direktuvar   Fr. Fransız ihtilâlinin üçüncü yılında Konvansiyon'un yerine geçen idare şekli.
direm   (Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * More…
direm-sera   f. Darbhâne, para basılan yer.
direng   f. Gecikme, yavaşlık, teenni, teahhur. * Dinlenme, karar, istirahat, aram.
direv   f. Ekin biçme, hasat.
direv-ger   f. Ekin biçen, orakçı.
dirga   Sıvı, balçık.
dirgam   (C.: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar.
dirha   Süngü ile oynadıkları halka.
dirham   (C.: Derâhim) Kuruş.
dirhami   Bir dirhem.
dirhem   (Bak: Direm)
dirhevs   Katı, şiddetli nesne, şedid.
diriğ   f. Men'etmek, korumak, esirgemek. * Eyvâh, yazık.
diriga   f. Yazık, eyvahlar olsun!
dirin(e)   f. Eski, kadim.
diritnot   (Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi.
dirkite   Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.)
dirr   Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek.
dirre   (C.: Direr) Sütün çokluğu. * Sütün akanı. * Turra. * Kırbaç.
dirriz   Bahil kimse. * Kısa boylu, âdi kadın.
dirs   (C.: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği. ◊ Azı dişi. * Katı, muhkem yer. * Az yağmur. * Kötü huy.
dirv(e)   Av öğrenmiş olan köpek yavrusu. * Dağ ağaçlarından pelit ağacına benzer bir ağaç.
dirvas   Büyük deve. * Boynu kalın olan adam. * Arslan. * Köpek ve devenin sütü.
diryak   Tiryâk, ilâç.
dirz   (C.: Duruz) Dünya nimetleri. * Lezzet.
disam   Şişe ağzına konulan tıpa. * Yaraya bağlanan bez. * Kulak içine sokulan şey. * Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.
disar   (C.: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise. * Yatak çarşafı. * Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk More…
dise   f. Kişi, şahıs, zât, fert.
disiplin   Fr. Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. * Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye.
diskalifiye   Fr. Müsabaka dışı bırakılmış.
div   f. Dev. * İblis, şeytan. * Cinn, ifrit.
div-bad   f. Şiddetli rüzgâr, kasırga, fırtına. * Divanelik, delilik, cinnet.
div-beçe   f. Deve yavrusu.
div-came   f. Eskiden savaşlarda giyilen kaplan veya arslan postekisi.
div-çe   f. Sülük. * Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. * Ağaç kurdu, güve. * Arka kaşağısı.
divan   Eskiden yaşamış şâirlerin şiirlerinin toplandığı kitap. * Büyük meclis. Büyük ve idâre işlerine bakan bilgili, nüfuzlu kimselerin toplandıkları yer.
divan durmak   Huzurda hazır olarak beklemek.
divan-i hümâyun   'f. Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük More…
divançe   f. Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası.
divane   f. Deli. Aklı başında olmayan.
divane-gî   f. Delilik, divânelik.
divane-rev   f. Çılgın, delicesine davranan.
divanhane   f. Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon.
divar   f. Duvar.
divâr-ger   f. Duvarcı.
dive   f. İpek böceği.
divek   f. Ağaç kurdu, güve.
diver   f. Ev sahibi.
divit   Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza.
diya   Helak olmak, telef olmak.
diyaf   Bir mevzi.
diyanet   Dindarlık. Dinin hükümlerine riâyet ve muktezasınca amel etmek. Din emirlerinin hüsn-ü ihtiyar ile tatbiki. Din işleri.
diyar   (Dâr. C.) Memleket.
diyar-i gurbet   f. Gurbet diyarı. Yabancı memleket.
diyar-i rum   f. Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu.
diyas(e)   Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek. * Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak.
diyat   (Diyet. C.) Diyetler. (Bak: Diyet)
diyeke   (Dîk. C.) Dîkler, horozlar.
diyer   (Dâr. C.) Dârlar, hâneler, evler.
diyet   Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası. * Para, değer. Kıymet. ◊ Tar: Almanya'yı More…
diyk   (Bak: Dîk)
diz   f. Kal'a, sur.
diz(e)   f. Levn, renk.
diza   Noksanlaştırmak. * Eziyet vermek. * Ezâ etmek. * Hor ve hakir etmek.
dizçek   Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh.
dizdar   f. Kale muhafızı, kale ağası.
doğa   (Bak: Tabiat)
doğa ötesi   (Bak: Metafizik)
doğma   yun. Fikir, rey. * Fls: Kat'i olarak ileri sürülen fikir.
doğmatizm   (Bak: Nassiye)
dok   ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz. * Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo.
doktrin   yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
dolap   (C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine. * Her çeşit döner çark, çıkrık. * İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz. * Eskiden selâmlık ile harem More…
dolunay   t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri. * Bedir.
domaniç   Kambur. Tümsekli, fırlak.
dominyon   ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.
dönüm   919 m2 lik eski bir arazi ölçüsü.
dost   (C.: Dostân) f. Sevilen insan, muhib, yâr. * Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. * Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah.
dostan   (Dost. C.) Dostlar.
dostane   f. Dostça, dostlukla.
dostî   f. Dostluk.
döviz   Fr. Yabancı devlet parası. * Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler.
doz   Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı. * Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı. * Ölçü, miktar.
dram   yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi. * Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.
dramatik   yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı. * Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.
du'   (C.: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş.
dü'bub   Zayıf nesne. * Çirkin huylu, kısa boylu kimse. * Kolay yol. * Uzun at. * Karınca nevinden bir nev. * Hububattan bir cins.
dü'bus   Ahmak.
du'ce   Gözün büyük ve siyah olması.
du'k   Zayıf adam.
dü'lul   (C.: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye.
du'ma   Ulu yol.
du'mus   (C.: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.
du'şuka   Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur.
dü'sur   (C.: Deâsir) Yıkılmış havuz.
dü-bâlâ   f. İki kat.
dü-dide   f. İki göz.
dü-dilî   f. Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak.
dü-gane   f. İki adet, iki tane, ikiz. Çift.
dü-giti   f. İki âlem. Dünya ve âhiret.
dü-muy   f. Saçına sakalına kır düşmüş adam.
dü-nim(e)   f. İki parça, ikiye yarılmış, bölünmüş ikiye ayrılmış.
dü-şah(i)   f. Çatal ağaç. * Tomruk. * Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç.
dü-vazdeh   f. Oniki.
dü-vist   f. İki yüz.
dü-vüm(in)   f. İkinci, saniyen.
dü-zeban   f. İki dilli.
dua   Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru. * Salât, namaz. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti More…
düabe   Lâtife etme, şaka yapmak. * Oyun.
duâgû   (Duâhân) f. Duâ okuyan. Duâ eden.
duat   (Dâî. C.) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar. * Dâvet edenler.
duban   Duman.
dübar   Çarşamba günü.
dübar(e)   f. İki kat, çift kat, kat kat, katmerleşme.
dübb   Ayı.
dübba'   Kabak.
dübbe   Yol, tarik.
dübeyt   f. İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi.
düble   Beyaz helva parçası. * Büyük lokma.
dübr   (Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. * Bir işin nihayeti, sonu. * Bir şeyin arkası, gerisi.
dübse   Siyaha benzeyen kırmızılık.
dübsiyy   Kumruya benzer bir kuş.
dubu'   Yapışmak.
dübul   Su arkı.
düca   Zulmet, karanlık.
dücac   Galebe ile çağrışmak. * İnlemek. * Aldatmak, kandırmak.
dücace   (Bak: Decace)
dücale   Katran.
dûçar   f. Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. * Ulaşmış.
dücce   Fazla karanlık, ziyade zulmet.
düci   (Dücye. C.) Karanlıklar, zulümat.
dücme   Karanlık, zulmet.
dücne   (C.: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık.
ducret   Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret.
ducret-ver   f. Sıkıntılı.
dücüc   (Decâc. C.) Tavuklar. Tavuk, horoz ve piliç cinsleri.
dücun   Bulutun göğü bürüyüp örtmesi.
dücünne   (C.: Dücünnât) Bulut kat kat olma. * Karanlık, zulmet. * Yağmur yağma.
dücye   (C.: Dücâ) Bal arısının kovanı. * Avcılar kümesi. * Zulmet, karanlık.
dud   f. Duman, sis. Tütün. * Elem, gam, keder, tasa. ◊ Kurt, böcek.
dud-alud   f. Dumanlı.
dûd-hâne   f. Kabile, silsile, hânedan, soysop.
dude   f. Kavim, kabile, aşiret, ocak, aile. * İs'inden mürekkeb yapılan çıra. ◊ Kurtcağız, küçük solucan, böcek.
düden   Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu.
dudhar   f. Kelebek. * Aşçı, yemek pişiren kimse. * Külhancı.
dudman   f. Hanedân, sülâle, akarib, aile, kabile, kavim, aşiret.
dudu   (Tuti) Dudu kuşu, papağan. ◊ Hanım, kadın, hatun.
düello   İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
düf   (C.: Düfuf) Def.
düf'a   (C.: Difâ) Çok çabuk akan su.
düfak   Bir şeyin dolu olması.
düffa'   Büyük sel.
düfn   Gömülmüş kuyu.
düfuk   Atılmak. * Dökülmek.
dug   f. Ayran.
duga   Akılsız kadın.
duga'   Kedi miyavlaması. * Tilki sesi. * Zelil, hakaret görmüş kimsenin sesi.
dugab   Tavşan sesi.
dugaga   Ahmak, akılsız kişi.
dugata   Eğri bir ağaç cinsi.
dugd   f. Gelin, yeni evlenmiş kız.
dugmeran   Kara, esved.
dugmus   (C.: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı.
dugn   Karanlık, zulmet.
dugta   şiddet. * Meşakkat, zorluk.
duh   f. Çorak, otsuz ve çıplak arazi. * Tüysüz, çıplak yüz ve baş. Köse ve dazlak. * Yapraksız ve meyvasız ağaç. * Hasırotu. ◊ f. Kız, kerime, duhter. * Havai fişek. * Hasır otu, More…
duha   Kuşluk vakti. * Güneş. * Vuzuh ve beyan. * Kur'ân-ı Kerim'in 93. Suresinin adı. Vedduhâ da denir.
duhala   (Dahil. C.) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar.
duhan   Duman. Tütün. * Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı. * Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler. More…
duhas   Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, 'dülfin' de derler.)
dühat   Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.
dühdün   Bâtıl nesne.
dühdür   Bâtıl nesne.
duhh   Tütün.
duhl   (C.: Dehâhil) Ufak kuşlar.
dühme   Siyahlık, karalık.
duhmesan   Kara yağız, iri yapılı adam. * Akılsız adam.
duhn   Darı.
dühn   Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ.
duhne   Tohum tânesi, tek tâne. * Darı.
dühriyy   Yaşlı, ihtiyar, müsinn.
duhruce   (C.: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters. * Deve kuşunun yavrusu.
duhseman   Kara yağız, iri vücutlu adam.
duht   f. Kız, kerime.
duht-ender   f. Üvey kız. * Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi.
duhte   f. Sağılmış. * İğne ile dikilmiş.
duhter   f. Kız.
duhtere   f. Bekârlık, kızlık.
duhterî   f. Kızlık, bekârlık.
duhuk   Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve.
duhul   İçeri girme. İçeri dahil oluş.
dühül   f. Davul.
duhul ü huruc   İçeri girip çıkma.
duhuliye   Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi. * Bir yere girmek için verilen para.
duhur   Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik. ◊ Def'etme, çıkarma, kovma, uzaklaştırma.
dühûr   Devirler, zamanlar. Dünyalar.
duhus   Bâtıl olmak.
duhye   Kuşluk vakti kesilen kurban.
duka   Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.
düka'   Deve öksürüğü.
dukak   (C.: Dekâyık) İnce nesne. * Un. * Zor, güç.
dükas   Uyuklamak.
dükne   Siyâha benzer bir renk.
dülake   Davar emziğinde kalan süt bakiyesi.
dülbe   (C.: Düleb) Çınar ağacı.
dülbent   f. Tülbent.
dülce   (Delce) Gece vakti bir yere gitmek.
düldül   Fahr-i Kâinat (A.S.M.) Efendimize mahsus bir katır ki, sonradan Hz. Ali (R.A.) Efendimize bahş buyurulmuştur.
dülfin   Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık.
dülke   Küçük bir canavar.
dull   Helak.DUM  (Devâm): Sâbit ve sâkin olmak.
dülu'   Huruç etmek, çıkmak.
düluk   Batma, güneş batması.
düm   f. Kuyruk.
düm-büride   f. Kuyruğu kesik.
düm-çe   f. Kısa kuyruk, kuyrukçuk.
düma   (Dümye. C.) Suretler. Küçük putçuklar.
düma'   Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş. * Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su.
dümac   Çok sağlam nesne. * Gizli örtülü olan şey.
düman   Yemişin çürüklü olması. * Ekine su düşüp, kesilmek.
dümasir   (Demser) İnişi yumuşak olan yer. * Etli, büyük deve.
dümdar   f. Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. * Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.
dümel (dümmel)   Tıb: Büyük kan çıbanı.
dümlüc   Doğan kuşu. * Kan alacak yer.
dümluk   Yassı, yuvarlak taş.
dümlus   Berrak, yumuşak nesne.
dümme   Arap oyunlarından bir oyun ismi. * Yol, tarik.
dumr   Zayıflık. * Hafiflik.
dumu'   (Dem'. C.) Göz yaşları.
dümu'   (Dem'. C.) Gözyaşları.
dümuk   Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek.
dumur   Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek. ◊ Büyüyüp gelişememek. More…
dümur   Destursuz olarak eve girmek.
dümus   Geceleyin çok karanlık olmak.
dumuz   Susma, sükut.
dümye   (C.: Dümâ) Oyun. * Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem.
dûn   Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda. ◊ Gayrı, diğer, maadâ.
dûn-perver   f. Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan.
dunak   Nezle.
dünb(e)   f. Kuyruk.
dünbal(e)   f. Kuyruk.
dünbek   f. Bekçi davulu. * Dümbelek.
dune   Hastalık.
dünu'   Horluk, hakirlik.
dünüvv   Ulaşmak, yakın olmak.
dünya   (Müz: Ednâ) (Denâet veya dünüvv. den) En yakın, en aşağı.
dünyadâr   f. Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan.
dünyalik   t. Zenginlik, para ve mal.
dünyaperest   f. Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven.
dünyevî   (Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.
dür   (Bak: Dürr)
dur ü diraz   Uzun uzadıya.
dur-baş   f. 'Uzak ol!' anlamına gelen bir emir. * Değnek, sopa, âsa.
dur-bin   f. Uzak gören. Uzağı gösteren âlet.
dur-binî   f. İlerisini görürlük, uzağı görmeklik.
dür-dane   f. İnci tanesi. * Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk.
dur-dest   f. Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun.
dur-endiş   f. Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen.
dur-nüma(y)   f. Uzağı gösteren.
dur-nüvis   f. Uzağı yazan. Telgraf.
dura-dur   f. Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya.
durah   Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur.
dürahis   Katı nesne. * Gövdesi etli olan insan veya hayvan.
düramih   Yürürken sallanan kişi.
durat   Yellenme.
dürb   (Bak: Derb)
durbe   Âdet, haslet. * Cür'et. * Tecrübe.
dürbe   Âdet. Haslet. * Cür'et ve mümareset. Tecrübe.
dürbîn   Uzaktan gören, dürbün.
durc   İçine inci ve altın konulan küçük hokka.
dürc(e)   Kutu, kutucuk, küçük kutu. * Mücevherat kutusu. * Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
dürd(e)   f. Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım.
dürdakis   Başla boyun arasında olan kemik.
dürdî   f. Çöküntü, tortu.
dürdür   Dişin kök yeri. * Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer.
dure   Hakir ve şânı küçük olan adam.
dürece   Süllem, merdiven. * Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)
dürer   (Dürr. C.) f. Büyük inciler.
dürhamin   Belâ. Zahmet, meşakkat.
durî   f. Uzaklık.
durit   Kovmak, def etmek.
dürnuk   (C.: Derânik) Bir cins döşek.
durr   Zayıflık. Hâli yaramaz olmak.
dürr   (Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci tanesi.
dürr-efşan   f. İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız.
dürr-i cân   f. Canın incisi. Çok sevgili.
dürr-i misâl   f. Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı.
dürr-i yetim   f. Sadef içinde tek olan inci. * Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.)
dürrace   (C.: Derrâc) Türac denilen kuş.
dürrae   (C.: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise.
dürrat   (Dürre. C.) Büyük, iri inci taneleri.
durre   (C.: Dür-Dürrât-Dürer) İnci.
dürre-i beyzâ   f. Parlak, büyük inci.
dürrî   Dürr'e mensub, inci ile ilgili.
dürşe   Hâcet, ihtiyaç.
duru'   (Dır. C.) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler. ◊ Uzak, ırak, baid.
düru'   (Dır'. C.) Zırh gömlekler.
durub   (Darb. C.) Döğmeler, vurmalar, darblar.
düruc   Dürmek. * Geçmek. * Koymak.
dürud   f. Dua, medih, tahiyye, selâm. * Ekin biçme. * Yontmuş ağaç, kereste.
dürug   f. Yalan, Doğru olmayan söz.
dürug-zen   f. Yalancı.
dürur   İnmek. * Akmak, seyelân.
durus   Kuyu örülen taş.
dürus   (Ders. C.) Dersler. * Müfret olarak bir şeyin eseri mahv ve müzmahil olmak.
dürüst   f. Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. * Doğru, hatasız. * Bütün, tam.
dürüşt   f. Katı, kalın, yağun. * Kaba, sert.
dürüstî   f. Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık.
dürüştî   f. Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk.
dürye   Bilmek.
dürzi   (C.: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır. More…
dûş   f. Omuz. Ketif. * Dün gece. * Âlem-i menâm, rüya âlemi. * Mütesadif ve mütelâki olan.
düş   f. (Bak: Dûş)
dûş azmak   Rüyâda iken kirlenmek, ihtilâm olmak.
duşab   f. Hurma ve üzüm pekmezi. Pekmez.
düşab   f. Pekmez.
düşenbih   f. Haftanın ikinci günü, pazartesi.
düşeş   f. İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi.
düşin(e)   f. Dün gece.
duşize   (C.: Duşizegân) f. Kız, bâkire. El değmemiş.
düsme   Toz bulaşmış olan nesne. * Adi, alçak kimse.
düşnam   f. Sövme, sövüp sayma, ta'n.
düsse   Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun. ◊ Başa soğuk geçmek.
düstur   f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.
düsum   (Desem. C.) Yağlar.
düsur   Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma. * Kaftan eskime. * Ev köhne olma.
düsür   (Disar. C.) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar. ◊ (Disar. C.) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler. * Yatak çarşafları.
düşvar   f. Müşkil. Güç. Zor.
düşvar-ger   f. Dağ.
düşvarî   f. Zorluk, güçlük, suubet.
duud(e)   Nezle olmak.
duva   Baykuş sesi.
düvab   İşi birbirine ulaştırmak.
düval   f. Tasma, kayış.
düvam   Sabit ve sakin olmak.
düvar   Baş çevrilme.
düvel   (Devlet. C.) Devletler.
düvel-i muazzama   f. Büyük devletler. Düvel-i muazzama-i İslâmiyye gibi.
düvel-i müttefika   f. İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler.
düvelî   (Düveliyye) Devletlerle alâkalı.
düvuk   Ahmaklık, hamâkat.
düvvac   Hâkimlerin giydiği bol kaftan. * Yorgan. * Tac.
düvvame   Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak.
düyun   (Deyn. C.) Borçlar.
düyunat   (Düyun. C.) Borçlar.
duz   f. Dikici, diken, dikmiş.
duzah   f. Cehennem. Tamu. * Mc: Keder. Külfet.
duzah-mekân   f. Makamı Cehennem olan kâfir, münâfık.
duzahî   f. Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani.
düzd   (C.: Düzdân) f. Sârık, hırsız.
düzdan   (Düzd. C.) f. Hırsızlar, sürrak.
düzdâne   f. Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca.
düzdî   f. Hırsızlık, sirkat.
düzeç   (Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Tesviye âleti)
düzenbaz   Hile yapan, aldatıcı.
duzene   f. Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi.
düzine   On iki parçadan ibaret takım.
düzlem   (Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Müstevi)
düztaban   t. Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler.
e'ba   Yükler, hamuleler, çuvallar.
e'cam   (Acem. C.) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar. * Acemiler.
e'cube   (Bak: U'cube)
e'rac   Anadan doğma topal, aksak.
e'vam   (Bak: A'vam)
e'zar   Özürler. Kusurlar. Bahaneler.
eâcib   (U'cube. C.) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler.
eacim   (Acem. C.) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.
eadi   (Adüv. C.) Düşmanlar. Hasımlar.
eali   (A'lâ. C.) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.
eamm   Pek şumullü, daha umumi ve geniş.
earib   (A'rabî. C.) Çölde yaşayan, göçebe Arablar.
eariz   (Aruz. C.) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.
earr   Hörgücü küçük deve.
easir   (İ'sâr. C.) Şiddetli fırtınalar, kasırgalar.
eâzim   (A'zam. C.) İleri gelen büyükler. Büyük adamlar.
eazz   Galip. * Daha aziz, daha şerefli, en şerefli, azizler.
eb   (Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced.
eb'ad   Çok uzak, en uzak, daha uzak.
eb'âd   (Bu'd. C.) Mesafeler, uzaklıklar.
ebab   Bir yere gitmek için hazır olmak.
ebabil   Dağ kırlangıcı. Kuş sürüsü. Sürüler, bölükler.
ebadid   Müteferrik, dağınık.
ebaet   (C.: Abâ) Kamışlık yer. * Kamış.
ebahh   Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)
ebahir   Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.
ebaid   (Eb'ad. C.) Yakın olmayan (hısım ve akraba.) * En uzak yerler.
ebalis   (Ebâlise) (İblis. C.) İblisler, şeytanlar.
ebarik   Balçıklı, kumlu yer. * (Ebrak. C.) Alaca atlar. ◊ (İbrik. C.) Su kapları, ibrikler.
ebatih   (Ebtah. C.) Kumlu dereler ve ırmaklar.
ebatil   (Ubtule. C.) Beyhude, bâtıl, hurâfe, mantıksız, hakikatsız şeyler. ◊ Böğürler, yanlar.
ebazer   (Bak: Ebu Zerr-i Gıffarî)
ebazir   (Ebzâr. C.) Yemeklere katılan baharatlar, kurumuş kekikler.
ebb   (C.: Abâb) Kuru ot. Taze ot. * Mer'a, otlak, çayır. * Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.
ebbal   Deve çobanı.
ebbale   Bir yüklük odun. * Bir kısım halk. Cemaat. Cemiyet.
ebbar   İğneci. İğne yapan veya satan kimse.
ebbaz   Kaçma, ürkme. * Sıçrayıp atlayan karınca.
ebced   Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki More…
ebcedhan   f. Ebced okuyan. Mektebe yeni başlayan, acemi.
ebcel   Cüssesi büyük olan iri yapılı adam. * Atta ve devede bulunan bir damar. (İnsanda o damara, 'ırk-ı ekhal' derler.)
ebda'   (Bedi'. den) En bedi. Ziyade bedi' ve güzel. Daha çok dikkati çeken.
ebdal   (Bedil veya Bedel. C.) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar.
ebdan   f. Kavim, aşiret, kabile. * Şayeste, lâyık, münâsib, muvafık, uygun. ◊ (Beden. C.) Bedenler. Tenler.
ebecc   Patlak gözlü adam.
ebed   Ebedîlik. Zevalsizlik. Sonu olmamak.
ebedd   Gövdeli, iri cüsseli kimse. İki uyluğunun arası geniş ve etli olan kimse.
ebeden   (Ebedâ) Devamlı olarak. Kat'â ve aslâ. Hiçbir vakit.
ebedgâh   f. Kabir, mezar.
ebedhane   f. Kabir, mezar.
ebedî   Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.
ebediyyen   Ebedî olarak, ilel-ebed. * Hiç bir vakit, hiç bir zaman.
ebelet   Çok yemekten gelen ağırlık, hazımsızlık.
eben   Töhmetli, kabahatli kişi. * Adâvet, düşmanlık.
eber   Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi. * Akrep sokması.
eberr   Çok faziletli, şerefli. Çok sâdık ve dindar. Çok iyilik sever. * Şenlikten uzak, bedevi.
ebes   Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş. 
ebeveyn   Ana ile baba. (Eb ile ümm.)
ebgaz   Çok fazla buğzedilen, hiç sevilmeyen, nefret edilen.
ebh   Unutulan şeyi hatırlatmak.
ebhak   Bir gözlü.
ebhal   (Buhl. den) En hasis, çok cimri, daha tamahkâr. * Büyük gözlü.
ebhar   Nefesi ve ağzı fena kokan adam.
ebhâr   (Bahr. C.) Bahirler, deryalar, denizler.
ebhas   Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.
ebhekan   Kuzu kulağı adı verilen ot.
ebhel   Ardıç ağacının yemişi. * Ardıç ağacının bir nevi
ebhem   Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.
ebher   En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir. * Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.
ebhire   (Buhâr. C.) Dumanlar, buğular.
ebhur   (Ebhar) (Bahr. C.) Denizler, bahrlar. ◊ (Bahur. C.) Buharlar. Buğular.
ebi   (Bak: Ebu)
ebib   İri taneli yağmur.
ebih   Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın.
ebil   Devenin hâllerinden anlıyan kimse. ◊ Nasârâ rahibi ve ekâbiri.
ebiye   İmtinâ edici, çekinen kadın.
ebka   Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ)
ebka'   Alaca karga.
ebkâr   (Bikr. C.) Bekârlar. * Mc: Evvelce kimsenin söylemediği sözler.
ebkem   (Bükm. den) Dilsiz. Konuşamıyan.
ebkem ü lâl   Cevapsız bırakmak. Susmak. Dilsiz gibi sükût etmek.
ebkemî   f. Dilsizlik, dili olmamak.
ebkemiyet   Dilsizlik. Konuşamamazlık.
eblad   Eser.
eblağ   En beliğ. Daha beliğ. Daha fasih. Çok beliğ.
eblak   Rengârenk. * Alaca bulaca. * Alacalı at.
eblak-süvar   f. Alaca ata binmiş kişi. * Mc: Savaşçı, cenkçi yiğit.
eblec   Açık kaşlı. * Mc: Nurlu, parlak, vuzuhlu.
ebled   Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse. * Açık kaşlı. * Şişman gövdeli kişi.
ebleh   Ahmak. Bön. Budala.
eblehâne   f. Ahmakçasına. Eblehçesine.
eblehî   f. Ahmaklık, saflık, bönlük.
eblehiyyet   Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık.
eblek   f. Alacalı renk.
eblem   Kalın dudaklı adam.
eblim   Bal, asel.
ebluç   f. Ezilmiş tozşekeri. Nebat şekeri.
ebluk   f. Münafık, iki yüzlü adam. * Şarlatan.
ebnâ   (İbn. C.) Oğullar. Çocuklar. Veledler. Ferzendeler.
ebniye   (Bina. C.) Binalar. Yapılar.
ebr   Ürkmek. Kaçmak. ◊ f. Bulut.
ebrac   Burçlar, kaleler.
ebrah   Zor olmak, güç olmak.
ebrak   Fazlaca parıltılı. * Taşlı, kumlu, balçıklı yer. * Alaca renkli at. * İki renkli lekeli bir şey.
ebrâr   (Berr. C.) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
ebras   İnsanın rengini degiştiren alaca ve miskin eden çok fena bir maddi hastalık ismi.
ebrec   Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse.
ebred   (Berd. den) Çok soğuk.
ebrek   En bereketli.
ebrencen   f. Bilezik. Kadınların kollarına taktıkları altından mâmul zinet eşyası.
ebreş   Alaca benekli at. * Kırmızı ve beyazdan meydana gelen alaca renk.
ebresim   İbrişim.
ebresimî   İbrişimci.
ebric   Yayık adı verilen ve yoğurttan yağ çıkarılan nesne.
ebrkâr   f. Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam.
ebru   f. Kaş. * Bir nevi dalgalı kumaş ve kâgıt ismi.
ebruferah   f. Güler yüzlü.
ebruvân   f. Kaşlar.
ebs   Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek.
ebsar   (Basar. C.) Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler.
ebtah   (C.: Ebâtih) Kumlu ırmak ve dere.
ebtal   (C.: Ebâtil) İnsanın böğrü. * En boş. Boşuboşuna. Çok bâtıl. ◊ (Battâl. C.) Yiğitler, cesurlar, döğüşken erler.
ebter   Kuyruğu kesik hayvan. * Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan. * Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi. * Eksik, tamamlanmamış.
ebtine   (Bâtın. C.) Çukur yer, kuytu yer.
ebu   Peder, baba, ata, eb.
ebu ca'fer   Sinek.
ebu cabir   Ekmek.
ebu cemil   Tere otu.
ebu davud   (Bak: Kütüb-ü Sitte)
ebu eyyub   Deve, cemel.
ebu halid   Köpek, kelb. * Canavar.
ebu hanife   (Bak: İmam-ı A'zam)
ebu humeyd   Ayı denilen canavar.
ebu ikrime   Güvercin kuşu.
ebu kalemun   Bir nevi kumaş ki, göze türlü türlü görünür. Bâzıları 'gülistân-ı kemhâ' derler.
ebu kays   Çakal.
ebu nafi'   Sirke.
ebu sabir   Tuz, milh.
ebu süfyan   (Mil: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası.
ebu süleyman   Horoz.
ebu za'fel   Fil.
ebu ziyad   Eşek, hımar.
ebu zübab   Fâre.
ebu zür'a   Domuz, hınzır.
ebuk   Kaçmış köle.
ebûü   İkrar ederim, sığınırım, itiraf ederim, tövbe ederim mânasına fiildir.
ebva'   Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy More…
ebvâb   (Bab. C.) Kapılar. * Kısımlar. Bahisler. Parçalar.
ebyan   Cömert, eli açık, muhtaçlara ve yoksullara yardım eden kimse. * Yemekten tiksinen kişi.
ebyat   (Beyt. C.) Beyitler. İki mısradan müteşekkil kısımlar.
ebyaz   Beyaz. Akça. Parlak. Daha parlak. Sefid olan.
ebz   Ürkme, korkma. Kaçma, kaçış. * Aniden, birdenbire ölmek.
ebza   Göğsü çıkık.
ebzah   Göğsü çıkık.
ebzar   (Bezr. C.) Yemeklere konulan baharat.
ebzer   Üst dudağında sarkık derisi olan.
ebzün   Küvet, banyo. * İçinde yıkanılabilinen küçük havuz.
ecahil   (Echel. C.) En cahil, daha bilgisiz olanlar.
ecamire   Taifeler, kabileler, kavimler.
ecanib   (Ecnebi. C.) Ecnebiler. Yabancılar.
ecbe   Alnı geniş olan adam.
ecc   (C.: İcâc) Devekuşu seğirtmek.
ecce   (C.: İcâc) Sıcak fazla olmak. * Karışmak.
ecda'   Burnu kesik olan kimse. * Kulağı, eli ve dudağı kesik kimse.
ecdad   (Cedd. C.) Dedeler. Babalar. Büyük babalar.
ecdas   (Cedes. C.) Kabirler. Mezarlar.
ecdel   (C.: Ecâdil) Çakır doğan kuşu.
ecder   (Cedir. den) Daha büyük. Pek münasib.
ecebe   Büyük alınlı. Alnı geniş olan kimse.
ecel   Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek. * İleride olacağı şüphesiz olan. * Allah'ın takdir ettiği ömür.
ecel-i müsemma   f. Muayyen bir zamana kadar, Allah'ın takdir ettiği ölüm.
eceliyyet   Sonradan vukuu şüphesiz olan hâdise.
ecell   (Celil. den.) Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil. ◊ Evet, neam, belî.
ecem   (C.: Acâm) Çok fazla sıcak.
eceme   (C.: Acâm-Ecemât - Ecem-Ücüm) Meşelik. * Kamışlık.
ecemm   Mızraksız adam. * Boynuzsuz koyun. * Etli kemik. * Bacasız ev.
ecen   Suyun tadı ve rengi değişik olmak.
ecerran   İns ve cinn.
eceşş   Gür sesli.
ecfan   (Cefn. C.) Göz kapakları. * Asma çubukları. * Kirpikler.
echam   Gözü büyük ve kırmızı olan. * (Müe: Cahmâ)
echel   Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.
echeliyyet   Çok bilgisizlik. Çok câhil oluş.
ecic   Ateş parlaması.
ecil   İşini geriye bırakan, geciktiren. * Geciktirilen, geriye bırakılan şey. * Bir yerde birikip toplanmış su.
ecille   (Celil. C.) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.
ecim   Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme. * Suyun necis olup bozulması. * Birini istemediği hâle koymak.
ecinne   (Cenin C.) Ceninler. Ana karnındaki çocuklar.
ecinnî   Cin taifesinden bir fert. (Bak: Cinn)
ecir   Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi. ◊ (Bak: Ecr)
ecirlik   t. Ücretle çalışma, hizmetkârlık.
ecirnâ   (İcâret. den) Bizi hıfzeyle, muhafaza eyle (meâlinde.)
ecirni   (İcâret. den) Beni hıfzeyle, beni koru (meâlinde).
ecl   İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada 'Li' ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh  - Allah için, Allah rızası için.
ecla   Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel. * Başında kıl bitmeyen kel.
ecla'   Dudakları kısa olup dişlerini tamamen örtmeyen.
eclad   (Cild. C.) Hayvan derileri.
eclah   Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe. * Başı kel olan adam.
eclec   Yumru ve geniş alınlı.
eclef   (Cilf. den) Çok edepsiz, pek hayasız.
eclel   Ulu ve büyük kimse. * Azam.
ecliyet   Cihetiyet, sebebiyet. Sebeb oluş.
ecma   Üstü açık ev.
ecma'   En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş.
ecmain   Hepsi, cümlesi.
ecmal   (Cemel. C.) Develer. * Cümleler. * Yekünler.
ecmat  (Ecme. C.) Ormanlar, sık ağaçlı yerler.
ecme   (C.: Ücem-Ecmât) Orman, sık ağaçlı yer.
ecmel   (Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel.
ecnab   (Cenb. C.) Yanlar. Yan taraflar.
ecnad   (Cünd. C.) Cündler, askerler, erler, neferler, taburlar.
ecnâs   (Cins. C.) Çeşitler, neviler, türler.
ecneb   Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan. * Garib, yabancı, ecnebi. *Sert başlı at.
ecnebi   Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan.
ecnebiyyet   Ecnebilik, yabancılık, gariblik.
ecnef   Haktan, doğruluktan, adaletten uzaklaşan, ayrılan adam. * Beli eğri, kambur olan adam.
ecniha   (Cenah. C.) Kanatlar. Cenahlar. Taraflar.
ecr   (C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey. * Ahirete aid mükâfat, hayır ceza. * Ücret, mukabil, karşılık. Sevab. * Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.
ecra'   (C.: Ecâri) Bir şey yetişmeyen kumlu yer.
ecram   (Cirm. C.) Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.
ecras   (Ceres. C.) Büyük çıngıraklar, çanlar.
ecreb   Uyuz hayvan veya insan.
ecred   Tüysüz adam, köse. Genç. * Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi. * Tüyü yumuşak ve kısa olan at.
ecribe   (Cirâb. C.) Dağarcıklar, meşin veya bezden yapılmış olan çantalar.
ecsad   (Cesed. C.) Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar.
ecsam   (Cisim. C.) Cisimler.
ecsel   Karnı büyük olan kişi.
ecsem   Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi.
ecuc   Işık veren, parlayan. Parlak nesne. * Suyun tuzlu ve acı olması.
ecüme   Havuz.
ecvad   (Cevad. C.) Sahiler. Cömertler. Eli açıklar.
ecvaf   (Cevf. C.) İçler. Kovuklar.
ecved   En cömert. En sahi. Daha iyi.
ecvef   Ortası boş. Kof. * Mc: Boş kafalı. Çok cahil. * Gr: Ortasında harf-i illet sayılan elif, vav, yâ harfleri bulunan fiil kökü.
ecvibe   (Cevab. C.) Cevaplar.
ecyad   (Cîd. C.) Uzun boyunlar.
ecyaf   (Cife. C.) Kokmuş etler. Cifeler.
ecyal   (Cîl. C.) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller.
ecyed   Uzun boyunlu (adam.)
ecyem   Gözü büyük ve kırmızı olan. (Müe: Ceymâ)
eczâ   (Cüz. C.) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. * Ciltlenmemiş kitab ve saire. * Cüz'ler, parçalar, kısımlar. * Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet More…
eczahane   f. Eczacı dükkanı. Ecza dolabı. İlaç satılan mağaza.
eczal   (Cizl. C.) Ağaç kökleri, tomrukları.
eczeb   Suyu geçirmeyen sağlam zemin.
eczem   (Cüzâm. dan) Cüzamlı, miskinlik illetine uğramış olan. * Parmakları veya eli kesik olan adam. ◊ Burnu kesilmiş.
ed'ac   Gözleri kara renkte ve büyükçe olan. * Pek siyah şey.
ed'iye   (Duâ. C.) Duâlar.
edâ'   Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak. * Tarz. Üslub. * Şive. * Tekebbür. * Fık: Namazı vaktinde kılmağa 'Eda' ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da More…
edakk   En dakik, pek ince, çok mühim.
edall   (Bak: Adall)
edâmallah   Allah (C.C.) dâimî eylesin (mealinde duâ.)
edani   (Ednâ. C.) Ednâlar, en deniler, en alçaklar. Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler.
edat   Sebep. Âlet. Avadanlık. * Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
edb   Ziyafet verip, halka yemek yedirmek.
edbar   (Dübür ve Dübr. C.) Ard ve arka taraflar. Herhangi bir şeyin sonları ve akibetleri.
edbes   Rengi ne kızıl, ne siyah olan hayvan.
edd   (C.: Üdüd) Kuvvet. * Yetişmek. * Ric'at etmek.
eddai   Mâlum bir duâcı. Duâcınız. Hayrınızı isteyen meâlinde imza yerine yazılan bir tâbir.
edeb   'Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ. * Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek. * Utanılacak şeylerden insanı koruyan.
edebî   Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.
edebiyat   Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu. * Edebiyata More…
edebiyat yapmak   Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.
edebiyyun   Edebiyatçılar. Edebiyatla uğraşanlar.
edeme   Derinin iç yüzü. (Dış yüzüne 'beşere' derler.)
edevat   (Edat. C.) Aletler. Takımlar, parçalar. * Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar.
edeyan   f. Çok koşan hayvan.
edfa   (Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse. * Uzun boynuzlu keçi. * Kanadı uzun kuş.
edfer   İğrenilen, tiksinilen, nefret edilen şey.
edgam   Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at.
edhak   Daha uzak, daha ırak.
edhan   (Dühn. C.) Sürülecek güzel kokulu yağlar.
edhar   Eb'ad ve erzel kimse.
edhem   (C.: Dühem-Edâhim) Karayağız at.
edhine   (Duhân. C.) Duhanlar, dumanlar, sisler. * Tütünler.
edi   Küçük ve şerir (adam). * Küçük kap.
edib   Edebiyatçı. Güzel ve san'atlı söz söyleyen veya yazan. * Edebli, terbiyeli.
edibâne   f. Edibe yakışır, terbiyeli bir surette. Edebiyatçı gibi.
edille   (Delil. C.) Deliller, işaretler. Alâmetler. Rehberler. İsbat vasıtaları.
edim   Sahtiyan, tabaklanmış deri. * Satıh, yüz, zemin.
edimme   Derinin ikinci tabakası.
ediyye   Az, kalil.
edken   Bulanık, * Rengi siyaha yakın olan.
edlem   Karayağız, siyah adam. * Kara eşek. * Uzun yanaklı. * Uzun boylu.
edm   Üns tutmak. * İttifak etmek, birleşmek. * Islâh etmek.
edmas   'Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.'
edmen   f. Hâlis ve katıksız misk.
edmiga   (Dimağ. C.) Beyinler, dimağlar.
edmu'   Göz yaşları. Aberat.
edna   Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. * Çok yakın.
ednanî   (Denâvet. den) Beni yaklaştırdı (meâlindedir.)
ednas   (Denes. C.) Pislikler, necisler, kirler. * En aşağılar, âdi ve bayağı kişiler.
ednef   Burnu kısa olan adam.
ednik   Çengel.
edra'   Vücudu beyaz, başı siyah olan at. * Hecin.
edred   Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse.
edrem   Topukları etli kimse (ki, topuğu etten belli olmaz.) * Dişleri dökük adam. * Düz şey. ◊ f. Eğerin altına konulan keçe.
edreng   f. Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet.
edsak   Ağzı büyük olan adam.
edsem   Çok yağlı (şey.)
edser   Gaflette bulunan, gafil adam.
edv   Aldatmak, hud'a.
edva   (Da'. C.) İlletler, hastalıklar.
edvar   (Devr. C.) Devirler, zamanlar.
edvek   Devenin, misvak ağacını yemesi. * Bir yerde sâkin olmak. * Yaranın veremi sakin olmak.
edveş   Gözü dumanlı adam.
edviye   (Devâ. C.) İlâçlar, devâlar.
edyak   (Dîk. C.) Dîkler, horozlar.
edyan   (Din. C.) Dinler.
edyar   (Deyr. C.) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.
ef'a   Engerek yılanı. * Mc: Fena huylu, tabiatı kötü olan adam.
ef'âl   (Fiil. C.) Fiiller, işler, ameller.
ef'ide   (Fuâd. C.) Kalbler. Gönüller.
efadil   (Efâzıl) Faziletliler, iyiliksever ve temiz kimseler.
efahim   (Efhâm. C.) Büyük zatlar. Pek büyük, muhterem kimseler.
efahis   (Ufhus. C.) Taşların aralarında veya kayalıkta bulunan kuş yuvaları.
efai   (Ef'a. C.) Engerek yılanları.
efaik   (Efike. C.) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar.
efaim   Vâsi olmak, geniş olmak, bol olmak.
efakil   (Efkel. C.) Titrekler, titreyenler.
efanin   (Üfnûn. C.) Değişiklikler. * İşler, şartlar, hâller. * Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları.
efarit   (İfrit. C.) İfrit gibi, ifrite benzer adamlar. Hilekârlar, kurnazlar, cüretliler. * Pek hain cinler. * Şeytanlar, iblisler.
efatih   Mantar ve ona benzer bitkiler.
efavic   (Efvâc. C.) Bölükler, takımlar, kısımlar.
efavik   (Fuvâk. C.) Hıçkırıklar.
efaviye   Yemeklere konulan kokulu baharat.
efayik   (Efike. C.) Uydurma, düzme, asılsız, yalan sözler. İftiralar.
efâzil   (Efdal. C.) Fâzıllar, faziletliler. Mümtaz ve çok bilgili kimseler.
efda'   Eli ve ayağı eğrilmiş.
efdah   (Fadih. den) Çok rezil, daha rezil.
efdal   (Fazl. C.) Ziyadeler, fazlalar, çoklar. * İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler. ◊ Daha faziletli, daha lâyık, daha iyi.
efdalan   Emn ile adâlet.
efdaliyet   Faziletçe üstünlük. Fazileti, iyiliği ziyâde olmak.
efder   (Evder) f. Amca. Babanın erkek kardeşleri. * Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları.
efek   Sarfetmek, harcamak.
efekk   Zayıflıktan dolayı omuzu mafsaldan ayrılmış olan kimse.
efektif   Fr. Nakit para, elde bulunan para.
efell   Güdük kılıç.
efendi   (Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla.
eferr   Çok koşan, pek çok kaçan.
effaf   Çok of! çeken. Sıkıntılı, muztarib ve kederli kimse. Elemli, gamlı, tasalı adam.
effak   (İfk. den) Çok iftira eden, çok yalan isnad eden kişi. ◊ Ticaret için bütün dünyayı dolaşıp gezen tüccar adam.
efgan   f. Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat.
efgar   (Figâr) f. Yaralı, kötürüm, sakat, cerih.
efgen   (Figen) f. Düşüren, yere atan, yıkan, yere atıcı, düşürücü, yıkıcı.
efgende   f. Yere atılmış, düşürülmüş. Yıkılmış, yıkık. Bozulmuş, tahrib edilmiş. * Biçare, zavallı, düşkün.
efham   (Fahim. den) Çok büyük, pek büyük. ◊ Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
efhas   (Fahs. C.) Her şeyin içleri, boşlukları.
efhaz   (Fahz. C.) Akrabalar, yakın hısımlar.
efhem   Anlayışlı, kolay anlayan.
efid   (Eftid) f. Medhedici, öven, sena eden. * Hayret edilecek, şaşılacak, taaccüb edilecek şey.
efih   Bir adamın beynine vurmak.
efik   Dibâgatı tamam olmamış deri.
efika   Fenâ, hoş olmayan, çirkin ve kötü şey.
efike   (C.: Efâik) Yalan, dolan, iftira.
efil(e)   (C. Afâl-Efâil) Genç küçük deve.
efin   Çürük ceviz. * Zayıf fikirli ahmak kimse.
efjûl   f. Kandırma. * Kışkırtma, tahrik etme. * Dağınık, perâkende.
efk   (Ufuk) Yalan söyleme. * Kaçmak. Bir işten sapmak. ◊ Çok fazla atâ ve ihsan etmek. * Gitmek, zehab.
efkam   Eğri.
efkar   Pek fakir, çok fakir.
efkâr   (Fikir. C.) Fikirler. Düşünceler.
efkel   (C.: Efâkil) Titremek.
efl   Gurub etmek, batmak.
eflah   Çok felah bulan, kurtulan, selâmete çıkan. Taleb ettiği şeye, arzusuna vasıl olan.
eflak   Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke
eflâk   (Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.
eflatun   Plâton. (M.Ö. 429 - 347) Aristo'nun üstadı, Sokrat'ın talebesi, eski Yunan filozofudur.
eflatunî   Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.
eflatuniye   Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir.
eflec   (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş. * Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam. * Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.
efles   Çok müflis, iflâs etmiş, züğürt.
eflud   Yetişkin, gürbüz (çocuk).
efn   Noksan etmek. İçmek. * Sağmak. * Davarın sütü az olmak.
efnad   (Fened. C.) Bunaklar, yaşlarının ilerlemesinden bunamış olanlar.
efnan   (Fen. C.) Neviler, çeşitler. * (Fenen. den) İnce dallar. * Üslublar, şubeler.
efniye   (Finâ. C.) Avlular.
efra'   İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi. * Kuruntulu, vesveseli adam. * Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â)
efrad   (Ferd. C.) Fertler. Askerler.
efrah   Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler.
efrahte   f. Yukarı kaldırılmış, yükseltilmiş, yükselmiş.
efrak   Ayrılmış. * Çatal ibikli horoz.
efran   Neş'eli, keyifli, sevinçli olan kimse. Mesrur.
efras   (Fers. C.) Atlar. Beygirler.
efraşte   f. Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış.
efraz   f. Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend.
efrenc   (Fr. Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. More…
efrend   f. Debdebe, gösteriş, süs, bezek.
efrez   Arkası kambur gibi olan (adam.)
efrug   f. şu'le, nur, ziya, ışık.
efruhte   f. Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. * Yanmış, tutuşmuş.
efruşe   f. Un helvası.
efruz   f. (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı.
efsa   f. Sihirbaz. Efsuncu. İnsanı teshir edici.
efsah   Daha fasih. En fasih. Pek çok güzel ifade.
efsak   En fâsık, çok edepsiz.
efsal   (Fesl. C.) Alçak, âdi ve aşağılık kişiler.
efşal   (Feşil. C.) Korkaklar, cesaretsizler.
efşan   f. Dağıtan, saçan, serpen.
efsane   Masal. Uydurulmuş yalan hikâye.
efsane-cuyî   f. Masal, efsane arayıcılık.
efsane-perdaz   f. Hikâye yazan, masal uyduran, meddah, romancı.
efsar   f. Yular.
efşar   f. Çimdikleme. * Sıkılmış, sıkma (meyve suyu gibi.)
efşe   f. Bulgur.
efsed   Pek fena, çok bozuk, fazlaca kötü.
efser   f. Tâc. Padişah tâcı.
efsun   f. Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler.
efsunger   f. Büyücü, sihir yapan. Efsun yapan kimse.
efsürde   f. Soluk, donmuş, hissizleşmiş.
efşürde   f. Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.)
efsürde-dil   f. Kalbi hissizleşmiş. Donuk gibi olmuş kalb.
efsürde-dimag   f. Beyni donmuş. * Mc: Kabiliyetsiz.
efsürde-mizac   f. Kanı soğuk, soğuk kanlı, mizâcı soğuk adam.
efşüre   f. Lübb, hülasa, öz, usâre.
efsus   f. Yazık! Hay! Eyvah! gibi bir teessür edatı.
eftah   Parmaklarının boğumu yassı ve yumuşak olan. * Tırnaklarının boğumları yumuşak olan kuş. ◊ Yassı burunlu.
eftan   f. Düşerek. Düşen.
eftar   (Fitr. C.) Baş ile şehâdet parmaklarının araları.
eftel   (C. Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at.
efuk   Gezi ufanmış ok.
efur   Sıçrayıp seğirtme.
efvac   (Fevc. C.) Cemaatler, takımlar, kısımlar, bölükler, grublar.
efvaf   Nâzik, ince kumaşlar.
efvag   Ağzı büyük olan adam.
efvah   Menfezler, ağızlar, delikler. * Mc: Yemeğe lezzet için konan baharat.
efvahî   f. Avam sözü, halk kelâmı, ehemmiyetsiz.
efveh   Ağzı büyük ve ön dişleri uzun olan adam.
efvek   Yalancı, yalan söyleyen.
efyal   (Fil. C.) Filler.
efyun   f. Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon.
efyun-keş   f. Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi.
efza   f. (Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ  - Hayret verici, hayret artıran.
efza'   (Fezâ. C.) Korku ile bağırıp çağırmalar. ◊ Şiddetli, katı, eşed.
efzar   f. Ayakkabı, kundura. * Gemi yelkeni. * Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. * San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
efzayiş   f. Artma, çoğalma, tezayüd, tekessür.
efzûd   f. Çoğalan, artan, tekessür eden, tezayüd eden.
efzun   f. Fazla, çok ziyade.
efzunî   f. Kesret, çokluk, fazlalık, ziyadelik.
efzunter   f. Daha fazla, daha çok.
egalit   (Uglute. C.) İnsanı yanıltacak hatalı sözler, yanlış kelâmlar.
egamm   Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.
egani   (Ugniyye. C.) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler.
egann   Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan. * Otlu dere.
egare   f. Kandırma, kışkırtma, teşvik etme.
egarib   Firak anı, ayrılış zamanı. Savaş ânı.
egarr   Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey. * İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli.
egbiya   (Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar.
egdiye   (Gıdâ. C.) Gıdalar.
eğe   Maden vesaire yontmaya mahsus ince dişli âlet. Törpü.
eğerçi   (Eğerçend) f. ...ise de, her ne kadar, ...olsa da.
eglak   (Galak. C.) Kilitler, kilitli şeyler. Mc: Anlaşılması zor olan ifadeler.
eglal   (Gull. C.) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler. * (Galel. C.) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.
egleb   (Bak: Ağleb)
egmak   (Bak: A'mak)
egmis   (Gams. dan) Batır, daldır (meâlinde).
egnam   Koyunlar.
egniş   f. İnşa etme, bina yapma. Yapı meydana getirme.
egniya   (Gani. C.) Zenginler.
ego   Lât. Ben. Ene.
egoist   Bencil, hodpesent, hodbin, kendini beğenmiş, menfaatperest.
egoizm   Fr. Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm More…
egosantrizm   Fr. Pks: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki More…
egraz   (Garaz. C.) Garazlar.
egsan   (Bak: Ağsân)
egşiye   (Bak: Ağşiye)
egtaşa   Karartı.
egtiye   (Bak: Ağtiye)
egul   f. Hiddet ve öfke ile yan yan bakma.
egval   (Gul. C.) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar. * şeytanlar. * Gulyabaniler.
egvar   (Gavr. C.) Dipler, çukurlar, kuyular. Sonlar, uçlar.
egzost   ing. İçten yanmalı motorlarda yanmış akaryakıt gazı. Bu gazın boşaltılması tertibatı.
ehabb   Çok sevgili. En sevgili.
ehacc   Pek katı, çok sert şey.
ehacî   (Uhcüvve. C.) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.
ehad   Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan. (Bak: Ehadiyyet)
ehadd   (Hadd. den) Çok keskin.
ehadid   (Bak: Ahadid)
ehadis   Hadisler. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sözleri, hareketleri ve emirlerini bildiren hakikatler. (Bak: Hadis)
ehadü hüma   Onlardan biri. Her ikisinden biri.
ehaff   Çok hafif.
ehakk   Daha haklı, pek haklı. Daha doğrusu. En hakiki.
ehali   (Ehl. C.) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar. * Avam, halk umum.
ehamm   Yakın. * Kara, esved.
ehann   Genzinden konuşan kimse, hımhım.
ehasin   Pek güzel, en güzel olan şeyler.
ehass   Daha hususi, daha yakın, daha hâlis. Hususi. Ziyade hâs.(Eamm'ın zıddıdır.) ◊ Daha uyanık. Daha hassas. ◊ En hasis. En bayağı. ◊ Saçı dökülmüş kişi.
ehatt   En ucuz, daha ucuz. * Daha cilâlı.
ehaveyn   İki kardeş.
ehbar   (Habr. C.) Âlimler. Yahudi âlimleri. * Sürurlu anlar.
ehdâb   (Hüdb. C.) Kirpikler.
ehdaf   (Hedef. C.) Hedefler, nişan alınan yerler. * Yüksek yerler. * Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.
ehdak   (Bak: Ahdâk)
ehdam   İnce belli.
ehdeb   Kirpikleri sık ve uzun olan adam.
ehder   Sarkık dudaklı.
ehemm   Çok mühim olma, daha mühim. Çok kıymetli, çok lüzumlu.
ehemmiyet   Mühim olma, ağırlık, değerlilik, dikkate değer olma, dikkat ve ihtimam, kıymet, nazar-ı dikkati çekme.
ehevat   (Uht. C.) Kız kardeşler. * Kadın arkadaşlar. * Benzer şeyler.
ehibba   (Habib. C.) Habibler, dostlar, sevgililer.
ehil   (Bak: Ehl)
ehilla   Dostlar, kardeşler. (Bak: Ahillâ)
ehille   (Hilâl. C.) Hilâller. Yeni hilâl şeklinde olanlar.
ehir   (Bak: Ahîr)
ehl   (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz. * Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. More…
ehl-i hak   f. İmân, İslâmiyet ve Hak yolunda olan. Hak mezhebde olan. Hakka, hakikata vâsıl olmuş olan.
ehl-i hâl   f. Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan.
ehl-i hibre   f. Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât.
ehl-i ilhad   f. Doğru meslek ve dinden, Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapan, imansızlar, dinsizler.
ehl-i keşf   f. Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler.
ehl-i rum   f. Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler.
ehl-i salib   f. Bayrağında salib (haç) bulunanlar. Hristiyanlar. * Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hristiyan Ordusu.
ehl-i sekr   f. Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. * Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali.
ehl-i sevahil   f. Sahilde, deniz veya göl kenarında yaşayanlar.
ehl-i şuhud   f. Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. * Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar.
ehl-i sûk   f. Çarşı halkı, esnaf.
ehl-i sünnet   f. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların More…
ehleb   Kuyruğu kıllı olan at.
ehlen ve sehlen   Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.)
ehlî   Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.
ehliyyet   Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.
ehlullah   Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
ehme   f. Eksik, nâkıs noksan. * Bulunuş.
ehname   f. Aşk, muhabbet, sevda. * Kendine çekidüzen verme.
ehram   Mısır'da Firavunların piramit şeklindeki mezarları.
ehramen   f. şeytan, iblis. * Dev.
ehras   Dilsiz. (Bak: Ahras)
ehre   Büyük ağızlı.
ehred   Yırtık şey. (Üstbaş hakkında kullanılır.)
ehriman   (Ehrimen, Ehremen) f. Ateşperestlerin şer ilâhının ismi. Bâtıl bir ilâh ismi.
ehsa   Şaşmış, şaşa kalmış, hayret etmiş ve taaccübüne gitmiş olan kimse.
ehşa   Karındaki iç uzuvlar. Karında olan.
ehsâs   (Hiss. C.) Hisler, duygular.
ehtat   Bir bölük cemaat.
ehtem   Ön dişi gedik olan.
ehun   f. Toprakta meydana gelen delik, yarık.
ehva   (Heva. C.) Nefsin istek ve arzuları. Muhabbetler. Hahişler. * Kasdetmek. * Atmak. ◊ (Havvâ. dan) Siyah. Kararmış olan.
ehval   (Hevl. C.) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar.
ehvar   f. Şaşkın, şaşırmış kimse. Alık, sersem adam.
ehvec   En muhtaç, pek muhtaç. (Bak: Ahvec) ◊ Uzun boylu ahmak adam.
ehvek   Ahmak kimse.
ehvel   Korkunç nesne.
ehven   Daha aşağı. Daha ucuz. Bayağı. Adi. * Zararı az olan. En zararsız.
ehveniyet   Ucuzluk, ehvenlik, daha hafif, daha zararsızlık.
ehver   f. Sevgili, mâşuk.
ehya   (Bak: Ahyâ) ◊ Ucuzluk.
ehyan   (Hîn. C.) Zamanlar. (Bak: Ahyân)
ehyeb   Daha heybetli, daha büyük.
ehyef   İnce belli ve yakışıklı genç. * Çelimli at.
ehyemin   (Heyeman. C.) Âşık olmalar, şaşkınlıklar.
ehyun   Örümcek, ankebut.
ehza'   Ok mahfazası içinde sona kalan ok.
ehzab   (Bak: Ahzab)
eimme   (İmam. C.) İmamlar. (Bak: İmam)
einne   (İnân. C.) Yularlar. Dizginler.
eizze   (Aziz. C.) Azizler.
ejah   f. Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce.
ejder   (Ejderha) f. Büyük canavar. Büyük yılan.
ejgan   (Ejgehân) f. Tenbel, miskin, iş yapmaktan hoşlanmayan.
ejhan   f. Tenbel.
ejir   f. Akıllı, uyanık, açık göz.
ekabb   İnce belli.
ekâbir   (Ekber. C.) En büyükler. Pek büyükler. Devlet ricali. Rütbece büyük olanlar.
ekadih   (Kıdh. C.) Kıdhlar, oklar.
ekahi   (Ukhuvan. C.) Papatyalar, papatya çiçekleri.
ekalim   (İklim. C.) İklimler, memleketler, mıntıkalar.
ekall   Daha az, en az, pek az. En küçük. (Bak: Akall)
ekalliyet   (Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık.
ekam   (Ekme. C.) Tepeler, bayırlar.
ekanim   (Uknum. C.) Asıllar, rükünler, zatlar.
ekarib   Akrabalar. Yakın hısımlar.
ekarim   (Kerim. C.) Kerem sâhibi olanlar.
ekasi   (Aksâ. C.) En uzaklar, pek uzaklar.
ekasim   (Aksam. C.) Aksamlar, paylar, kısmetler.
ekasir   (Akser. C.) En kısalar, pek kısalar.
ekasire   (Kisrâ. C.) Kisralar, şahlar. Eski Acem padişahları.
ekasis   (Kıssa. C.) Kıssalar, ibretli hikâye ve dersler.
ekati   (Kati. C.) Sürüler, koyun sürüleri.
ekavil   (Akvâl. C.) Kaviller, sözler.
ekazib   Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar.
ekazz   Yeleksiz ok.
ekba'   (Kibâ. C.) Süprüntüler.
ekbad   (Kebed ve Kebid. C.) Kebedler, ciğerler.
ekber   Daha büyük, en büyük.
ekbes   Alnı yumru ve başı büyük kimse.
ekdâr   (Keder. C.) Kederler, acılar, üzüntüler.
ekdâr ü âlâm   Kederler, acılar.
ekdas   (Küds. C.) Küdsler. Hurmalar.
ekder   Bulanık. * Bozrenkli.
ekele   (Âkil. C.) Çok yiyenler, oburlar, pisboğazlar.
ekeme   Bayır, yüksekte olan taşlık tepe.
ekerat   Ziraat ve imar için, sahiblerinin rençberlere verdikleri arazi.
ekess   Ufak dişli, küt dişli.
ekfa'   (Küfv. C.) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller.
ekfal   (Bak: Akfâl)
ekfan   (Kefen. C.) Kefenler, ölülerin sarıldıkları bezler.
ekhal   (Kühl. C.) Göze çekilen sürmeler.
ekheb   Gök renkli, mavi renkli.
ekhel   Gözü sürmeli.* Baş ve gövde damarı.
ekid(e)   Sağlam, metin, muhkem. * Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli.
ekiden   Metin, muhkem ve sağlam şekilde. * Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen. * Mükerreren, tekrar olarak.
ekile   Yenmiş, yenilmiş yemek.
ekinoks   Fr. Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu.
ekir   (C.: Ekere) Ekinci.
ekkaf   Eğerci, semerci.
ekkal   Çok yeyici, obur.
ekke   Pek sıcak gün.
ekl   Yemek yeme.
ekl ü şürb   Yeyip içme.
ekle   Bir kere doyana kadar yemek.
eklef   Yüzü çilli olan adam. * Koyu renkli arslan.
eklektizm   yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme.
ekliptik   Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol.
ekmam   (Kimm. C.) Tomurcuklar. Ağaç çiçeklerinin kapçıkları. ◊ (Kümm. C.) Elbisenin kolları, yenleri, kol ağızları.
ekme   (C.: Ekemât-Üküm) Yüksek yer.
ekmeh   Anadan doğma kör. * Tepe,bayır, yüksek yer.
ekmehiyyet   Ekmehlik, anadan doğma körlük.
ekmel   Mükemmel, en kâmil, eksiği olmayan, en mükemmel.
ekmelâne   Ekmel olana yakışacak şekilde.
ekmeliyyet   Pek mükemmel ve kusursuz olanın hâli. Kusursuzluk, mükemmellik, noksansızlık, eksiksizlik.
eknan   (Kinân. C.) Mahfazalar, perdeler. * Evler, odalar, hücreler. Çadırlar.
eknun   f. şimdi, el'an, hâlâ.
ekol   (Fr. Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. * Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı.
ekoloji   yun. Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki münasebetleri araştıran biyoloji kolu.
ekonomi   yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak.
ekra'   (Bak: Ker')
ekrad   Kürdler.
ekram   Küçük burunlu. * Küçük boylu.
ekran   Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.
ekreh   Çok iğrenç, en kerih.
ekrem   Çok cömert, daha kerim, en kerim.
ekremane   Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.
ekremiyyet   Ekremlik, ekrem olma hâli.
eksa   Üstüste pek çok giyinen (adam.)
eksantrik   Lât. Merkezden uzakta kurulmuş. *Mat.: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler. * Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici.
ekşef   Açık nesne. * Savaşta kalkanı olmayan kimse.
ekseh   Aksak kimse.
ekselans   Fr. Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan.
eksem   Büyük karınlı, şişman adam.
ekşem   Doğuştan kusurlu olan. Burnu, kulağı kesik veya noksan doğan (adam). * Pars denilen vahşi hayvan.
ekser   Pek fazla. Daha çok. Kesrette olan. En çok.
ekseri   f. Çoğu zaman, çok defa, ekseriyetle.
ekseriya   (Ekseriyya) Pek çok zaman, en ziyade, sık sık, ekseriyet üzere, alel-ekser.
ekseriyet   (Ekseriyyet) En büyük kısım, çokluk.* Bir topluluk ve hey'etin yarısından fazlası. * Bir mecliste üyelerin verdikleri rey'lerin büyük kısmı ve bunların üstünlüğü.
ekseriyet-i mutlaka   f. Yarımın bir fazlasıyla elde edilen ekseriyet, mutlak ekseriyet.
ekseriyetle   Daha ziydesiyle. Çoklukla.
eksibe   (Kesib. C.) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları.
eksiyye   f. Boza.
eksper   Fr. Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse.
ekspres   ing. Seyahatı esnasında ancak büyük duraklarda duran ve çok hızlı giden vasıta.
ektad   Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar. * Misaller, temsiller, örnekler.
ektaf   (Ketif. C.) Omuzlar. Omuz kemikleri, kürek kemikleri.
ektar   (Keter. C.) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.
ektem   Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse. * Büyük karınlı ve şişman olan adam.
ekul   (Ekl. den) Çok fazla yiyen, obur, pisboğaz.
ekulâne   f. Oburcasına.
ekulî   Oburluk.
ekulü   Ben derim, ben söylüyorum (meâlinde.)
ekulü kemâ kâle   Onun söylediği gibi söylerim (meâlinde.)
ekva   Daha kuvvetli, en kuvvetli.
ekva'   Eli eğri olan.
ekvab   Küpler, kadehler. Sırçalar.
ekvah   (Kûh. C.) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.
ekvan   (Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.
ekvar   (Küvâre. C.) Petek. Arı kovanları.
ekvas   (Kevs. C.) Yaşmaklar.
ekvator   Fr. Hatt-ı istivâ. Dünyayı kuzey ve güney diye müsavi iki yarım küreye ayırarak, ikisinin arasından geçtiği farzedilen çember şeklindeki büyük çizgi. * Yer yuvarlağının tam ortasında More…
ekvaz   (Kûz. C.) Kâseler, bardaklar, kadehller.
ekyal   (Keyl. C.) Keyller, kileler, hububat ölçüleri, ölçekler.
ekyas   (Kis. C.) Kisler, para keseleri. Torbalar. * (Keys. C.) Akıllı kimseler.
ekyes   Pek kiyâsetli, zeki, zekâvetli kişi. Mâhir, maharetli, becerikli adam.
ekzeb   Büyük iftira, büyük yalan, uydurma.
ekzef   (Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.
el'as   Gök dudaklı.
el-ihsan ale-l ihsan   İhsan üzerine ihsan, lütuf üzerine lütuf.
elâ   Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur. 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme.
ela'   Görünüşü güzel, tadı acı olan bir ağaç.
elass   Sık dişli. * Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan.
elastik   Fr. Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan.
elastikiyyet   Fr. Esneklik. Elâstiklik.
elb   Sürmek. Reddetmek. * Cem'etmek, toplamak.
elbab   (Lübb. C.) Akıllar.
elbette   (Te'kid edâtı) Kat'i veya kat'iye yakın hükümlerde kullanılır. Yazılı sözlerde daha çok 'elbet' şeklinde geçer.
elbürz   f. Kafkas sıradağlarının en yükseği. * Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. * Uzun boylu ve yakışıklı kimse.
elcezire   Mezopotamya. Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan yerin adı. Bugün Irak'ın toprakları arasındadır.
elcime   (Licâm. C.) Hayvanların ağızlarına takılan gemler.
eledd   Sert çarpışan kimse. Metin. * Hakkı kabul etmeyen, inatçı adam.
elektroliz   Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi.
elektron   yun. Atomda negatif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet)
elem   Ağrı. Acı. Keder. Sancı. Dert. Gam. Kaygı.
elem-zede   f. Acılı. Kederli. Dertli.
eleman   (Lât. Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.
elemzede-gân   (Elemzede. C.) f. Elemliler, kederliler, dertliler.
elendes   şiddetli savaş eden kimse.
eleng   f. Sur, duvar, siper. * Kale ve istihkâm askeri.
eles   Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Mecnun olmak.
elest    Rabbiniz değil miyim? (meâlinde olan âyet-i kerimenin kısaltılmış işaretidir.) (Bak: Bezm-i elest, Kalubelâ)
elet   Noksanlaştırmak. Eksiltmek. * Hapsetmek. * Yemin vermek.
elett   Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.
elezz   (Leziz. den) Çok lezzetli, en leziz.
elf   1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir).
elfaf   Lifler. Lif lif. Sarmaş dolaş. * Cemaatler, taifeler.
elfaz   (Lafz. C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
elfirak   Ayrılma, ayrılık sözü.
elfiye (elfiyye)   Edb: Bin beyitli kaside.
elga   Dolaşık. * Boynuzluluk.
elgaf   Sık otlar ve ağaçlar.
elgaz   (Lügaz. C.) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.
elgibta   Gıpta olunur, gıpta ederim.
elh   İbadet.
elha   Malâyâni ve boş konuşan. * Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve. * Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)
elhaf   Kirli, pis.
elhal   şimdi, hâlâ, henüz, şimdiki hâlde.
elhan   (Lahn. C.) Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler.
elhasil   Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.
elhaz   (Lahz. C.) Göz ucu ile bakışlar.
elibab   Durdurmak. Lâzım olmak.
elibba'   (Lebib. C.) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler.
elif   Birinci harf-i hecânın adı. (Bak: Ebced) * (Ülfet. den) Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder. ◊ Munis, sahip, More…
elil   İnlemek, enin.
elim   (Elime) Acı veren, acıtan, ağrıtan. Çok şiddetli ağrı veren.
elips   Fr. Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş More…
eliyy   Çok yemin eden adam.
eliz   f. Sıçrama. * Çifte, tekme.
elkab   (Lakab. C.) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.
elken   Dilinde tutukluk olan, kekeme, peltek.
elkissa   Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.
ell   Hastanın inlemesi. * Harbe ile vurmak. * Sürmek. Sâfi. * Sür'at etmek, hız yapmak.
elleys   Mutlak hiçlik. Adem-i sırf.
ellezi   Mânası kendinden sonra gelen cümle ile tamamlanan bir kelimedir. (Bak: Mevsule)
elma   Karamtıl dudaklı. * Çok koyu gölge.
elma'   (Elmaî) Çok zeki, zekâveti kuvvetli, idrak derecesi üstün olan kimse.
elmah(i)   Her gördüğü şeyi araştırmağa ve tedkik etmeğe meraklı olan kişi.
elmas   Çok kıymetli, beyaz, şeffaf mâden. Cevher. Kıymetli taş. (En saf karbondur.) ◊ Küçük kaşlı olan.
elmaz   Yalnız üst dudağı beyaz olup, burnu bile ak olmayan at.
elsa'   Sık dişli. * Sin telâffuz edecek yerde sâ telâffuz eden. Râ yerine yâ telâffuz eden (meselâ 'er' diyecek yerde 'ey' demek gibi.)
elsen   Fasih ve düzgün konuşan.
elsine   (Lisan. C.) Diller. Lisanlar.
elt   Noksanlaştırmak. Hapsetmek. * Yemin vermek.
elta'   Boz dudaklı. Dişlerinin rengi değişmiş olan.
eltaf   (Lutf. C.) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar. ◊ Daha lâtif. Daha hoş. Çok lâtif.
elti   t. İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi.
eluf   Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.
eluh   Kasem, and, yemin.
eluk   Sefir, büyük elçi.
eluke   Risalet.
elule   Semiz, besili koyun.
elvah   (Levha. C.) Levhalar. Tablolar.
elvan   (Levn. C.) Renkler. Muhtelif görünüşler.
elve   Yemin etmek, kasem.
elveda   Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir).
elves   Zayıf kimse. * Ahmak kimse.
elviye   (Livâ. C.) Livâlar, sancaklar, bayraklar.
elyaf   (Lif. C.) Lifler.
elyak   Daha münâsib. Daha lâyık.
elye   (C.: Eleyât) Koyun kuyruğu. * Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.
elyel   Çok karanlık gece.
elyes   Bahadır, yiğit.
elyevm   Bugün. Hâlâ. (Bak: Yevm)
elzem   Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib. * Küçük parmaklı.
elzemiyyet   Pek lüzumlu ve gerekli olan bir şeyin hâli. Son derecede lüzum, gereklilik.
em   Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. 'Yahut, belki, yoksa' kelimeleriyle tercüme edilebilir.
em'â   (Miâ. C.) Bağırsaklar.
em'ak   (Meak. C.) Göz pınarları.
em'at   Gövdesinde kılı olmayan kimse. * Tüyü dökülen kurda 'zi'b-i em'at' derler.
em'az   (C.: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer.
emacid   (Emced. C.) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler.
emak   Uzun, tavil.
emâkin   (Mekân. C.) Yerler. Mekânlar.
emale   (Bak: İmâle)
emalic   (Ümluc. C.) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar.
emalis   (İmlis'e'. C.) Otsuz ve susuz sahralar, çöller.
emam   Bir şeyin ön tarafı.
eman   Korkusuzluk. * Af ve yardım dileme. Eminlik. (Bak: Aman)
eman-hah   f. Eman isteyen, eman diliyen, aman diyen.
emanat   (Emanet. C.) Emanetler.
emanet   Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip More…
emanetdar   f. Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi.
emanetdarî   f. Emanetçilik.
emaneten   Emanet yoluyla, emanet olarak. * Bir resmî daire tarafından bizzat, ihale şeklinde ve iltizam suretiyle olmayarak.
emani   Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. * f. Eminlik, korkusuzluk.
emarat   Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.
emare   Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.
emaret   Emirlik. Bir emir veya bey veya prensin idaresinde olan memleket.
emarid   (Emred. C.) Bıyıkları terlememiş gençler.
emasil   (Emsel. C.) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler. * İtibarlı kimseler.
emazir   (Mezir. C.) Kuvvetli ve azamet sahibi olanlar.
embel   Kılıcı ve silahı olmayan. * Eyer üstünde doğru oturamayan. * Boynu eğri olan.
emcad   (Mecid. C.) şeref, onur ve haysiyet sahibleri.
emced   (Mecid. den) Pek büyük, daha büyük, şerefi şânı çok olan.
emcer   Karnı büyük kimse.
emdeş   Elinin sinirlerinde rahâvet olup eti az olan kimse.
eme   (C.: İmâ-İmât) Câriye, kadın köle. ◊ Unutmak, nisyân. * İkrar etmek.
emed   Son, nihayet. Gayet. Encam, intihâ.
emedd   (Medd. den) Daha uzun, pek uzun, daha tavil.
emek-dar   f. Emeği geçmiş, kıdem ve mükafâta hak kazanmış memur, hizmetçi. Eski ve sadık hizmetçi.
emel   Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye.
emene   Emn, emniyet, eminlik.
emere   (C.: İmer) Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler.
emerr   Pek acı.
emess   Çok fazla temâs eden, dokunan. En çok messeden.
emgaz   Kırmızı, kızıl nesne, ahmer. * Aşkar at. * Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa 'emgazeti'ş şât' derler.
emhak   Donuk beyaz.
emhal   (Mehl. C.) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.
emhar   (Mehr. C.) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar. * (Mühür. C.) Taylar, at yavruları.
emihe   Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.
emime   Bir cins ot. * Demirci çekici.
emin   Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz. * Kendisinden korkulmayan. * Kendine inanılan. İtimat edilen. * İnanan, güvenen. * Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
emir   Emredici olan. Seyyid. Şerif. Bir memleketin, bir aşiretin veya kabilenin reisi. * Büyük ve meşhur bir soydan gelen. * Hz.Peygamber'in (A.S.M.) soyundan gelen. * Zengin. ◊ More…
emirane   f. Emredene yakışır bir surette. Emir gibi.
emirber   f. Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler.
emirkulu   Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse.
emirname   f. Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı.
emkine   (Mekân. C.) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler.
emla'   (Mele'. C.) Topluluklar, mele'ler, cemaatler, cemiyetler, bölükler, kalabalıklar.
emlah   (Melih. den) Pek melih, en melâhatli, çok güzel. ◊ (Milh. C.) Tuzlar.
emlak   (Mülk. C.) Mülkler. İnsanın tasarrufunda bulunan yerler. * Melekler.
emled   En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)
emles   Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan.
emlet   Mülk etmek. Çiftlendirmek, tezvic.
emm   Kasdetmek.
emmâ   (Şart edâtıdır) 'Lâkin, ancak şu kadar var ki' meâlinde.
emmare   Emreden. Zorlayan. Cebreden.
emn   Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık.
emn ü âsâyiş   Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik.
emn ü emân   Korkusuzluk ve emniyet hâli.
emn ü emânet   Emniyet ve eminlik.
emniyet   (Emniyyet) - Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik. * İtimad, güvenme, inanma. * Polis ve zabıta teşkilâtı.
emr   İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise.
emran   (Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları.
emraz   (Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar.
emre   Ak gözlü, beyaz gözlü.
emred   Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
emreş   şerli, kötü kimse.
emret   Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok.
emrî   (Emriye) Emirle ilgili, emre ait.
ems   Dünkü gün.
emşac   (Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.
emsah   Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.
emşak   Yürürken uylukların birbirine sürtmesi
emsal   (Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. *Mat.: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.
emsar   (Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.
emsel   (Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.
emsen   Bevlin akması.
emsile   (Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.
emsiye   (Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.
emt   Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma.
emtar   (Matar. C.) Yağmurlar.
emten   Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.
emtia   (Meta'. C.) Ticaret malları.
emumiyye   Analık.
emun   Kuvvetli, dayanıklı deve.
emvâc   (Mevc. C..) Dalgalar.
emvah   (Ma'. C.) Sular.
emval   (Mal. C.) Mallar.
emvat   (Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler.
emya(n)   f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta.
emyal   (Mil. C.) Miller. (Bak: Mil)
emyus   Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona 'tuz taşı' derler.
emza   Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz.
emzah   Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.
emzer   Katı gönüllü, katı kalbli kimse. ◊ Karnı büyük olan, şişman.
emzice   (Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler.
en'am   Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
en'amte   Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).
en'üm   (Ni'met. C.) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. * Medine-i Münevverede bir mevki ismi.
ena   Ermek, idrak. * Saat.
ena'   Eğlenmek.
enabib   (Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.
enabik   (İnbik. C.) İnbikler.
enacil   (İncil. C.) İnciller.
enadid   Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.
enaet   Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.
enafis   (Enfes. C.) En nefis olan şeyler.
enahid   f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi.
enak   Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli.
enam   Halk. Bütün mahlukat.
enamil   (Enmele. den) Parmak uçları.
enaniyet   (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
enar   f. Nar meyvesi.
enase   Demirin yumuşak olması.
enasi   (Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz.
enasiya   Bir mürekkeb ilâç.
enb   Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak.
enbahun   f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale.
enban(e)   f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta.
enbar   f. Yığın, dolu, küme. * Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi. ◊ (Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, More…
enbaşte   f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış.
enbaz   (Nebez. C.) Namlar, lâkablar, takma adlar, soyadları. ◊ f. Ortak, şerik, eş.
enbazî   f. Şeriklik, ortaklık.
enbel   En şerefli.
enber   Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.
enberut   f. Armut.
enbeste   f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan.
enbeste-dem   f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse.
enbir   f. Yaş ve kuru çamur.
enbire   f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler.
enbiya   (Nebi. C.) Nebiler.
enbiya suresi   Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
enbub   f. Minder, döşek, yatak. Döşeme.
enbude   f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş.
enbuh   f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi.
enbür   f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet.
enbüre   f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe.
enbuşe   Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri.
enbûy   f. Koklama, koku alma.
enbuzen   f. Asıl, esas, madde.
encad   (Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar.
encâm   Son, nihayet, netice.
encas   (Necis. C.) Pisler. Necis şeyler.
encere   Gemi lengeri.
encin   f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı.
encir(e)   f. İncir meyvesi.
encuh   (Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve.
encüm   (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
encümen   f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon.
encümen-gâh   f. Cemiyet, meclis.
end-bend   f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça.
enda'   Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler.
endad   (Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler.
endad ü ezdad   Benzerler ve zıtlar.
endaht   (Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak.
endahte   f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış.
endam   f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub.
endamî   f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli.
endar   f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa.
endave   f. Sıvacı malası. * Şikâyet.
endayiş   f. Yaldızlama, sıvama.
endayişger   f. Yaldızcı, sıvacı.
endaz   f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz  - Dehşet verici, korkutucu.
endaze   f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap.
endek   f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı.
endeme   f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme.
ender   (Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir. * (C.: Enâdir) Harman yeri. ◊ (Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde.
enderez   f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub.
enderî   Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı.
enderun   İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.
endiş   Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş  - Her işin sonunu düşünen.
endişe   f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu.
endişnak   f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli.
endiye   (Neda. C.) Çiyler, şebnemler.
enduh   (Endüh) - f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü.
enduh-güsar   f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren.
enduh-nâk   f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü.
enduhte   f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş.
endüstri   Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanay: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su.
enduz   f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar.
ene   Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet)
enerji   Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı.
enes   Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.
enf   Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ. * Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. * Bir şeyin sivri yeri. * Bir şeyin en şerefli olan yeri.
enfa'   Daha nâfi. Daha menfaatli. Pek faydalı.
enfal   Ganimetler. Düşmandan alınan mallar.
enfal suresi   Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir.
enfar   (Nefir. C.) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar.
enfas   (Nefes. C.) Nefesler. Soluklar. * Ruhlar. Canlar. * Cevherler. * Duâlar.
enfes   Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis.
enfez   En nüfuzlu, daha tesirli.
enfî   Burunla ilgili.
enfiye   Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu.
enflasyon   Fr. Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi.
enfüs   (Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
enfüsî   Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)
engam   f. Vakit, zaman, an. Mevsim. (Aslı: Encam'dır.)
engame   f. Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. * Muharebe yeri, ceng meydanı. * Oyuncular derneği.
engar   f. Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. * Tamamlanmayan, eksik kalan iş.
engare   f. Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. * Hikâye, efsâne, roman, kıssa. * Başdan geçen bir olayı tekrarlama. * Hesap defteri. * Utanarak geri geri çekilme.
engaz   f. San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
engel   f. İlik, düğme. * Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse. ◊ t. (Bak: Mâni')
engihte   f. Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış.
engişt   f. Kömür.
engiştal   f. Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi.
engiz   f. Koparan, karıştıran, tahrib eden.
engübin   f. Bal.
engüj   f. Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu.
engûr   f. Üzüm.
engûrek   f. Gözbebeği.
engürus   Macar. * Macaristan.
engüşt   f. Parmak.
engüşt haiden   f. Yok farzetmek, bir an için olmadığını kabul etmek. * Mahvetmek. * Parmakla göstermek.
engüştane   f. Dikiş yüksüğü.
engüşte   f. Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba.
enha   (Nahv. C.) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar. * Yollar, tarikler.
enhar   (Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür)
enhas   En uğursuz, pek uğursuz. Eş'em.
enhür   (Nehr. C.) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular. (Bak: Enhar)
enid   Ham. * Henüz olmamış çığ nesne. * Değişik olmak.
enik(a)   Güzel, ince. Latif şey. Ahsen.
enin   Acı ve sızıdan inleyiş.
enindâr   f. İnleyen, enin eden.
enir   Çirkin huy, fena tabiat, kötü mizac.
enis(e)   '(Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili. * Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde More…
enisan   f. Boş ve mânasız yalan söz.
enise   f. Donmuş, pekişmiş şey. ◊ Ateş, nar, od.
enişe   f. Hafiye, gizli polis. * Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. * Dalkavuk, yaltakçı.
enisun   Türkçede hafifleterek 'anason' derler.
enit   Hased etmek.
enka   Daha temiz, en pâk.
enkad   Bir alaca kuşun adı.
enkal   İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler. * Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.
enkas   En noksan, çok noksan, pek eksik.
enkaz   Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları.
enkeb   Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen. * Yanında oku ve yayı olmayan kişi.
enker   (Neker. den) Çok kötü, çok nefret edilen. Menfur. Müstekreh.
enma   (Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak.
enmar   (Nimr. C.) Nimrler, kaplanlar.
enmas   Kaşının kılları az olan kişi.
enmele   (C.: Enâmil) Parmak ucu.
enmuzec   Nümune, misâl, örnek.
ennane   Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın.
enne   Gr: Kat'iyyet bildirir ve kelimenin başına getirilir. (Bak: İnne) ◊ Çok inleyen.
ensa   (Nesy. C.) Unutmalar, nesyler.
ensab   (Nasb. C.) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar. ◊ (Neseb. C.) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar. ◊ Doğru boynuzlu.
ensac   (Nesc. C.) Nesicler. (Bak: Nesc)
ensaf   (İnsaf. dan) Daha insaflı, çok acıyan, en merhametli. ◊ (Nısf. C.) Nısıflar, yarımlar.
ensal   (Nesl. C.) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.
ensar   (Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler. * Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini More…
enşat   Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu.
enseb   En lâyık, çok münasib, tam yerinde.
entak   (Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren.
ente   Sen. (Bak: Şahıs zamiri)
entellektüel   Fr. (Bak: Münevver) Aydın. Akıl ve zihinle ilgili.
enteresan   Fr. Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat.
enterne   Fr. Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse.
entimem   yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması.
entrika   İtl. Hile, gizli tedbir ve dolap.
enuk   Kartal kuşu.
enük   Kurşun.
enuşa   f. Mecusi mezhebi. * Sevinç, sürur, neş'e. * Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık.
enuşe   f. Hoş, mes'ut, saadetli. * Genç padişah. * şarab, içki.
enva'   (Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler.
envah   (Nevh. C.) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.
envar   (Nur. C.) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
envek   (C.: Nevkâ) Ahmak.
enver   En nurlu, daha nurlu, çok parlak.
enyab   Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri.
enza'   Kılsız, tüysüz kimse.
enzad   (Nazad. C.) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler. * Toprak tabakaları.
enzal   (Nezl ve Nizil. C.) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar.
enzam   Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri.
enzar   (Nazar. C.) Bakışlar, görüşler. Seyr.
epik   Fr. Mevzuu kahramanca olan yazıların frenkçe ismi.
epsan   f. Bileği taşı.
epürnak   f. Delikanlı, genç yiğit, bahadır.
er   f. Eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise... mânalarına gelir. ◊ Erken, geç değil.
er'an   Ahmak, bön, salak, ebleh. * Deli, çılgın. * Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş. * Uzun boylu, akılsız kişi. * Leşker. * Dağ. (Müe: Ra'nâ)
er'as   Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.
er'ef   Daha rauf, çok şefkatli.
er'es   Başı büyük, kocakafa.
erabet   Akıllı, zeyrek ve uslu olma.
eracif   Uydurma, yalan sözler. (Bak: Recefe)
eracif ve ekâzib   Yalan ve uydurma sözler.
eracih   (Urcuha. C.) Salıncaklar.
eraciz   (Ürcuze. C.) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.
eradîn   (Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar.
erahh   Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan.
eraik   (Erike. C.) Tahtlar. Koltuklar.
erak   Uykusuzluk.
erakk   Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.
eramil(e)   (Ermele. C.) Bekârlar. Dul kadınlar. Kocaları ölmüş veya boşanmış kadınlar.
eranib   (Ernebe. C.) Burun uçları. ◊ (Erneb. C.) Tavşanlar.
eras   Başı büyük olan kimse.
erass   Sık dişli.
eravend   f. şevk, arzu, istek, taleb. * şan, nam, şöhret, meşhur olma.
erayis   (Eris. C.) Çiftçiler, ekinciler.
erazil   (Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.
erbaa   Dört.
erbab   (Rab. C.) Sahipler. * Rabler, Terbiyeciler. * Bâtıl ilâhlar. * Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli. ◊ f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis
erbab-i garaz   f. Garaz sahibleri, kötü niyetliler.
erbah   (Ribh. C.) Ribhler, faydalar, kazançlar, kârlar, gelirler. * Faizler.
erbain   Kırk. Kırk gün devam eden kara kış.
erbaiyyet   Dört olmak.
erbaş   Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.
erbaun   Kırk sayısı.
erbed   Boz renkli.
erc   f. Kıymet, kadr, değer. * Gergedan. ◊ Uzunluğuna yapılan ev.
erca   Çok rica edilen, pek fazla taleb edilen, çok istenilen. ◊ (Recâ. C.) Taraflar, yönler, cihetler.
ercaf   (C.: Eracif) Yalan haber.
ercah   Daha üstün, daha râcih.
ercal   (Ricl. C.) Ayaklar.
ercan   Fars diyarında bir yerin adı.
ercel   Büyük ayaklı kişi. * Ayakları siğilli olan at.
ercen   Dübüründe zahmeti olan deve.
ercil   bot. Ceviz-i hindi. Hindistan cevizi.
erciye   Arkaya, sonraya bırakılan şey.
ercmendî   f. Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem.
ercül   (Ricl. C.) Ricller, ayaklar.
ercümend   f. Muhterem, şerefli. Muazzez.
ercüvan   Erguvan çiçeği. * Kırmızı kadife. * Kırmızı şey.
ercuze   (Bak: Kaside-i Ercuze)
erd   f. Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. * Un.
erd-şir   f. Eski İran hükümdarlarından bazılarının adıdır.
erda   Ağaç kurdu.
erde   Çürük nesne.
erdeb   Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir. ◊ f. Muharebe, ceng, cidâl, More…
erdem   Usta gemici.
erden   Bir nevi kumaş.
erdiye   (Rıdâ. C.) Baş örtüleri.
ereb   Hâcet, ihtiyaç. San'at.
erec   Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu.
ereda   (C.: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve.
erek   Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek.
eren   t. Yetişen. Ermiş. Veli. ◊ Sevinmek, sürur.
erendan   f. 'Hâşâ' mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir.
erendiz   Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı.
eres   Çiftçilik, çiftçi olma.
erett   Peltek adam, kekeme kimse.
erfa'   Daha yüksek, çok ulvi, en yüce.
erfak   En ziyade yumuşak. * Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.
erfeş   Nefsî isteklerine düşkün olan. * Kulakları uzun ve kaba (adam).
erga(b)   (Ergav)  f. Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. * Su akıtmak için açılan yol, ark.
ergad   Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet.
ergal   Sünnet olmamış kişi.
ergan   Söz dinlemek.
ergande   f. Hırslı, öfkeli. * İçkiye düşkün olan sarhoş.
ergavan   Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç.
ergen   (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı More…
ergide   f. Hiddetlenmiş, kızmış, öfkelenmiş, asabileşmiş.
ergide-nigâh   f. Öfkeli, hiddetli bakış.
ergimek   (Bak: Zeveban etmek)
ergun   f. Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at.
ergüvan   Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.)
erha   (Rehâ. C.) El değirmenleri.
erhab   Vâsi, geniş, açık.
erham   (Rahim. C.) Döl yatakları, rahimler. * Yakın hısımlar, akrabalar. ◊ En rahim, en merhametli, en çok şefkatli. ◊ Başı beyaz olan at.
erhas   (Rahis. den) Pek ucuz.
eric   Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu.
erid   Besili, semiz.
erih   Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku.
erike   Taht. Padişahın tahtı. * Oturulacak yer. Koltuk.
erike-ârâ   f. Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.)
erike-nişin   f. Tahtta oturan.
erike-pirâ   f. Tahtı süsleyen, pâdişah.
eris   f. Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu.
eriş   Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet. * Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar. ◊ f. Bilek. * More…
eris(î)   Çiftçi, çift süren, ekinci.
erk   Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz. ◊ Tıb: Uykusuzluk hastalığı.
erka   Ziyade yükselen. Çok yükselen.
erkab   Boynu kalın olan adam veya arslan.
erkaban   Uzun boyunlu.
erkah   (Rükh. C.) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler.
erkam   Rakamlar. Sayı işaretleri. * Yazılar. ◊ (C.: Erâkım) Alaca yılan.
erkan   Sarılık denilen bir hastalık çeşidi. * Ekini ifsâd eden âfet.
erkân   (Rükn. C.) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
erkaş   (C.: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan.
erkat(a)   (C.: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan. * Yer yer beyazlığı olan her kara nesne.
erke   Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir.
erkeb   Büyük dizli. Dizleri büyük olan kimse. * Bir dizi diğerinden büyük olan deve.
erm   Bükmek.
ermagan   f. Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye.
ermah   (Remh. C.) Remhler, darbeler, vuruşlar. * (Rumh. C.) Rumhlar, süngüler, mızraklar.
ermam   (Rimme. C.) Çürük kemikler.
erman   f. Arzu, istek, taleb. * Pişmanlık, pişman olmak, nedamet.
erman-hâr   f. Pişman olan, nedamet eden.
ermas   Eski ve köhne nesne. * (Remes. C.) Sallar. ◊ Gözü çapaklı kişi.
ermed   Kül rengi, gri. Boz renkli nesne. * Gözü ağrıyan adam.
ermeda   Ateş külü.
ermel   (C.: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun. * Kadını olmayan erkek.
ermele   (C.: Erâmil) Erkeği olmayan kadın.
ermida'   Kül.
ermiye   (Remi. C.) Remiler, kasırga bulutları ki, bu bulutlardan dolu yağar.
ermun   f. Gündelikçiye verilen peşin ücret.
erneb   Tavşan. * Kadın ziynetlerinden biri. * İri fare.
ernebe   (C.: Eranib) Burun ucu.
errac   Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.
erre   f. Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.)
erre-hâne   f. Bıçkı yeri, hızar.
erre-keş   f. Bıçkıcı.
errezzak   Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)
ers   f. Gözyaşı. ◊ Ekmek.
erş   Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet. * Fışkırmak. * Tırmalamak. * Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.
ersad   (Rasad. C.) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.
ersah   Uylukları etsiz, zayıf (adam). * Kurt.
erşah   Cin fikirli adam.
erşed   Her hali daha iyi olan. * Doğru yola diğerlerinden daha yakın olan.
ersem   Üst dudağı beyaz olan at.
erşem   Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam). * Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.
ersen   f. Meclis, kongre, cemiyet.
ersusa   Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.
erta   Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.
ertel   Peltek adam.
erume   (C.: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba. * Ağacın ve boynuzun kökleri.
erva'   Çok güzel olan genç. * Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam. * Korkmak.
ervah   Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse. * Adımları birbirine yakın olan. ◊ (Ruh. C.) Ruhlar. Canlar.
ervak   (Revk. C.) Revkler, perdeler, örtüler. * Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar. ◊ Sâfi nesne. * Uzun dişli adam.
ervam   (Rumi. C.) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar. * Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.
erveb   Yoğurt.
ervec   Halk içinde çok geçen şey.
ervenan   Dik ses, sadâ. * Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.
ervend   f. Tecrübe, deneme, sınama. * şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet.
eryaf   (Rif. C.) Verimli, mamur, düz ve ekini bol olan yerler.
erz   f. Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar.
erzak   (Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.
erzal   (Rezil. C.) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.
erzan   f. Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. * Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde.
erzanî   f. Ucuzluk. * Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk.
erzaniş   f. Hayır ve iyilikler.
erze   f. Samanlı sıva çamuru. * Çamdan çıkarılan zift. ◊ Çam ağacı.
erze-ger   f. Sıvacı.
erzel   Daha rezil. Çok fena. Pek kötü. En rezil.
erzen   Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç. * Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.
erzenîn   f. Darı ekmeği.
erzide   f. Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey.
erziz   f. Kalay.
es   Koyuna iys iys demek.
es'ab   (Sa'b. dan) Pek zor, çok zor.
es'abî   Gayet güzel ve beyaz göz.
es'ad   Daha mes'ud, en bahtiyar. Daha said olan. En mes'ud.
es'al   Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse.
eş'al   Kuyruğu beyaz olan at.
es'ar   (Sı'r. C.) Narhlar. Satılan şeylerin bilinen ve değişmeyen fiatları. ◊ (Su'r. C.) Yiyecek içecek artığı.
eş'ar   (C.: Eşâir) En iyi şâir. * Kılı çok olan kimse. * Davarın tırnağı çevresinde olan kıl. ◊ (Şa'r. C.) Kıllar. Tüyler. Tüycükler. * (Şiir. C.) Şiirler, manzum ve güzel More…
eş'arî   Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. More…
eş'as   Saçı dağınık olan. * Saçı dökülmüş kişi.
es'elüke   Senden isterim (meâlinde).
eş'em   (C: Eşâim) En uğursuz, pek şom.
es'ile   (Sual. C.) Sualler. Bir şey istemeler. Sorular.
eş'iya   (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib More…
esa   Merhem, tiryak, ilâç.
eşa   (C.: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü.
esa'   Atmak.
esabe   (C.: Esâib) Bir nevi ağaç.
esabi'   (İsbi'. C.) Parmaklar.
esabî'   (Üsbu'. C.) Haftalar, yedi günlük zamanlar.
esadd   Menedici.
esafil   (Esfel. C.) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.
esahh   En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan 
eşaim   (Eş'em. C.) En şomlar, en uğursuzlar.
eşaire   (Eş'ari. C.) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı.
esakif   (Üskuf. C.) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler. ◊ (Eskef. C.) Eskiciler, kunduracılar.
esakk   Yürürken dizlerini birbirine vuran.
eşakk   Meşakkatli, zahmetli.
esal   Tâzim etmek, övüp medhetmek.
esale   Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.
esalib   (Üslub. C.) Üslublar. Tarzlar. Cihetler.
esam   Günah. * Günah için olan cezâ.
eşam   f. Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut.
esame   Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri.
esami   İsimler, adlar.
esamm   (C.: Summun) Kulağı sağır olan. * Katı taş.
esanid   İsnadlar. Senedler.
esans   Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.
esar   Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.
esaret   Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.
esarir   Gizli sırlar. * Yüz ve avuçtaki çizgiler.
esas   Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler. * Mal. Rızık. ◊ Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
esasat   (Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler.
esase   f. Gözucu ile bakma.
esasen   Kendiliğinden, aslından, temelinden.
esasiyye   Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.
esatîn   Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler. * Mc: İleri gelen kimseler.
esatir   İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. * Saflar. Sıralar.
esatîz   (Esâtîze) - (Üstaz. C.) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.
esatt   (C.: Sitât) Köse.
esavid   (Sevâd. C.) Sevadlar, karanlıklar, siyahlıklar.
eşaviz   Halk. Millet. Nâs.
esb   At, beygir, feres.
esb-i sabâ-refter   f. Rüzgâr gibi giden at.
esbab   (Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar.
eşbah   (Şebâh. C.) Şahıslar, cisimler, vücudlar. * Büyük kapılar. * Uzaktan görünen karaltılar, hayâller. * Renk, levn. ◊ (şibh. C.) Benzeyenler. şibihler. Nazirler.
esbak   Geçenki, geçen, evvelki, önceki. Daha önce geçmiş olan. Evvel gelen.
eşbal   (Şibl. C.) Arslan yavruları.
esban   Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü. * Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.
esbat   (Sıbt. C.) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları. * Beni İsrâil kabileleri. ◊ Rahatlar, huzurlar. * Haftanın son günleri.
eşbeh   Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.) ◊ Daha çok benzeyen. Pek benzeyen.
esbel   Bıyıkları uzun olan adam.
esbil   f. At hırsızı, at çalan.
esbran   f. At süren, süvâri, at koşturan.
esbriz   (Esb-riz) f. At koşusu. * Savaş meydanı.
esbsüvar   (Esb-süvâr) f. Ata binmiş.
esbtaz   f. At koşturucu, at koşturan. * At koşturacak meydan, saha. * Her şemsî ayın onsekizinci günü.
eşbû   f. Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer.
esca'   (Sec'. C.) Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler.
eşca'   Daha yiğit, pek kahraman. En şecaatli. * Parmak ardlarının sinirleri.
escal   (Secel. C.) İçi su dolu kovalar.
eşcan   (Şecen. C.) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar.
eşcar   (Şecer. C.) Ağaçlar.
escer   Kırmızı gözlü kimse. * Su biriken yer.
esdaf   Sadefler, inci kabukları. * Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları.
esdak   (Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse.
eşdak   Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık. * Büyük ağızlı.
esdika   Sâdıklar, sâdık olanlar.
eşebb   Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.
esed   Arslan, şir.
esedd   Sağlam, kavi, muhkem.
eşedd   Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. Pek fazla şiddetli.
esedî   Arslana aid. * Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para.
esedullah   Allah'ın arslanı. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı.
esef   Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.
esef-han   f. Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden.
esef-nak   f. Hüzünlü, acıklı, esefli.
esefa   Vâ esefâ! Eyvah, yazık!
eşeff   Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren. * Suyu kendine çok fazla çeken.
esekk   Tavşan. * Kulağı kesik olan. * Küçük kulaklı. * Kulağı işitmeyen. Sağır.
eşekk   Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden.
esele   (C. Eselât) Dil ucu. * Urgan ucu. Uzun süngü. ◊ (C.: Eslâl-Üsül) Ilgın ağacı. * Asıl.
eşell   Çolak. Kolu sakat olan. * Eli dâima hareketli olan kimse.
eşemm   Burnu kuvvetli koku duyan.
eşen   f. Karpuz ve kavun hamı, kelek. * Ters giyilmiş elbise.
esenn   Daha yaşlı, en yaşlı. İhtiyar.
eser   Yapı, birinin meydana getirdiği şey. * Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul. * Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir. * Meydana getirilen kitap. More…
eşerr   Çok fazla sevinmek. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. * Çok şerli. En kötü ve şerli.
esfa   Alnı dar at. * Tez yürüyüşlü katır. ◊ En saf, pek safi, pek temiz.
eşfa   Hastalığı def'e çok faydalı, şifa-bahş olan.
eşfa'   En çok şefaat eden. En şafi.
esfad   (Safd. C.) Atiyye ve ihsanlar.
eşfak   Daha fazla şefkatli. Çok şefkatli.
esfar   (Sefer. C.) Seferler, yolculuklar, yola gidişler. * Düşmana karşı gidişler, akınlar. * (Sifr. C.) Büyük kitaplar, ciltler.
eşfar   (Şüfr. C.) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri.
esfat   (Sefet. C.) Sepetler.
esfel   En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.
esfeliyyet   Aşağılık, âdilik, alçaklık.
eşgal   (Şugl. C.) İşler. Meşguliyetler.
esha   (Sahi. den) Çok cömert, fazla eli açık, pek sahi kimse.
eşha   şefkat.
esha'   Türlü türlü, günâ gûn, rengârenk.
eshab   Çekmek, cezb. ◊ (Bak: Ashâb)
eşhad   Şevâhidler. Şâhitler. (Bak: Alâ-ruûs-il eşhâd)
eshal   Misvak ağacı.
esham   Küçük katreli yağmur. * Kara nesne, esved. ◊ (Sehm. C.) Oklar. * Nasibler, hisseler. ◊ Kara nesne.
eshar   Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
eşhar   f. Kalye taşı denilen radyom hamızı. * Nişadır.
eşhas   (Şehs. C.) Şahıslar. Kişiler.
eşheb   Kır (at). Kır, çil renkte olan aslan. * Güç iş. * Soğuk gün. * Bir nesnenin kenarı.
eshed   Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.
eshel   Çok kolay, daha kolay, asan.
eşhel   Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ. * Elâ gözlü adam.
esher   Uyanık kimse.
eşher   (Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan.
eshiya   (Sahi. C.) Cömertler, sahiler.
eşhür   (şehr. C.) Aylar.
esi   (C: Esât) İlaç yapmak.
eşi'a   (Şuâ. C.) Şualar. Aydınlıklar.
esid   Ev önü. * Bağlanmış kapı.
eşidda   Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar.
esif   Kederli, esefli, tasalı, gamlı.
eşiha   f. At kişnemesi.
esihha'   (Sahih. C.) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.
esil   (C.: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit. * Kavi, muhkem, sağlam. ◊ Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi. ◊ Parlak, uzun ve More…
esim   (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.
esinne   (Sinân. C.) Kılıçlar, seyfler. * Süngüler. * Bileği taşları.
esir   Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. ◊ Kul, köle. Harpte teslim alınan düşman. Teslim More…
eşir   Pek sevinçli, çok mesrur. * Kibirli, mütekebbir kimse.
esirâne   f. Esirce, kölece.
esire   Seçkin, güzide. * İlim bakiyyesi.
esirî   Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif. ◊ Esirlik, kölelik, kulluk.
eşirra   Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar.
esirre   Tahtlar, oturulacak yerler. * Milletin belli başlı ileri gelenleri.
esis   Asıl esas, hak, doğru. * Hediyeler. Armağan olarak verilen şeyler. ◊ Titremek. * Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler. ◊ Çok olan şey, kesir.
eşk   f. Gözyaşı. Dem.
eşk-alud   f. Gözü yaşlı.
eşk-bar   f. Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken.
eşk-efşan   f. Çok ağlayan, gözyaşı döken.
eşk-rîz   f. Gözyaşı döken, ağlayan.
eşk-ver   f. Ağlayan, gözyaşı döken.
eşka   En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.
eskab   Delmek. * Ateş yakmak.
eskaf   Uzun boylu, iri kimse.
eşkah   Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at).
eskal   (Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin. * Kaba, can sıkıcı. ◊ (Sekal. C.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık.
eşkâl   (Şekil. C.) Şekiller, kılık.
eskam   (Sakam. C.) İlletler, hastalıklar, dertler.
eşkar   Mavi gözlü ve sarı tenli kimse. * Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at.
eskef   (C: Esâkif) Kunduracı, eskici.
eskefe   Kapı basamağı, eşik.
eşkel   Gözlerinin akı kırmızılı olan adam. * Beyaz koyun.
eşkele   Hâcet.
eşkil   Yaban soğanı.
eskimo   Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı.
eşkiya   Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler. More…
eşku   (şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir).
eşku(b)   f. Tavan. * Tabaka, kat, derece, mertebe.
esl   Dikenli ağaç. * Süngü. * Hasır otu. ◊ Karaılgın ağacı.
eslâf   (Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler.
eslah   En sâlih, en iyi. (Bak: Aslah)
eslahakallah   Allah seni ıslâh etsin.
eslak   Ağaç, şecer.
eslas   (Sülüs. C.) Sülüsler, üçde birler, üçde bir parçalar.
esleb   İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta. * Süprüntü, moloz.
eslem   Daha sağlam, en selâmetli, en sâlim.
esliha   (Silâh. C.) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.
esma'   Adlar. Nâmlar. İsimler. ◊ Kulaklar. İşitmeler.
esmah   Çok cömert, pek eli açık, en semahatli.
esmak   (Semek. C.) Semekler, balıklar.
esman   (Sümn-Semen. C.) Her şeyin pahası, tutarları, semenleri. * Sekizde birler.
esmar   (Semer. C.) Masallar. Akşam sohbetleri. ◊ (Semer. C.) Meyveler, Yemişler.
esmat  (C.: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.
eşmat  Saç ve sakallarına kır düşmüş olan.
eşme   Kumsal yerde kaynayan pınar.
eşmel   Daha şâmil. Çok şeyleri içine alan. Daha çok kaplamış.
esmer   Siyaha, karaya çalan kumral renk.
esna   Ara. Aralık. Sıra. Vakit. Zaman. Hengâm. ◊ Daha parlak. En parlak.
eşna   f. Yüzücü, yüzgeç. * Kıymeti büyük olan mücevher.
esna'   Bülent, yüksek, yüce, ulvi.
eşna'   Daha şeni. Çok çirkin ve fena.
esnaf   Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
esnah   (Sinh. C.) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
esnam   (Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller. Suretler. Sanemler.
esnamperest   Puta tapan, putperest.
esnan   (Sinn. C.) Dişler. * Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar.
eşne   Ağaç yosunu.
eşneb   Dişleri inci gibi beyaz olan adam.
esniye   (Senâ. C.) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler.
esr   Esir etmek. * Muhkem bağlamak. * Takviye etmek. (Bak: Esir) * Göbeğinde illeti olan.
esra'   Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri. * (C.: Esâri) Asma filizi. * Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.
eşraf   (şerif. C.) Şerefliler. İleri gelen büyükler.
eşrak   Ortaklar. şerikler.
esrar   (Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar.
eşrar   Tahribçiler. Kötülük edenler. * Kötü şeyler. şerliler.
esrar-engiz   f. Esrarlı, gizli, ürperti verici.
esrar-keş   f. Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen.
eşrat   Nişanlar. Alâmetler. şartlar.
eşref   En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel.
esrem   Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.
eşrem   Burnu yirik. * Üst dudağı yarık olan.
eşreş   Muhalefet eden, karşı gelen.
eşria   (Şirâ. C.) Yelkenler.
eşribe   (Şerâb. dan) İçilecek şeyler, şerablar.
esrik   Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz.
esrüm   Dişi dökük olan kimse.
ess   Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması.
essalavat   Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar. (Bak: Salâvat)
est   Ayakları uzun olan.
esta'   (Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan.
estağfirullah   Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de More…
estan(e)   f. İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer.
estar   (Satr. C.) Yazı dizileri, satırlar. ◊ Örtüler, perdeler.
eştat   (Şetit. C.) Takımlar, fırkalar, bölümler. Esnaf, sınıflar. Çeşitler, cinsler, neviler.
esteh   f. Çekirdek. * Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne.
esteîn   Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.)
ester   Katır.
eşter   Yırtlak gözlü.
esterven   f. Çocuk doğurmayan, kısır kadın.
estine   f. Yumurta.
eşüdd   Büluğa gelmek mertebesi.
esûf   Fazlaca eseflenen, pek üzülen, çok kederlenen, çok fazla acıyan, yufka yürekli.
esuk   Deli koyun.
esum   Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.
esus   Katı, sağlam, muhkem nesne.
esva'   (Sâ'. C.) Kuyular, çukur yerler. * Ölçekler.
esvab   (Sevb. C.) Sevbler, giyecekler, giyimler.
esvaf   (Suf. C.) Suflar, koyun yünleri.
esvak   (Sûk. C.) Çarşılar. Pazarlar. ◊ Uzun incikli.
eşvak   (şevk. C.) şiddetli arzular, istekler, neşveler. ◊ Dikenler. (Nebat) * Tıb: Kemiklerin uzaması.
esvar   (Sur. C.) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar. * Ziyafetler, şölenler.
esvat   (Savt. C.) Sesler. Savtlar.
eşvat   (Şavt. C.) Sıçrayışlar, zıplamalar, koşmalar, koşuşmalar. * Kâbe-i Muazzama'yı yedi defa tavaf etme, etrafını dolaşma.
eşve   Gözü değen kişi.
esve'   Yaramaz nesne.
esved   Çok siyah. kara renkli olan.
esvedeyn   İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.
esvel   Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ)
eşveş   Göz ucuyla bakan kişi. * Yüksek bina.
esvide   (Sevâd. C.) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar. * Çok mallar, fazla mülkler.
esy   Tasa, keder, hüzün.
eşya   (Şey. C.) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s. * Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler. * Yük, yük eşyası.
eşyâ'   (Şia. C.) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar. * Yardımcılar.
esyaf   (Seyf. C.) Seyfler, kılıçlar.
esyah   (Seyh. C.) Nehirler, akarsular. * Çizgili elbiseler.
eşyah   (Şeyh. C.) Şeyhler, ihtiyarlar, yaşlılar, pir-i fâniler.
esyan   Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü.
eşyeb   (Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.
eşyem   Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.
et'ime   (Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler.
eta   Kavak ağacı.
etajer   Fr. Kapaksız ve rafları olan taşınabilir dolap.
etan   'f. Dişi eşek. * Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. * Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş.'
etave   Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.
etba'   Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar.
etbak   (Tabak ve Tabaka. C.) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar. * Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar. * Kabileler, kavimler, aşiretler.
etelan   Adım birbirine yakın olmak.
etemm   Tam, en mükemmel, hiç noksansız.
etenan   Adım birbirine yakın olmak.
etene   Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ. * Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.
eteyemmenü   (Teyemmün. den) Ben kendimi teyemmün ediyorum (meâlindedir). (Bak: Teyemmün)
etfal   (Tıfl. C.) Çocuklar, tıfıllar.
etfaliyet   Çocukluklar. Çocukluk halleri.
ethal   Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı. * Bulanık su veya şerbet.
eti   Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark. * Sel.
etibba   Tabibler, tıb ilmini bilenler, doktorlar.
etiket   Fr. Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. * Teşrifat, görgü.
etime   (C.: Etâyim) Ateş yakacak yer.
etir   Günah.
etka   (Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve More…
etkiya   (Taki. C.) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.
etla'   Uzun boylu.
etlad   Evde doğan câriyeler. * Eski mal. * Damızlık denilen doğurucu hayvan.
etmeseh   Karanlık, sessiz gece.
etnab   (Tınb. C.) Çadır ipleri. * Ağacın kök damarları. * Vücudun sinirleri.
etnik   yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.
etnografya   (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.
etra   Dere gibi akan su.
etrab   (Tırb. C.) Hep bir yaşıt olanlar, akranlar.
etrad   Kaşları kılsız olan kimse.
etraf   (Türfe. C.) Nazik ve zarif şeyler. * Lezzetli taamlar, güzel yemekler. ◊ (Taraf. C.) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar.
etraf-i erbaa   Dört taraf. (Sağ, sol, ön, arka.)
etrah   (Terah. C.) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
etrak   (Türk. C.) Türkler.
etras   (Türs. C.) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.
etribe   (Turab. C.) Topraklar.
etrika   (Tarik. C.) Tarikler, yollar, caddeler. * Sebepler, vesileler, vasıtalar. * Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.
ett   Galip olmak.
ettar   Kasnakçı.
ettun   (C.: Etâtin) Hamam külhanı.
etüd   Fr. İnceleme, tetkik etmek. * Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser.
etum   Su kaplumbağası.
etvak   (Tavk. C.) Kadın gerdanlıkları. * Hindistan cevizinin sütü.
etvar   (Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar.
etvas   (Tâus. C.) Tavus kuşları.
etyab   (Bak: Atyeb)
ev   Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. 'yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister' gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.
ev'ac   Geniş, vâsi.
ev'iye   (Viâ. C.) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler. * Damarlar.
evabid   (Abide. C.) Abideler. (Bak: Abide)
evagi   (Agıye. C.) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.
evahir   Ahirler, ayın son günleri, sonlar.
evail   Başlangıçlar, önler, evveller, eskiler.
evali   Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar.
evam   f. Ödünç, borç. * Renk, levn.
evamir   Emirler, emredilenler, vazifeler. (Bak: Emr)
evan   (Bak: Avân)
evani   Kapkacaklar, kaplar.
evar(e)   f. Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. * İmaret.
evarin   f. Güzel olmayan, çirkin.
evasit   (Evsât. C.) Vasatlar, orta hal ve vaziyetler.
evavin   (İyvan. C.) Büyük salonlar, sofalar, holler. Kasırlar, köşkler.
evb   Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek. * Kasd. İstikamet.
evbar   f. Yutma, yutuş.
evbaş   Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri. * Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük.
evbaşan   (Evbaş. C.) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.
evbe   Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek.
evc   Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. * Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları.
evc-gir   f. Yükselen, yükseğe çıkan.
evc-pervaz   f. Yüksekte uçan.
evca'   (Veca. C.) Ağrılar. Acılar. Sızılar.
evcar   İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar.
evceb   Çok vacib. Çok gerekli. Çok lüzumlu.
evceh   En vecihli, çok uygun, en münâsebetli.
evcel   Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi.
evcer   Çok çekingen, utangaç kimse.
evcümend   f. Top, küme, yığın, toplanma. * Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran.
evda   Yaban faresi. * Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin. (Bak: Kası'a) ◊ Ednâ.
evdad   (Vedid. C.) Sevgililer, sevilenler.
evdiye   (Vâdi. C.) Vâdiler. Dereler.
eved   Kuvvet. Ağır yük götürmek. * Eğrilik.
evend   f. Kap. Kabkacak.
evfa   Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli. * En çok. Pek tamam. * Tam yetişmek.
evfad   Çeşitli fırkalar.
evfak   Daha muvafık. En uygun. En muvafık.
evfer   (Vâfir. den) Çok. Bol.
evgad   (Vagd. C.) Ahmaklar, eblehler, salaklar, bönler, akılsızlar.
evgenc   f. Nedâmet, pişmanlık, pişman olma hâli.
evhad   Vahid. Tek.
evhal   (Vahal. C.) Sıvalar, balçıklar, çamurlar. * Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.
evham   Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.
evham-sâz   f. Evham veren.
evhamin müdafaasi   Vehimlerin def'edilmesi, kuruntuların kovulması.
evhaş   Daha vahşi. En vahşi. ◊ Nefret veren şey.
evhen   En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış.
evidda   Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar.
evil   Siyaset.
evind   f. Hud'a, hile, aldatma, oyun.
eviy   Yerleşme. Yerine gelme. Koruma.
evk   (C: Evâk) Ağırlık, yük. * İçinde su biriken çukur yer.
evkaf   (Vakıf. C.) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar. (Bak: Vakıf)Osmanlı More…
evkar   (Vekr. ve Vekre. C.) Kuş yuvaları.
evkas   Boynu kısa olan.
evkaş   Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.
evkat   (Vakit. C.) Vakitler.
evked   Pek te'kitli, çok kuvvetli, en kavi.
evkes   Pinti ve soysuz kişi.
evl   (Bak: Te'vil)
evla   Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.
evlâd   (Veled. C.) Veledler. Çocuklar.
evlad ü iyal   Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı.
evladiyet   Evlâda mahsus, evladlık, bünüvvet.
evladiyye   Evlatlık, evlada mahsus. * Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya.
evlak   Delilik, cünun.
evleviyet   Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak.
evliya   (Veli. C.) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve More…
evliya çelebi   'Kütahya'lı olup, Mil: 25 Mart 1611'de doğmuştur. Meşhur eseri; Seyahatnâme'sidir.'
evn   Yab yab yürümek. * Vakarlı, sessiz ve ciddi olmak. * Heybenin bir gözü. * Denk.
evra   f. Hisar, kal'a, kale.
evrad   Virdler. (Bak: Vird)
evrak   (C: Vuruk) Sivri ve uzun dişli. * Yüzü renkli güvercin. * Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka) ◊ (Vakar C.) Sahifeler. Yapraklar.
evram   (Verem. C.) Veremler, vücudda hasıl olan yumrular, şişler.
evran   Biçme, ölçü, mikyas, tahmin, keşif, biçim, endam, tenasüb.
evre   f. Elbisenin dış yüzü. ◊ Ahmak kimse.
evrek   f. Çocukların ağaca ip takmak suretiyle yaptıkları salıncak.
evrencen   f. Kadın bileziği.
evrend   f. Hile, aldatma, hud'a, oyun. * Nam, şan, şeref. * Serir, erike, taht.
evreng   f. Taht, evrend. * Şan, şeref, nâm. * Zinet, süs. * Akıl, irfan. * Ağaç kurdu. * Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. * Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. * Yakışıklılık.
evreng-nişin   f. Tahtta oturan, hükümdar.
evreng-zib   f. Tahtı süsleyen. Hükümdar, padişah.
evride   (Verid. C.) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları.
evs   Bahşiş vermek. * Kurt.
evsa'   Daha geniş. Çok vasi'.
evşab   Aşağılık kimse, âdi ve rezil kişi. Ayak takımı.
evsâf   (Vasf. C.) Vasıflar, sıfatlar.
evsâf-i nisbiye   f. Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.)
evsah   (Vesah. C.) Pislikler, murdarlıklar, kirler.
evsak   En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi.
evsal   (Vasl. C.) Vücuttaki mafsallar, oynaklar.
evşal   (Veşl. C.) Damla damla akan su. * Birbiri ardınca katar gibi peşpeşe gelen kimseler.
evsam   (Vasm. C.) Arlar, hayâlar, utanmalar.
evsan   (Vesen. C.) Putlar. Sanemler.
evsat   Ortada olmak. * Vasatta olan. Orta. Orta hâlli.
evsât   (Vasat. C.) Ortalar. Vasatlar.
evşaz   Yardımcılar, tarafdarlar. Aşağılık ve ayak takımı olan kişiler. * Vücuttaki mafsallar, oynak yerler.
evşen   Yaltakçı, dalkavuk.
evşeng   f. Sicim. İnce ip.
evtad   (Veted. C.) Direkler. Kazıklar. * Ricâlullahtan birine verilen isim.
evtaf   Kirpikleri uzun ve kaşı kıllı olan kimse.
evtan   (Vatan. C.) Vatanlar, insanın doğup büyüdüğü ve sevdiği memleketler, hatta uğrunda can verilen topraklar.
evtar   (Veter. C.) Tek, eşi olmayan (harf). * Saz telleri. Yay. ◊ (Vatar. C.) İhtiyaçlar.
evtas   Arap Yarımadasında, Hevâzın ilinde bir derenin ismi olup, Peygamberimizin (A.S.M.) Huneyn Vak'ası bu vâdide vuku bulmuştur.
evvab   (Evb. den) Rücu' eden. Geri dönen. * Günahlardan tevbe edip hakkı kabul eden.
evvabîn   Tevbe edip günahlardan dönenler.
evvah   Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak. * Çok âh edip duâ eden. * Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı.
evvel   İlk. İbtida.
evvela   İlkönce, birinci olarak, herşeyden önce.
evvelen   Evvelâ, birinci, ilk olarak.
evvelîn   Evvelkiler, ilkler.
evvelîn ü âhirîn   İlkler ve sonlar. Evvelkiler ve sonrakiler.
evveliyat   Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler. * Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar. * Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur More…
evveliyet   Evvel oluş. (Bak: Mecaz)
evy   Bir nesne yerine gelmek.
evza'   (Vaz'. C.) Haller. Durumlar.
evzah   Daha açık. Pek âşikâr. En vâzıh.
evzak   İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.
evzan   (Vezin. C.) Vezinler. Tartılar.
evzar   (Vizr. C.) Ağırlıklar. Yükler. * Mc: Günahlar. * (Vezer. C.) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler. * Üstünlükler, galebeler. * Dağlar.
evzayiş   f. Çoğalış, artış.
ey   (Arabçada) 'Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki' mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir.
eya   f. Acaba mânasına nidâdır. 'Hey, ey' gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır.
eyadi   (Eydi) (Yed. C.) Eller. * Mc: Sebepler. Nimetler.
eyalat   (Eyâlet. C.) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler.
eyalet   (C: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir.
eyama   (Eyyim. C.) Bekârlar, evli olmayanlar.
eyamin   (Eymen. C.) Pek hayırlı, uğurlu olanlar. En yümünlü.
eyazi   f. Kadınların yüzlerine örttükleri peçe, örtü.
eybe   Rücu' etmek. * Gurub etmek, batmak.
eyd   Rücu' etmek. * Avdet etmek. ◊ Kuvvet.
eyda'   Za'feran.
eydi   (Yed. C.) Eller. * Mc: Kuvvetler. (Daha çok Eyâdi şeklinde kullanılır.)
eydiye   (Yed. C.) Nimet. * Eller.
eyhem   Sağır. * Bahadır.
eyheman   Ateş ve sel.
eyhukan   Maydanoz otu.
eyid   Kuvvetli, şiddetli kimse.
eyir   Sıcak yel.
eyke   Sık ve birbirine karışmış ağaç. * Yumuşak. * Ağaç bitiren bataklık. (Bak: Ashab-ı Eyke)
eyker   İlâç yapılan bir ot.
eym   (C: Üyum) Yılan.
eyman   (Eymün) (Yemin. C.) Andlar. Yeminler. Kasemler. * Fık: Zevcesi ölmüş er. * Sağ taraflar. Sağlar.
eymen   En meymenetli. En uğurlu. Sağ taraf.
eymen vâdisi   Musa'nın (A.S.) tecelliye mazhar olduğu Tûr Dağı'ndaki vadi.
eyne   Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır). * Zaman. An. * Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)
eynel mefer   (Eyn-el mefer) Nereye gidilebilir? Nereye kaçılabilir? Kaçacak yer var mı?
eyniyet   Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet.
eys   Varlık. Vücud. Mevcud. * Kahir. Zulüm. * Zarar, ziyan. * Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek. (Bak: Leys)
eysar   Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler. * Ot.
eyser   Sol taraf. Soldaki. * Pek kolay.
eytal   (C: Eyatil) Boş böğürlü.
eytam   (Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
eytam ve erâmil   Yetimler ve dullar.
eyum   Erkeksiz kadın (ki, önce ere varmış olsun-olmasın).
eyvah   f. Heyhât, yazık.
eyvallah   'Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de More…
eyvan   f. Köşk. Büyük salon. Büyük sofa. Divanhâne.
eyyam   (Yevm. C.) Devirler. Günler. * Güç, iktidar, nüfuz.
eyyan   Vakit, zaman.
eyyid   Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir (meâlinde).
eyyim   Bekâr, dul.
eyyü   Sual sormak için 'Hangi? Ne? Ne vakit?' mânalarına kullanılır.
eyzan   Böylece, kezâ, bunun gibi, yine böyle, bu da böyle.
ez   f. ...den, ...den.
ez ân cümle   O cümleden olarak.
ez kaza   f. Kazâ olarak, tevâfuk olarak. Beklenmedik ânda.
ez'af   (Zı'f. C.) Bir şeyi iki katı yapan fazlalıklar. Katlar. ◊ Çok zayıf, en zayıf.
ez'akî   Kısa boylu ve kötü olan adam. Kötülük yapan kimse.
ez'ar   Saçı az olan kimse. * Otu az olan yer. * Zâlim ve kötü huylu kimse.
ez-cümle   f. Bu cümleden, meselâ, bunun gibi.
ez-kadim   f. Eskiden, önceleri.
ez-men   f. Benden.
ez-nev   f. Yeni baştan, yeniden.
ez-yah   f. 'Buzdan soğuk' mânasına gelir.
eza   Ticarette kaybetme, zarar etme. * Kibir ve gururunu bıraktırma. * Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey. * Hayır ve sadaka yoluyla mal More…
ezahir   Çiçekler, şükufeler.
ezame   (C.: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek.
ezamim   (İzmâme. C.) Cemâatler, topluluklar.
ezan   Namaza dâvet ve vahdaniyet-i İlâhiyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyyeyi âleme, kâinata ilân etmek için minare ve emsali mahallerde edilen nidâ. Kamet getirmek. * Bildirmek.(Ezan, Müslümanlığın mühim More…
ezanî   Ezan ile alâkalı.
ezanî saat   Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.
ezat   (C.: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.
ezb   Anasından yeni doğmuş hayvan.
ezbad   (Zebed. C.) Paslar. * Dörtte birler, çeyrekler. * Köpükler.
ezdad   Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar.
ezder   f. Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık.
ezdili can   (Ez-dil-i cân) Candan ve gönülden.
ezeb   Leim kimse. * Kısa boylu.
ezebb   f. Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam.
ezec   (C.: Azec) Süleyman Aleyhisselâm'ın yaptığı bir bina adı.
ezecc   Uzun ve ince kaşlı.
ezel   İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan.
ezelî   Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.
ezell   Kurtla sırtlandan doğan hayvan. * Oturak yerinin iki yanları arık ve yeyni olan. ◊ Çok zelil. Çok alçak ve rüsvay olan.
ezem   Ağzını yumup oturmak. * Sabretmek. * Yemekten ve içmekten men'etmek. * Isırmak. * Gayret etmek. * Bükmek.
ezfar   Tırnaklar. * Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku. * Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar.
ezfer   Güzel kokulu şey. ◊ Uzun tırnaklı.
ezfile   Cemaat, topluluk, güruh, bölük.
ezfir   Çok iyi kokulu nesne.
ezgehan   f. Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse.
ezhab   (Zeheb. C.) Yumurta sarıları. * Altunlar.
ezhan   Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.
ezhar   (Zehre. C.) Çiçekler. Zehreler. şukufeler.
ezhar (azhâr)   (Zahr. C.) Satıhlar, yüzler. * Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları.
ezhel   Gafil kimse. Gaflette bulunan kişi. * Pek dalgın.
ezher   Pek beyaz ve parlak. * Ay, kamer, * Saf ve parlak olan. * Cuma günü. * Vahşi sığır.
ezheran   (Ezhereyn) Ay ile güneş.
ezib   Rezil, âdi ve aşağılık kimse. * Kıble rüzgarı. * Riyh-u cenub ile Sâbâ arasında esen yel. * Sevinmek, ferah ve neşat.
ezikka   (Zukak. C.) Yollar, sokaklar.
ezille   Zeliller, alçaklar.
ezimme   (Zimam. C.) Yularlar. Bağlar.
ezin   Söz dinlemek. * İşitmek. ◊ Kefil.
ezir   f. Haykırma, bağırma.
eziyet   İncinme. Sıkıntı çekme.
ezka   En temiz. En pâk. Ziyade dindar. Pâkize. ◊ En anlayışlı. En zeki.
ezkan   (Zakn. C.) Çeneler.
ezkar   (Zikr. C.) Zikirler.
ezkat   f. Kötü düşünceli kişi.
ezker   Maharetli duvar ustası.
ezkiya   (Zeki. C.) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar. ◊ Saf, temiz, iyi halli kimseler.
ezl   Güçlük. * Darlık. * Hapsetmek.
ezlaî   Uzunca ve iri olan şey.
ezlak   Aleyhte söz söyleyen adam. * Keskin olan şey.
ezlam   (Zelm. C.) Oklar. Kumar okları.
ezlef   (C: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.
ezlem   Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi. ◊ (Bak: Azlem)
ezm   Yemek, ekl.
ezman   Zamanlar. Vakitler. Müddetler.
ezmâr   (Zimr. C.) Kahramanlar, yiğitler, bahadırlar.
ezmayiş   Tahtadan yapılmış demir temrenli bir cins ok.
ezme   Kıtlık, kaht. * Şiddet. * Darlık. * Bir kere yemek.
ezmel   Hareket etmek. * Muzdarib olmak, acı çekmek. * Savt, sadâ, ses. * Gül.
ezmine   (Zaman. C.) Zamanlar.
eznab   (Zenb. C.) Suçlar, günahlar. * Kuyruklar.
eznem   Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.
ezr   (C.: Uzur) Arka ve sırt. * Kuvvet.
ezra   Çok konuşma. * Çok yeme. * Sözü düzgün ve pek fasih olan kimse. ◊ Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar.
ezrab   Diş kökü.
ezrak   Saf ve temiz su. * Gök renkli, mâvi.
ezrar   (Zirr. C.) Elbise düğmeleri.
ezrebî   Azerbeycan'ın Arapça adı.
ezûc   Hayâsız ve edebsiz adam. * Sert başlı at.
ezum   Isırıcı, ısıran.
ezuz   Pek keskin olan kılınç veya hançer.
ezvac   Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar. * Kocalar.
ezvah   Münkabız olmak. * Yakınlık.
ezvak   Zevkler. Keyfler. Eğlenceler.
ezver   Boynu eğri olan kimse.
ezvet   Küçük yanaklı.
ezyaf   (Zıyf. C.) Misafirler. Mihmanlar.
ezyak   (Zîk. dan) Pek dar ve sıkıntılı. Çok zor.
ezyal   (Zeyl. C.) Ekler. İlâveler. Zeyiller.
ezyed   Çok ziyade. Daha fazla. En ziyade.
ezz   Depretmek ve koparmak. * Kandırmak, aldatmak.
fa   Osmanlıca alfabenin 23'üncü harfi olup ebcedî değeri 80'dir.
fa'al   (Mübalâgalı ism-i fâil) Çok işleyen ve çalışan. Durmayıp işleyen. Çalışkan. Devamlı iş yapan.
fa'alâne   f. Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette.
fa'aliyet   İş görmek, çalışmak. Boş durmayış.
fa'fa'   Kasap. * Çoban. Hafif kimse.
fa'faa   Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp 'fâfâ' demek.
fa'faî   Koyun çobanı.
fa'l   İşlemek mânâsına mastar.
fa'm   Dolu.
faal   Balta sapı. * Kerem.
faale(t)   (Fâil. C.) Fâiller, özneler, iş yapanlar.
fabrika   Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer.
faci'   (Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram)
fâcia-nüvis   f. Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse.
faciat   Fâcialar, belâlar, musibetler.
facir   Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak: Fecir)
facire   Kötü hayata alışmış, ahlâksız kadın. Günahkâr.
fadil   (Bak: Fâzıl)
fadir   (C: Füdr) Zayıf. * Âciz, güçsüz. * Yaşlı dağ keçisi.
fağfur   Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı. * Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim.
fagire   Hind nilüferi denilen bitkinin kökü.
fagosit   yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre.
fagr   Açmak.
fahamet   (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)
fahamet-penah   f. Yegâne müracaat edilecek en büyük makam.
faheka   Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası.
fahh   Ağ, kapan, tuzak.
fahham   Kömürcü.
fahhar   Çok öğünen. Çok iftihar eden. Fahur. * Çanak, Çömlek. Toprak testi.
fahhare   Ağaç kap.
fahharî   Çanak, çömlek, testi ve bardak yapan kimse.
fahhaş   Her cins fenalık ve kötülükleri şahsında toplamış olan kimse.
fahim   (Fahm. dan) İtibâr ve nüfuz sâhibi olan, büyük zât. ◊ Akıllı. Anlayışlı.
fahimâne   f. İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette.
fahir   (Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen. * Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı. * Büyük ve iyi nesne. * Koruğu büyük çekirdeksiz hurma. * Memeleri büyük deve.
fahiş   Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan. * Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı. * Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey.
fahişe   Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın. * Allah'ın menettiği şey. * Zâniye. Kahbe.
fahite   (C: Fevâhit) Yabani güvercin.
fahl   İleri gelen. Üstün. Hatırı sayılır adam. * Erkek. (hayvan) * Aygır. * Beyitler, hadis-i şerifler, rivâyetler anlatan kimse. ◊ Yavaşlık, hilm.
fahm   Kömür. Karbon. * Susmuş. Nefesi kesilmiş. ◊ Büyük, kebir, ulu.
fahmî   (Fahmiyye) Kömürümsü, kömürle alâkalı.
fahmiyyet   Karbonat. Kömürleşmiş olan şey.
fahr   Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref.
fahrî   Karşılıksız olarak. Parasız olarak. * İftiharla. Övünerek.
fahriye   Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.
fahriyyen   Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.FAHRUL İSLAM  (Pezdevî): Mavera-ün Nehir'deki Hanefî fukahasının meşhurlarındandır. Hicri 482 tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir.
fahs   Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme. * Ayırtmak. * Bahsetmek. * Seyirtmek. * Sıçramak.
fahşa   Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.
fahur   Çok övünen, çok iftihar eden. Mütekebbir. Tekebbür ve taazzum edici. ◊ Bir fesliğen cinsi.
fahurane   f. Kendini beğenerek. Kendini medhederek. Çok övünerek.
fahz   Uyluk. Kalça. Bacağın kalçadan dize kadar olan kısmı. * Bir kimsenin en yakın aşiretinden olan cemaat. ◊ Büyüklenmek, kibirlenmek.
fâide   (C.: Fevaid) Kazanç, kâr, nef', menfaat. İstifadeye sebeb. Yararlılık, işe yarama.
fâide-mend   f. Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden.
faih   (C.: Fevâih) Meyve ve çiçek kokusu.
fâik   Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli. * Başın boyun ile bitiştiği yer.
faikiyyet   Üstünlük. Kıymetlilik.
fâil   İşi yapan. Fiili işleyen. * Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir.
fâiliyyet   İşleyicilik. Müessir olmak. Fâile mensub ve müteallik oluş.
faite   Geçen. Fevt olan. * Vaktinde kılınmamış olan namaz.
faiz   (Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan. * Kapının üstündeki eşik.
faj (fâje)   f. Esneme.
fak   Yaşlanmış, ihtiyar kimse.
fak' (fik')   (C: Fıkıa) Bir cins beyaz yumuşak mantar.
fak'e   Uyumak.
fâka(t)   Zaruret, ihtiyaç. Yoksulluk, fakirlik.
fakad   Beş parmak dedikleri otun tohumu.
fakahat   El ayası.
fakahet   Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak. (Bak: Fıkıh)
fakahetlû   Evvelce müftüler hakkında kullanılmış olan resmî bir lâkab.
fakaka   Ahmak adam.
fakaki'   Su üstünde olan kabarcıklar.
fakam   Bir kimsenin ağzını yumduğunda alt dişlerinin öne çıkıp, üst dişleriyle üstüste gelmesi. * Dolmak, imtilâ olmak.
fakare   (C: Fikar) Omurga kemiği.
fakat   ('Fa' ile 'kat' dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ.
fakd   Bulunmamak, bir şeyi kaybetmek. Belirsiz olmak. * Talebetmek, istemek.
fake   Fakirlik.
fakfaka   Köpeğin korkudan ürümesi. ◊ Ahmak adam.
fakfon   Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita.
fakha   Her nebatın yeni açmış çiçeği. * Bir yıldız adı. * Dübür halkası.
fakia   Zahmet, meşakkat.
fakid   Az rastlanan şey. Nâdir bulunabilen nesne. ◊ Oğlunu veya eşini kaybetmiş kadın.
fakih   (Fâkihe) Yaş meyve, yemiş, yaş hurma ağacı. * Şenlendiren, sevindiren. ◊ Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu. * Zeki, anlayışlı kimse.
fakihe   (C: Fevâkih) Yemiş, yaş meyve.
fakihiyy (fâkihanî)   Yemiş satan kimse.
fakir   Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları More…
fakira   Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet.
fakirâne   f. Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine.
fakirhâne   Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi.
fakîs   Çiftçilerin kullandığı âletlerden halka gibi bir demir.
fakkah   Ezhar otunun çiçeği.
fakleyun   Semizotuna benzer bir ot.
fakr   İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık.
fakr-pişe   f. Fakirliğe alışmış, fakirlik içinde, muhtaçlık içinde.
faks   Kırmak, kesr.
faks (fekus)   Ölmek. * İfsat etmek.
faktör   Fr. Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil.
fakülte   (Fr. Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. * Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet.
fakus   Hıyar. * Kavun.
fal   Uğur. Baht. Tali'. (Bak: Tefe'ül)
falak   Tomruk. * Falaka. * Sabah aydınlığı.
falaka   İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.
falî   Falcı kimse.
falic   Felce uğramış. * Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık. * İsabeti çok olan ok. ◊ f. Muzaffer, galib. Muvaffak.
falih   İsteğine kavuşan. Kurtulan. Felâh bulan. * Toprak süren. Çiftçi.
fâlik   Çatlatan. Açan. Büyümesi için tohumu açan, yaratan. (Allah C.C.)
falîz   (C: Fevâliz) Bostan.
fals   Halâs etmek, kurtarmak.
falt (felât)   Ansızlık.
fâm   f. Renk, levn.
familya   Fr. Aile. Soy. Zevce. Kadın. Eş. * Aynı cinsten olan nebat grubu. Aynı soydan veya cinsten olan. Aralarında benzerlik bulunan grup.
famiyy   Yemiş satıcı, meyve satan kimse.
fanatik   Fr. Bir dinin veya mezhebin çok aşırı taraftarı olan.
fani   Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.
fanid   Bayat şeker.
faniyyet   Fânilik, ölümlülük.
fantezi   yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.
fanus   yun. Fener. Sâbit ve süslü fener. * Kim: Bazı şeylerin üstüne kapatmak için camdan yapılmış kapak.
fâr   Fâre, sıçan.
far   Fr. Otomobil, kamyon gibi nakil vasıtalarının önündeki kuvvetli lâmbalar.
far'   Budak ve ağaç başı. * Her şeyin alâsı. İyisi. * Her kavmin şereflisi.
faraklit   İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir.
faran   İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir.
faraş   (Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge. (Bak: Ferraş)
farat   Öne çıkan, geçen. * Issız yerlerde konan nişan ve işaret. * Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.
faraza   (Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki.
farazî   (Bak: Farzî)
faraziye   (Fr. Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma.
farfara   Hafif meşreblik. Gürültülü. Gürültüye boğmak. * Akılsızlık.
fari'   Yüce nesne.
faric   (Ferec. den) Keder ve tasadan kurtaran.
farig   İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş. * Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.
farih   (C: Fevârih-Füreh) Gayretli davar. * Akıllı kişi.
fârik   (Fârıka) Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan alâmet.
fârikat   Farkedenler, ayıranlar, farkediciler.
faris   İran. İranlı. * Binici, süvâri. * Ferasetli, anlayışlı. * İrandaki Şiraz vilâyeti.
farisan   (Fâris. C.) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.
farisî   Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.
farisiyyat   Fars edebiyatı, İranlıların edebiyatı.
farit   Geçmiş, önceki, önde bulunan. Sâbık, mukaddem.
fariz   Yaşlı.
farîza   Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife. * Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay.
fariziyy (feraziyy)   Feraiz bilen kişi.
fark   Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme, * Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.
farkadan   (Bak: Ferkadan)
farmason   Fr. Mason. Dinsiz, imansız. (Bak: Mason)
fars   (Fers) İran'lı. * Şark kavimleri. ◊ Yarmak. * Yırtmak. * Kesmek.
fart   İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık. * Acele etmek ve ansızın gelmek. * Yollara alamet olarak konulan işâret.
faruk   Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan.
farukî   Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.
faryab   f. Dere ve ırmak suyu ile sulanan yer. * Eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehrin adı.
farz   Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı 'karz'dır.) * Takdir veya beyan More…
farza   Diyelim ki, farzedelim ki, öyle kabul edelim ki, ola ki.
farzen (farzan)   Farzedelim ki, kabul edelim ki, diyelim ki. * Farz olarak. Farziyyeti kabul edilerek.
farzî   Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.
farziye   (C.: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.
faş   Meydana çıkmış. Yayılmış. * Anlaşılmış olan.
fas'   Hurmanın kabuğunu soymak.
fasafis   Beyaz söğüt dedikleri ağaç.
fasaha   Ruşen olmak, parlamak. * Hâlis olmak.
fasahat   Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.
fasahat-perdâz   f. Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan.
fasal   Ek. Bilek.
fasd   Kan alma, hacamet. * Damar kesmek.
fasda'   Fe takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı.
fasete   Fr. Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri.
fâsic   Semiz. * Yüklü olmayan kısır deve. ◊ Kısır, semiz davar.
fâsid daire   Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru More…
fâsid(e)   Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle More…
fâsih   (Fesh. den) Vazgeçen. Dağıtıcı. Bozguncu. Fesheden. * Çürüten.
fasîh   Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
fasîhane   f. Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla.
fâsik   (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.
fasika   Fâre.
fasikül   Fr. Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri.
fâsil   Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.
fasîl   (C: Fisâl-Fuslân) * Hâkim. * Kale duvarından kısa duvar. * Deve yavrusu.
fâsila   Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Mevsim. * Mebhas.
fasîle   (C.: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile. * Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.
fasîs   Seyelan etmek, akmak.
faşist   Fr. Faşizm taraftarı.
fasit daire   (Bak: Fâsid daire)
faşiye   (C: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi.
faşizm   Fr. Irkçılığa dayanan diktatörlük rejimi.
fasl   (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna 'Faysal' da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme. * Bölüm. * More…
fasm   Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.
fass   Yüzük taşı. * Kemiğin oynak yeri. * Meyve içi. Lüb. * Kitabın bend ve mebhası. * Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak. * Mc: Gözbebeği.
fassad   (Fasd. dan) Kan alıcı, kan alan. * Cerrah.
fassal   Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken. * İnsanları medh ü sena eden kimse.
fassas   Yüzük taşı yapan kimse.
fasur   Gümüş tabak.
fasye   Darlıktan ve belâdan kurtulmak.
fat'e   Vurmak. * Yarmak. * Cimâ etmek. * Yere vurmak.
fatanet   (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik. * Müteyakkız oluş. * Peygamberlerin sıfatlarından biridir.
fath   Yassı ve enli olmak.
fâtih   Açan, fetheden. Teshir eden, zapteden. * Kapıları selâmet üzere açan, Cenab-ı Hak.
fâtiha   Bir şeyin başlangıcı, ibtidası. * Mübaşeret. Başlamak. * Karar vermek. * Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade. * Kur'an-ı Kerim'in More…
fatik   (C: Fitâk) Çeri ve öncü olan kimse.
fatik(e)   (C.: Futtâk-Fevatik) Eline fırsat geçtikçe adam öldüren kimse.
fatim   Sütten kesilmiş çocuk.
fatimî   (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mil: 910-1171) İsmâiliye nâmında More…
fatin   (Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık. ◊ (Fitne. den) Fitne çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden.
fatin(e)   (Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık.
fâtir   Benzeri bulunmayan şeyi yaratan. Hârika üstün san'atiyle yaratan.
fatir   Durgun, füturlu, gevşek. * Ilık, az sıcak.
fatîr   Tâze şey. * Mayalanmış hamur.
fâtir suresi   Kur'an-ı Kerim'in 35. suresi. Melâike Suresi de denir. Mekkîdir.
fatk   Kırma, ayırma, yarma, çatlatma. * 'Kasık yarığı' denilen bir hastalık. * Elbisenin dikişlerini sökmek.
fatm   Kesmek.
fatr   Bir şeye başlamak. * İcab eylemek. * Yarık, çatlak. * Yarmak. * Yaratmak. * Oruç tutanın orucunu açması.
fatur   Oruç bozacak şey.
fatv   Bir şeye el ile vurmak. * Cimâ etmek.
favîna   'Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.'
favori   Fr. Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. * Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan.
fay   Fr. Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık.
fayih   Kendiliğinden dağılan güzel koku.
fayiha   (C.: Fevâyıh) Meyve ve çiçek kokusu. * Güzel kokulu nesne.
fayik   Yüce, âli.
faysal   Karar. Hüküm. Fasıl. Hall. (Bak: Fasl)
faz   Fr. Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha.
faz' (fezâa)   Şiddet. * Miktarından tecâvüz etmek, ölçüsünü aşmak. Rezillik etmek.
faza   (C: Fivâz) Zahmet, meşakkat. ◊ Karışık.
faza'   Sıkmak. * Çıkarmak. * Almak.
fazah   Boz renkli olmak.
fazahat   (C.: Fazâyih) Alçaklık, edepsizlik, hayâsızlık.
fazail   Faziletler. (Bak: Fazl - Fazilet)
fazalat   Necasetler, kazuratlar, murdarlıklar, pislikler.
fazayih   (Fazih. C.) Ayıplar, rezaletler. Sır kabilinden olan kötü hasletlerin açılıp fâş edilmesi.
fazazet   Sertlik, kabalık, kötü sözlülük.
fazc   Yarmak. * Saç dibinin terlemesi.
faze   Küçük çadır.
fazfaz   Geniş ve bol nesne.
fazfaza (fazfâza)   Elbisenin çok geniş ve bol olması.
fazh   (Faziha-Fazâha) Rüsvaylık, rezillik. * Yarmak.
fazî'   Korkulu nesne.
fazîh   Hurma koruğundan yapılan şarap.
fazîh(a)   Çirkin, fena. * Utanmaz, rezil.
fazîha   (C: Fazayıh) Alçaklığı, edebsizliği gerektiren iş veya şey.
fazil   (Fâdıl) Fazilet sâhibi. Üstün kimse.
fazile   (C: Fevâzıl) İnsandan başkalarına da geçebilen huy, haslet.
fazilet   Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece.
faziletfüruş   f. Kendini faziletli göstermeğe çalışan. Fazilet satan.
faziletmeâb   f. Faziletin sığınağı olan kimse, yâni çok faziletli.
faziletmend   f. Faziletli, iyi huylu.
faziletperver   f. Fazilet sahibi, faziletsever.
fazir   Kırmızı, büyük karınca. * Geniş, bol nesne.
faziz   Tatlı su.
fazîz   Meni denilen sıvı.
fazl   Âlimlere yakışır olgunluk. * İmân, cömertlik, ihsan, kerem, ilim, ma'rifet, üstünlük, hüner, tefâvüt, inayet. * Artmak. * Artık, (bunun zıddı naks'tır). Bir şeyden bakiye kalmak. More…
fazla   Çok ziyâde, artık, artan. * İleri. *Gereksiz, lüzumsuz. * (C: Fazalât) Kazurat, pislik.
fazu'   Çocukları korkutmak için yapılan çok korkunç suret.
fazz   Kaba ve kötü huylu olan kimse. * Karın suyu, mide suyu. ◊ Kırmak. Dağıtmak. * Fethetmek, açmak.
fe (fa)   (Buna ta'kib edâtı denir) 'Sonra, hemen' mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. (Bak: Harf-i atıf) Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır.
fe'd   Kebap yapmak. * Kül içinde ekmek pişirmek.
fe'fe'   Bir söz söylerken, dile 'fe' harfi gelip, her kelimenin başına 'fe' getirerek söylemek.
fe'fee   Dilini 'fe' lâfzına döndürmek.
fe's   İki yüzlü balta. * Balta ile vurmak.
fe'v (fe'y)   Yarmak. * Koparmak. * İki dağ aralığı.
feame (feume)   Dolu olmak.
fec'   Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması. * İncinmek. * Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş.
fec'et   Birdenbire.
feca   Kirişi çıkmış yay.
fecaat   (Fecâet) Merak edilecek hâl, kederlenecek kötü durum. Felâket.
fecace (ficâce)   Çiğlik, hamlık.
fecayi'   (Fecîa. C.) Belâlar, musibetler, felaketler.
fecc   (C.: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'.
feccac   Döşek döşeten. * Erkek, zevc.
fecere   (Facir. C.) Günah işleyenler, günahkârlar, zinakârlar, fâcirler.
fecfac (fecâfic)   Çok söyleyen.
fecî'   Çok acı veren, acıklı.
fecîa   (C.: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia.
fecir   (Bak: Fecr)
fecm   Geniş. * Bevletmek, işemek.
fecr   Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık. * Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak. * Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek. * Tekzib More…
fecr suresi   Kur'an-ı Kerim'in 89. suresi.
fecs   Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek.
fecva   Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay.
fecve   Avlu. * Genişlik.
fed'a   El ve ayağı eğri olan kadın. (Müz: Efdâ)
feda'   Kurban. * Uğruna verme, gözden çıkarma. * Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma. * Hurma ve üzüm kurutulan yer. ◊ El ve ayağın eğilmesi.
fedaî   Dâvası ve gayesi uğruna herşeyini çekinmeden feda edebilen.
fedakâr   f. Her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden.
fedakârane   f. Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette.
fedakil   Emirlerin büyükleri.
fedame (fedume)   Yorgunluk. * Tembellik.
fedaviyye   Fedailer. Fedai takımı, serdengeçtiler.
feddad   şiddetli ses. Ekinci. * Çoban.
feddan   (C: Fedâdin) Bir çift öküz. * Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi. * Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.
fedek   Irak diyarında bir beldenin adı.
federal   Fr. Bir devletler federasyonu ile alâkalı, yahut ona ait.
federasyon   Fr. Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. * Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik.
fedevkes   Arslan, esed.
fedfed   (C: Fedâfid) Düz yer. * Büyük sahrâ. * Yaban. * Yüksek mekân. * Sığır buzağısı.
fedg   Baş yarmak.
fedgam   (C: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi.
fedh   Bir kimseyi borca sokmak. * Ağır işe giriftar etmek.
fedîd   Ses, savt, sada.
fedir   Akılsız, ahmak kimse. * Zayıf ve âciz kimse.
fedk   Atmak. * Tezyin etmek, süslemek.
fedm   Ahmak, bön, kalın kafalı, budala. * Yaşamak. * Yaşlanmak, ihtiyarlamak. * Yorulmuş, sakil kimse.
fedn   Kısaltmak.
feel   (C: Fuul) Fal tutmak.
fega   Buğdayın çürümesi. * Hurma koruğunun çürümesi ve çürüğü.
fegak   Haremini yabancılardan sakınmayan, kaltaban.
fegam   Haris olmak.
fegane   f. Düşük (çocuk).
fegv   Kına çiçeği.
feha   (C: Efhâ) Çorbaya katılan veya dövüp yemek üzerine ekilen bir ot. * Soğan. ◊ Horultulu uyku. * Şişman kadın. * Ayaklarda olan gevşeklik.
fehahe   Yorulmak. * Aciz olmak, güçsüzleşmek.
fehale   Erkeklik, aygırlık.
fehame   Ululuk, büyüklük.
fehava   (Fehavi) (Fehvâ. C.) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar.
fehc   (C: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması.
fehca'   Râzı olmak.
fehd   (C: Fühud) Pars denilen canavar. * Semer ortasındaki mıh. * Gafil olmak.
fehek   Dolu olmak.
feheka   (C: Fihâk) Buzağı başı.
fehem   (Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış.
fehh   (C: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet. * Kapan. ◊ Yorulmuş âciz kişi.
fehha   Uyku içinde horlamak. * Çağırmak.
fehhad   Parsa av öğreten.
fehham   Çok anlayışlı, pek zeki, en çok anlayan.
fehhe   Zillet, horluk. * Yaramaz söz.
fehîc   Yılan sesi.
fehîl   Kerim, cömert adam. Ulu ve kuvvetli kimse.
fehim   (Bak: Fehem)
fehîm   (Fehm. den) Anlayışlı, akıllı, zeki (kimse.) ◊ Kömür.
fehîre   İçine kızmış taşlar bırakarak kaynatılan ve üzerine un konulan ayran.
fehlel   Bâtıl.
fehm   Ulu kişi.
fehme   (C: Fuhem-Fuhum) Kömür. * Karanlık.
fehs   (C: Efhâs) Her nesnenin içi. ◊ Diliyle elini yalamak.
feht   Ay aydınlığı, ay ışığı.
fehur   Fahirlenen, övünen. * Nazlanan. * Büyük nesne. * Büyük deve.
fehva   (C.: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ.
fehz   (C: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi. * Uyluk.
fek' (füku)   Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden gitmek.
fekahe   Latife etmek, şaka yapmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
fekahet   Lâtifecilik, şakacılık. ◊ (Bak: Fakahet, Fakih)
fekih   Mütekebbir, gururlu ve şerli kimse.
fekk   Açmak. Ayırmak. * Kırmak. * Kaldırmak. * Kesmek. * El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak. * Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak. * Köle azadetmek. * Pir-i fâni olmak.
fekkeyn   İki çene. Alt ve üst çene.
fekn   Nâdim olmak, pişmanlık duymak.
fekr   Etraflıca düşünme.
fel'   Yarmak.
felâ   Öyleyse. O zaman. O halde... (gibi mânalara gelir.)
fela (felat)   (C: Felevât) Sahra, çöl.
felâ cerem   Şüphesiz. Muhakkak. * Düşündürücü değil.
felah   f. Başlangıç, mebde'. İbtida.
felâh   Selâmet. Saadet. Kurtuluş. Hayır ve ni'metlerde refah, rahatta dâim olmak. Fevz ve zafer. Necat ve beka. * Sahur yemeği. * Şakketmek.
felah-yab   f. Kurtulan, kurtuluşa eren, felah bulan.
felahan   f. Sapan. Taş atmaya mahsus âlet.
felahat   Çiftçilik, ekincilik, ziraat, haraset. (Bak: Filahet)
felak   Tan zamanı, subh, fecir. * İki tepe arasındaki düzlük. * Bütün mahlukat. * Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka. * Cehennem.
felak suresi   'Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir. (Bak: Muavvezetan)'
felaket   Belâ, musibet, âfet, dâhiye. Bedbahtlık.
felaketdide   Felakete düşmüş. Felâket görmüş olan.
felaketzede   f. Belâya uğramış, bir musibete düşmüş, acınacak hale gelmiş olan.
felan   İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim.
felasife   Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar. * Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar. * Dinsizler.
felat   Sahrâ, çöl. şenliksiz yer.
felc   Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı. * İki kısma yarılmak. * Küçük nehir. * Fevz, zafer.
felces   Haris kimse. * Baldırı ve mak'adı zayıf olan kadın.
felec   Küçük nehir. * Dişlerin seyrek olması. * El eğriliği.
felehdem   Büyük deniz. * Hafif nesne.
felek   Gök, gök katı, devir. * Tâli', baht. * Büyük ve dâirevi olan şey. * Her gök seyyaresinin gezdiği âlem. * Dünyâ, âlem, * Bir zilli âlet. * Yuvarlak kütük, kızak.(Felek her türlü esbab-ı More…
felekî   (Felekiyye) Feleğe mensub. Felekle ilgili. * Astronomik.
felekiyyat   Göklerin ilmi. (Kozmoğrafya, Astronomi)
felekiyyun   Gök ilmi ile uğraşanlar. (Astronomlar, Kozmoğrafyacılar)
felekmeşreb   Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz. * Kimine yâr olur, kimine olmaz.
felekseyr   f. Hareketleri ve gidişi süratli olan.
felekzede   f. Feleğin kahrına uğramış, tâlihsiz.
felence   Hoş kokulu sarı renkli bir tohumdur. Yemen'den gelir. * Besbâse yaprağı.
feletat   Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. * Ansızlık. * Her ayın son geceleri. (Bak: Hey'atin feletâtı)
felevat   (Felât. C.) Susuz çöller, sahralar.
felfak   Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı.
felfel   İri gövdeli, semiz adam.
felfele   Yemeğe biber katmak.
felh   (C: Füluh) Yarmak, şakk. * Kesmek.
felha   (C: Eflâh-Felhâ) Alt dudakta yarık olması.
felhem   Çulha mekiği.
felîce   Kaftan ve bez parçası.
felihaza   (Fe-li-zâlik) Bunun için, şunun için, imdi (mânasında.)
felîl   Bir yere toplanmış kıl. * Devenin azısı.
felîmun   şebrem denilen ot.
felizalik   (Bak: Felihâzâ)
felk   Yarmak, şakk.
felkam   Geniş, vâsi'.
felke   Ayın dolunay şekli.
fell   (C: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne. * Yaralamak. * Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması. * Kılınç yüzündeki açılan gedik. * Susuz kır yer. * Güruh, cemaat. * Muvakkat delilik.
fellah   Ekinci, çiftçi, ziraatle uğraşan arab. * Zenci, siyah arab.
fellaz   Bostancı.
felluce   (C: Felâlic) Ziraate müsait yer.
fels   (Füls) (C: Fülüs) Pul, Bakır para. * Balık pulu.
felsefe   Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği. * İlm-i hikmet. * Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen More…
felsefî   Felsefeye mensub ve felsefe ile alâkalı.
felsefiyyat   Felsefe ile ilgili bilgi ve düşünceler, hikmet bilgileri.
felte   Ansızlık. * Darlık. * Her ayın son gecesi.
feltut   Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise.
felüvv(e)   (C: Eflâ-Felâvâ) Atın yavrusu. Tay.
fely   Bit toplamak. * Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. * Kesmek. * Kılıç ile vurmak.
felyun   Ermeni kili.
fem   Ağız. Dihen. (Kelimenin aslı: 'Feveh' veya 'Fâh' dır.)
femî   Ağızla alâkalı. Ağıza âit.
fen   (Bak: Fenn)
fen'   Malın çok olması. * Misk kokusunun etrafa yayılması. * Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek.
fena   (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. * Geçici dünya. * Geçip gitme. * Tas: Kendi varlığından geçmek. * Kötü. * Devamlı olmayan. * Çok kocamış olmak.
fenafilihvan   '(Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine More…
fenafillah * Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile  Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle More…
fenafişşeyh   (Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir.
fenagâh   f. Fânilik yeri olan bu dünya.
fenapezîr   f. Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır.
fenat   (C: Fenevât) Tilki üzümü. * Vahşi sığır.
fence   Bir nevi toprak çanak.
fend   f. Mekir, hile, desise, yalan, dolan. ◊ Büyük dağ.
fened   Yalan söz. * İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması.
fenek   Kursak. * Körük yapılan şey.
fenen   (C: Efnân-Efânın) Budak. * Üslup.
feng   f. Acı hıyar, ebucehil karpuzu.
fenh   Kahretmek. Zelil kepaze etmek.
fenh (fünuh)   Su içerken tamamen kanmadan vaz geçmek.
fenhar   Büyük taş.
fenîh   Kahrolmuş.
fenik   (C. Finak-Efnâk) Gayet kerim ve necip olan.
fenîk   İki çenenin bitiştiği yer. * İki uyluğun bitiştiği yer.
fenîn   Erkek deve.
fenk   Nimetlenmek. ◊ İnat.
fenn   Hüner. Mârifet. * San'at. * Tecrübe. * İlim. * Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. * Türlü. * Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı. * Tatbikat ve isbat ile meydana gelen More…
fennen   Fence, fenne uygun olarak, fen vâsıtası ile.
fenniyat   Teknik bilgiler. (Teknoloji)
fer   'f. Işık, parlaklık, zinet, süs. * Fazl ve vakar. * İktidar; şevket, kuvvet.' ◊ (Ferr) Geri çekilme, kaçma, firar.
fer'   Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak. * Bir aslın neticesi. * Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru. * Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan. * Yükseğe çıkmak ve iki More…
fer'a   (C: Furu') Bit. * Yüksek yer.
fer'î   (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.
fera'   Devenin ilk doğurduğu yavru.
ferace   Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe. * Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü. (Bak: Cilbâb)
feradîs   (Firdevs. C.) Cennetler, firdevsler. * Bahçeler.
ferag   Vaz geçmek. Hiç bir şeyle meşgul olmayıp dinlenmek. * Boşaltma. ◊ f. Serin serin esen rüzgâr.
ferag ü intikal   Alım satımda tapu muâmeleleri.
feraga(t)   Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek. * Boşalmak, hâlî olmak.
ferah   Şen, sıkıntıda olmayan. İç açıcı. Şenlendiren. * İnşirah. Sevinç. ◊ f. Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık.
ferah-aver   f. Sevinç getiren, sevindiren, ferah getiren.
ferah-bahş   f. Sevinç veren, sevindiren. Ferah bağışlayan.
ferah-dehen   f. Geveze, boşboğaz. * Geniş ağızlı, ağzı büyük.
ferah-dest   f. Eli açık, cömert.
ferah-ebru   f. Sevimli, güler yüzlü.
ferah-efşan   (Ferah-feşân) f. Sevinç veren, ferah saçan.
ferah-efza   (Ferah-fezâ) f. Sevinç artıran, ferah artıran, safalı, iç açıcı.
ferah-engiz   f. Meşhur bir cins lâle.
ferah-gâm   f. Bahtiyar, mes'ut, mutlu, saadetli.
ferah-na   f. Geniş yer. Büyük saha. * Bolluk, bereket. Genişlik.
ferah-nak   f. Neş'eli, sevinçli.
ferah-rev   f. Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen.
ferahe   Zeyreklik. Çok akıllılık. Davarın gayretli olması.
ferahem   f. Toplu, devşirli. * Birikme, yığılma, toplanma.
ferahet   f. şan ve şeref.
ferahî   f. Genişlik, bolluk. Ucuzluk.
ferahur   f. Uygun, lâyık, münasib.
feraine   (Fir'avn. C.) Fir'avunlar. Mütekebbirler. İmansızlar.
ferâiz   (Farîze. C.) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri. * Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku.
ferak   (C: Efrâk) Korku. * Büyük ölçek.
feramîn   (Fermân. C.) Buyruklar, fermanlar.
feramuş   f. Unutma, hatırdan çıkarma.
ferancemşek   Reyhan karanfili.
feraşe   Pervane denilen kelebek. * Kilit damağı. * Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık. * Az su. * Hafif kimse.
feraset   (Bak: Firâset) Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir) ◊ Binicilik, süvarilik, yiğitlik.
feraşet   Süpürücülük ve döşeyicilik. Kâbe-i şerifeyi süpürenin hizmeti.
feratik   Şiradan ve pekmezden yapılan pestil.
feravvuc   Küçük oğlan gömleği.
ferbal(e)   f. Çardak. Etrafı pencerelerle kaplı yazlık köşk.
ferbih   f. Etli, besili, semiz.
ferbihî   f. Semizlik, topluluk, etlilik.
ferc   Yarık, çatlak. Korkulacak yer. * Ud yeri. Dişi tenasül âleti. ◊ f. Kadir, kıymet, mertebe.
fercam   f. Son, uç.
fercam-gâh   f. Son mekân, âkibet yeri. * Mc: Kabir, mezar.
fercar   Pergel.
ferce   Gamdan ve tasadan kurtulmak. * Kurtuluş. * Şiddetten kurtulmak. * Yarık, şak. * Girecek yer, medhal. * Açıklık, ferahlık.
ferd   Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan.
ferd-a-ferd   f. Tek tek, ferd ferd.
ferda   f. Yarın. Bugünden sonraki gün. * Arapçada: Bir olarak. Tek olarak.
ferdaniyet   Yalnızlık, teklik. Ferdlik. Yektâlık.
ferdî   (Ferdiye) Tek şey, bir tek. * Fertle ilgisi olan.
ferdiyet   Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı. (Bak: Tevhid.)Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse. Sadece bir olup, benzeri.
ferec   Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat. * Girecek yerler.
ferek   Kulağın sarkık ve sülpük olması.
ferengîs   f. Zühre yıldızı, Venüs gezegeni, çoban yıldızı.
feres   At, kısrak.
ferfah   Semizotu.
ferfar   Geveze, farfara, çalçene.
ferfere   Farfara, akılsızlık, hafif meşreplik. * Patırtıcı, gürültücü, ağzı kalabalık.
ferg   Gönden yapılan kovanın dikişi arasında su sızan yer.
fergand(e)   f. Fena koku, kokmuş. * Sarıldığı ağacı kurutan bir cins sarmaşık.
ferh   Civciv. Tavuk veya kuş yavrusu. * Nebatların diplerinde çıkan filiz.
ferhal   f. Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç.
ferhan   (C.: Ferâhî) Ferahlı. Sevinçli. Şâdan. Mesrur.
ferhaş   f. Kavga, savaş, muharebe, dövüş.
ferhat   Rahatlık. Sevinç. Meserret. Sürur.
ferhenk   f. Edeb. İyi terbiye. * Hüner. Hikmet. Azamet. Mârifet. Bilgi. * Lügat kitabı.
ferhest   f. Büyü, sihir, sihirbazlık.
ferhud   Dağ keçisinin dişisi.
ferhunde   f. Mes'ut, saadetli, mutlu, mübarek. Uğurlu.
ferhunde-pâ(y)   f. Ayağı uğurlu olan.
ferhunde-tâli'   f. Şanslı talihi yaver. Mes'ut, mutlu, saadetli.
ferhundegî   f. Mes'utluk, mutluluk, mübareklik, kutluluk. Uğurluluk.
feribot   ing. Araba vapuru.
ferîd   f. Katılaşmış şey, donmuş nesne. * Avcı kuş.
ferid(e)   Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ. * Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid. * Zamanında eşine More…
feride   f. Kendi ihtiyariyle hareket eden, gururlu, kibirli kimse.
ferig   Yorga at.
ferih   Sevinçli, ferahlı. Fahur. Ferhan.
ferih fahur   Sevinçli olarak, iftihar ederek.
ferihan   (Fârihan) Sevinçli olarak, iftihar ederek.
ferîk   Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral. * İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü. ◊ Buğday tanesinin olgunu, öğütülecek hâle gelmiş buğday tânesi.
ferîka   Koyun sürüsü. * Böy dedikleri ot.
ferîkayn   İki mukabil taraf, iki askeri fırka.
ferîs   (C: Fersâ) Ağaç halka, çenber. * Yaralı. Maktul.
ferîş   Yakında doğurmuş hayvan.
ferîsa   (C: Feris-Ferâyis) Boş böğür ile kürek arasındaki et.
ferişte   (Ferişteh) f. Melek. Günahsız. Masum. Yumuşak huylu.
ferîz   Takdir edici. * Hükmedici. * Yaşlı, ihtiyar.
ferk   El ile bir şeyi ovmak. * Buğz ve adâvet etmek, düşmanlık yapmak.
ferkaa   Parmak çıtlatmak.
ferkadan   Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).
ferkade   Sergerde kimse.
ferla   (C: Ferala) Kırba ağzı.
ferma   f. Buyurucu. Emredici. Âmir.
ferman   f. Emir. Tebliğ.
ferman-berdar   f. Fermana uyan, emre uyan.
ferman-dih   f. Hükmü geçen, verdiği emri dinlenen.
ferman-reva   f. Pâdişah, hükümdar. * Emri kabul edilen.
fermayiş   f. Emretmek. Buyurmak.
fermend   f. şan ü şeref ve mevki sahibi olan kişi.
fermene   İşlemeli dar ve yuvarlak yanlı yelek. * Eskiden esnaf tabakasına mahsus elbise.
fermude   f. Buyruk. Emir. Kumanda.
fernas   f. Şaşkın, dalgın, gafil. * Şaşkınlık, gaflet, dalgınlık.
ferneb   Fâre.
fernud   f. Hüccet, delil, bürhan.
fernun   Kanbel otu.
ferr   Kaçmak. Firar etmek. * Davarın yaşını anlamak için dişini görmek.
ferra   Kürkçü kimse.
ferraş   'Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. More…
ferruc   (C: Ferâric) Tavuk pilici.
ferruh   f. Mübarek, kutlu, uğurlu.
ferruh-fâl   f. Bahtı açık, şanslı, talihli, uğurlu.Ferruhî : f. Mübareklik, uğurluluk, meymenet.
ferruh-zâd   f. Mübarek evlât, uğurlu çocuk. * Hayırlı, kutlu, mübarek.
fers   Dağıtmak. Saçmak. * Ciğer parçalamak. * Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak. * Atın pisliği. Fışkı. ◊ Yırtmak. * Parçalamak. * Katletmek, öldürmek. * Boyunlamak.
ferş   Yer. Yeryüzü. * Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. * Küçük develer.
fersa   f. Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa  - Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa - Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan.
fersah   Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir. Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m. * İki şey arasındaki açıklık. * Sükun ve hareket arasındaki vakit. * Zaman. Saat. * Dâimî .
fersah fersah   (Uzaklık için) Çok çok. Çok fazlaca uzak.
fersan   f. Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi.
ferse   İnsanın boynunda ve arkasında olan ve gittikçe zaaf verip boynunu ve belini eğip, helâk eden yel.
ferşeha   İki ayak arasını açmak.
fersendac   f. Ümmet.
ferseng   (Bak: Fersah)
fersud(e)   f. Eskimiş, yıpranmış. * Eski, yırtık.
fersude-gî   f. Eskilik, yıpranış, fersudelik.
fertut(e)   f. Pir, çok ihtiyar. * Bunak, kocamış.
fertute   Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler  şunlardır. Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube. (O.T.D.S.)
fertutî   f. İhtiyarlık, pirlik, bunamışlık, bunaklık.
feruka   Böğürün yağı. * Korkak kişi.
ferve   (C: Füre'-Firâ) Baş derisi. * Bir parça toplanmış kuru ot. * Servet, zenginlik. * Kürk. ◊ f. Bazı hayvanların makbul olan derileri. Kürk.
fery   İyi iş işlemek. * Meşin dikmek. * Yaramaz iş. Bir nesneyi ıslah için kesmek.
feryad   f. Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan.
feryad-bahşa   f. Feryâd ettiren, bağırttıran.
feryad-han   f. Yardım isteyen.
feryad-res   f. Feryâd edenin imdâdına koşan, yardımına gelen.
ferz   Çukur yer. * Düz yer. * Ayırmak.
ferza'   Pamuk çekirdeği.
ferzah   Akrep isimlerinden bir isim.
ferzan   İlim ve hikmet.
ferzane   f. Bilgili kimse. Hakîm, feylesof. * Tas: Nefsanî alâkalardan sıyrılmış kimse.
ferzane-gî   f. Üstünlük, rüçhaniyet. * Bilgi.
ferzend   (C.: Ferzendân) f. Yavru. Çocuk. Veled.
ferzendâne   Evlâd gibi. Evlâda yakışır surette.
feş'   Böğürtlen ağacına benzer bir ağaç.
fes'e   Sâkin olmak, sâkin etmek.
fesa   Eskimek. * Vurmak. ◊ Bıçak.
fesad   Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)
fesad-amiz   f. Oyunbozanlık eden, fesat karıştıran.
fesadat   (Fesad. C.) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar.
feşafeş   f. Hışıltı. * Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses.
fesafis   Kesmez kılıç.
fesahat   (Bak: Fasahat)
feşak   Sürur, neşe, sevinç, neşat.
fesakî   (Fıskıyye. C.) Fıskiyeler. * Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar.
fesale   (Füsule) Alçak ve asılsız olmak.
feşan   f. Saçma. Neşretme. * Yayıcı. Serpici olan.
fesane   f. Asılsız hikâye. Masal. (Bak: Efsane)
fesar   f. Yular.
feşar   f. Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran.
fesc   Her nesnenin boşu.
feşc   Ayağını ayırıp apışmak.
fesda'   (Bak: Sada')
feseka   (Fâsık. C.) Fâsıklar. (Bak: Fâsık)
feşel   (C: Efşâl) Korkak olmak.
feşfaş   Yassı kılıç.
feşfeşe   Uykudan uyandırmak.
feşg   Dağıtmak. * Vurmak.
feşga   'Dağılmış; münteşir.' ◊ Pamuk parçası.
fesh   Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak. * Zayıf olmak. * Bilmemek. Cehil. * Re'y ve tedbiri ifsad eylemek. * Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden. * Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen. * More…
feşh   Başına el ile vurmak.
fesîh   (Füshat. den) Açık, geniş.
fesil   (C: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse. * Bağ çubukları dikmek.
fesîl   (C: Füslân) Hurma ağaçlarının küçüğü. * Her nesnenin kemi ve yaramazı.
feşil   (C.: Efşâl) Korkak, cesaretsiz, yüreksiz.
fesît   Tırnak kesintisi, tırnak parçası.
fesk   Yola gitmek. * Kan döküp adam öldürmek.
feşk   Kırmak.
fesr   Beyan etmek, açıklamak. * Tabibin suya bakması.
fess   Kıtlık günlerinde tohumundan ekmek yapılan bir ot.
feşş   Eritmek. * Süt sağmak. * Çıkarmak. * Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi.
festat   (Bak: Fustât)
festemi'   (Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir.
festival   Fr. Çeşitli sebeplerle yapılan ve birkaç gün süren şenlik.
fesv   (Fesüvv) Yellenmek.
fet'e   Zikretmek.
feta   (C.: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı. * Cömert. ◊ (Fetâne) (C: Eftâ) Yassı ve çökük burunlu olmak.
fetah   Yumuşak.
fetak   Fıtık. Kasığı şişmiş olan kimse.
fetake   Gadretmek, öldürmek.
fetanet   (Bak: Fatânet)
fetase   Yassı çökük burunlu olmak. * Büyük boncuk.
fetat   Kuvvetli, genç kadın.
fetehat   (Fetha. C.) Fethalar, arapçadaki üstün işaretinin adı.
fetel   Devenin iki kollarının, yanlarından uzak olması.
feteva   (Fetva. C.) Fetvalar. Ehliyet sâhibi bir din âliminin bir mes'ele hakkında müsbet veya menfî haber ve malûmatları. (Bak: Fetva)
feth   Açma, başlama. * Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret. * Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak.
fetha   Gr. Arabçada harfleri (E, A) diye okutan işâret, üstün.
fetha (fetaha)   (C.: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük. * Büyük yüzük. * Tavşancıl kuşu.
fethî   Fetih ile alâkalı. Fethe âit. * Ferahlık verici.
fetih   (Bak: Feth)
fetih suresi   Kur'an-ı Kerim'in 48. suresi.
fetik   Dülger. * Sabah. * Parlayıcı nesne, parlak olan şey.
fetîl(e)   Yaralara konulan tiftik. * Lâmba fitili. * Deriden çıkan kir. * Örgü.
fetîr   Taze nesne. * Cıvık hamur. * Acele anlaşılan.
fetîs   Büyük çekiç.
fetişizm   Fr. Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı.
fetît   Terit altına konulan ekmek parçaları.
fetiyle   Yanmış fitil ucu. * Bükülmüş ince sicim. * İki parmak arasındaki kir.
fetk   Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma. * Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak. * Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı. * More…
fetkelîn   Belâ. Zahmet.
fetl   Bükmek. * Yüz döndürmek.
fetn   Yakmak, ihrak etmek.
fetret   Uyuşukluk, zayıflık. * Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman.
fetş   Sorup aratmak.
fett   Kırmak, kesr.
fettah   (Fetih. den) En iyi, en çok fetheden. Darlıktan kurtaran. Her şeyi en iyi cihetten açan. Her şeyi açan.
fettak   (Fetk. den) Kanlı katil, çok sayıda insan öldürmüş kimse.
fettan   Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.
fettane   Mehenk taşı. Altun ve gümüşü muâyeneye yarıyan taş.
fette   Açmak. * Yardım. * Hüküm.
fetur   Oruç açacak nesne. * Yaratmak. * Yarmak. * İki parmağıyla kaşımak.
fetut   Ekmek parçaları.
fetva   Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.
fevahiş   (Fâhiş. C.) Fâhiş işler. Bozuk işler. Kötü ve haram olan işler, ameller.
fevâid   (Fayda. C.) Faydalar. Faydalı şeyler.
fevaih   (Fâih. C.) Meyve ve çiçek kokuları.
fevait   (Fevt. C.) Fevt olmuş şeyler. * Vaktinde kılınmamış namazlar.
fevak (füvâk)   İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi. * Rahat. * Rücu. * Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.
fevakih   (Fâkihe. C.) Meyveler, yemişler, fâkiheler.
fevaris   (Fâris. C.) Atlılar, biniciler.
fevasil   (Fâsıla. C.) Fâsılalar. (Bak: Fâsıla)
fevatih   (Fâtiha. C.) Fâtihalar. Başlangıçlar. * Son vermeler. * Bir kitabın mukaddemeleri.
fevazil   (Fâzıla. C.) (Bak: Fâzıl)
fevc   Dalga. Bölük. İnsan kalabalığı. Cemaat. Takım. * Koşmak. Sür'at etmek. * İyi kokunun dağılıp yayılması.
fevc fevc   Dalga dalga, kısım kısım, takım takım, akın akın, cemaat cemaat.
fevd   Tavşancıl kuşunun kanadı. * Ölmek. * Canip, taraf, yön. ◊ Bir işi veya emri başkasına teslim etmek.
fevdec   (C: Fevâdic) Mahfe.
fevehan   (Fevh. C.) Güzel kokular.
fevehat   (Fevha. C.) Güzel kokular.
feverân   Maddi ve manevi kaynayıp fışkırmak. * Köpürmek. * Coşmak. * Kokunun etrafa yayılması. * Depreşmek. * Şiddet.
fevg   şişman olmak.
fevga'   İri vücutlu, şişman kadın.
fevh   Yaradan kan fışkırması. * Bolluk, genişlik. * Güzel kokunun yayılması. * Kaynamak. ◊ Ağız büyüklüğü. ◊ Kokmak.
fevha   (C.: Fevehât) Güzel koku.
fevhed   Semiz oğlan, şişman çocuk.
fevk   Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı.
fevkalâde   Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette.
fevkalbeşer   (Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü.
fevkalgaye   Son derecede.
fevkalhad   (Fevk-al had) Huduttan ileride. Sınırsız. Hudutsuz.
fevkalkanun   Kanun üstü. Kanunun kabul etmediği. Kanunun karışmadığı.
fevkalküll   (Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde.
fevkalme'mul   (Fevk-al me'mul) Ümidin fevkinde, Umulandan ziyade. Ümid edilmedik şekilde. Beklenmedik bir anda.
fevkalmu'tâd   (Fevk-al mu'tâd) Her zamankinden üstün. Âdetin fevkinde.
fevkanî   Üst, üst tarafta, üstteki.
fevkattahammül   (Fevk-at tahammül) Tahammülün üstünde, tahammül edilmez, dayanılmaz, dayanılması imkânsız.
fevr   Hemen. Birdenbire. Acele. Sür'at. * Bir adamın geldiği semt ve cihet. * Suyun kaynayıp fışkırması.
fevren   Birdenbire, sür'atle, çarçabuk.
fevres   Buğday, hınta.
fevrî (fevriyye)   Düşünmeden ve âni olarak yapılan hareket.
fevt   Ölüm, mevt. * Kaybetme. Elden çıkarma. Kaçırma. Bir şeyin bir daha ele geçmiyecek şekilde elden çıkması.
fevvare   Fıskıye, su fışkırtan şey.
fevz   Kurtuluş. Zafer. Necat. Muvaffakiyet. Selâmet. ◊ Ölmek, mevt.
fevzâ   Kargaşalık. Anarşi. * Karışmış, muhtelit.
fevzaî   Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan. * Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı.
fevzaiye   Fls: Anarşik. Kanun ve nizam tanımayan hal ve hareket.
fevzî   Kurtuluşa, fevze âit ve müteallik.
fey'   Ganimet. Harbde elde edilen mal. * Rücu'. * Haraç. * Zeval vaktinden sonraki gölge. (Bak: Fey-i zeval)
fey' (fey'a)   Her nesnenin evveli.
feya   Yahu... gibi mânaya gelir, hayret ifade eder.
feyac   Söz, kelam.
feyafî   (Feyfâ. C.) Çöller, sahralar.
feyalilaceb   (Fe-yâ lil'aceb) Hayret ve taaccüb ifâdesi için söylenir.
feyayih   (Feyhâ. C.) Genişlikler, enginlikler, boşluklar.
feyc   (C: Füyuc-Feycân) Haber getiren peyk.
feycen   Sedef dedikleri ot.
feyd   Sallanmak.
feydum   Bir nevi mâcun.
feyezan   f. Suyun çok olup taşması, çoşması. * Bolluk, fazlalık, feyiz.
feyfa'   (C.: Feyâfi) Büyük çöl, sahra.
feyfa-neverd   f. Çöl yolcusu. Çöllerde yol alıp ilerliyen.
feyh   Sıcağın şiddetlenmesi. * Koku yayılmak. * Kazan kaynamak. * Yara kanamak.
feyha   Bir nevi toprak çanak. * Genişlik, vüs'at. ◊ Geniş ve büyük olan. Engin.
feyhak   Geniş nesne.
feyhec   İçki ölçülen bardak. Şarab. Hamr. Bâde.
feyk   Tavuğun gıdaklaması. * Uzun boylu erkek. * İyi olmak.
feyl   Hamile kadının sütü.
feylak   Büyük adam. * Çok asker. Kolordu. * (C: Feyâlik) İpek böceği ve kozası.
feylekun   Kandıra dedikleri hasır otu.
feylekus   Fil kulağı dedikleri büyük yassı yapraklı ot.
feylem   Geniş, büyük nesne.
feylemanî   Cüssesi büyük olan.
feylesof   Felsefe ile uğraşan, felsefeci.
feylule   İkindiden akşama kadar olan ve mekruh addedilen uyku. (Bak: Kaylule)
feynan   Güzel uzun saçlı kişi.
feyne   Zaman. Saat.
feyruzec   Piruze dedikleri kıymetli taş.
feyşe (feyşele)   (C: Feyâşil-Fiyeş-Fiyâş) Zeker başı.
feytek   Dülger.
feyyad   Erkek baykuş. * Çok yiyen adam.
feyyal   Fil çobanı. File bakan kimse.
feyyaz   Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. (Bak: Feyz)
feyyih   Şiddetli adam.
feyyil   Zayıf hüküm.
feyz   (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. * Bir haberi fâş etmek. * More…
feyz ü rif'at   İlerleme, bolluk ve yükseklik.
feyz-aver   f. Feyz getiren. Feyiz veren. * Bolluk veren.
feyz-bahş   f. Feyiz ve bereket veren, feyiz bağışlayan.
feyz-dar   f. Feyizli, bol, bereketli, gür.
feyz-efza   f. Feyiz artıran, bollaştıran.
feyz-nak   f. Feyizli, bereketli, bol.
feyz-resan   f. Bolluk ve bereket getiren, feyiz bahşeden.
feyz-yab   f. Bollaşan, feyiz bulan. Feyze nâil olan.
feyza feyz   Feyiz ile dolu, bol.
feyzî   Bolluk ve berekete ait ve müteallik. Feyze mensub.
feza   (Efzâ) f. Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır. ◊ Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü. * Yer geniş More…
feza'   Korku. Havf. * Sığınma, dehalet. * Uykuda şiddetli korku ile uyanmak.
feza-neverd   f. Fezâda dolaşan, boşlukta giden.
fezaa   Yolda ve tarlada yapılan ve höyük denilen suret.
fezaî   Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.
fezail   (Bak: Fazâil)
fezaze   Ahlâkı kaba ve kerih olmak.
fezd   Kan aldırmak.
fezîz   Seyelân etmek, akmak.
fezleke   Hülâsa. Netice. Öz. İcmâl. * Hesap listesinde netice.
fezr   Yarmak. * Ayırmak. * Bozup feshetmek.FEZZ: Yalnız şey. Bir kimsenin yalnız kendi başına olması. * Udûl. * Geri dönmek. * Buzağı. * Hafif.
fî   Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan 'bâ, ilâ, min, maa' harflerinin yerine kullanılır. Geçen More…
fi'liyat   İş olarak yapılan şeyler, işler, fiiller.
fial   Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip 'hangimizin hissesinde çıkar' diye ararlar.) ◊ (Fiil. C.) Fiiller, yapılan şeyler.
fiam   Çok kalabalık olan erkekler topluluğu.
fiat   (Fî. C.) Kıymetler, değerler, bahalar.
fica   Birdenbire, ansızın.
ficac   İki dağ arasında geniş yol. (Bak: Fecc)
ficacen sübülâ   Turuk-u vâsia, geniş yollar.
ficc   Şam karpuzu. * Tam olmamış olan meyve.
fida   Dağıtmak. * Atâ etmek. Hediye veya bahşiş olarak vermek. * Bedel vermek.
fidam   (Feddâm) - Su kabının üzerine koydukları süzgeç. * Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.
fidda   Gümüş.
fidre   Et parçası.
fidye   Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka. * Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen More…
fie   Kalabalık, topluluk, cemaat.
fîf   (C: Efyâf- Füyuf) Düz yer.
figân   f. Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma.
figân-perver   f. Feryad ettiren, bağırtan.
figâr   f. Ceriha, yara. * İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr  - Yüreği yaralı.
figen   f. Yıkıcı, düşürücü, atıcı.
figende   f. Yıkık, yıkılmış, düşkün.
figür   Fr. Oyuncunun hareketi. * Resim, şekil, canlı resim. * Mecaz.
fîh   (Fî-h) Onda, onun hakkında.
fihal   (Fahl. C.) İtibarlı, seçkin ve üstün kimseler.
fiham   (Fahîm ve fahm. C.) İtibar ve nüfuz sahibi kişiler, ulu kimseler.
fihhîr   Çok gururlanıp fahirlenen kimse.
fîhi nazar(un)   Şüphe edilen bir mes'ele hakkında söylenir. 'Ona bir bakmak, tetkik etmek lâzımdır' demektir.
fihr   (C: Efhâr) Destesenk dedikleri taş. * Taş.
fihris   (Fihrist) Bir dükkânda veya bir kitabın içerisinde ne bulunduğunu sıra ile gösteren liste. (Kataloğ) * (C: Fehâris) Her nesnenin aslı. * Kanun.
fiil   '(Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş. *Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi…
fiilen   Gerçekten, işleyerek, hakikatte.
fîka   (C Efavık-Efvak) İki defa sütü sağmak arasında biriken süt.
fikak (fekâk)   Halas, kurtulma. * Bir şeyin karşılığında verilen şey.
fikarât   (Fıkra. C.) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler. * Fasıllar, bölümler, kısımlar. * Cümleler, parağraflar. * Omurga kemiklerindeki boğumlar.
fikdan   Yokluk. * Bir şeyin belirsiz olması. Yitirmek.
fıkıh   (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları More…
fikr   (Fikir) Akıl. * Re'y, istek, düşünce.
fikra   Yazıda bir bahis. * Parağraf. * Kanun maddelerinden her bir kısım. * Kısa haber. * Küçük hikâye. * Omurga kemiklerinin her biri. * Bend. * Kıssa. * Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca More…
fikra-hân   f. Hikâye söyliyen, fıkra anlatan.
fikren   Zihnen, fikir ile, düşünerek.
fikret   Düşünme, tefekkür, teemmül, fikir, Düşünülen şey.
fikrî   (Fikriye) Fikir cinsinden, fikirle alâkalı. Fikre âit ve müteallik.
fikriyyat   Fikir ve düşünce ile olan işler.
fil   (C.: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.
fil suresi   Kur'an-ı Kerim'de 105. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
fil vak'asi   (Bak: Ebrehe)
filahet   Çiftçilik, tarla işleri, rençberlik, çift sürmek.
filasl   (Fi-l-asl) Aslında olduğu gibi.
filcümle   (Fi-l-cümle) Ezcümle, minelcümle. Bir hayli. Emsalinden beri.
filhakika   (Fi-l-hakika) Hakikatte, esasında, hakikaten, doğrusu.
filhal   (Fi-l-hâl) Şimdi, hemen. * Bu halde. * Hadd-i zâtında.
filiz   Ağaç ve çiçek fidanı, taze sürgün. * Eritilip temizlenmemiş olan altun, gümüş,demir, bakır gibi külçe, ham maden. * Erimiş bakır.
filk   Zahmet, meşakkat. * Acib emir. * Parça.
fill   Yağmur yağmayıp ot bitmeyen yer, otsuz yer.
filmedine(ti)   (Fi-l-Medine(ti)) - Medine şehrinde.
filmesel   Misaldeki gibi, meselâ.
filo   Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü.
filozof   (Bak: Feylesof)
fils   Put, sanem.
filus   (Bak: Fülus)
filvaki'   Vâki hâle göre. Vakide olduğu gibi.
filze   (C: Fülüz-Eflâz) Parça, kıt'a.
finâ   Evin önü. Civar.
find   Dağ burnu.
finhan   Leğen dedikleri kap.
fintîse   Kurt ve kuş ağzı.
fir'avn   Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (A.S.) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar. * İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve More…
fir'avnî   f. Firavunluk. Firavun ile ilgili.
fir'avniyyet   Firavun gibi oluş, isyankârlık ile Allah'ı tanımayış. İnat ile Allah'a isyan edip halkı sapık yollara, dalâlete ve dinsizliğe sevke çalışmak.
firad   (Ferd. C.) Fertler, kişiler.
firak   (Fırka. C.) Fırkalar, partiler. * Alaylar, bölükler. * Cennetler. * Ehl-i Sünnet cemaatından ayrılan mezhebler. ◊ Ayrılık. Ayrılmak. Hicran.
firar   Kaçmak. Kaçış.
firarî   Kaçkın, kaçak.
firas   Çok fazla kırmızı nesne.
firaş   Döşek. Yatak. Yere serilen şey. Minder. şilte.
firaset   Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen More…
firaşiyet   Karılık. * Fık: Birisinin karısı oluş. Zevciyet.
firat   Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra More…
firavan   f. Bol, çok, ziyade, aşırı, fazla.
firaz   f. Yukarı, yüksek. * Çıkış, yokuş. * Kaldıran, yükselten, yücelten. ◊ Geniş, vâsi. * Irmak ağzı. * Sokak ağzı. * Elbise. ◊ Ayrılmak.
firazî   f. Yukarılık, yükseklik.
firbar   Ululuk, azamet. * Ardınca gelicilik, peşinden gelmek.
firc   Sır saklamayan kişi.
firdevs   Cennet. Cennette altıncı kat. * Bostan.
fireunî   Hat, minyatür, tezhib gibi güzel san'atlarda kullanılan bir kâğıt cinsi.
firezdek   (C: Ferâzık) Hamur yuvarlağı, hamur parçası.
firfîr   Menekşe.
firfira   Topaç.
firfis   Yaban sineği.
firib   f. Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib  - Gönül aldatan. Nazar-firib  - Göz aldatan.
firibende   f. Kapılmış, aldanmış.
firifte   f. Kandırılmış, aldanmış, aldatılmış.
firifte-dil   f. Gönlü aldanmış.
firişka   Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.
firistade   (C.: Firistâdegân) f. Elçi, gönderilmiş. * Peygamber.
firişte   (C.: Firiştegân) f. Mâsum, suçsuz, günahsız. * Melek. * Mc: İyi huylu kimse.
firişte-sifat   f. İyi huylu kimse, huy ve tabiatça melek gibi olan.
firk   Koyun sürüsü. * Parça.
firka   Parti. İnsan grubu. Kısım olmak ve ayrılmak. Bölük. * Tümen.
firkat   (Fürkat) İftirak. Dostlardan ve sâir sevdiği şeylerden ayrılış. Firak. Müfarakat.
firkateyn   Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde More…
firma   ing. Tescil edilmiş ticarî müessese.
firnas (fürânis)   (C: Ferânis) Boynu kalın arslan. * Köylü reisi.
firs   Bir nevi ot.
firsa   (C: Firâs) hayız bezi.
firsad   Kırmızı dut. * Böğürtlen.
firsat   (Bak: Fursat)
firşat(a)   Genişlik, vüs'at. * İki ayağının arasını ayırıp genişletmek.
firsek   (C: Ferâsik) Çekirdeğinden ayrılmayan şeftali.
firtina   Şiddetli rüzgârla denizin dalgalanıp karışması. * Rüzgârın çok şiddetli esmesi.
firudest   f. Birkaç hânendenin hep bir ağızdan usûlüne uygun olarak söyledikleri nağme.
firuz   Said, hurrem, saadetli, uğurlu, muzaffer, mansur.
firuz-baht   f. Şanslı, uğurlu.
firuz-mendî   f. Galebe, zafer.
firuze   Nişabur'da çıkan açık mavi renkli ve kıymetli bir taş.
firuzende   f. Meşhur bir cins lâle.
firye   Yalan, kizb.
firzah   Göğsü geniş, etli kimse.
firzan   (C: Ferâzine) Arif. * Fen sahibi kimse.
firze   Parça.
firzel   Demircilerin demir kestikleri alet. Kayıt.
fisad   Kan alma, hacamet.
fisal   (Fasıl. C.) Ayrılmış olanlar. * Yavrunun sütten kesilmesi. * Kısa duvar. * İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan. * Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, More…
fîsebilillah   Allah yolunda. Allah için.
fisfisa   (C: Fısfıs-Fesâfıs) Yaş yonca.
fisfise   Yonca otu.
fish   Nasârâ bayramı.
fisk   Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak. * Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara 'fâsık' denir. ◊ More…
fisk u fücur   Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek.
fişki   Pislik. Çör çöp. Fazladan olan. Hayvan gübresi.
fiskil   Yarış atlarından cemeleden sonra geleni.
fiskiye   Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak More…
fisl   Ahmak.
fissa   Yonca dedikleri ot.
fissîk   Fıskı dâim olan.
fistan   Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir. * Direklerin güverte ıskaçalarını More…
fitam   Çocuğu veya yavruyu sütten kesme. ◊ Çocuğu sütten kesmek.
fitan   Eyer örtüsü.
fiten   (Fitne. C.) Fitneler.
fithil   Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışından evvel olan zaman.
fitik   (Bak: Fetk)
fitil   'Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine denk; dengin dörtte birine  Kırat; Kıratın dörtte birine Fitil denilir. * Eski Fitilli.
fitnat   Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek. * Hikmet. * Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur.
fitne   İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey. * Muhârebe. * Azdırma. * Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu. * Küfr. Fikir ihtilâfı. * Şikak. Kavga. * Delilik. * More…
fitne-âmiz   f. Fitne çıkaran, fesat karıştıran.
fitne-cihan   f. Fitne koparan, fesat karıştıran, bozgunculuk yapan.
fitne-cu   f. Fesat arayan.
fitne-engiz   f. Fitne çıkaran.
fitne-kâr   f. Ortalığı bozmağa çalışan. Fitneci. Fesâd verici. Fitne çıkarmak isteyen.
fitr   (C: Eftâr) Açıldığında baş parmakla şehadet parmağının arası. Karış. ◊ Oruç açmak, iftar etmek.
fitra   (Fitre) Fıtrat sadakası, yaradılış atiyyesi.
fitrak   f. Atın terkisi, terki kayışı, eyerin ardındaki tasma.
fitrat   Yaradılış, tıynet, hilkat. (Bak: Evamir-i tekviniye)
fitraten   Yaradılıştan, fıtrî olarak.
fitre   İmtihan. * Belâ, musibet. ◊ (Bak: Sadaka-i fıtır)
fitret   (Bak: Fetret)
fitrî   Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.
fityan   (Fetâ. C.) Delikanlılar, yiğitler, bahadırlar, gençler, mertler.
fitye   (Fetâ. C.) Gençler. Genç yiğitler.
fizar   f. Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak.
fizr   Koyun sürüsü. * Yaşlı, ihtiyar kimse.
fizyoloji   Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.
fizza   Gümüş.
flama   Mızrak ve süngü ucuna takılan, gemi direğine çekilen ince bayrak.
flandra   Harp gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancaklar.
fobi   (Fobya) Fr. Bâzı hal veya şeylere karşı duyulan hastalık halindeki korku.
fonoğraf   Fr. Gramofonun ilk şekli. Ses cihâzı. Sesi alıp tekrar veren âlet.
forma   Fr. Cüz. Kısım. Parça. * Şekil. Biçim. Askeri nişan. Rütbe işareti. * Bükülünce 8, 16, 32 sayfa olan kitap dizgisi.
formalite   Fr. Resmi işlerin gerektirdiği muameleler.
forsa   Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri.
fosil   'Fr. Eski jeolojik devirlerde toprağa gömülerek kalmış bitki, hayvan; bunların parçaları veya izleri.'
foştina   Eskiden Tuna nehrinden istifade edenlerden alınan su resmi.
foya   İtl. Gizli oyun, hile. Göz boyacılığı, sahtekârlık. * Elmasların yuvalarında yatağına konulan ince madeni yaprak.
frengistan   f. Avrupa, garb âlemi, batı memleketleri.
frenk   Avrupalı. Fransız.
frenk sakali   Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.
frenkvâri   f. Frenk gibi.
fua   Keler, kertenkele. * Her nesnenin evveli. * şiddetli koku. Güzel koku.
fuad   Kalb, gönül, yürek.
fuadî   Gönül ve kalble alâkalı.
fuak   Can çekişme. * Midenin çekilip toplanması. * Hıçkırık.
fuala   (Fâil. C.) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar.
füc'e   Ansızın, birdenbire.
füc'eten   Apansızın. Birdenbire. Ansızın. Hiç beklenmedik anda.
füccar   (Fâcir. C.) Günahkârlar. Açıktan günah işleyenler.
fücle   Turp.
fücre   Suyun çıkıp aktığı yer.
fücur   Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu.
fudala   (Fazıl. C.) Faziletliler. Fâzıllar.
füds   (C.: Fedese) Örümcek.
füfs   Kırman dağlarında bulunan bir taife.
fügen   f. Yıkıcı, atıcı, düşürücü.
fuhş   Edeb ve terbiyeye uymayan hareket. * Haddini aşmak. Çirkin, kötü. İş ve sözde taşkınlık. Haram. * Çok günah ve çok fena bir fiil olan zina.
fuhşiyyat   (Fuhş. C.) Çok çirkin işler, günahlar.
fuhul   (Fahl. C.) Büyük âlimlerin ileri gelenleri. Emsalinden üstün olanlar. (Bak: Fahl)
fukaha   (Fakih. C.) Fakihler. Fıkıh âlimleri. (Bak: Fıkıh)
fükahet   (C.: Fükâhât) Hoşa giden söz, lâtife, şaka, mizah.
fukara   (Fakir. C.) Yoksullar, fakirler.
fukara-perver   f. Fakire bakan. Fukarayı koruyan.
fukka'   Ekseriya şerbet içilen kap. * Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.
fukm   (Fukum) Çene.
fuku'   (C: Faki) Çok sarı olmak. * Safi olmak.
fükuk   Yaşamak. * Kocalmak, ihtiyarlamak. * Ayrılmak.
fukve   (C: Fukâ) Ok gezi.
ful   Bakla. Fasulye.
fulad   Çelik.
fülc   (C: Füluc) Fevz ve zafer. * Yarık.
fülfül   (C: Felâfil) Karabiber.
fülgur   Kuzukulağı dedikleri ot.
fülk   Gemi, sandal, kayık.
fülleyk   Bir şeftali cinsi.
füls   (Fels) Mangır, akça, pul.
fülû'   Yarıklar.
fülus   (Fels. C.) Bakır paralar. * Balık pulu.
fum   Buğday.
fündak   Hesap defteri.
funduk   Fındık. * Misafirhane, han. Otel.
fünuk   İnat etmek.
fünun   (Fen. C.) Fenler, ilimler. (Bak: Fenn)
für'al   Sırtlan eniği.
fürade   Yalnızlık.
fürafür   Kulağı yırtık kişi.
furag   f. Işık, ziya, parıltı.
füraga   Nutfe, meni.
fürakis   Galiz ve şiddetli nesne.
fürat   Tatlı su. * Fırat Nehri.
fürayik   (C: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit.
fürce   Medhal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık.
fürfur   Semiz, besili koç. * Bir kuşun adı.
fürhüd   Arslan eniği. * Yüzü güzel oğlan. * Kaba şiş.
furkan   Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı farkedip ayıran. * Kur'an-ı Kerim. * Kur'an-ı Kerim'in 25. suresinin ismi.
fürkan   (Bak: Furkan)
fürkat   (Firâk) Ayrılık.
fürraa   Kalem silmekte kullanılan bez.
fürre   Katılık, şiddet. * Evvel.
fürs   şark kavimleri. (Bak: Fars)
fursa   (C: Furus) İçmek, şirb. * Nöbet.
fursat   Müsait an, elverişli durum, uygun zaman, elden kaçırılmayacak faydalı hâl veya vakit. Nöbet.
fursat-cû   f. Fırsat bekleyen, fırsat arıyan.
fursat-yâb   f. Eline fırsat geçen, fırsat bulan.
fürsiyyat   Fars dili ve edebiyatı bilgisi.
fürtum   Pabuç burnu.
fürtuse   Hınzır burnu.
füru   f. Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır.
füru'   (Feri'. C.) Bir kökten ayrılmış kısımlar. Dallar. Budaklar. * Bir sülâleden gelmiş torunlar. Çocuklar. * Fık: Cüz'î hüküm ve kaideler. Ahkâm-ı cüz'iyye.
füru-berde   f. Öne eğilmiş, aşağı eğilmiş.
füru-mande   f. Yorgun. bitkin. * Şaşkın, şaşırmış. * Âciz, beceriksiz. * Aşağıda, geride kalmış olan.
füru-mandegî   f. Yorgunluk, bitkinlik. Beceriksizlik.
füru-nihade   f. İndirilmiş, tenzil edilmiş.
füruat   Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
füruc   Çatlaklık, yarık. * Geçit, kapı. * Boşluk. * Ayıp, kusur.
furude   f. Alçaklık, âdilik, hasislik. * Kavrulmuş, yanmış. * Alçak, âdi, deni, hasis.
fürug   Işık. Ziya. Aydınlık. Nur.
fürug-efşan   f. Işık saçan.
füruht   f. Satım. Satış.
füruhtar   f. Satıcı.
füruk   (Fark. C.) Farklar. Ayırma vasıfları. Alâmetler.
fürun   Ekmekçi fırını.
füruş   (Firaş. C.) Döşemeler. Yerlere serilen örtüler. * Yataklar. ◊ f. Satan. Satıcı.
fürusî   f. İyi binici, ata iyi binen.
fürut   (C: Efrât) Haddini tecavüz eden. * İsraf. * Zayi. * Yüksek mevzi.
füruz   f. Parlatan. Nurlandıran.
füruzan   f. Parlak, parlayıcı, parlayan.
fürza   Irmak kenarından başka yere su gitmesi için açılan gedik. Deniz kenarında gemilerin durmasına mahsus yer. Liman.
fürzel   Sırtlan eniği.
fürzum   Yuvarlak ağaçtan yapılıp, üstünde bir şey yontmağa mahsus dülgerler örsü.
fus'ul   Akrep. Yaramaz, kötü kimse.
füsa   Yellenmek.
füsafis   Keneye benzer murdar kokulu bir böcek. * Tahta kurusu.
füşag   Sarmaşık otu.
fusaha   (Fasih. C.) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
füsat   (Füstât) Kıl. Büyük çadır. * Kapıya asılan perde. * Cemaat. * Mısır'da bir mahallin adı.
füseha   (Bak: Fusaha)
füseyfisa   Küçük boncuk taneleriyle veya taş ve cam parçalarıyla süslenmiş satıh.
füsham   Göğsü geniş olan.
füshat   Vüs'at, genişlik, açıklık.
füshat-kede   f. Geniş yer.
füshat-serây   f. Geniş yer, geniş saray.
füshat-zâr   f. Geniş yer.
fussilet   (Fasıl. dan) Ayırd edilmiş, izâh ve tafsil edilmiş.
fussilet suresi   Kur'an-ı Kerim'in 41. suresidir. Mekkî'dir. Secde, Sure-i Akvat ve Mesabih Suresi de denir.
fustat   (Fistat) Göçebelerin kıldan yapılan çadırı. Büyük çadır. * Kapıya asılan perde. * Cemaat.
füsuk   (Fısk. dan) Yalancılık. Doğruluk ve itatten ayrılmak. Sıdk u taatten huruc.
fusul   (Fasıl. C.) Fasıllar. Mevsimler. Bölükler. Kısımlar.
füsul   (Bak: Fusul)
füsun   f. Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine cezbedici bir güzellik. * Büyü.
füsunger   f. Sihirbaz.
füsunkâr   f. Büyüleyici. Cezb ve celbedici. Hayranlık verici.
füsunperver   f. Büyüleyici, hayranlık verici, cezbedici, celbedici.
füsunsâz   f. Büyüleyici, câzibedâr.
füsürde   f. Donmuş, sertleşmiş. Müncemid.
füşürde   f. Direnen, inad eden, ısrar eden.
füşürde-kadem   f. Ayak direyen, inad eden, ısrar eden.
fusus   (Fass. C.) Yüzük taşları. (Bak: Fass)
füsus   Nükte, maskaralık. ◊ f. Eyvah! Yazık!
füşv   Aşikâre ve zâhir olmak. Görünmek.
futa   f. Hamamlarda kullanılan bir kumaş cinsi. * Peştemal. Havlu.
fütade   (C.: Fütâdegân) f. Mübtelâ, tutkun. * Biçare, zavallı. * Düşkün, düşmüş.
fütaha   Hükmetmek.
fütan   f. Düşen, düşerek.
fütar   Kesmez kılıç.
fütat   Parçalanmış ve dağılmış olan şey. * Her nesnenin ufağı, parçası.
fütl   (Eftel. C.) Kolları göğsünden uzak olan kimseler.
futr   (Fitre) Yaratmak, halk.
füttak   (Fâtik. C.) Fırsat buldukça adam öldürenler.
fütuh   (Feth. C.) Fetihler. * (C: Fütuhât) Açılmak. * Yardım. * Lütf-u İlâhîye ulaşmak. * Zafer. Galibiyet. * Açıklık. Gönül ferahlıkları.
fütuhat   (Fütuh. C.) Fetihler, zaferler, galibiyetler.
fütun   İmtihan ve tecrübe etmek. * Birbiri ardınca mihnete ve şiddete düşmek.
futunc   Yarpuz denilen ot.
futur   (Fatır. C.) Yarıklar. Çatlaklar. ◊ Büyük ve beyaz mantar.
fütur   Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik.
fütüvvet   Dostlara afv ve safh ile muamele. * Yiğitlik. Cömertlik. Lütuf ve ihsankârlık. * Kerem ve seha. * Soy temizliği.
fütüvvet-mend   f. Elaçıklık, cömertlik.
füus   (Fe's. C.) İki yüzlü baltalar.
füvak   (C: Efâvık) Hıçkırık.
füveysika   Fare.
füvfe   (C: Füvek) Pamuk. * Tırnakta olan beyazlık. * Hurma çekirdeği içinde olan beyaz tane. (Hurma ağacı ondan biter). * Çekirdek içinde olan yufka kabuk. * Şey.
füvh   (C: Efvâh) Hoş koku.
füvk   (C: Efvâk) Ok gezi. * Rum meliklerinden birinin adı.
füvle   (C: Füvel) Bakla. * Sırtlan eniği.
füvm   Buğday. Hınta.
füvr   Geyik.
füvve   Kızıl boya dedikleri damarlar.
füvvehe   Irmak ağzı. * Sokak ağzı.
füyak   Su kuşlarından uzun boyunlu bir kuş.
füyul   (Fil. C.) Filler.
füyuz   (Feyz. C.) Feyizler. İnâyetler. Keremler. * Suyun çoğalıp taşması. * İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi. * Bir haberin fâş ve şayi' olması.
füyuzat   Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi tecelliler.
fuzala   (Bak: Fudala)
fuzaz   Ayrılmış ve dağılmış nesne.
fuzla   (Müe.) Daha, en faziletli. Çok faziletli.
füzud   f. Çoğaltan, ziyadeleştiren, artıran. Muhabbet-füzud: Muhabbet artıran, sevgi artıran.
fuzuh   Gizli işlerin zahir olup açığa çıkması.
fuzul   (Fazl. C.) Fazla şey. Lüzumsuz söz.
füzul   (Fazl. C.) Ganimetten artıp taksimi mümkün olmayan şey.
fuzulat   Ziyade olup işe yaramayan şeyler. Fazlalıklar.
füzulat   (Bak: Fuzulât)
fuzulen   Yersiz, usulsüz, haksız olarak.
fuzulî   Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna. * Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden. * Haksız olarak fiile çıkarılan iş. * Fık: Şer'î More…
füzun   (Efzun. dan) f. Çok. Fazla.
füzun-ter   f. Pek fazla, pek çok.
füzunî   f. Fazlalık, aşırılık, ziyadelik, çokluk.
gabane   Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması.
gabari   Fr. Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü.
gabavet   Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
gabb   Sıtmanın gün aşırı tutması.
gabe   Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.
gaben   Rey ve tedbirin zayıf ve eksik olması.
gaber   Büyük meşakkat.
gabere   Ağaçlık yer. * Bir şey üzerine çökmüş toz.
gabes   Karanlık gece. * Biraz bulanık renkte olan beyazlık.
gabeş   (C.: Agbâş) Gecenin sonu.
gabgab   (C.: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak.
gabî   Ahmaklık eden, budalalık eden. ◊ Anlayışsız, ahmak, bön.
gabîbe   Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.
gabin   Aldatıcı, hilekâr, alışverişte hile eden.
gabir   İstikbal. * Gr: Gelecek zaman. * Kalan.
gabîse   Keş ile karıştırılmış yağ.
gabît   (C: Gubut) Çukur yer. * Bir dere ismi. * Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.
gabiyy   Zekâsı az olan. Geri zekâlı.
gabn   Alışverişte hile ile çok kazanmak. Haram olan alışveriş. ◊ Aldatmak. Hud'a. * Noksan etmek, noksanlaştırmak.
gabr   Bâki olmak, ebedi olmak. * Memede kalan süt bakiyyesi.
gabra   Yeryüzü, toprak, arz. * Nebat envâından bir nev'i. * Kuraklık, kıtlık. * Çok tuzlu. * Toprak rengi.
gabs   Karıştırmak.
gabt   Koyun semiz mi diye el ile yoklamak.
gabta   (Bak: Gıbta)
gabye   Büyük taneli olan şiddetli yağan yağmur.
gad   (Gadâ, gaden) Yarın, ertesi. ◊ Gelen, gelici.
gada   (Gazâ) (Gadat. C.) Dağ armudu ağaçları. Dikenli ağaçlar. * Ateşi uzun müddet devam eden seksek ağacı. ◊ Öğle yemeği. (Bak: Gıda)
gadab   (Bak: Gazab)
gadair   (Gadire. C.) Saç örgüleri.
gadak   Çok fazla, bol, kesir.
gadarîf   (Gudruf. C.) Kıkırdak kemikleri, kıkırdaklar.
gadat   Sabahın erken zamanı. Sabah vakti.
gaddar   Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden.
gaddarane   f. Acımadan, merhametsizcesine, zulmedercesine.
gaddare   Arapların cenbiyesine benzer pala nev'inden bir silâh.
gade   Bedeni yumuşak olan kadın.
gaden   Yarın, yarınki gün.
gadir   (A, uzun okunur) Gadreden, fenalık eden, zulmeden, hıyanet eden.
gadîr   Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi.
gadîre   (C: Gadâir) Saç örgüsü. * Çulha çukuru.
gadirî   (Gadiriyye) Gölde yaşayan hayvan veya bitki.
gadiyye   (C.: Gadiyyât) Tan ağarmasıyla güneş doğması arası, sabahın erken saatleri.
gadn   Sarkık ve sülpük olmak.
gadr   Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.
gadrdîde   f. Gadir görmüş, kendisine haksızlık edilmiş olan.
gadve   Sabahtan öğle vaktine kadar yürümek.
gaf   Fr. Beceriksizce ve yersiz söz yahut davranış. ◊ Ağaç cinslerinden bir nevi.
gafa   Her şeyin kemi ve yaramazı. * Toza benzer bir âfet. (Hurma koruğunun üstüne gelip olgunluktan men'eder ve lezzetini bozar.)
gafak   Yağmurun yavaş yavaş yağması.GAFER (Gufâr)Ğ: Kadının baldırında, alnında veya başka yerinde olan kıl.
gaffar   (Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok. * Kullarının günahlarını afveden.
gafî   Her şeyin kemi, yaramazı, kötüsü.
gafil   Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı More…
gafilâne   f. Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine.
gafilen   Habersizce, gafil olarak.
gafir   Mağfiret eden, kusurları örten, afveden Allah (C.C.)
gafîr   Çok fazla, sayısız, kalabalık. * Örten, etrafını çeviren. * Umumi. * Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.
gafir-üz zenb   f. Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.)
gafis   Kara ağaç.
gafk   Hücum etmek, vurmak. * Birbiri ardınca cima etmek.
gaflet   Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak More…
gafleten   Dalgınlıkla, gaflet eseri olarak.
gafr   Örtmek, setr etmek. * Menazil-i kamerden üç küçük yıldız.
gaful (gafle)   Aldanmak. * Terk etmek. * Belirsiz ve idraksiz olmak.
gafur   (Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden.
gafve   Azıcık uyumak.
gâh   (Geh) f. Yer. (Yer ve zaman bildiren 'ek' dir.)
gâh bâ-gâh   f. Zaman zaman.
gâh bâşed gâh nebâşed   Bazı olur, bazı da olmaz.
gaheb   Gaflet.
gâhî   (Gehî) Arasıra, zaman zaman.
gahvare   f. Beşik.
gaib   Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem. * Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.
gaibâne   f. Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden.
gaile   Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. * Düşünce.
gair   Gayret. * İnsan topluluğu.
gait   Necaset, neces, insan pisliği. * Çukur yer. Düz ve geniş yer.
gaiyye   Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği. * Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr. Finalizm)
gaiz   Kızgın, öfkeli, gayzlı.
gaiza   Yere batan sular, eksilen su. * Bir malın değerinin eksilmesi, azalması.
gak   Karga sesi.
gakfeka   Doğan sesi.
gal   (C: Gılâl) Ağaçlı çukur yer. * Muz ağacı. * Selem ağacının bittiği yer. * Bir ot cinsi. ◊ (Gâle) f. Uzak, baid, ırak.
gala   Yüksek kıymet, pahalılık. * Bir şeyin haddini aşması.
gala (galeyân)   Kaynamak.
galak   (C: Ağlak) Kapı kilidi.
galaka   Deri dibâgat ağacı.
galal   (Gılâl) (Galle. C.) Zahireler. Mahsuller. * Akarât kiraları.
galan   Çok susayan, çok susamış olan.
galat   Hata. Yanlış. * Kaideye uymaz söz.
galat-gû   f. Yalan yanlış söyleyen.
galat-nüvis   f. Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden.
galatat   Galatlar, hatalar, yanlışlar.
galba   Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe. * Pek yüksek ve büyük tepe.
galc   Azgınlık. * Su içtikten sonra dil ile yalanmak. * Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.
galeb   (Galb) Üstünlük. Yeğinlik.
galebe   Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak.
galebe çalmak   Galib olmak, üstün gelmek.
galel   (C.: Eğlâl) Koruluktan akan su. * Susuzluk.
galeri   Fr. San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. * Tiyatroda seyircilere ait balkon. * Üstü örtülü uzun yer. * Yer altında açılmış uzun, dar yol.
gales   Gecenin sonunda olan karanlık.
galet   Hesapta yanılmak.
galeyan   Kaynayış. Çoşup taşmak. Yerinde duramamak. * Tuğyan ve azgınlık.
galfak   Geniş, vâsi. * Yumuşak. * Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot. * Kurbağa yosunu.
galgale   Sür'atle gitmek. * Gecenin gitmesi. * Haber vermek.
galî   Pahalı. Kıymetli. Ağır. * Haddini tecâvüz eden, haddini aşan.
galib   Üstün. Yenen. Mağlub eden. Ekser.
galiba   Tahminen. Çok zaman. Her halde. Galiben, ekseriyetle.
galibane   f. Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette.
galiben   Ekseriya. Çok zaman. Üstün olarak. Tahmin olduğu üzere.
galibiyyet   Üstünlük. Yenmek. Mağlub etmek.
galif   Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.
galil   (C: Gılâl) Güneşin harareti. * Susuzluk harareti. * Kin, hased. * Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.
galis   Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.
galîs (gals)   Kenger otu.
galiye   Galeyan eden. * Değerinden çok pahalı. * Misk ve amberden yapılmış meşhur koku. * Hoş kokulu kıymetli madde.
galiye-bâr   f. Güzel kokulu şey saçan.
galiye-dân   f. Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza.
galiye-gun   f. Güzel siyah renkli.
galiyun   Çoban mayası.
galîz(e)   Çirkin. * Terbiye dışı. * Yoğun. Kaba. * Kokmuş madde.
galk   Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek.
gall   Girmek, sokmak, akmak. * Boynunu, elini zincir ile bağlamak. * Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Ganimet malından hırsızlık etmek.
gallat   (Galle. C.) Mahsuller, zahireler. * El emekleri, çalışmanın semereleri. * Ev kirası gelirleri.
galle   Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir. * Akarât kirası. * Hammaliye kirası. * Susamak.
galle-dan   f. Tahıl anbarı, zahire deposu.
galle-füruş   f. Zahireci, zahire ve hububat satan.
gals   Karıştırmak. * Lâzım olmak. * Cür'et etmek.
galsame   Solungaç. Suda yaşıyan hayvanların nefes alma organları. * Gırtlak ağzı, hançere. * Boğaz deliğinin başlangıcı.
galtan   f. Yuvarlanan, tekerlenen.
galtîde   f. Tekerlenmiş, yuvarlanmış.
galuta   (C: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.
galva'   Yiğitliğin başlangıcı. * Gençlik sür'ati.
galve   (C: Galevât) Bir okatımı miktarı yer.
galyot   Baş ve arka tarafları birbirinin aynı olan eski cins bir gemi.
gam   f. Köy, karye. * Hatve, adım. * Ayak, kadem. ◊ (Bak: Gamm)
gama   Örtmek, setretmek.
gama' (gimâ)   Ev örtüsü, çatı.
gamaim   (Gımâme. C.) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.
gamak   Rutubet, ıslaklık. Rutubetli hava.
gamam(e)   Bulut. Beyaz bulut. * Örtmek.
gamare   Bönlük, ahmaklık, bilmezlik.
gamas   Göz pınarından akan irin ve çapak.
gamaza (gumuza)   Çukur, çukurluk. * Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak.
gamc   Suyu sora sora içmek. * Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.
gamce (gumce)   Kabın dibinde kalan su.
gamd   Zarf, mahfaza. Kın.
gamem   Saçın, alnı ve başı örtmesi.
gamet   Cinsiyet hücresi.
gamez   Malın ve davarın kemi ve küçüğü.
gamgama   Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı. * Kalb dinlendiğinde işitilen ses. * Sözü, belirsiz söylemek. * Kalbin bulunduğu yer.
gamic   Huy ve tabiatı doğru ve istikametli olmayan.
gamide   Yemen'de bir kabilenin adı.
gamîl   Tüyü gitmiş yumuşak deri.
gamîm   Yoğurt yapmak için kaynatılan süt. * Yoğurt.
gamîn   f. Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı. ◊ Yumuşak.
gamir   Ekilmemiş, terkedilmiş ıssız yer. * Faydalanılmamış şey. * Mamur olmayan harap yer. ◊ Kurumamış yeşil ot.
gamîs   Üstü kuru, altı yaş olan ot. * Ağaç ve otların arasında olan küçük su arkları.
gamiz   Anlaşılmaz, anlaşılması güç. * Kapalı ve karışık söz. * Çukur yer. * Zayıf kişi.
gamiza   Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin. * Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.
gamîze   Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.
gaml   Tüyünü yolmak için deriyi dürüp gömmek.
gamm   Keder, tasa, dert, elem, kaygı.
gamm-abad   f. Keder ve hüznü bol. Gamlı.
gamm-alud   f. Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren.
gamm-feza   f. Kederi artıran, hüznü çoğaltan.
gamm-gîn   f. Kederli, hüzünlü, gamlı.
gamm-güsar   f. Teselli veren, gam ve kederi defeden dert ortağı. Arkadaş.
gamm-güsâr   f. Teselli veren, hüzün ve kederi defeden.
gamm-hane   f. Hüzün ve tasa yeri. * Mc: Dünya.
gamm-har   f. Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan.
gamm-nisar   f. Hüzün veren, kederli eden.
gamm-penah   f. Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer.
gamm-perver   f. Keder veren, hüzünlendiren, gam artıran.
gamm-zede   f. Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı.
gammaz   Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci. * Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden. * Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.
gammazane   f. Fitnecilikle, gammazlıkla, koğuculukla.
gammaziyyet   Koğuculuk, fitnecilik, gammazlık.
gamn   Yumuşaklık.
gamr   Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz. * Uzun, geniş libas. * Cehalet, gaflet. * Şiddet.
gamre   (C.: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık. * İzdiham, kalabalık. * Fenalığa dalmak. * Şiddet. * Zahmet.
gams   Suyu şiddetli içmek. * Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek. * Nimete şükretmemek. * Göz yummak. ◊ Yıldız kayması. * Suya dalmak.
gamt   Minnetsiz ve şükürsüz olmak. * Horlamak, hakir görmek. ◊ Çok yemekten dolayı midenin şişmesi. * Ağırlık olmak.
gamtaş   Gözü zayıf gören.
gamus   Şiddetli emir. * Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak. * Karnındaki yavrusu belli olmayan deve. ◊ f. Manda, kömüş.
gamuz   İtham olunan, töhmet altında bırakılan. * İçinden kan giden dişi deve.
gamz   (C.: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek. * Kolay görerek ihmal etmek. * Çukur yer. ◊ Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak. * Çene veya yanak çukurluğu.
gamze   Süzgün bakış.
gamze-figen   f. Gamze saçan, süzgün süzgün bakan.
gân   f. Cemi' yapmak için, sonu 'e' sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir 'ek' tir. Meselâ: Bendegân  - f. Hizmetçiler, bendeler.
gana   Kifayet, kâfi gelme. * Menfaat, fayda.
ganaim   (Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
ganbot   Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.
gâne   f. Bazı sayıların sonlarına eklenerek 'lik' halinde sıfatlar yapılır. (Meselâ: Cihâr-gâne: f. Dörtlük.)
ganec   Koca. * şeyh.
ganem   Koyun.
ganes   Su içtikten sonra teneffüs etmek.
gang   ing. Haydut çetesi.
ganî   Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemiyen. Varlıklı, bol.
ganim   Ganimet alan.
ganimen   Ganimet almış olarak.
ganimet   Harpte düşmandan alınan mal. * Çalışmaksızın ele geçen nimet.
ganimîn   Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.
ganiye   Çok hoş, çok lâtif. * Kadın şarkıcı. * Zengin kadın veya kız.
ganm   Kabile ismi.
gannac   (Gunc. dan) Çok işveli, çok nâzik.
ganyan   Fr. At yarışında birinci gelen.
gar   Mağara. İn. Kehf. * Defne ağacı. * Gayret. * Fesad. * Tren istasyonu. * Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer. ◊ (Ger) f. Kelimeye eklemekle nisbet veya fâillik mânası More…
garabet   Yabancılık. Gariblik. * Tuhaflık. * Âcizlik, beceriksizlik. * Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak. * Iraklık. * Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında More…
garabet-cu   f. Tuhaf şeylere meraklı olan, garip şeyler arayan.
garabet-nüma   f. Yabancılık çeken. Garip, tuhaf.
garabîb   Katı, siyah şey. * Koyu renkli.
garabil   (Gırbâl. C.) Delikleri iri olan elekler, kalburlar.
garabin   (Gırbân. C.) Kargalar.
garaib   (Garib. C.) Acaib şeyler. Hayret edilecek şeyler. Tuhaflıklar.
garaibat   (Garâib. C.) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.
garaibperest   f. Garib, tuhaf şeylere çok düşkün olan ve çok seven.
garak   Suya batmak.
garam   Helâk. Mahv. * Aşk. Sevdâ. şiddetli arzu. * Hedef.
garamet   (C.: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi.
garameten   Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre.
garan   Tavşancıl kuşunun erkeği. * Açlık. * Zayıflık.
garare   (C: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar. * Gafil olmak.
garat   (Gâret. C.) Yağmalar. Çapulculuklar.
garayir   (Garâre. C.) Büyük kıl çuvallar, hararlar.
garaz   (C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. * Ok atılan nişan. * Izdırab. Acı. * Zelillik.
garaz-alud   f. Garezi, hususi bir maksadı olan.
garaz-kâr   f. Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden.
garazen   Düşmanlıkla, garez ederek.
garazkârane   f. Hased ve düşmanlıkla.
garb   (C: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı. * Sığır derisinden yapılan büyük kova. * Sakaların su koydukları büyük tulum. * Atıldıktan sonra bulunmayan ok. * Yürügen at. * Nasır acısı (gözde More…
garben   Batıdan, garb cihetinden, batı tarafından.
garbî (garbiyye)   Batı ile alâkadar, Avrupa'ya mensub. * Aşağı Mısır'ın batı kısımları.
garbiyyun   Garplılar, Avrupalılar. Batı memleketleri ahalisi.
garde   (C: Megârid) Mantar.
gardiyan   Fr. Kolcu, nöbetçi, muhafız.
gare   (C: Gârât) Bükmek.
gareb   Gümüş kadeh. * Kavak ağacı. * Havuzla kuyu arasına dökülen su. * Bir nevi koyun hastalığı.
gared   Güzel ses.
gareng   f. Çığlık, feryat.
garer   Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.
gares   Açlık.
garet   (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek. * Göbek.
garetger   (A, uzun okunur) f. Yağmacı. Çapulcu.
garetgerân   f. Yağmacılar, çapulcular.
gareyn   (A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız. * İki gar.
garez   Kayıştan yapılan üzengi. * Ağaç üzengi.
garf   (C: Guref-Agrâf) Kurtarmak. * El ile su almak. * Bir şeyi kesmek.
gargara   Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama. * Tavuk ve güvercinin ötmesi. * Can boğaza gelip tereddüt etmek. * Çömleğin kaynayıp fıkırdaması. * Çoban koyuna haykırıp More…
garî   f. Kararsız, sebatsız.
garib   (A, uzun okunur) Batan. Gurub eden. * İki omuz arası. * Devenin hörgücüyle boynu arası.
garib(e)   Hayret verici. Tuhaf. * Kimsesiz. Zavallı. * Gurbette olan.
garib-nüvaz   f. Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan.
garibane   f. Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine.
garîf   (C: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç.
garik   Suda boğulmuş.
garikun   Katran köpüğü.
garîm   Alacaklı. * Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.
garîn   Havuz dibinde olan balçıklı su. * Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu.
garîr   Kefil. * Güzel ahlâk. * Durumdan veya işten anlamıyan.
garîse   Yeni dikilmiş fidan.
gariyy   Cemil, güzel, hüsün.
gariz   Taze nesne.
garîze   Asıl. Yaratılıştan olan. Sevk-i İlâhi. Huy.
garîziye   Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal.
gark   Batmak, suda boğulmak.
gark-ab   f. Suya batmış olan, boğulmuş.
garka   Bir içim miktarı süt. * Suya batmış.
garkad   Bir dikenli ağaç. * Medine-i Münevvere'de olan kabristana 'Baki-ul Garkad' denir.
garkan   Batarak, boğularak.
garm   Çekmek.
garnizon   Fr. Bir şehir veya müstahkem mevkideki birliklerin tamamı. * Askeri birliklerin bulunduğu şehir.
garr   Aldatmak. * Hırsa düşmek. * Alnında dirhemden büyücek beyazlık bulunan at. ◊ Beyhude ve bâtıl şey. * Gafil adam. * Aldatan. * Kuyu kazan.
garra   Parlak. Beyaz. Güzel. Şa'şaalı. * Kur'an'ın kudsi nurlarının parladığı Medine-i Münevvere'nin bir ismidir.
garran   f. Kükreyen, haykıran. Homurdanan.
garre   Gafil kişi, gaflette bulunan kimse.
garrende   f. Kükreyerek vahşileşen arslan ve benzeri yırtıcı hayvan.
gars   Ağaç fidanı dikmek. * Dikilmiş fidan.
garsan   Karnı aç kimse.
garur   Dünyada insana gurur veren herhangi bir şey. * Aldatıcı. * Allahı unutturan.
garv   Acip.
garz   Doldurmak. * Noksan etmek, noksanlaştırmak. ◊ Batırma, sokma. İğne sokma.
gasa   Uzunluk.
gasagis   Arslan, esed.
gasak   (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık. * Küfrün karanlığı. * Gözün dumanlanıp, seçemez olması. * Göz kararması. * Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi. * Çok soğuk ve fena kokan içki veya su. * More…
gaşam   (C: Guşâm) Mübâlağa ile zulmeden.
gaşan   (Gaşayân) Gönül dönmek. * Akıl gidip, bihoş olmak.
gasas   Dolu olma. * Yediği ve içtiği şeyin boğazda durması.
gasase   (Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması. * Sözün boş ve faydasız olması. * Yaradan irinin akması.
gasb   Başkasına âit bir şeyi zorla, rızası olmadan almak. Zorla almak. * Zorla alınan şey.
gasben   (Gasb. dan) Cebren alarak, zorla gasbederek.
gasben anh   Ona rağmen.
gasben ank   Sana rağmen.
gasem   Gecenin sonunda olan karanlık.
gaşemşem   Şecaatinden kimseye baş eğmeyen. * Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen. * Zulmedici. * Methi istediği gibi yapamamak.
gaser   Rüzgârın çukur yere getirip yığdığı.
gaseyan   Mide bulantısı. Kusmak.
gaşeyan   Kendinden geçmek. Kendini kaybetmek. Bayılmak. Gaşyolmak.
gasgase   Silahsız savaşmak.
gasib   Gasbeden, zorla alan.
gasik   Gecenin ilk karanlığı. Gece. Karanlık. * Ay doğmak.
gasîl   Yıkanmış.
gasîme   Çekirgeli yemek.
gasîre   Cemaat, topluluk.
gaşiye   Perde. Örtü. * Kıyamet. * Dilenci ve cerrar. * Ziyârete gelen dostlar gurubu.
gaşiye suresi   Kur'an-ı Kerim'de 88. suredir. Mekkîdir.
gaşiye-dâr   f. At uşağı, seyis.
gasl   Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak. (Bak: Gusül) * Birisini döğüp vücudunu acıtmak.
gaslak   Pişmemiş ve tuzlanmamış olan şey.
gasm   Karanlık, zulmet.
gaşm   Zulüm etmek, zulüm yapmak.
gaşmere   Yönelmek.
gasn   Kesmek.
gasr (gasrâ)   Asılsız, alçak kimseler.
gass   İncelik, zavallılık. * Biçare, zavallı. * Tatsız, yavan.
gaşş   Örtmek, setretmek. ◊ Hâin.
gass ü semin   Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz.
gassak   Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin. * Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.
gassal   (Gasl. den) Ölü yıkayıcı.
gassan   Dolu, mümteli.
gasuk   Karanlık olmak.
gasul   Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su. ◊ Çöğen denilen şey.
gaşum   Zâlim, gaddar. * Muannid, inatçı.
gaşve   (Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü. * Göz kararmak.
gaşy   Bayılma, kendinden geçme.
gaşy-âver   f. Baygınlık veren, bayıltan.
gaşyet   Kendinden geçme, bayılma. * Örtmek. * Hayret.
gaşyolma   Kendinden geçme. Kendini bilemez hale gelmek.
gata   (Gıtâ) (C: Agtıye) Perde, örtü.
gatamtam   Çok su.
gatarif(e)   (Gıtrîf. C.) Başkanlar, başlar, reisler, önderler. * Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.
gataş   (C: Agtaş) Karanlık. * Devamlı su akan gözdeki zayıflık.
gatata   (C: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş.
gataye   Kertenkeleden büyük bir hayvan.
gatfan   Ev içinde su dökmek için yapılan yer. * Erkek ismi.
gatgata   Çömleğin kuruyup kaynaması.
gatit   Horlamak.
gatrafe   Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek.
gats   Batırılma, daldırılma. * Batırma, daldırma.
gatt   Birbirine tâbi olmak. * Gizlemek. * Mükedder etmek, üzmek. * Suya dalmak.
gâv   f. Öküz, sığır, bakara.
gâv-ban   f. Sığır çobanı, sığırtmaç.
gava   Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın.
gavadî   Sabah bulutu.
gavafil   (Gafile. C.) Gafiller, gaflette bulunanlar.
gavail   (Gaile. C.) Musibetler, belâlar. * Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler. * Felâketler, âfetler.GAVALΠ (Galiye. C.) Güzel kokular.
gavamiz   (Gamız. C.) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.
gavanî   (Ganiye. C) Zenginler. * Kadın şarkıcılar.
gavaş   (Gaşiye. C.) Örtücü, örten.
gavaşî   (Gaşiye. C.) Kıyametler. * Örtü. At takımından sayılan bir nevi örtü.
gavaya   (Gaviyye. C.) Sapmışlar, sapıtmışlar.
gavayet   Dalâlete düşme, hak yoldan sapma. * Azgınlık.
gavc   Enli ve yassı olmak. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
gavelan   Acı bir ot.
gavga   Çekirge. * İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler. ◊ f. Döğüşme, kavga, vuruşma. Gürültü. Savaş, muhârebe, harp.
gavî   (A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.
gaviyy   Azgın. Zâlim. * Tek başına kalan.
gavl   (C: Gavâyil) Helâk etmek. * Kin tutmak. * Çok miktar toprak. * Feyizden uzaklık.
gavr   Bir şeyin dibi. Çukur. * Batmak. * Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel. * Tefekkür, teemmül. * Dolanmak. * Hakikat.
gavs   Suya dalmak. Dalgıçlık. * Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek. * İyi anlamak. * Maslahata gayret ile girmek. ◊ Çağırma. Nida. Medet More…
gavsiyyet   Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak. (Bak: Aktab)
gavt   Derin çukur. * Bir şeyin içine girme, batma, garkolma.
gavta   Ağaçlık, sulak yer. * Toprakta çukurluk. ◊ f. Suyun içindeki derinlik.
gavta-baz   f. Dalgıç.
gavta-bazî   f. Dalgıçlık.
gavta-gâh   f. Dalma yeri.
gavta-har   f. Dalan, batan.
gavun   (Gavi. C.) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.
gâvur   Kâfir. Merhametsiz, inatçı.
gavvas   Çok gayretli. Çalışkan. * Suya dalan. * İnci arayan dalgıç.
gayahib   (Gayheb. C.) Gece karanlıkları.
gayat   (Gâye. C.) Gâyeler. ◊ Çalgı.
gayb   Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
gayb-aşina   f. Gaybı bilen. Gaybdan haberi olan. Gelecekten veya âhiretten haberi olan.
gayb-bîn   f. Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren.
gayb-dan   f. Gaybı bilen.
gaybet   Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması. (Bak: Gıybet)
gaybî   Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.
gaybubet   Gayıplık, hazırda olmayıp başka yerde olma.
gayda   (C: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz: Agyed)
gaydak   Geniş. * Yumuşak. * Kerim kişi. İyi huylu kimse. * Keler yavrusu. * Büluğ çağına varmamış çocuk.
gaye   Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.
gayed   Nazik ve yumuşak tenli olmak.
gayet   Çok, pek çok. * Nihayet. Gaye. Encam.
gayeten   Son derece, çok fazla olarak.
gayetsiz   Nihayetsiz, sonsuz.
gayf   Eğilmek, meyl.
gayheb   (C.: Gayâhib) Gece karanlığı.
gayir   Irak, baid, uzak.
gayit   (C: Gaytân-Agvât) Çukur yer. * Kenef.
gayk   (Gayuk) Fikri karışık olmak.
gayl   Irmak, nehir. * Ağaç, şecer. * Cima etmek. * Kadının hâmile iken çocuğuna süt emzirmesi.
gayle   Şişman kadın.
gaylem   Kul, cariye. * Kablumbağanın erkeği. * Mevzi ismi. * Mugaylân ağacı.
gaym   Bulut. * Sisli bulut tabakası. * Pek susayıp hararetlenmek.
gayme   Çok fazla susama, susuzluk.
gayn   Susuzluk. * Arapçada 'ayn' harfinden sonra gelen harfin adı.
gayna   Yaprakları çok olan yaş ağaç.
gayne   Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar.
gayr   Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)
gayr-endîş   f. Başkalarını düşünen, şefkatli ve cömert kimse.
gayret   Dikkatle ve sebatla çalışmak. * Kıskanmak, çekememek. * Hareketli ve temiz hislerle çalışmak. * Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek.
gayret-mend   f. Gayretli, çalışkan.
gayret-şiar   f. Gayretli. çalışkan.
gayretkeş   Çalışkan, çabalayıcı. * Bir tarafı tutan, taraftar. * Kıskanç.
gayri   Başkası, diğeri. Artık. (Bak: Gayr)
gayriyet   Ayrılık. Gayrılık.
gays   İmdad. Yardım. * Yağmur. * Yağmurla meydana çıkan çayır.
gaysan   Gençlik şiddeti.
gaytale   (C: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç. * Seslerin karışması.
gayub   (Gayâb-Gaybe) Kaybolmak.
gayur   Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok gayretli. * Kıskanç. ('Gayyur' diye yazılması yanlıştır.)
gayuran   (Gayur. C.) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler.
gayurane   f. Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi.
gayy   Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı.
gayya   Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.
gayyir   (Gayyür) Gayretli kimse.
gayz   Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey. * Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi. ◊ Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.
gayz ü gazab   Kızgınlık ve hiddet.
gayz-efşan   f. Hiddetli, öfkeli, kızgın.
gayza   Meşelik.
gayzeran   İtburnu.
gaz   f. Isırma, dişle tutma. * Diş.
gaza   (C.: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.
gazab   Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık.
gazab-nak   f. Öfkeli, hiddetli, kızgın. Dargın.
gazaben   Gazabla, hiddetle, öfkeyle.
gazal   (C: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu. * Şarkıcı, mızıkacı. *Güzel göz.
gazale   Dişi geyik. * Güneşin yükselmesi.
gazalî   Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır. ◊ (Bak: İmam-ı Gazalî)
gazamir   Malı çok olan, zengin.
gazanfer   Kahraman. * İri arslan.
gazanferâne   f. Arslancasına, arslan gibi.
gazar   Bir cins güvercin. * Çok, fazla.
gazat   (C: Guzâ) Dağ armudunun ağacı. * Dikenli ağaç. * Seksek ağacı.
gazât   Gazlar.
gazaza   Eksiklik.
gazb   Kızıl boya, kırmızı renkli boya.
gazban   (Gadbân) Dargın, kızgın.
gazbe   Sağlam, sert taş.
gaze   f. Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık. ◊ f. Çocuk salıncağı.
gazefe   Bağırtlak kuşu.
gazel   Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.) * Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok More…
gazel-han   f. Gazel okuyan.
gazel-hanî   f. Gazel okuyuculuk.
gazel-nüvis   f. Gazel yazan.
gazel-sera   f. Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren.
gazeliyyat   Gazel tarzında yazılmış şiirler.
gazem   Bir ot cinsi.
gazete   Fr. Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Bak: Mürcif)
gazevan   Hızlı giden iyi at.
gazevat   (Gazve. C.) Din uğrunda yapılan harbler.
gazf   Kulağın sarkık olması. * Kırmak. * Geceleyin karanlık olmak.
gazgaza   Zillet, aşağılık. * Eksik, noksan.
gazi   Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen.
gazid   Katı sesli. * Yumuşak ot.
gazif   Yumuşak, geniş.
gazîme   Gazem denilen otun yetiştiği yer.
gazir   İyi dibâgat olunmamış deri.
gazîr   Bol, çok, kesretli, ziyade, fazla.
gazir(e)   Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.
gaziye   Çok karanlık olan yer. * Büyük nurlu şey.
gaziyy   (C: Gazâ) Yeni doğmuş kuzu.
gazîz   Gılâfından yeni çıkan çiçek. * Taze.
gazl   İplik eğirmek, bükmek. ◊ Budaklanmak.
gazm   Güçle ve şiddetle yemek. * Defetmek, kovmak.
gazn   Hapsetmek. * Kırmak.
gazr   (Gazâre) (C: Gazâyir) Men etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Geçim kolaylığı, maişet genişliği. * Büyük çanak.
gazra   Ucuzluk. * Hayır. * Özlü balçık.
gazreme   (C. Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak.
gazruf   (C.: Gazârif) Kıkırdak.
gazub   (Gazab. dan) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. * Büyük yılan. * Abus deve.
gazv   Seyelân etmek, akmak. * Münkatı' olmak, kesilmek. ◊ Kasdetmek. * Küffarla cenk edip savaşmak.
gazva   Malın ve davarın kötüsü.
gazve   Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza More…
gazver   Bir ot cinsi.
gazz   (Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak. * Bir şeyin miktarını eksiltmek. * Hurmanın tomurcuğu. * Zerafet sâhibi. * Yeni buzağı.
gazzal   Eğrilen iplik.
gazze   Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.)
gebe   (Bak: Hâmile)
gebeş   Koyunun erkeği. Koç. * Mc: Akılsız, ahmak adam.
gebr   f. Ateşe tapan, mecusi.
gec   f. Kireç, alçı, harç.
gecbaz   Oyunda hile yapan, hileci.
geçer akça   t. Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı.
geckâr   (Gecger) f. Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı.
ged   (Gedbe) f. Yoksul, dilenci, fakir, dilenen. * Dilencilik.
geda   f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
geda-çeşm   f. Dilenci gözlü, yoksul gözlü. * Mc: Aç gözlü, gözü doymaz.
geda-çeşmane   f. Açgözlülükle, açgözlücesine.
gedayan   f. Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar.
gedayane   f. Dilencilikle.
gedayî   f. Dilencilik.
gedikli   t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı. * Yıkık, çentikli More…
geh (gâh)   f. Kelimenin sonuna eklenerek yer veya zaman ifade eder.
geh(î)   f. Ara sıra. Bazan.
gehan   f. Zaman, an, vakit.
gehvare   f. Beşik.
gehvare-ger   f. Beşikçi.
gehvare-nişin   f. Beşikteki çocuk.
gele   f. Sığır, koyun ve keçi sürüsü. * Sürü.
geleban   f. Sığırtmaç, çoban.
gelu   f. Boğaz.
gelu-gir   f. Dağ armudu. Ahlat. * Boğazdan geçmesi zor olan şey.
gem vurmak   Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.
genc (gencine)   f. Define, hazine. Gömülü hazine. Kenz.
gencur   f. Hazine muhafızı, hazinedar.
gend   f. Pis koku, fenâ koku.
genda(y)   f. Kokmuş, fenâ kokulu.
gendeme   f. Siğil.
gendide   Kokmuş.
gendüm   f. Buğday.
gendüm-gun   f. Buğday renkli.
gendümnüma   f. Yüze gülüp aldatan. Hilekâr.
gensoru   (Bak: İstizah)
ger   f. İsimlerin sonlarına eklenir ve yapıcılık bildirir bir edattır. Meselâ: Ahen-ger  - f. Demirci. Zer-ger  - f. Kuyumcu. ◊ f. Türkçedeki 'eğer' kelimesinin.
gerçi   f. Öyle ise de, her ne kadar.
gerd   f. Kelimelere eklenir ve 'Dönen, dolaşan' anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd  - Çabuk dönen. ◊ f. Baht, talih. Fayda. * Toz, toprak. * Hüzün, keder, gam, tasa.
gerd-âlûd   f. Toz toprak içinde.
gerd-âlûde   f. Toza toprağa bulaşmış, tozlu topraklı. * Mc: Maddiyatı olan kimse, paralı, zengin.
gerdâ-gird   f. Fırdolayı.
gerdân   f. Dönen, dönücü. Çeviren. (Bak: Gerden)
gerde   'f. İsimlere eklenerek; etmiş, yapmış, eylemiş gibi mef'uller yapılır.'
gerden   f. Dönen. Dönücü. * Boyun. * Şeci'. Bahadır. Pehlivan.
gerden-bend   f. Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. * Gerdanlık.
gerden-beste   f. Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş.
gerden-efraz   (Gerden-firâz) f. Kibirli, gururlu. Boyun kaldıran, başı yukarda.
gerden-keş   f. Âsi, serkeş, isyankâr. * Mağrur, kibirli. * İnatçı, muannid.
gerdena   f. Kuş veya kuzu çevirmesi. * Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. * Kebap şişi. * Fırıldak, topaç.
gerdîde   f. Tavır ve hâlleri değişmiş.
gerdiş   f. Dönme, dönüş. Çevrilme, dolaşma.
gerdun   f. Dünyâ, felek. * Dönen, dönücü, devreden, çevrilen.
gerdun-mîna   f. Gök, sema, asuman.
gerdun-sirişt   f. Mağrur, gururlu, kibirli kimse. * Zâlim, gaddar, kan dökücü. * Tenbel, uyuşuk.
gerdune   f. Araba, otomobil.
gergedan   Burnu üzerinde boynuzu bulunan ve file benzeyen vahşi bir hayvan.
gerilla   (İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi.
gerk   f. Uyuz hayvan.
germ   f. Sıcak. Kızgın. * Çabuk öfkelenen. * Gayretli, hamiyetli. Tez meşreb.
germ ü serd   Sıcak ve soğuk. * Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı.
germ-mend   f. Acele eden, aceleci.
germ-ran   f. Atı çok süren, hızlı at süren.
germ-ülfet   f. Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen.
germa   f. Sıcak.
germa-germ   f. Pek kızışmış, kızışıp ısınmış. * Sıcağı sıcağına.
germa-peyma   f. Sıcaklık ölçeği. Termometre.
germabe   f. Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca.
germî   f. Hararet, sıcaklık, kızgınlık.
germiyyet   Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma.
gerziş   f. Zulümden şikâyet etme.
geş   Edâ ve naz yaparak yürüme. * Lâtif, hoş, güzel.
geşt   Seyretme, dolaşma, gezme, tenezzüh. * Geçme.
geşt ü güzâr   Gezip tozma, gezme.
geşte   f. 'Gezmiş, dolaşmış, dönmüş' anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte  - Altüst olmuş. Ser-geşte  - Başı dönmüş.
gestî   f. Çirkinlik.
gev   (C.: Gevân) f. Yiğit, bahadır, kahraman.
gev-çah   f. Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu.
gevah   (Bak: Güvah)
gevahî   (Bak: Güvahî)
gevan   (Gev. C.) Kahramanlar, yiğitler.
gevar   t. Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol.
gevare   (Gehvâre) Beşik.
gevç   f. Ağaç zamkı.
gevden   f. Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız.
geven   t. Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır.
gevher   f. Akıl ve edeb. * Asıl ve neseb. * Elmas, cevher, mücevher. İnci. * Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. * Noktalı olan harf.
gevher-bar   f. Cevher yağdıran.
gevher-efşan   f. Cevher saçan.
gevher-füruş   f. Cevherci, kuyumcu, sarraf.
gevher-nisar   f. Cevher serpen. * Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen.
gevher-nişin   f. Cevherlerle süslenmiş.
gevher-paş   f. Mücevher saçan. * Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan.
gevher-şinas   f. Cevherden anlıyan, cevherci, kuyumcu.
gevher-tab   f. Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı.
gevherî   f. Kuyumcu, cevherci.
gevherîn   f. Mücevher gibi. * Mücevherli.
gevsale   f. Bir yaşına girmiş sığır yavrusu.
gevz   f. Ceviz.
gez   f. Arşın, endaze. * İlgın ağacı. * Okun çentiği. * Tâlim için yapılmış kısa ok.
geza   f. Isırıcı, ısıran.
gezend   f. Musibet, belâ, felâket, âfet. * Elem, keder, hüzün. * Zarar, ziyan.
gezide   f. Isırılmış, dişlenmiş.
gibb   Nihayet, son, netice. * İki günde bir. Gün aşırı. * -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
gibben   Nâdiren, seyrek, arasıra.
gibta   İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
gibta-âver   f. Gıbta ettiren, imrendiren.
gibta-fermâ   f. Gıpta verici, imrendirici.
gibta-keş   f. İmrenen, gıpta eden.
gibta-resâ   f. İmrendirici, gıpta ettirici.
gida   Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler. * Kuşluk vakti yenen yemek. * Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.
gidaî   Gıda olabilen. Gıda cinsinden.
gifare   Kat kat bulut. * Başa örtülen bez parçası. * Yama.
gîl   (C: Guyul) Meşelik ve çalılık yer. * Arslan yatağı. Arslanların bulunduğu yer.
gil   f. Su ile ıslanmış toprak, balçık. Lüleci çamuru, kil.
gil-zar   f. Çamurlu yer.
gilab   Birbirine galip olmasını dilemek.
gilaf   Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü.
gilal   (Bak: Galâl)
gilale   (C: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek. * Küçük kaftan zıbını.
gilaz   (Galiz. C.) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler. ◊ Yoğunluk, koyuluk.
gilbit   Taşsız yer.
gildirgiç   Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.
gîle   f. İki dağ arasındaki yol, vadi. * Şikâyet. * Üzüm tanesi. ◊ Bir kimseyi aldatıp bir yere götürüp öldürmek.
giliger   f. Duvarcı, sıvacı. * Çamurcu.
gilk   Acip ve garip. * Zahmet, meşakkat, güçlük.
gill   Düşmanlık, garaz ve adavet, gizli kin ve haset.
gill u giş   Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı. * Gönül darlığı. * Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.
gille-mend   f. Şikâyet eden, halinden memnun olmayan.
gillim   Cimâı şiddetle arzu eden.
gilman   (Gulâm. C.) Bıyığı yeni bitmiş gençler. * Cennet'te hizmet gören delikanlılar. * Köleler, esirler.
gilman ü cevarî   Köleler ve cariyeler.
gilme   (Gulâm. C.) Delikanlılar, gençler. * Esirler, köleler.
gilt   Akdolunan pazarlığı bozmak.
gilzet   Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik.
gimar   (Gamr. C.) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler. * (Gımr. C.) Çok susuzluk. * Kin tutma.
gimd   (C.: Agmâd) Kılıf, kın, mahfaza. * Bakla, bezelye, fasulya ve benzerleri gibi şeylerin kabuğu.
gin   f. Türkçedeki 'li, lu, lı' eklerinin karşılığıdır.
gina   Zenginlik. Yeterlik. * Tok gözlülük. * Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak. * Bıkma, usanç. * Şarkı söylemek. Teganni etmek.
gîne   Leşten akan murdar sarı su.
gîr   f. (Giriften) 'Tutmak, yakalamak' mastarının emir köküdür. Türkçedeki yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir.
gîra   f. Müessir, te'sir eden, tutucu.
gira   (Garrâ) Tutkal.
gîra-gir   f. Tutan tutana.
girajova ateşi   Tar:  Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru.
giramî   f. Muhterem, aziz, hürmete değer. * Ulu, büyük.
giran   f. Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. * Sert. Katı. * Bıktırıcı. Usandırıcı.
giran-baha   f. Kıymet ve pahası çok olan.
giran-bar   f. Meyvesi çok olan ağaç. * Ağır yüklü. * Gebe insan veya hayvan. * Zengin, gani.
giran-can   f. Ağır kanlı, ağır hareketli, can sıkıcı (adam).
giran-canî   f. Can sıkıcılık.
giran-dest   (C.: Girandestân) f. İşini ağır yapan kimse. Eli ağır kişi.
giran-destmaye   f. Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. * Mârifetli, mahâretli, hünerli.
giran-dud   f. Duman, sis. * Kara bulut.
giran-guş   (C.: Giranguşân) f. Sağır, kulağı ağır işiten.
giran-guşâne   f. Sağırcasına.
giran-hab   f. Uykusu ağır olan adam.
giran-har   f. Obur, çok yiyen.
giran-hatir   f. Canı sıkılmış, gücenmiş.
giran-huy   f. Fena mizaçlı. Kötü huylu.
giran-kadr   f. Kadr u itibar sahibi. Hürmet edilen kimse.
giran-kîse   f. Cimri, hasis, pinti.
giran-maye   f. Kıymetli ve değerli olan şey.
giran-rikab   f. Ciddi ve vakur kimse. * Harpte düşmana saldıran, azimli kişi.
giran-saye   f. Yüksek makam ve mevki sahibi. * Ordu kumandanı.
giran-seng   f. Ağır başlı kişi. Ciddi ve vakar sahibi kimse. * Sabırlı, kanaatkâr.
giran-ser   (C.: Giranserân) f. Mağrur, kibirli, gururlu, kendini beğenmiş.
giran-serî   f. Kibirlilik, mağrurluk, enaniyetli oluş, kendini beğenmişlik.
giran-seyr   (C.: Giranseyrân) f. Hareketleri ve yürüyüşü ağır olan.
giran-sirişt   (C: Giransiriştân) f. Tembel, ağır tabiatlı, ağır kanlı.
girandi direği   Geminin ortasındaki en büyük direk. Bu yekpâre olmayıp üst üste dört direkten mürekkepti.
giranî   f. Ağırlık, sıklet.
girar   Devenin sütünün azalması. * Az uyku. * Miktar. * Cihet, Misâl. * Yol. * Birbiri ardınca olmak. * Her nesnenin kenarı. * Büyük kıl çuval.
giras   Ağaç budağı. * Ağaç dikecek vakit.
girbal   (C.: Garâbil) İri delikleri olan elek, kalbur.
girban   (Gurâb. C.) Kargalar.
girbil   Havuzun dibinde kalan balçıklı su. * Bardak ve şişenin dibinde olan tortu.
girbin   Selin getirdiği çamur.
gird   f. Yuvarlak.
gird-alud   f. Toz toprak içinde kalmış, toza bulanmış.
gird-gâr   f. Allah.Yaratıcı. Kudret sahibi. (Bak: Kird-gâr) GİRDİBAD: (Gird-bâd) f. Kasırga. Yel çevrintisi. Tehlike. Girdap.
girda-gird   f. Fırdolayı, çepeçevre.
girdab   f. Suların dönerek çukurlaştığı yer. * Tehlikeli yer. Mühlike. Tehlikeli yer ve zaman.
girdar   f. Meşgale, meşguliyet. * Tarz, âdet, yürüyüş.
girde   f. Yuvarlak, değirmi. * Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. * Açılmış yufka. * Yuvarlak yastık. * Gr: Bütün, hepsi, More…
girdeban   f. Gözcü, gözetici.
girdu   f. Ceviz.
gire   (C: Guyer) Diyet.
girgin   Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan. * Mensub, alâkalı, müteallik.
girgira   (C.: Garâgır) Yaban tavuğu.
girîban   f. Elbise yakası.
girîban-çâk   f. Yakası yırtık. * Mc: Kederli, hüzünlü, üzüntülü.
girîban-gir   f. Yaka tutan.
girîbanî   f. Bir çeşit gömlek.
girift   f. Yakalama, tutma. * Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. * Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. * Türk More…
giriftar   f. Tutulmuş. Yakalanmış.
girifte   f. Yakalanmış, tutulmuş. * Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. * Esir.
girifte-dem   f. Nefesi tutulmuş.
girifte-gî   f. Tutkunluk. * Hastalık hali. * Esirlik.
girifte-hâtir   f. Gücenik, kırgın.
girifte-leb   (C: Giriftelebân) f. Dudağı tutulmuş. * Mc: Sessiz, sakin (kimse).
girifte-ser   f. Aklı fikri dağılmış kimse. Dalgın kişi.
girih   f. Bağ, düğüm.
girih-bend   f. Bağcı, düğümcü. * Uçkur.
girih-bür   f. 'Düğüm kesen'. Yankesici.
girih-gîr   f. Düğümlü, dolaşık.
girih-küşa   f. Düğüm açan, bağı çözen. * Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden.
girihçe   f. Küçük düğüm, düğümcük.
giris(e)   f. Oyun, hile, dalavere.
girişme   f. İşve, naz, cilve. Gözle kaşla işaret.
girîv   f. Bağırma, feryat etme, çığlık atma, bağrışma.
girive   (Girve) f. Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. * İçinden çıkılması müşkül olan durum.
girizgâh   (Bak: Gürizgâh)
girizî   (Bak: Gariziye)
giriziye   (Bak: Gariziye)
girk   Çok, kesir.
girkî   Yumurta kabuğu.
girnevk   (C: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu.
girr   İşten anlamayan ahmak kişi.
girre   Gaflet. Boş bir şeye aldanan. * Tevbeyi sonraya bırakıp, aldanan. Övünen, gururlu. Gâfil. İşe yaramaz.
girs   (C: Egrâs) Dikilmiş ağaç. * Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.
gîrudar   f. Savaş, muharebe, cenk, cidâl, kavga.
giryan   f. Gözyaşı döken. Ağlayan.
girye   f. Gözyaşı.
girye-bar   f. Gözyaşı döken, ağlayan.
girye-dar   f. Ağlamış, göz yaşı dökmüş.
girye-engîz   f. Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan.
girye-feşan   f. Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan.
girye-feza   f. Çok ağlatan, ağlamayı artıran.
girye-künan   f. Gözyaşı dökerek, ağlayarak.
girye-meşhun   f. Gözyaşı ile dolu.
girye-nak   f. Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı.
girye-nümud   f. Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen.
girye-paş   f. Ağlayan, gözyaşı döken.
girye-perverd   f. Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren.
girye-rîz   f. Gözyaşı döken, ağlayan.
girye-zar   f. Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer.
giryende   f. Ağlayan, gözyaşı döken.
giş   f. Kalb, yürek.
gişa   Örtü, perde. * Zar. Deri. Kabuk. * Üst tabaka. * Zarf. Mahfaza.
gişaş   Az, kalil. * Evmek, acele.
gişavet   Göz kararmak. * Körlük yapan perde. Kabuk. * Baş örtüsü.
gişe   Fr. Tren istasyonu, vapur iskelesi ve mağaza gibi yerlerde bilet veya paranın alınıp verildiği yer.
gislîn   Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su. * Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.
gişş   Hıyânet etmek, hâinlik yapmak. * Yaramaz olmak. * Saf olmayıp karışık olmak.
gîsu   f. Uzun saç, omuza dökülen saç.
gîsu-bend   f. Saç örgüsü, saç bağı. * Altundan yapılmış kadın tarağı.
gişyan   Bürünmek, örtünmek. * Cimâdan kinâye olur.
gita   Örtü. Örtünecek şey. Perde.
gitarres   (C: Gatâris) Zâlim, mütekebbir, kibirli kimse.
gîtî   f. Âlem, dünya.
gîtî-ban   f. Hükümdar, padişah.
gîtî-neverd   f. Dünyayı gezen, dünyayı dolaşan.
gîtî-nüma   f. Dünyayı gösteren, cihanı gösteren.
gîtî-sitan   f. Dünyayı zapteden, cihangir.
gitrif   (C.: Gatârif) Başkan, reis. * Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi. ◊ Mütekebbir, gururlu, kendini beğenmiş.
giya(h)   f. Nebat, bitki.
giya-zar   f. Çayır, çimenlik, otluk.
giyab   Görünmemek. Göz önünde olmamak. * Hazırda bulunmamak. * Bilinmeyen şeyler. * Arka. Arkasından.
giyabe   Derinlik, dip.
giyaben   Bulunmadığı halde. Mevcut ve hazır olmaksızın. * Mahkeme veya duruşmada olmadan.
giyabî   Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik.
giyar   Keçe. * Ehl-i zimmetin nişanı.
giyas   Medetkâr. Yardımcı. Nusrete yetişen. * Meded. Yardım.
giyasa   Suya dalmak.
gıybet   Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
giyer   Halden hale dönmek.
giyotin   Fr. Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet.
giza   Gıda, besin. (Bak: Gıda)
gizlik   f. Uzun saplı kalemtraş. * Bıçak, çakı, kılıç gibi şeylerin keskin olan tarafı.
gladyatör   Eskiden Roma sirklerinde vahşi hayvanlarla veya birbirleriyle boğuşan kimse.
göden   Kalın barsağın son kısmı.
gökdelen   t. Yirmi veya daha çok katlı bina.
golfstrim   ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.
gön   Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire.
gonce   f. Gonca. Tomurcuk. Çiçeğin açılmamış durumu.
gönder   Tar:  Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten.
götürü   Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan.
göynük   Arpa torbası. * Ufak süt kabı. * Kıldan yapılmış yoğurt torbası.
göz boyamak   t. Mc: Aldatmak, hileye düşürmek.
gözdaği   t. Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek.
grafik   yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.
gramer   Fr. Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi.
granit   Fr. Jeo: Muhtelif renklerde çok sert bir çeşit taş.
gu(y)   Diyen, söyleyen mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu - Doğru söyleyen. Suhan-gu - Söz söyleyen, konuşan.
gubar   Toz.
gubar-âlud   f. Tozlanmış, toza bulanmış. tozlu.
gubare   f. Sığır ağılı, mandıra. * Sığır sürüsü.
gubarî   Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin More…
gubbe   Tavşancıl kuşunun yavrusu.
gubeyra   Yaban iğdesi. * Habeş vilâyetinde darıdan yapılan bir cins şarap.
gubre   Toprak renkli olmak.
gubşe   Toprak renkli omak.
gucme   Kabın dibinde kalan su.
gücük   Kuvvetsiz, zayıf, gevşek.
gudaf   (C.: Gudfân) Kuzgun.
güdahte   f. Erimiş.
gudat   Ayıp, zillet, noksanlık. * Ter u taze olmak.
güdaz   f. Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz  - Takati mahveden.
güdazende   f. Eriten, eritici.
güdaziş   f. Yakılma, yanma.
gudde   Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş.
gudek   f. Çocuk, tıfl.
gudekâne   Çocukçasına.
gudruf   (C.: Gadârıf) Kıkırdak, kıkırdak kemiği.
gudüvv   Sabah vakti. * Sabahleyin bir şeye başlamak.
gudve   (C: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası.
gufl   Belirsiz, işaretsiz.
gufr   (C: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı. * Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.
gufran   Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti.
güft   f. Dedi, söyledi. * Söz, kelâm.
güft ü gu   Dedi kodu. Kîl ü kal.
güft ü şenîd   İşitilen şeyler, duyulan şeyler.
güftar   f. Sözler, lâkırdılar.
güfte   Her hangi bir makama göre bestelenen manzume. * Farsça 'söylemek' demek olan 'güften' mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir.
guful   Dikkatsizlikten veya şaşırmaktan dolayı bir işte hata yapma.
gugird   f. Kükürt.
guh   f. Pislik, necâset.
güher-füruş   f. Mücevher satan.
güher-pare   f. Mücevher parçası.
güher-rîz   f. Cevher döken, cevher saçan.
güherçile   Barut yapmaya yarıyan bir madde.
guk   f. Kurbağa.
gul   Boş ve virane yerlerde bulunan ve helâk edici olan bir cin tâifesi. İfrit, hortlak. * Ölüm. * Belâ. ◊ f. Safdil, ahmak, bön, sersem.
gül   f. Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır.
gül-bağ   f. Gül bahçesi, gülistan.
gül-i ruhsar   f. Gül yanaklı. * Mc: Mânevi çok güzellik sahibi. Çok sevilen.
gül-nikab   f. Yüzü gülle örtülü, pembe yüzlü.
gül-vend   f. En çok ceviz, incir, fıstık gibi şeylerden yapılan hediye, armağan.
gülab   Gülsuyu.
gülabdan   İçine gülsuyu konularak mevlüt gibi toplantılarda serpmeye mahsus kap. Bu, çiniden, gümüşten veya altundan yapılırdı. Buhurdanlar ile birlikte bir takım teşkil ederdi.
gulam   Genç, delikanlı. Bıyığı henüz bitmemiş genç. * Esir, hizmetçi, köle.
gulame (gulme)   Cima arzusu.
gulamiye   Tar:  Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil.
gulampare   Dost, sevgili, mahbup. (Halk ağzında kulampara şeklinde kullanılır.)
gulan   Tadı ekşi olan ilâçlar.
gulane   f. Üstün bir gayretle. Yüksek bir himmetle.
gulat   (Gali. C.) Dinde, mezhebte çok ileri salâbet gösterenler. * Galeyân edenler.
gulaz   Kalın, kaba.
gülbank   (Gülbang) f. Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilâhi, tekbir.
gülbeden   f. Vücudu gül gibi nâzik ve lâtif olan.
gülbiz   Gül serpen.
gülbün   f. Gül yetişen yer, gül köşkü.
gülçe   (Gül-çe) f. Küçük gül, gülcük, çiçekçik.
gülçehre   Çehresi gül gibi lâtif olan, çehresi gül gibi olan.
gülçin   f. Gül devşiren, gül toplayan.
güldan   f. Vazo, içine çiçek konan kap, gül mahfazası.
güldehan   (Güldehen) f. Ağzı gül gibi güzel ve lâtif olan.
güldeste   Çok güzel şeylerden bir tutam. * Gül demeti. * Müzikte makam adı.
güle   f. Zülüf. Bükülmüş ve kıvrılmış saç.
gülefşan   (Gül-efşân) f. Gül saçan.
gülendam   f. Güzel endâmlı, boyu gül gibi nâzik ve lâtif olan.
gulet   Fr. İki direkli ve yan yelkenli gemi.
gulf   (C.: Eglaf) Kılıf. Kışır, kabuk.
gülfam   f. Rengi gül gibi kırmızı olan, gül renkli.
gulfe   Zekerin sünnet edilecek derisi.
gülfeşan   f. Gül saçan, gül dağıtan.
gülgeşt   (Gül-geşt) f. Gül gezintisi, gül seyri.
gülgonce   f. Henüz açılmamış gül.
gulgul(e)   Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele. * Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.
gülgun   f. Pembe, açık kırmızı. Gül renkli.
gülgune   f. Gül renkli. * Gül yanaklı. * Kadınların kullandıkları gül rengindeki düzgün.
gülhane   İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle More…
gülhîz   f. Gül yetiştiren.
gülî   f. Gül renkli. Gül gibi.
gülistan   (Gülsitân) Gülyeri, gül bahçesi.
gülizar   f. Gül yanaklı, alyanaklı.
gull   Kelepçe. Suçlunun boynuna veya ayaklarına takılan zincir, pranga.
güllabici   Tar:  Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü.
gülle   Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
gullet   Sıcaklık. * Susuzluk harareti.
gülnahl   f. Gül fidanı.
gülnak   f. Hisar ve kale.
gülnar   f. Narçiçeği.
gülnefesî   f. Lâtif ve hoş sözlülük. * Güzel kokulu olmak.
gülnihal   f. Gül fidanı.
gülpuş   f. Gül örtülü, pembe yüzlü.
gülreng   (Gül-reng) f. Gül renkli, pembe renkli.
gülrîz   f. Gül serpen, gül saçan. * Meşhur bir cins lâle.
gülru(y)   f. Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı.
gülruh   (Gül-ruhsar) f. Güzel yanaklı güzel, yanakları pembe olan güzel.
gülşen   f. Gül bahçesi. Güllük.
gülşen-ârâ   f. Gül bahçesini süsleyen.
gülşen-gâh   f. Gül bahçesi.
gülsitan   (Bak: Gülistan)
gülten   f. Gül gibi lâtif ve nâzik vücutlu.
gülu   f. İnsan veya hayvan boğazı.
gülubend   f. Boyna sarılan sargı, boğaz sargısı.
gulüf   (Gılâf. C.) Kınlar, mahfazalar, kılıflar.
gülugîr   f. Boğazda kalan, boğazdan zor geçen (şey). * Ahlat armudu.
gulul   Ganimet malında hıyanet etmek.
gulumiyye   Cimaa şehveti olan kimse.
gulüvv   Ayaklanma. Taşkınlık. * Üşüşme. Hücum. Saldırış. * Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv More…
gulv   Haddini tecavüz etmek, haddini aşmak. * Yiğitlik zamanının evveli ve sür'ati.
gülve   f. Fırın bacası.
gulyabani   İnsanı felâkete attığına itikad edilen vahşi bir mahluk ismi.
gülzar   f. Gül bahçesi. Gül tarlası.
güm   f. Yitik, kayıp, zâyi.
guma   Hava bulutlu olduğundan ayın görünmemesi.
güman   f. Zan. Tahmin. Sanmak. şüphe.
gümaşte   (C.: Gümaştegân) f. Vekil, vezir.
gümgeşt   f. Kaybolmuş, yitirilmiş.
gumgume   Nâra. * Avaz, ses.
gümkerde   (Gümkerdepey) f. İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. * Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen.
gumme   Tasa, keder. * Kırba, tuluk gibi şeylerin derinliği. * Belirsiz mühim nesne.
gümnam   f. Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş.
gumr   (C: Agmâr) Bön, ahmak kişi. Gafil kimse.
gümrah   f. Yolunu şaşırmış. Doğru yoldan sapmış. * Bol, gür.
gümrahî   f. Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma.
gumre   Kadınların yüzlerine örttükleri kırmızı bez. * Küçük kadeh.
gümşüde   f. Telef olmuş, zâyi olmuş, kaybolmuş.
gumum   (Gamm. C.) Tasalar, kederler, dertler, kaygılar, hüzünler.
gumuz   Sözün kapalı ve karışık oluşu.
gun   f. Tarz, gidiş, sıfat. * Renk.
güna gûn   f. Türlü. Çeşitli nevilerde olan. Çeşit çeşit. Renk renk.
guna-gun   f. Türlü türlü, renk renk. Alaca.
günah   f. Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Bak: Kebâir-Cünha)
günahkâr   f. Günah işleyen, günahlı.
günahkârî   f. Günahkârlık.
günahpişe   (C: Günahpişegân) Günah işlemeyi âdet haline getiren.
günahpişegân   f. Günah işlemeyi âdet haline getirenler.
günaşiri   t. İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek.
günbed   f. Kümbet, kubbe, üst tarafı yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı.
gunc   Eda, naz, kırıtma, cilve.
günc   f. Hazine. Köşe. Zâviye.
güncayiş   f. Sığışma, sığma.
güncîde   f. Bir şey veya zarf içine sığmış olan. Sıkıştırılmış.
güncîden   f. Sığmak, girmek.
güncişk   f. Serçe kuşu, usfur.
gune   f. Tarz, gidiş, yol, tarz. Sıfat.
gune gune   f. Türlü türlü, çeşit çeşit, renk renk.
güng   Dilsiz.
güngörmek   Mc: İkbal, refah, saadet, mutlu olarak yaşamak.
güngörmüş   Tecrübeli, iyi günler yaşamış.
gunm   Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir.
gunne   Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses.(Tecvidde harfin vasıflarındandır) (Bak: İdgam)
gunya   f. Geometride kullanılan bir âlet. Gönye.
gunyan   Kimseye ihtiyacı olmayıp müstağni olmak.
gunyat   Kudret, zenginlik.
gunyet   Zenginlik.
gunz   Tasa, keder. * Zahmet, meşakkat.
gur   Kabir, mezar. * Meşhur pehlivan Rüstem-i İraninin lâkabı. * Yaban eşeği.
gur-hane   f. Türbe.
gur-ken   f. Mezarcı, mezar kazan.
gurab   (C: Garbân-Egribe) Karga.
gurabe   f. Kubbeli türbe.
guraf   Büyük ölçek.
güraz   f. Azgın erkek domuz.
gürbe   f. Kedi.
gurbet   Gariblik, yabancılık. Yabancı bir memleket. Yabancı yer. Yâd el.
gurbet-zede   f. Memleketinden başka yerde bulunan, gurbete düşmüş olan.
gürbüz   f. Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. * Cerbezeli. * Anlayışlı. İdrakli. * Kahraman, yiğit.
gürcü (gürcî)   Güney Kafkasya'nın Gürcistan ahalisinden olan ve Gürcüce konuşan kimse.
gürd   f. Cesur, kahraman, yiğit, bahadır.
gürdas   f. Gaddar, zalim.
gürde   f. Böbrek.
gureba   (Garib. C.) Garibler.
guref   (Gurfe. C.) Köşkler, kasırlar, çardaklar.
gurema   (Gerim C.) Düşmanlar, adüvler, hasımlar, rakibler. * Alacaklılar.
gurer   Her ayın ilk üç gecesi.
gurfe   Yüksek, âli bina. * Yüksek derece. * Cennet köşkleri.
gürg   (C.: Gürgân) f. Canavar, kurt, zi'b.
gurgure   Atın alnında olan beyazlık. * Ulu, şerif kimse.
gürgzade   f. Kurt yavrusu.
gürihte   f. Kaçkın, kaçmış, kaçak.
gürisne   (C.: Gürisnegân) f. Aç, fukara, fakir.
gürisne-gân   (Gürisne. C.) f. Açlar, fakirler, yoksullar.
gürisneçeşm   f. Pinti, cimri, hasis. Aç gözlü.
gürisnegî   f. Açlık, sefalet.
guristan   f. Mezarlık, türbe. Kabristan.
güriz   f. Kaçma. * Kaçan. * Edb: Kasidelerde mevzuya girmeden evvel söylenen beyit.
gürizan   f. Kaçan, kaçıcı.
gürizende   (C: Gürizendegân) f. Kaçan, kaçıcı.
gürizgâh   (Girizgâh) f. Kaçacak yer. * Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadır.
gurl   Sünnet olmamış kimse.
gurle   Sünnet olunacak deri.
gurm   Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)
gürmih   f. Çivi. * Hayvan bağlanan büyük kazık.
gurmul   (C: Garâmil) Erkek eşek. * At zekeri.
gurr   Beyaz leke.
gurran   f. Haykıran, gürleyen, homurdayan.
gurre   'Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak More…
gurrende   f. Hiddetle bağıran, şiddetle gürliyen.
gürs   f. Kir, leke, pas. Açlık, sefâlet. * Zülf, kâhkül.
gurub   Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden kaybolmak. * Uzaklaşmak. Irak olmak.
güruh   f. Bölük. Cemaat. Takım. Kısım. * Fevc.
gurur   Kibir. Boş yere güvenmek. * Kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak.
gurve   Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım.
gürz   Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi More…
gurz (gurza)   (C: Guruz-Ağraz-Guraz) Su taksim olunan yer. * Eyer kolanı.
gurze   (C.: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.
gurzuf   Kıkırdak. * Yumuşak olan kemik.
guş   f. Kulak. * Mc: İşitmek.
guş-asb   f. Rüya. * İhtilam. Uyurken cenabet olmak.
guş-dar   f. 'Kulak tutan.' Sözü tam mânasıyla dinleyen, kulak veren.
guş-hurde   f. Kulağı bükülmüş, terbiye edilmiş.
guş-var   f. Küpe, kadınların kulaklarına taktıkları mücevher.
guş-zed   f. Kulağa çarpan, işitilen.
güşa   f. Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa  - Gönüle ferahlık veren. Gönül açan.
gusa'   Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü.
guşab   f. Pekmez.
güşad   f. Açılış, açılma, açma. * Bir cins ok atma şekli.
güşade   f. Ferah, şen, Açılmış, açık.
güşade-dest   (C: Güşadedestân) f. Civanmert, cömert, eli açık.
güşade-destân   (Güşadedest. C.) f. Cömertler, civanmertler, eli açıklar.
güşade-dil   f. Gönlü şen.
güşade-ebru   f. Güler yüzlü. Mütebessim. şen.
güşade-hatir   f. Gönlü rahat.
güşadname   f. Padişah fermanı. * Boşanma vesikası.
gusale   f. Dana, buzağı. Sığır yavrusu. * Kösele. ◊ Yıkama suyu.
guşane   Düşürülmüş hurma. * Hurma ağacı altına düşüp toplanan hurma.
güsar   f. Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar - Dert ortağı, arkadaş.
gusas   (Gussa. C.) Kederler, hüzünler, kaygılar, tasalar.
güşayende   f. Açan, açıcı.
güşayiş   f. Açıklık, açılış, açılma.
guşe   f. Köşe, kenar, bucak.
guşe-bend   f. Köşebent. * Ciltli kitaplarda kapağın dört köşesine yapılan süsleme.
guşe-gîr   f. Bir köşeye çekilen.
guşe-nişin   f. Köşeye çekilen, münzevi, insanlardan uzaklaşan.
guşetmek   İşitmek. Dinlemek, kulak vermek, mesmu' olmak.
gusfend   f. Koyun. (Bak: Guspend)
guşiş   f. Çabalama, uğraşma, çalışma.
güsiste   f. Kopmuş, kırılmış. * Sökülmüş, çözülmüş, gevşemiş.
gusl   (Bak: Gusül)
guşmal   f. Yola getirme, te'dib etme, kulak bükme, ihtar etme.
gusn   Ağaç dalı. Budak. * Tıb: Damar ve sinir gibi ayrılan bedenin cüzleri. ◊ Saç örgüsü.
güsn(e)   f. Açlık, sefalet.
gusne   Tek dal.
guspend   f. Koyun, ganem.
guspend-güşân   f. Kurban bayramı.
gusre   Yeşile benzer bozrak renk.
guss   Leîm, zayıf adam. * Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak.
gussa   Keder. Tasa. *Gam. * Boğaza takılan yemek. * Ağaç, diken.
gussadâr   f. Kederli, tasalı. Kaygılı. Gussalı.
gussanâk   f. Kederli, hüzünlü, tasalı, kaygılı.
guşt   f. Et, lahm.
güşta   f. Cennet, firdevs.
güstah   f. Arsız, edepsiz, küstah, saygısız.
güsterde   f. Döşenmiş, yayılmış.
guştin   f. Etten, etten ibâret, etten meydana gelmiş.
güşude   f. Açılmış.
gusül   Boy abdesti. Temizlenmek. Maddi, manevi temizlik için şartları dahilinde yıkanmak. Taharet-i Kübrâ da denir.
gusun   (Gusn. C.) Filizler, ağaç dalları.
gusv   Zulmet, karanlık.
gutat   Sabahın erken saatleri.
gute   f. Su içine bir defa dalıp çıkma, suya dalma.
gute-hâr   (Gute-hor) f. Suya dalan.
gutguta   (C: Gatâgıt) Yeni doğmuş kuzu.
gutme   Pelteklik, kekemelik.
güva   f. şahit, delil.
güvah   f. Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan.
güvahî   f. şahitlik. şahitlik etmek.
güvar (güvara)   Hazmı kolay olan ve zaikaya hoş gelen, nefsin meylettiği şey.
güvaraî   Tatlılık, hoşa gitme.
güvarende   f. Hazmedilmesi kolay.
güvariş   f. Sindirime yarıyan şeyler, hazme yardımı olan şeyler.
guvas   Feryâd edip, 'imdat!' diye bağırmak.
güvaş(e)   f. Boya, renk.
guvat   (Gavi. C.) Azgınlar, sapkınlar.
güveç   Yemek pişirmeye mahsus toprak kap.
güverte   Geminin anbar veya kamaralarının üstü, gezilecek kısmı.
guvl   (C: Agvâl-Gaylân) Cinden bir tâife.
guvr   Bir ölçek. (12 senc miktarıdır. Senc: 24 batmandır.)
guvta   Şam diyarında suyu çok olan ağaçlık bir yer. GUY: f. Söyleyen, konuşan, söyleyici. * Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu. * Baykuş.
güya   f. Sanki. Ke-ennehu. Söyle. Tut. Farzet. * Söyleyen.
güyan   f. Söyleyen.
güyem   f. Söylerim (mânâsına fiil).
güyende   f. Söyleyici. Söyleyen. Kail olan.
guyî   f. Söyleyiş, söyleme.
guyub   (Gayb. C.) Hazırda olmayanlar. Kayıplar.
guyum   (Gaym. C.) Bulutlar.
guyus   (Gays. C.) Yağmurlar.
güz   Sonbahar.
güzaf   f. Boş, bîhude. Lüzumsuz.
guzame   Bir miktar süt.
güzar   f. Geçiş, geçme. * Beceren, halleden, yapan. * Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar - Zaman geçiren, vakit öldüren.
güzare   f. Rüyâ tâbir etme, düş yorma.
güzarende   f. Geçen, geçici. Geçiren, geçirici.
güzariş   f. Rüya tâbir etme. ◊ f. Geçiş, geçme.
güzaşte   f. Geçmiş, geçmiş olan.
guzat   (Gazi. C.) Din için harbedenler. Gaziler. ◊ (Bak: Gudat)
guzbe   Tez gadaplanan, çabuk kızan.
guze   f. Koza.
güzer   Geçiş, geçme. * Geçici, geçen.
güzeran   f. Geçen, geçici. * Geçme. Geçiş.
güzergâh   f. Geçit yeri. Geçilecek yer.
güzername   f. Geçiş tezkeresi.
güzeşt   f. Geçme, geçiş. Geçen.
güzeşte   f. Geçen. Geçmiş. Geçmiş olan.
güzîde   (Güzin) f. Seçilmiş. İntihab edilmiş. Beğenilmiş.
güzîde-gân   (Güzide. C.) f. Seçkinler, beğenilmişler, seçilmiş olanlar.
güzîde-suhen   f. Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan.
güzîden   f. Seçmek. İntihab etmek.
güzîn   (Bak: Güzîde)
güzîniş   f. Seçiş, seçme.
güzîr   f. Derman, çare, deva.
guzn   (C.: Guzun) Derinin büklümü.
guzr   Çokluk, kesret. * Devenin sütünün çok olması.
guzruf   (C.: Gazârif) Kulak kemiği. * Kıkırdak.
guzuza   Taze olmak.
guzz   Oğuz Türkleri.
ha   harfinin ismidir. Ebcede göre beş sayısına delâlet eden ( ) harfi, mehmusedendir. Bazan başka harfe yâni 'yâ' veya 'hemze' veya 'elif'e kalbolur. Bir kelimenin More…
ha(y)   f. Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ - Şeker çiğneyen. * Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen.
hab   f. Uyku. Rü'yâ.
hab (hâbe)   Günah. Suç.
hab'   Gizli, saklı, hafi. * Gizlemek, örtmek, setretmek.
hab-dide   f. 'Rüya görmüş.' Büluğa ermiş genç.
hab-güzar   f. Uyuyan, uyuyucu.
hab-nak   f. Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi.
habab   (Habâbe) Son derece muhabbet. * Su üzerindeki hava kabarcığı.
habaib   (Habibe. C.) Habibeler, sevgili kadınlar.
habaik   (Habike. C.) Kehkeşanlar, samanyolları. * Çizgiler.
habail   (Hibale. C.) Ağ, tuzak, bağ, kement.
habais   (Habise. C.) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler.
habak  f. Mandıra, ağıl. * Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu.
habal   Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık. * Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.
habala   (Hublâ. C.) Gebeler.
habaleyat   (Habâlâ. C.) Hâmileler, gebeler.
habar   (C.: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.
habarat   (Habâr. C.) İmzâlar. * Damgalar.
habarîr   (Hıbrîr. C.) Dağçiçekleri. Dağda yetişen çiçekler.
habaset   (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
habat   Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz. * Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.
habaya   Gizli işler, gizli şeyler. * Defineler.
habaz   Hareket. * Bâtıl olmak. * Eksilmek.
habb   Tane, çekirdek. * Yuvarlak olarak hazırlanmış ilâç. * Buğday tanesi veya buna benzer tohum. ◊ Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr. * Denizin kabarması, denizde dalga olması.
habbal   (Habl. dan) Urgan ve ip satan kimse.
habbar   Terzi. * Mürekkepçi.
habbas   Zindancı, gardiyan, hapseden.
habbat   (Habbe. C.) Habbeler, tohumlar, tâneler. * Haplar.
habbaz   (Hubz. dan) Ekmekçi. Ekmek yapan veya satan kimse.
habbazî   Ekmekçilikle ilgili.
habbe   Tane. Tohum. * İhtiyaç. * Parça. * Dirhemin 1/48 kadarı. ◊ Gammazlık yapan kadın. (Müz: Habb)
habbe (hubbe)   Yol, tarik.
habbeza   Ne güzel, ne sevimli, ne hoş' mânâsında bir takdir edatıdır.
habbül büluğ   (Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.
habc   Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi. * Vurmak. ◊ Vurmak, darbetmek.
habcame   f. Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise.
habe   f. Sıkılma, bunalma, darlanma, boğulma. ◊ Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).
habeb   Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.
habek   f. Üzülme, sıkıntı yapma. * Sıkılma, bunalma.
habel   Ana rahmindeki çocuk, cenin. * Gebelik, gebe olma zamanı. * Fls: Musallat fikir.
habele   Üzüm çubuğu.
habellak   Küçük olup büyümeyen koyun.
haben   Kısaltma, azaltma, kasma. * Edb: Aruzda 'fâilâtün' den 'ât' hecesini atarak, nazmı 'fâilün' veznine sokma. ◊ Siroz denilen ve karında su More…
habendat   Şişman kadın.
habenneka   (Bak: Hebenneka)
habenta'   Kısa boylu, tıknaz kişi.
haber   'Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim. * Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz. * Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi. * Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü More…
haberdar   Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan.
haberî   (Haberiyye) Haberle ilgili. Haberden ibaret olan. * Gr: Yüklemle ilgili.
haberkas   Küçük deve. * Küçük adam.
haberpijuh   f. Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan.
habeş   Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan. * Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam.
habes(e)   (Habis. C.) Kötüler. Alçaklar. Pisler. * Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)
habeşî   Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan. * Koyu esmer renkli adam. * Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.
habetiktik   Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.
habevkera   Belâ, mihnet.
habgah   f. Yatak odası. * Uyunacak yer.
habhab   (C: Habâhıb) Kısa boylu adam. ◊ Takunye. * Canbaz ayaklığı. ◊ Karpuz.
habhabe   Yumuşaklık, rahavet. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
habhabî   İşsiz güçsüz boş olarak dolaşan adamlar.
habi   Sürünüp emekleyen ufak çocuk.
habib   (Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.
habîde   (C.: Hâbidegân) f. Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş.
habîe   Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş. * Göze görülmeyen şey. * Kesilmiş, parça parça olmuş.
habih   Ağaçla vurmak. * Bölmek.
habîke   (C.: Habâik) Kehkeşan, samanyolu. * Çizgi. * (C.: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.
habil   Sihirbaz, efsuncu, büyücü. * Kement ile yakalanan canavar. ◊ İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi.
habîl   Yiğit, bahadır, genç, delikanlı. * Tuzak, ağ.
habile   Gebe, hâmile, yüklü.
habîn   Zakkum ağacı.
habir   Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh. * Herşeyi bilen Allah (C.C.) ◊ Taze ve yeni şey.
habirâne   f. Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde.
habis   Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne. ◊ Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan.
habîs   (Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
habis(a)   Un helvası.
habistan   f. Yatakhane, yatak odası.
habit   (Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden. ◊ Susturucu. * Batıl kılan. İptal ettiren. * Değersizleşen.
habît   Fâsid, yaramaz, bozuk.
habiye   (C: Havâbi) Küp. * Küçük havuz. * Kuyu.
habk   Bükmek. * Sağlam yapmak. * İyi dokumak.
habl   İp. Urgan. Halat. * Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar. ◊ Bir şeyin bozulması. Noksan olmak. * Delirmek.
hablullah   Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat.
habn   Eteğini kaldırmak. * Bir şeyi kabzetmek, almak. ◊ Karnın şişmesi.
habna'   Çıbanları olan kadın.
habnadide   (Hâb-nâdide) f. Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız.
habname   f. Rüya kitabı.
habr   (C.: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim. * Ferahlık. * Nimet, vüs'at. * Refah, sürur. (Bak: Hibr) * Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık. ◊ (C: Hubur) More…
habra'   (C: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.
habrekî   Kene böceği.
habrence   Güzel yemek. * Yumuşak.
habrîr   Şey mânâsına gelir bir isim.
habs   Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme. * Zaptetme, tutma. ◊ Murdar, pis. Çirkin. * Ayıp, günah. ◊ Bir kaç şeyi birden karıştırmak.
habş   Cemetmek, toplamak.
habt   Yanlış hareket. * Maktulün kanının heder olması. * Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme. * Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma. More…
habt u hata   Düzensizlik, yanlış, hata.
habul   Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.
habus   Galip kimse.
haby   (C.: Hıbâyâ) Örtmek. * Gizli olan.
habz   Ekmek pişirmek. * Ekmek vermek. * Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek. * Devenin ayağını yere vurması.
hac   (Hâcet. C.) İhtiyaçlar. * Devedikenleri. ◊ f. Put, haç.
haç   (Ermeniceden) Put. Haç. İstavroz.
haca   Haris olmak. * Akıllı.
haca'   (C.: Ahcâ) Akıl. * Nahiye.
hacac (hicâc)   Kaş kemiği.
hacace   (C.: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.
hacalet   Utanma. Utanç.
hacalet-âver   f. Utandırıcı. Utanç veren.
hacamet   (Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak.
hacat   (Hacet. C.) Hâcetler. İhtiyaçlar.
hacb   Men'etme. Mahrum etme.
hâcc   (C.: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı.
hacc   Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve More…
hacc suresi   Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir.
haccac   Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin More…
haccal   Şatafatlı, debdebeli, gösterişli.
haccam   Hacamat eden, kan alan.
haccar   Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
hâcce   (C.: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız. * (C.: Hâcc) Bir cins diken.
hacce   Cadde.
hâce   f. Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi.
hâce-sera   f. Haremağası, hadımağası.
haceb   Gırtlak.
hacebe   (Hâcib. C.) Perdeciler, kapıcılar. * İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine 'hacebetan' derler)
hâcegân   (Hâce. C.) f. Hocalar. * Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. * Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam.
hacegî   f. Tüccar, ticaretle meşgul olan kimse. * Efendilik, hocalık.
hacel   (Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık. ◊ Keklik kuşu.
hacelan   Ayağında köstek olan kişinin yürümesi. * Bir ayak üstüne yürümek.
hacele   (C.: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik. * Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.
hacen   Eğrilik.
hacer   Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.
hacerat   (Hacer. C.) Taşlar, kayalar.
hacereyn   İki taş. * Mc: Altun ile gümüş.
hâcet   (C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
hâcet-mendâne   f. Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak.
hâcet-mendî   f. Muhtaçlık, ihtiyaçlı olma.
hâcetaş   f. Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri.
hâcetmend   f. İhtiyaç sahibi, muhtaç.
hâcetreva   İhtiyacı gideren, ihtiyaç olan bir şeyi te'min eden.
hacevca'   Uzun ayaklı adam. * Uzun adam.
haceze   Zâlimler.
hacfe   (C.: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.
hachace   Korkudan melul olmak. * Sırrını demek isteyip yine dememek. ◊ Gizlenmek.
haci   (C.: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman.
hacî   (Hicv. den) Hiciv yazan, hicveden, yeren.
hâcib   Perde. * Perdeci. Kapıcı. * Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler. * Kaş.
hâcibeyn   İki kaş.
hacîc   (Hâcc. C.) Hacılar.
hacid   Uyuyucu, uyuyan.
hacif   Karın gurultusu.
hacil   Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran. ◊ Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at. ◊ Otu çok olan yer.
hacim   Saldıran. Hücum eden. ◊ (Bak: Hacm)
hacin   Küçük hayvan. * Büluğdan önce evlenmiş olan kız.
hacir   Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen. * Sayıklıyan.
hacire   (C.: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan. * (C.: Hevâcir) Günün en sıcak anları.
hacirî   Yapıcı, kurucu.
hacis   Tasa, keder, hüzün, gam. * Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.
hacise   (C.: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe.
haciyan   (Hâcı. C.) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar.
haciyatmaz   Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak. * Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.
haciz   Ayıran. Bölen. * Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı. * Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan. * Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran More…
hacl (hicl)   (C.: Ahcâl-Hucul) Köstek. * Bukağı. * Küçük deve yavruları.
hacla'   Ayakları beyaz olan koyun.
hacle   (Haclegâh) f. Gelin odası. Gerdek odası.
haclet   Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb. * Utanma, arlanma.
haclet-âver   f. Utanç verici, utandırıcı.
haclet-dih   f. Utanç verici, utandırıcı.
haclet-engiz   f. Utandırıcı, sıkıltıcı.
hacm   (Hacim) Bir cismin kapladığı yer. Cirm. Cüsse. * Emmek. Massetmek.
hacmen   Büyüklükçe. Hacim bakımından.
hacr   (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek. * Kucak. Ağuş.
hacra'   Taş gibi katı ve sert olan şey.
hacren   Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.
hacuc   şiddetli esen rüzgâr.
hacun   Eğrilik. * Uzak. * Mekke'de bir dağ.
hacur   (C.: Hucerât) Dere kenarı.
hacz   Men'etmek. Mâni olmak. * İki şeyin arasını ayırmak. * Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.
had   f. Çaylak kuşu.HAD' (Hıd') - Aldatmak. * Dühul etmek, girmek. * Kurumak.
had'   Baş aşağı eğmek. * Tevâzu etmek.
had'a   Kamçıdan çıkan ses.
hadaa   (Hâdı'. C.) Hileciler, hilekârlar, aldatıcılar, dalavereciler.
hadacir   Sırtlan.
hadad   Mürekkep. * Nakış. * Akılsız, ahmak adam. * Kolay. ◊ Küçük, beyaz boncuk.
hadade   Hamâkat, ahmaklık.
hadae   İki yüzlü balta.
hadafil   Eski kaftanlar, eski elbiseler.
hadai'   (Hadîa. C.) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.
hadaic   (Hidâce. C.) Deveye yüklenen yükler.
hadaid   (Hadîd. C.) Demirden yapılmış şeyler. Sert şeyler.
hadaik   (Hadîka. C.) Bahçeler.
hadak   Patlıcan.
hadaka   Elmas. * Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.
hadalet   Baldırı ve kolu etli olma.
hadan   Necid'de bir dağ.
hadane   Çocuk beslemek.
hadar   Mukim olmak, ikâmet etmek, oturmak. ◊ Suyu çok olan süt. ◊ Çabuk yetişen ot.
hadaret   Bir şeyin yanında bulunmak. * Huzur. Yakında olmak. * Hazır etmek. Hazır olmak. * Medeniyet.
hadaset   Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası.
hadb   Vurmak, darb etmek. * Deriyi etiyle ayırmak. * Isırmak. * Yalan söylemek. * Uzunluk. ◊ şefaat etmek.
hadba'   (C.: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve. ◊ Uzun boylu akılsız kadın. * Yumuşak gönüllülük.
hadbe   Arka yumruluğu, kamburluk.
hadc   Deve palanı.
hadd   Hudut. Çizgi. Sınır. * Cürüm. * Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etme. Men etmek. * Keskin. Sivri. * Sert. More…
hadd-na-şinas   f. Haddini bilmez.
hadda   Deve çobanı.
hadda'   (Hud'a. dan) Aldatıcı, hilekâr, dalavereci.
haddad   Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. * Muhâfız, bekçi, gardiyan. * Kapıcı.
haddadî   Demircilik.
haddam   Muvaffakiyetli kişi. * İşlerinde başarılı ve becerikli kimse. * Çalışkan ve gayretli olan. * Hademe, hizmetçi.
haddan   İki yanak.
haddas   (Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.
hadde   Erimiş madeni döküp tel yapmağa mahsus delikli maden levha.
hadeb   Uzun boylu, akılsız kimse. ◊ Kambur olma, kamburluk.
hadebe   Kambur, yumru. * Vücuttaki kamburluk.
hadebiyyet   Yumruluk, kamburluk.
haded   Engel, mâni, set.
hadeka   Gözün siyahlığı, gözbebeği.
hademat  Hademeler. Hizmetçiler.
hademe   Hizmetçiler, hâdimler. * (C.: Hıdâm) Halhal. * Devenin ayağını bağladıkları kayış.
hadeng   (Hadenk) f. Kayın ağacı. * Kayın ağacından yapılmış ok.
hader   Uyuşma.
hadernak   Örümcek.
hades   Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek. * Taze. Yiğit. Genç. * Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal. * Pislik. More…
hadesan   Şanssızlık, kısmetsizlik, talihsizlik. * Kaza.
hadesat   (Hades. C.) Hadesler. Pislikler. (Bak: Hades)
hadeyan   Yelmek.
hadf   Yürüme hızı.
hâdî   Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.
hadî   Birinci. * Mazluma yardım eden. * Deveyi şarkı söyleyerek süren.
hadî aşer   Onbirinci.
hadi'   Alçaltıcı. * Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf. ◊ Hileci, aldatıcı. * Bozuk, fena.
hadîa   (C.: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma. ◊ Davarın karnından gelen ses.
hadiâne   f. Hile ile, hile yaparak.
hadîb   Kınalı, kına yapılmış. * Boyalı, boyanmış.
hadic(e)   Vaktinden evvel doğan erkek veya kız çocuğu.
hadid   Demir, çelik. Sert, kavi olan. * Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. * Hudut ve sınır komşusu.
hadîd   Dağ eteği. * İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur. * Arz, yer, dünya.
hadid suresi   Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi.
hâdife   Halktan bir kısım.
hadîka   Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe.
hâdil   (Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış. * Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.
hadil   Yumuşak taze ot. * Islanmış, nemlenmiş.
hadîle   Çayır, çimen.
hâdim   (Hidmet. den) (C.: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan. * İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan. * Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla More…
hadim ağasi   (Bak: Hâdim ağası)
hadime   (Hâdim. den) Kadın hizmetçi.
hadîme   Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.
hadin   Bir kuş cinsidir.
hadîn   (C.: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.
hadine   Süt nine.
hadir   Öten güvercin. Kişneyen at. * Üstü koyu, altı sulu olan yoğurt. ◊ (C.: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ. ◊ Tembel, uyuşuk, uyumuş. ◊ Gevşek, tembel, uyuşuk.
hadîre   Kalabalık olmayan topluluk. * Yaranın içinde toplanan kan ve irin. ◊ Hurması gök iken dökülen hurma ağacı.
hâdis   Yeni. Sonradan olan şey. Değişen. Hudus eden.
hadîs   Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim. (Bak: Tevâtür)
hadîs-i mürsel   Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.
hadîs-i şeyheyn   En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif.
hâdisat   (Hâdise. C.) Yeni olan şeyler. Hâdiseler.
hâdise   (C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.
hâdişe   Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.
hadiyd   (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer. * Dağ eteği. Zir. Alçak yer. * Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer More…
hâdiye   Değnek, asâ, sopa. * Su içinden sivrilerek yükselen kaya.
hadl   Meyletmek, yönelmek.
hadleka   şiddetle bakmak.
hadm   Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.
hadma'   Beyaz koyun.
hadme   Ateş gürültüsü.
hadr   Evmek, acele etmek. * Vücutta bir organın şişip yumrulaşması. * Men etmek, engel olmak. * Saçak bükmek.
hadra   (Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
hadravat   (Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik.
hadre   Yüz yüze olmak.
hadreban   Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.
hadrece   Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.
hads   Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim.
hadş   Kaşımak. * Tırmalamak.
hadşe   (C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.
hadşe-aver   f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan.
hadşe-nisar   f. Merak veren, vesvese.
hadsen   Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.
hadsî   Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.
hadsiyyat   Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.
hadsiz   Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.
hadun   Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.
hadur   Yemen diyarında bir şehrin adı. ◊ İniş. * Alçak yer.
haduş   Pire. Sinek.
hadv   Sürmek.
hady   Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi.
hafa   Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü. ◊ Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.
hafa (hafâye)   Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması.
hafa'   Yalın ayak yürümek.
hafafîş   (Huffâş. C.) Yarasa kuşları.
hafagâh   f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper.
hafair   (Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar.
hafak (hafakan)   Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek.
hafakan   Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
hafat   (Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.
hafave   Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek.
hafaya   (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
hafaza   (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
hafc   Titremek. * Ayağını eğri basan.
hafcag   Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)
hafd   Evmek, sür'at.
hâfe   (C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.
hafe   İçine bal konulan sahtiyan tuluk.
hafede   (Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler.
hafef   Fakirlik. Darlık. * Şiddet.
hafelleh   Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.
hafender   Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.
hafer   Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri. ◊ Çok fazla utanmak.
hafeş   Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye 'ahfeş' derler.) ◊ (C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel.
hafet   Islıklı yılan.
haff   Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan. ◊ Tavaf etmek. * Süslemek. * Hizmet etmek. * Kesmek. ◊ Alaca renkli at.
haffaf   Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.
haffane   (C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet.
haffar   Çukur kazan, kuyu kazan.
haffe   (C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.
hafhafa   (C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi.
hafi   Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
hafî   Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
hafîd   Evlâd. Oğul. Torun.
hafîde   Kız torun.
hafif   Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.
hafîf   Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.
hafik   Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan.
hafikan   (Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.
hâfil   Dolu, mümteli.
hâfir   Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.
hafir   (C.: Havâfir) Davar tırnağı.
hafîr   Kazılmış yer. Çukur. Mezar.
hafire   Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek.
hafişe   Sel yolu.
hafiy   Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
hafiye   Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis.
hafiye (hâfiyye)   (C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur.
hafiyen   İkram ederek. * Yalınayak olarak.
hafiyy ü celî   Gizli ve âşikâr.
hafiyyat   Gizli şeyler. Gizlilikler.
hafiyyen   Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.
hafiyyeten   Gizlice, gizli ve saklı olarak.
hâfiz   Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan. * Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan. * Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden. More…
hafîz   Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış. ◊ Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.
hâfiza   Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.
hâfiza-pirâ   f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey.
hafizallah   Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).
hafk   Naldan çıkan ses.
hafl   Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma.
hafne   (C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.
hafr   Ahdinde durmamak. * Kiraya vermek. ◊ Kazmak ve çukur etmek.
hafriyat   Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.
hafs   Toplama, cem'etme. Biriktirme. ◊ Her nesnenin boşu. ◊ Hız. Sür'at.
hafş   Celbetmek, çekmek. * Yeri kazıp oymak. * Birbiri ardınca tez tez gelmek. ◊ Tıb: 'Tavuk karası' adı verilen bir göz hastalığı.
hafsa   Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.
haft   Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek. ◊ Dövmek.
hafta   f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet.
haftan   Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan.
hafud   Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.
hafur   Bir ot cinsi.
hafv   Men etmek, mâni olmak, engel olmak.
hafy   Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak.
hafz   Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni 'i' diye okumak. * Sözü boğaz içinden More…
hah   f. (Hasten: 'İstemek' mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah - Kötülük isteyen.
hah na-hah   f. İster istemez.
haham   Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.
hahan   f. İstekli, arzulu, tâlib.
hahem   (Hâsten) mastarından, 'İsterim' mânasına fiildir.
haher   f. Kızkardeş. Hemşire.
haher-zade   f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen.
haherî   f. Hemşirelik, kızkardeşlik.
hâhiş   f. Fazla arzu, isteyiş.
hâhişger (hâhişker)   f. Arzulayan. İsteyen. İstekli.
hâhişgeran (hâhişkerân)   f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler.
haib   Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan. ◊ (Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.
haiben   Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.
haibîn   (Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler.
haic   (Hâyic) Coşkun, heyecanlı.
haid   Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.
haif   (Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan. ◊ Gadir eden, azarlayan. Zulmeden.
haifane   Korkakcasına, ödlekçesine.
haifen   Korkarak, korkakçasına.
haik   (C.: Hayyak) Çulha.
hail   Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran. ◊ Korku ve dehşet veren.
haile   Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram)
haim   (Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.
hain   Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.
hainane   Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.
hair   Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.
hait   Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.
haiz   Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik. * Yer tutan. * Akranından mümtaz olan. ◊ (Bak: Hayz)
hâk   f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.) ◊ Vasat. Vasatî. Orta.
hak   (Bak: Hakk)
hâk ile yeksan   Yerle bir.
hak-bîn   f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.
hak-endiş   f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.
hak-gû   f. Doğru ve hak söyleyen.
hâk-nişin   f. Dilenci, sâil, fakir.
hâk-nişinî   f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak.
hâk-rah   f. Yol toprağı.
hâk-rub   f. Süpürge.
hâk-sar   f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.
hakaid   (Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler.
hakaik   (Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.
hakalled   Dar gönüllü, bahil kimse.
hakan   Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.
hakanî   Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.
hakaret   Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
hakaret-âmiz   f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.
hakayik   (Bak: Hakaik)
hakb   Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak.
hakba'   Yaban eşeğinin dişisi.
hakbîz   f. Toprak kalburu.
hakd   Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet)
hakdan   f. Dünya, arz, yer.
hakek   Yumuşak beyaz taş.
hakem   İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.
hakeme   (C.: Hakemât) Damak geminin halkası.
hakemeyn   İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî.
hakesarî   f. Perişanlık, düşkünlük.
hakeza   Öylece. Bunun gibi. Böyle.
hakhah   Gecenin ilk saatlerinde gitmek.
hakhaka   Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.
hakî   f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı. ◊ Anlatan. Hikâye eden.
hakî'   Kırağı.
hakî-nihad   f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü.
hakib   Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi.
hakîbe   Heybe.
hakîk   Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib.
hakikat   '(C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve More…
hakikat-bîn   f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan.
hakikat-gu   f. Doğru sözlü. Doğru konuşan.
hakikat-i sâbite   f. Sâbit, değişmez hakikat.
hakikat-perest   f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı.
hakikat-şinas   f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden.
hakikat-şinasâne   f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette.
hakikaten   Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.
hakikî   Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.
hakil   Erkek fâre.
hakîle   Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su.
hâkim   Galib. * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi.
hakîm   Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.
hâkimane   Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.
hakîmane   f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette.
hâkime   Kadın hâkim.
hâkimiyyet   Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.
hakin   Sidik zorluğu olan kimse.
hakine   Boğaz altındaki çukurcuk.
hakir   Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
hakirâne   f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde.
hakister   f. Kül, ateş külü.
hakiyan   (Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.
hakk   (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate More…
hakk-bînane   f. Hakkı tanıyana göre.
hakk-bînî   f. Hakkı görme, hakkı tanıma.
hakk-cu   f. Hak arıyan.
hakk-güzar   f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan.
hakk-şinas   f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden.
hâkka   Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet.
hakka   (Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.
hâkka suresi   Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.
hakkak   Hokkacı, kutucu.
hakkâk   Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.
hakkâkî   Mühür ve saire kazıma, hakkâklık.
hakkan   Hakikaten, doğrusu.
hakkanî   Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
hakkaniyet   Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.
hakke   Arka yükü. * Diş.
hakketmek   Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak.
hakkiyet   Haklılık.
hakl   Ziraate uygun yer.
hakle   (C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.
hakm   Atın ağzına gem vurmak. ◊ Bir nevi kuş.
hakn   Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak.
hakr   Cem etmek, toplamak. ◊ Hor görmek.
hâksarî   Perişanlık, düşkünlük, rezillik.
hakud   Çok kin güden, hasetçi.
hakv   (C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür.
hakve   Yürek ağrısı.
hâl   Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl More…
hal   Küçük Hindistan cevizi.
hal'   Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını More…
hal' (hulâe)   Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek.
hal' edilme   Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak.
hal-aşina   f. Hâl ve durumdan anlayan.
hal-dar   f. Benli, benekli.
hâlâ   (Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân.
hala   (C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.
halâ   (Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder. ◊ Yaş ot.
hala'   Koparmak. * Pişmiş et.
halâ'   Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi.
hala'la'   Erkek sırtlan.
halâa(t)   Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
halab   f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi.
halaca   f. Ayak yolu, abdesthane.
halafet   Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
halahil   (Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.
halaif   Halifeler.
halaik   (Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar.
halail   (Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.
halak   Eskimiş ve yıpranmış bez. Paçavra. ◊ (Halka. C.) Halkalar. ◊ Nasib, hisse.
halaka   (Hâlik. C.) Berberler.
halakat   Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük. ◊ Halkalar.
halakî   Paçavracı.
halakim   (Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.
halal   Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma.
halal(et)   İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk.
halale   Kadın eş. Halile, zevce.
halaluş   f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü.
halas   'Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)' ◊ Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.
halaşe   f. Gemi dümeni. * Çörçöp.
halat   (Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arapçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler. ◊ (Hâlet. C.) Haller. Suretler. Keyfiyetler. ◊ Kalın ip, gemi ipi.
halavet   Tatlılık. Şirin olmak.
halavetbahş   f. Zevk veren, hâlâvet veren.
halavetyab   f. Zevk bulan, halâvet bulan.
halayik   Cariye, hizmetçi.
halb   Parçalama, pençeleme. * Birinin aklını başından alma. ◊ Süt sağmak.
halba   Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.
halbe   (C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.
halbes   (C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.
halbuki   (Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
halbus   Serçeden küçük bir kuş.
halc   Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak. ◊ Çekmek. * Hareket etmek.
halce   Uzak, ırak yer, baid.
halcem   Uzun, tavil.
hald   Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki.
hale   Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya 'Hâl' denir. ◊ Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
haleb   Süt sağma. Sağılmış süt.
halebe   (Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar. ◊ (Hâlib. C.) Süt sağanlar.
halebî   Halepli, Halep ahalisinden olan.
halec   Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması.
halecan   Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
haled   Kalb.
haledar   Haleli, halelenmiş. Parlak daireli.
halede   Küpe.
halef   Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
halefen   Arkadan gelerek.
halefiyyet   Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
halek   Kara, siyah.
halel   Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
haleldâr   f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş.
halelpezîr   f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
halem   Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.
halemat  (Halme. C.) Meme uçları, meme başları.
haleme   (C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi.
halen   şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
halenbus   Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.
halenc   (C.: Halânic) Ağaç, şecer.
halesa   (Hâlis. C.) Hâlis, sâfi.
hâlet   Suret. Hâl. Keyfiyet.
halevar   f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan.
halevat   (Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler.
halezon   Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.
half   Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
half(e)   Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek.
halfe   Yerine adam koymak. * Kılavuz. ◊ Andiçme, yemin etme.
halfî   Arka, ard ile alâkalı olan.
halhal   Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği. ◊ (C.: Halâhil) More…
halhale   Esneklik, elâstikiyet.
hali   Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
halî   Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam. ◊ Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. şimdiki. Hâle mensub.
hali'   Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş.
halî'   Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt.
halib   (C.: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.) ◊ Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu.
halîb   Taze süt.
haliç   (Bak: Halîc)
halîc   Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı.
halic(e)   Hareket ettirme. Sarsma, oynatma.
halice   Pamuk eğiren.
haliçe   Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
halîce   İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı.
halid   (Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi.
halidat   (Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler.
halide   f. Saplanmış, dürterek bastırılmış. ◊ Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid)
halif   İki dağ arasındaki yol. * Eski elbise. * Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen. ◊ Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi. ◊ (Half. den) Yemin eden. ◊ More…
halife   Öncekinin yerine geçen. * Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, More…
halik   (C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber. ◊ Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil. More…
halika   (C.: Halayık) Tabiat, mahlukât.
halike   Çok hırslı, haris olan nefis.
halikî   Demirci.
halikiyyet   Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir.
halil   Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse.
halil (halile)   Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.
haliliyye   Samimi dostluk ve kardeşlik.
halilullah   Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
halîm   Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)
halîmâne   f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda.
halîme   Yumuşak huylu kadın.
halin   Ahmak.
hâlis   Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
halis   Bahadır ve haris kimse.
halîs   Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel.
hâlisane   f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile.
hâlisen   Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.
hâliset   Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması.
hâlisiyyet   Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.
halît   Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse. * Şerik, ortak. * Karışmış. ◊ Buz. Kırağı. Dolu.
halita   Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
halita-i dimağî   f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
haliye   (C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.
haliyen   (Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde. ◊ Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda.
haliyyat   (Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar.
haliyye   Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.
halk   İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. ◊ Boğaz. * Tıraş etmek.
halka   Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey.
halkabeguş   f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir.
halkabend   f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma.
halkan   Yaradılışça, hilkatça.
halkavî   Halka şeklinde.
halkazen   f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran.
hall   Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma. * Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek. * Susam yağı. * Ezmek. * Açmak. * Dühul etmek, girmek. ◊ Sağlamlaştırmak. * More…
hall ü akd   Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.
hall ü fasl   Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.
hallac   Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden.
hallaf   Çok fazla yemin eden kimse.
hallak   Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.) ◊ İyi traş eden. Berber. * Hamal.
hallal   Sirkeci, sirke yapan kimse.
hallâl   Halleden, çare bulan, çözen.
hallas   Yakalıyan, tutan kimse.
hallat   Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran.
halle   Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik.
halledallah   Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).
haller   Bakla.
halli   Zengin, gani, malı mülkü çok olan. * Kuvvetli, kavi. ◊ (Halliye) Sirke ile ilgili.
hallisnâ   Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
hallüsinasyon   Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.
halme   Meme başı, meme tepesi.
hals   Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
halsan   Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.
halt   Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
halta   Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.
haltiyyat   Yersiz ve münasebetsiz sözler.
halub(e)   Sağılan şey.
haluf   Sütün veya yemeğin bozulması.
haluk   İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.
halum   Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt.
halvet   Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
halvetgâh   f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer.
halvetgüzide   (Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse.
halvethane   f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer.
halvetî   Halvete müteallik, halvetle alakalı. * İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı. * Halvetiye Tarikatından olan kimse.
halvetnişin   Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.
haly   (C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları. ◊ Ot biçmek.
halz   Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.
ham   f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. ◊ f. Bükülmüş, kıvrılmış, More…
ham madde   Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.
ham' (him')   (C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.
ham' (humu')   Eğrilik, aksaklık.
ham-be-ham   f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm.
ham-ender-ham   f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm.
hama   Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek.
hama'   Kara balçık.
hamaid   (Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.
hamail   (Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
hamaim   (Hamâme. C.) Güvercinler.
hamak   İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak.
hamakat   Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
hamale   Bir mala kefil olma.
hamam(e)   (C.: Hamâim) Güvercin kuşu.
haman   Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
hamarat   Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli.
hamas   Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.
hamaset   Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik.
hamasî   Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.
hamasiyyat   Kahramanlık destanları.
hamat  Kaynana.
hamata   Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası.
hamd   Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri.
hamd ü sena   Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.
hamde   Ateş gürültüsü.
hamdele   Elhamdülillah' demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
hâme   f. Yontulmuş kalem.
hame   Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer. ◊ Kafatası, başın üst kısmı.
hâme vü şemşir   Kalem ve kılıç.
hame'   Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.
hâme-rân   f. Kalem yürüten, yazan.
hame-zen   f. Üzerinde kalem kesilecek âlet.
hamec   Zayıflık.
hâmegüzar   f. Kalemle yazılmış.
hamek   Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut.
hamel   Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz.
hamelat   (Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar.
hamele   Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
hamer   Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.
hamh   Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
hamhama   Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma. ◊ Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.
hamî   Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran. ◊ f. Gevşeklik, hamlık.
hâmid   Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.
hamid   Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.
hamîd   Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
hâmide   Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş.
hamide   f. Kambur, eğrilmiş, kemerli.
hamidegî   f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık.
hâmidîn   (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
hâmidûn   (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
hamie   Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı.
hâmil   (Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan.
hamil   Kötü tanınmış olan kimse.
hamîl   Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan.
hamîle   Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı.
hamilen   Hâmil olarak. Taşıyarak, götürerek. * Hâmil olduğu halde.
hamim   Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş.
hamîme   (C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.
haminne   Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
hamîr   (Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar. ◊ Hamur.
hamîr(e)   Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.
hamîr-gâr   f. Hamurcu, hamur yoğurucu.
hamîre   Hamur içine katılan maya.
hamiş   Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.
hamîs   Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.
hâmisen   Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.
hamit   Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.
hamit (hâmit)   Yanmış ve pörsümüş süt.
hamiye   Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın.
hamiyet   Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman More…
hamiyet-füruş   f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.
hamiyet-kâr   f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi.
hamiyet-mend   (C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli.
hamiyet-mendâne   f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
hamiyet-mendî   f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş.
hâmiz   Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.
hâmizat   (Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler.
hâmiziyyet   Ekşilik, kekrelik.
hamka   Ahmak ve budala kadın.
hamke   (C.: Humuk) Bit.
haml   Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme. ◊ Saçak. * Büyük saçaklı halı.
hamle   Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.
hamlec   Bükmek.
hamletmek   Yüklemek, zannetmek.
hamm   Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması. ◊ Çok sıcaklık, şiddetli hararet.
hammadun   Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler.
hammal   (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.
hammaliyye   Hamal ücreti.
hammam   Banyo, hamam.
hammamî   Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı.
hammamiyye   Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.
hammar   (Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz. ◊ Eşekçi.
hâmme   Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.) ◊ (C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı.
hamme   (C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur.
hammurabi   (Bak: Nemrud)
hamnane   Kene.
hamr   Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey. * Birine bâde içirmek. * Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek. (L.R.) ◊ Yüzmek.
hamra   (Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın.
hamş   Kaşımak. * Tırmalamak. ◊ Baldırı ince olan.
hams(e)   Açlık. * Yaradaki şişin inmesi.
hamse   Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara 'Hamsenüvîs', yâhut 'Hamseci' denilir. ◊ Beş More…
hamşek   Mestin üstüne vurulan parça.
hamsenüvis   f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse.
hamsîn   Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış.
hamşüde   f. Bükülmüş, eğrilmiş.
hamsun   Elli sayısı.
hamt   Misvak ağacı. * Ekşimiş süt. * Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak. * Gadap etmek, kızmak. * Kibirlenmek, tekebbürlenmek. ◊ Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer More…
hamta   Üzüm çiçeğinin kokusu.
hamtar   Dolu kırba. * Yay kirişi.
hamul   (Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.
hamulane   f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde.
hamule   f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
hamulî   Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.
hamum   İç yağı.
hamun   f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova.
hamus   Sâkin olmak, susmak.
hamuş   f. Susmuş. Sessiz. Sâkit. ◊ Sivrisinek.
hamuşan   Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.
hamuşane   f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde.
hamuşî   f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet.
hamvî   Sıcaklık.
hamyaze   f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş.
hamye   İçine yağ ve zeytin konulan kap.
hamz   Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık. ◊ Ekşilik. Kekrelik.
hamza   İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler.
hamze   Baklaya benzer bir bitki.
han   f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân - (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan. ◊ f. Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. 
han u man   (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.
han-salar   f. Kilerci, sofracıbaşı.
hana   Yaramaz ve boş sözler konuşmak.
hanacir   (Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler.
hanadik   (Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.
hanadir   Görme kabiliyeti kuvvetli olan.
hanadis   (Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller.
hanak   (C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.
hanan   (Hân. C.) f. Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar. ◊ Merhamet, şefkat, acıma.
hanasîr   Helâk olmak.
hanasire   Hıyânet ehli, hâinler.
hanat   (Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler.
hanazîr   (Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar.
hanbelî   Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan. (Bak: Mezheb, İmam-ı Hanbelî)
hânçe   f. Küçük tepsi, ufak sini.
hancer   Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.
hançere   Gırtlak, boğaz.
handa hand   f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen.
handan   f. Gülen, gülücü, mesrur.
handan-ru(y)   f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim.
hande   f. Gülme, gülüş.
handebahşa   f. Güldürücü, tebessüm ettirici.
handebar   f. Güldüren, güldürücü.
handeferma   f. Güldürücü, güldüren.
handefeşan   f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan.
handehariş   f. Bir kimseye alay tarzında gülme.
handek   Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.
handekâr   f. Gülen, tebessüm eden, gülücü.
handekünan   f. Gülerek, güle güle.
handemeşhun   f. Devamlı gülen. Çok gülen.
handemu'tad   f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan.
handen   f. Okumak.
handenüma   f. Gülen.
handeris   Eski şarap.
handeriz   f. Gülüp duran, devamlı gülen.
handeruy   f. Mütebessim, güler yüzlü.
handezen   f. Gülen.
handistan   f. Şaka, lâtife.
hane   f. Ev, mesken, beyt. *Mat.: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir 'ek' tir. 'Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane' More…
hane-füruş   f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı.
hane-gî   f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden.
hane-gir   f. Bir yeri mekân sayan kimse.
hane-harab   f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil.
hane-huda   f. Ev sahibi, sahib-ül beyt.
hane-küş   f. Mirasyedi, sefih.
hane-suz   f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse.
hane-zad   f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu.
haneberendaz   (Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı.
hanedan   f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi.
hanef   İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl.
hanefî   Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse. (Bak: İmam-ı A'zam)
hanek   Ağzın tavanı, damak.
hanen   şevk. * Nefsin cima arzusu.
hânende   f. Okuyan, şarkı söyleyen.
hânende-gân   f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.
hânende-gî   f. Şarkıcılık, hânendelik.
hanes   Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu.
haneş   (C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan.
hanev   Eğmek. * Davar kösnemesi.
hanez   Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak.
hanfec   şişman, etli kişi.
hanfes   (C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek.
hangah   f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
hangar   Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj.
hanhana   Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.
hani'   Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.
hanif   İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı. * İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. * Eğri. * Eski kötü More…
hanife   Bir kabile ismi.
hanifen müslimen   Müslim ve hanif olarak.
hanik   (Hunk. dan) Boğucu, boğan. * Küçük dar yarık ve sokak. ◊ Boğmak.
hanim sultan   Tar:  Osmanlı hanedanında 'sultan' nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.
hanin   Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu.
hanîn   Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek.
hanîre   (C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay.
hanis   Ettiği yemini yerine getirmeyen. Yeminini bozan. ◊ İki kat olmuş kimse.HANÎS - Zayıflık, gevşeklik. ◊ Sinen, dönen. (Bak: Hannas)
hanîs   Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen. ◊ Kebap olmuş nesne.
haniye   Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın.
hank   Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek. * Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak. ◊ (Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp More…
hankah   (Bak: Hangâh)
hankan   Boğmak suretiyle, boğarak.
hânmân   f. Ev-bark, ocak.
hânmân-sûz   f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan.
hann   Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek.
hannak   Boğan, boğucu.
hannan   Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan.
hannas   (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. More…
hannasî   Şeytanla alâkalı.
hansa   Sırtlan.
hanşefir   Bela, zahmet.
hansir   (C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.
hanşuş   Bakiyye, artan.
hantal   Kaba, büyük ve ağır.
hantem   (C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap.
hanun   Gümleyerek esen rüzgâr.
hanut   (C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân. ◊ Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama.
hanve   Güzel kokulu bir ot.
hanya'   Beli bükülmüş kadın.
hanz   Kebap yapmak.
hanzal(e)   Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.
hapis   (Bak: Habs)
hâr   f. Diken.
har   (Her) f. Merkep, himar, eşek. * Çay ve havuz diplerinde olan balçık. * Mc: İdraksiz kimse. * Kargaşa. ◊ f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. ◊ Yıkılmış, hedmolmuş.
har'   Yarmak.
har'abe   İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu.
har'et   Terslemek.
har-ban   f. Eşekçi.
har-bende   f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları.
har-meniş   f. Eşek huylu, eşek tabiatlı.
har-püşt   f. Diken sırtlı. * Mc: Kirpi.
har-var   f. Eşek yükü.
har-zar   f. Çalılık, dikenlik.
hara   Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası.
hara'   Süstlük, zayıflık.
harab   Viran. Issız. Yıkık. Perişan.
harab-abad   f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe.
harabat   Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.
harabe   Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.
harabenişin   f. Viranelerde, harabelerde oturan.
harabezar   f. Viranelik. Yıkıntı yeri.
harabiyet   (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde
harac   Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna More…
harac-güzar   f. Haraç verici.
harafe   Aklın bozulması. Delilik.
harafet   Hararetiyle dili yakan tad.
harahir   (Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar.
haraib   (Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler.
haraid   (Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler.
haraif   (Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları.
harait   Haritalar.
harak   Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak. ◊ Ateş, nâr.
haram   Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
harami   Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.
haramilik   Tar:  Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az More…
hararet   Sıcaklık.
hararet-bin   f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet.
haras   f. Dilsizlik, dilsiz olma.
haraş   f. Hayvan ile döndürülen değirmen.
harâs   f. Hayvanla döndürülen değirmen.
haraset   Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik.
haraşif   (Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler.
harat   Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)
haraz   Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.
harazet   Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.
harb   İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları. ◊ (C.: Hırbân) Toy kuşunun erkeği. * Yarmak. * More…
harb-gâh   f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri.
harb-gir   f. Harp yapan. Harpçi.
harba'   Kulağı delik koyun.
harbak   Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç.
harbat   f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse.
harbcu   Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.
harbe   Tar:  Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden 'Köylü' adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus.
harbele   f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı.
harben   Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.
harbes   Bir ot cinsi.
harbeş   Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.
harbesisa   Şey' mânasına kullanılan bir isimdir.
harbî   Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
harbiye   Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.
harbüş   Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan.
harbüz(e)   f. Karpuz, kavun.
harbüze-füruş   f. Karpuz kavun satan adam.
harc   Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday.
harca'   Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.
harce   (C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç.
harcef   Soğuk rüzgâr.
hardal   Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.
hardale   Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek.
hardan   Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan.
hare   f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş. ◊ f. Yiyecek.
harec   Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh.
hared   Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak.
harekât   (Hareket. C.) Hareketler.
hareke   Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme 'ötre' fetha 'üstün' kesre 'esre' (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı More…
hareket   Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.
harem   Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de'selâmlık' denir.)
haremeyn   İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere.
hares   (Haris. C.) Bekçiler, muhafızlar. ◊ Dilsizlik, ebkemiyyet.
hareşe   Sinek.
harez   (C.: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz.
hareze   (C.: Harez-Harezât) Boncuk.
harf   Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri. * Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok More…
harf be harf   Aynen, aslı gibi, olduğu gibi.
harf-gir   f. Her işte ayıp ve noksan arayan.
harf-i atif   Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Arabçada on şekilde harf-i atıf  şunlardır. Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf.
harf-i cerr   Gr: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar arabçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem)
harf-i masdarî   Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf.
harf-i nâsib   Muzari fiilinin sonunu üstün (e, a diye) okutan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
harf-i nidâ'   Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.
harf-i zâid   Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf.
harfece   Güzel gıda.
harfî   Harfe âit. * Sahibi tanıtmak için olan. * Başkasının mânası için yazılan. (Bak: Mâna-yı harfî)
harfiye   Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.
harfiyen (harfiyyen)   Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.
hargâh   f. Otağ. Büyük çadır.
hargar(e)   f. Hakaret eden, hakaret edici.
hargele   f. Eşek sürüsü. * Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler.
harguş   Tavşan.
harhar   f. Devamlı arzu, sürekli istek. * Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. * Devamlı kaşıntı.
harhara   Uykuda horlamak. * Kedinin mırıldayışı. * İki dere arasındaki düzlük.
harhişe   f. Kavga, gürültü, patırtı.
harî   f. Hakirlik, horluk. ◊ Müstehak, lâyık.
harî'   Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın. * Çok gülen, gülegen.
harib   Yıkan, harab eden. * Haydut. ◊ Kaçan, firar eden.
harîb   Yağma olunmuş, soyulmuş, talan edilmiş.
harîbe   (C.: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey.
hâric   Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan. * Ecnebi.
haric   Günahkâr, günah işlemiş. Allahın emrini dinlememiş olan.
harîc   Dar, ensiz. * Kuşatılmış.
harice temessül   Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi.
haricen   Dışardan, dıştan. Hariçten.
haricî   Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye More…
hariciyye   Hariçle alâkalı. Dış işleri. * Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar. * Haricilik. (Bak: Havâric vak'ası)
harid   Öfkeli, hidetli, kızgın. ◊ Satın alma.
harîd   Tek, ayrı.
harid(e)   (C.: Harâid) Kız, evlenmemiş kız. * Delinmemiş inci.
haridar   Satın alıcı, satın alan.
haride   Satın alınmış.
harif   (Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost. * Herif, âdi insan. ◊ Güz mevsimi, sonbahar. * Meyve toplama zamanı. ◊ Yemiş toplayan.
harifane   f. Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan.
harife   (C.: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı.
harifî   Sonbaharla alâkalı.
harik   Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen. * Yırtıcı, yırtan. ◊ Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od. ◊ Omuz küreklerinin arası. ◊ Zeyrek akıllı kimse.
harîk   Erkekliği olmayan adam. ◊ Yangın, ateş.
harîk-zede   (C.: Harikzedegân) f. Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse.
hârika   İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli. ◊ Ateş, nâr, od.
harîka   Acı, sızı. * Bulâmaç. Yulaf lâpası.
hârika-pişe   f. Hârikalı. Hârika işler yapan.
hârikat   (Hârika. C.) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.
hârikavî   Harika cinsinden, harika gibi.
hârikulâde   Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.
hârim   Fakir.
harîm   Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas. More…
harîme   Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.
harir   İpek. İpekten yapılmış. * Harâretli. Sıcak.
harîr   Su akarken çağlamak. * Yel eserken fışıldamak. * Horuldamak.
harirî   (Kasım bin Ali) (Mil: 1054-1122) Irak'ta doğdu. İnhitat (çöküş) devrinin ediblerindendir. 'Makamat' adlı eseriyle şöhret bulmuştur. Bediüzzaman-ı Hemedanî'nin Makamları More…
haririye   Un ve süt ile yapılan bulamaç.
hâris   Muhafız. Bekçi. * Gözcü. Himaye eden. Bekleyen. ◊ Eken, ekici. Çiftçi.
haris   Süngü demiri. * Soğuk olan şey. ◊ Son derece hırslı olan. ◊ Hırslı olan, haris.
hariş   f. Kaşınma, kaşıma.
harîs   Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.
harîş   Bir cins yılan.
harisa   İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.
harîsa (hârisa)   Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut. * Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.
harîsane   f. Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla.
harîset   (C.: Harâyis) Zayıf deve.
haristan   f. Çalılık, dikenlik.
harîsun aleyküm   Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve More…
harita   yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı. * Dağarcık, kulplu kese.
hariye   Yavuz bir yılan.
harîz   Tâkatsiz kimse, güçsüz ve kuvvetsiz insan. ◊ Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.
harizme   Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.
hark   Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer. ◊ Yakmak. Yanmak. Yangın.
hark ve iltiyam   Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek.
harka'   Kulağı delik koyun. * Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.
harkafa   (C.: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı.
harkahe   Koyuncuların kara evi.
harkeket   (C.: Harâkîk) Uyluk başı.
harkürre   f. Eşek yavrusu, sıpa.
harm   Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Davara yük vurmak. * İşinde çabuk çabuk olmak. * Udul etmek. * Kat'etmek.
harmed   Kokusu ve rengi değişen. * Kara balçık.
harmel   Üzerlik otu.
harmeş   İfsad etmek, bozmak.
harnub   Keçiboynuzu adı verilen bir cins yemiş.
harp   (Bak: Harb)
harpüşte   f. Balıksırtı şeklinde olan, harpuşta.
harr   Hararet, sıcaklık. Sıcak. ◊ Yarmak.
harr(e)   Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı.
harra   (Hurur) Yüksekten aşağı düşmek.
harraka   Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.
harran   Susuz.
harrare   Gürleyerek, çağlayarak akan su.
harras   (Harâset. den) Çiftçi, ekinci. Toprağı işleyip ekin eken. ◊ Küp yapan. ◊ Yalancı.
harrat   Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı.
harraz   Terzi.
harre   (C.: Hurer) Değirmenin buğday konulan deliği. ◊ (C.: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer.
harrub   Keçiboynuzu' adı verilen bir yemiş cinsi.
hars   Tarla sürmek. * Maarif. * Mal toplamak, kazanmak. * Teftiş ve tedbir eylemek. ◊ Tahmin etmek. * Yalan söylemek. * Acıkmak. ◊ Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır. More…
harş   Kesbetmek, almak. * Tırmalamak. ◊ Avlamak. * Kaşımak.
harşa   Bir cins ot.
harsa'   Dilsiz kadın. * Gürlemeyen bulut. * Belâ. (Müz: Ahrâs)
harşef   (C.: Harâşif) Kalkan balığı. * Balık pulu. * Enginar bitkisi.
harsek   Küçük cisim.
harsinî   Tunç.
harşuf   Enginar bitkisi.
hart   El ile ağacın yaprağını sağmak. * Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak. * Nikâh. ◊ Katı katı ovmak. * Davarın yulaf yerken çıkardığı ses.
hartavî   Tar:  Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.
hartuc   f. Topa merminin ardından sürülen barut kesesi.
haruf   Küçük kuzu, hamel. * Tâze et.
harun   Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi. * Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid. ◊ İlerleyeceği yerde duran veya geri giden hayvan.
harunî   Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.
harur   Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı. * Gece esen sıcak rüzgâr. ◊ Yüksekten düşmek. * Akla gelmedik cihetten hücum etmek.
harus   Sütü az olan kadın. * Evlenip hâmile olan kız.
harut   Mukaddes kimse. * İpini sahibi elinden çekip kaçan davar.
harut ve marut   Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen iki meleğin ismidir.
harva   Büyük kumlu tepe. * Yüce, yüksek. * Bir dağın adı.
hary   Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek.
harz   Dikmek.
harze   Yaban şalgamı.
harzem (harezm)   Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke.
haş   f. Süprüntü, kırıntı, döküntü. * Kızgınlık, hiddet. ◊ Kalb.
has ahur   Tar:  Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.
has lafizlar   Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.
has'   Reddetme. * Uzak olmak. Uzaklaştırmak.
has'am   Yemen diyarında bir kabilenin adı.
hâşâ   Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun...(mânasına söylenir.)
hasa   Saymak. * Taş atıp vurmak. ◊ Sığır terslemek. ◊ Toprak saçmak.
hasa'   Suya kanmak ve kandırmak. * Dolmak. * Doymak. * Ufak taş. ◊ Saman parçası. * Hurma kabı. ◊ Bulamaç aşı. * Kavun.
haşâ'   (C.: Ehşâ) Nefes tutukluğu. * Nefesin tutulması. * Nâhiye. * Kalb.
hasab   Odun.
hasad   Ekin biçmek. Ekin biçme mevsimi.
hasadet   Hasedcilik, kıskançlık. Çekememezlik.
hasafe   (C.: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap. * Hurma yaprağı.
hasafet   Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk.
haşafet   Kin ve düşmanlık, haset ve adavet.
haşahiş   (Haşhâş. C.) Haşhaşlar.
hasail   (Haslet. C.) Hasletler. (Bak: Haslet)
hasais   (Hasîse. C.) Kötü huylar, fena tabiatlar.
hasâis   Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.
haşaiş   (Haşiş. C.) Kuru otlar.
hasak   Büyük bir kuşun adı. (Çin'de, Babil'de ve Türk vilâyetlerinde olur.)
haşak   f. Süprüntü, çöp. Yonga.
hasal   Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları. * Bir işte ortaya konulan ödül. ◊ Yüreğin ağrıması.
hasan   Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak. ◊ İyilik. Güzel muamelede bulunmak. ◊ Güzel. (Bak: Hasen)
haşan   Kokmuş tuluk.
hasanet   Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması. * Kadının kendisini haramdan koruması.
hasar   (C.: Hasâret) Ziyan, zarar. ◊ Soğuk, berd.
hasar-dide   f. Zarara uğramış, hasar görmüş.
hasarat   (Hasâret. C.) Ziyan ve zararlar. Hasaretler.
hasaret   Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek. ◊ Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması. * Dahâmet peyda etme, irileşme.
haşari   Yaramaz, rahat durmaz, hırçın.
hasas   Başta saçın az olması.
haşas   Arz haşereleri.
hasasa   (C.: Hasâs) Fakirlik. * Hali yaramaz olmak. * Küçük delik. * İki kişinin arasındaki açıklık.
hasase(t)   Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.
hasaset   İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük. * Rahne. * Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik.
hasât   Küçük taş parçası. Çakıl. * Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.
hasb   (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet. * More…
haşb   Hayırsızlık. * Haşinlik.
hasba   Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde 'haspa' şeklinde kullanılır.
hasba'   (C.: Hasubâ) Ufak taş.
haşba'   Kuru, yâbis.
hasbe   Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye 'mahsub' derler.) ◊ Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen 'hisbe' More…
hasbel hamiyye   (Hasb-el hamiyye) Hamiyet icabı, hamiyet için.
hasbel icab   (Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.
hasbel iktiza   (Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı.
hasbel kader   (Hasb-el kader) Kader cihetiyle.
hasbel mevsim   (Hasb-el mevsim) Mevsime göre.
hasbeten lillah   Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
hasbî   Karşılıksız. Allah rızası için.
hasbiye   âyetinin kısaca ismidir.
hasbüna   Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde).
hasda'   Yaprağı çok olan ağaç.
haseb   (Bak: Hasb)
haşeb   Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.
haşeb-pare   f. Tahta parçası. Yonga.
hasebe   Hurması çok olan hurma ağacı.
haşebe   (C.: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga.
haşebiyet   Odunluk, odun niteliği.
hased   Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.
haşed   İnsan topluluğu, cemaat.
hasede   (Hâsid. C.) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.
haşef   Hurmanın yaramazı. * Eski elbise diken. * Devenin sütünün çok olması.
haşefe   (C.: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı. * Yaşlanmış kuru kadın. * Kuru hamur. * Yumuşak taş. ◊ Hiss. * Harekete ve yürüyüş sesine derler.
hasek   Kin, adavet, hased. * Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh.
haseke   (C.: Husek) Kin tutmak, adavet etmek. * Demir dikeni denilen üç köşeli diken. * Demirden yapılan üç köşeli 'bıtırak' denilen harp âletleri.
haseki   Tar:  Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.
haşel   Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik. * Her nesnenin kötüsü.
hasele   Tıb: Karnın göbek ile kasık arasındaki kısmı.
hasem   Burnun yassı ve geniş olması.
haşem   Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir. * Genzin tıkanıp burnun koku almaması.* Etin kokması. ◊ Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.
haşem-nişin   f. Göçebe.
haşeme   (C.: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr.
hasen   Güzel. Hüsünlü. Güzellik. * Güzel olmak.
hasenat   Güzellikler. İyi ameller. İyilikler.
hasene   İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri.
haşene   (Haşin. C.) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.
haser   Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.
haşerat   (Haşere. C.) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar. * Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
haşere   Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.
hasf   Ayakkabı dikmek. * Birbirine yapıştırmak. * Tasmalı nâlin. * Ağacın yaprağının dökülmesi. ◊ Ay tutulması. * Işığı sönmek.
hasfolmak   Parlaklığı gitmek.
hashas   Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme. ◊ Toprak. * Ufak taş. ◊ Seri, çabuk, hızlı. ◊ Koparılmış olmak. ◊ Cömert kimse.
haşhaş   'Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki. * Hazırlıklı. * Silâhlı ve zırhlı topluluk.'
hashasa   Açık ve âşikâr olma. * Bir şeyi diğer bir şey içinde 'iyice birleşmesi için' karıştırıp sallama.
haşhaşa   Silah sesi, yüksek ses. * Silâh. * Kuru ot. * Yeni kaftan.
hashase   Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak. * Bir şeyi döndürmek. ◊ Kandırmak. * Koparmak. * Çok fazla deprenmek. ◊ Anlaşılmayan ses. * Hınzır avazı.
hasî   (Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen. ◊ Kuru.
haşi   Kuru, yâbis.
haşi'   Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden. * Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.
hâşian   Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek.
hâşiane   f. Hâşi' olarak.
hasib   Tipi. Ortalığı toza toprağa boğan şiddetli rüzgâr. ◊ Hesab eden, hesab edici.
hasîb   Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan. * Muhâsebeci. ◊ Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam. * Bolluk yer, ucuzluk.
haşib   Yoğun, kalın. * Tam düzelmemiş olan kılıç. * Süslü, zinetli.
haşibe   Tabiat, mizaç, huy.
hâsid   Hased eden, kıskanan.
hasid   Ekin biçen.
hasîd   (C.: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.
hâsidane   f. Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine.
hâsif   (Husuf. dan) Sararmış. Rengi, parlaklığı kalmamış. Husufa uğramış.
hasif   Zayıf.
hasîf   (C.: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu. * Yağmuru çok olan bulut. ◊ Ak ile kara, alaca renkli urgan. * İki çeşit renkten meydana gelen. ◊ Aklı başında, kâmil ve olgun More…
haşif   Keskin kılıç. * Damdan aşağı asılmış olan karpuz. ◊ Eskimiş ve yıpranmış elbise.
hasîfane   Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.
hasîfe   Gizlenen kin, hased ve düşmanlık.
haşife   Adâvet, düşmanlık, kin.
haşiîn   Huşu' içinde olanlar.
hasik   Süngü demiri.
hâsil   Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
hasîl   Ot.
hasîl(e)   Sığır buzağısı.
hâsilat   Gelirler. Kazançlar. Elde edilenler. Kâr. Mahsul. Îrad.
hasîle   (C.: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan. ◊ İyeği arasında olan et.
hâsili kelâm   (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.
hâsim   Kat'eden, hasmeden, kesip atan.
hasim   (Bak: Hasm)
hasîm   Hasım olan, husumet eden, düşmanlık eden.
haşim   Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan. ◊ Haşmetli, gösterişli, muhteşem.
haşime   Kemiği kırılmış olan baş yarığı.
haşimî   Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen. * Bir tarikat şubesinde olan.
hasîn   Sağlam. Metin. Mustahkem. * Sağlam muhafaza eden. ◊ Küçük balta.
haşin   Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı. ◊ Korkak, korkan. ◊ Kokmuş tuluk.
hasin(e)   (C.: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın.
hâsir   Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.
hâşir   Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle More…
hasir   (Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden.
hasîr   Feri gitmiş, donuklaşmış göz. * Hasret çeken. Meramına nail olamayan. * Yorulmuş. * Açılmış. * Zayıf. ◊ Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın. * Eli boş. Müdafaasız. More…
haşir   Toplayan, cem'eden, haşreden.
hasiralti etmek   Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu More…
hâsiren   Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.
hâsirîn   (Hâsir. C.) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.
hâsirun   Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.
hasis   Çabuk. Çok aceleci. * Ayartılan, tergib ve teşvik edilen. ◊ Gizli ses. Ateş gürültüsü. * Fitil.
haşiş   Esrar adı verilen 'Hint keneviri'nin yaprağı. * Kuru ot.
hasis(e)   (Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat. * Ufak, değersiz. * Tamahkâr, cimri.
hasisa   Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.
haşişe   Ot.
haşiv   (Bak: Haşv)
haşiye   Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz.
hasiyy   Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).
haşiyy   Kuru, yâbis.
haşiyye   (C.: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek. * Nihalî adı verilen sofra altı.
hasiyyet   (Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.
hasl   Fena huylu olma. Kötü haslet sahibi olma. ◊ Zayıflık.
haşl   Herşeyin âdisi, bayağısı.
hasle   (C.: Husul) Hurma koruğu. ◊ Göbekle kasık arası.
haslet   Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
hasm   (Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman. ◊ Kesip atma, kesme, kat'etme. * Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma. ◊ Atâ etmek, hediye vermek. * More…
haşm   İncitmek. * Gadaplandırmak, hiddetlendirmek.
hasmane   f. Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde.
hasme   Kırmızı meşe.
hasmen   Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.
haşmet   (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, 'haşem' den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme. * Hiddet, kızgınlık. * Alçak gönüllülük.
haşmetli   (Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.
haşmetmeab   Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.
hasmî   Düşmanlık, husumet, adavet.
hasna   Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
hasnâ   Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın.
haşna'   Saliha kadın.
haspuş   f. Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai.
haspuşî   Hile, riyâ.
hasr   Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. * Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. * Sıkıştırma. Kısaltma. * Okurken tutulup kalmak. * Vakfetmek. * Zaman ayırmak. More…
haşr   (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları.
haşr suresi   Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
haşr u neşr   Toplanıp dağılmak, yayılmak.
haşrece   Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.
haşrem   Kireç taşı. * Alçak dağ. * Arı.
hasreme   Üst dudağın alt dudak üzerine taşması.
hasret   Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü. (Bak: Husr)
hasret-fiken   f. Hasret düşüren, hasret döken.
hasret-keş   f. Özlemiş, özleyen, hasret çeken.
hasret-keşane   f. Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi.
hasret-zede   (C.: Hasret-zedegân) f. Hasrete düşmüş, hasrete uğramış.
hasretmek   Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.
haşrî   Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair.
hâss   (C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle More…
hass   Zannetmek. * Silkmek. * Davarı kaşağılamak. * Közün üstünde birşey pişirmek. * Katletmek, öldürmek. ◊ Tergib. Teşvik. Bir kimseyi bir şey için iknâ etmek. ◊ Duyan. More…
haşş   Kat'etmek, kesmek. * Toplamak, cem'etmek. * Davara ot vermek. * Ateş yakmak. ◊ Girmek, dühul etmek.
hâss ü âmm   Herkes, bütün herkes.
hassa   (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni. More…
hassa'   Hayırsız kadın.
haşşab   Ağaçtan anlayan. * Ağaç satan.
hassad   Orakçı, ekin biçen.
haşşak   Bir nehir ismi.
hassas   Duygulu, içli. * Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse.
haşşaş   Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.
hassasane   f. Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette.
hassase   Hissedici kuvve. Hisseden, duyan.
hassasiyet   Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.
hâsse   Duygu uzvu. Bir şeye mahsus kuvvet. Hâl. (Bak: Kuvve)
hasseten   Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca.
hassiyet   (Bak: Hâsiyyet)
hâst-gâr   f. İsteyen, talep eden, isteyici.
hâst-gârî   f. Tâliplik, isteyicilik.
haste   f. İstenilen, matlub, taleb edilmiş, istenilmiş. ◊ (C.: Hastegân) f. Rahatsız, hasta. ◊ f. Uzanmış. * Ayağa kalkmış.
haste-gân   (Haste. C.) f. Hastalar, rahatsızlar, marizlar.
haste-gî   f. Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet.
hasub   Kirişini atan yay.
hasud   Çok hased eden.
hasudane   f. Kıskançlıkla, hasetçilikle, hasud olan kimseye benzer surette.
hasudî   Kıskançlık, çekememezlik, hasetçilik.
hasun   Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.
hasur   Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen. * Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan. * Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez) * More…
haşur   Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir.
hasus   Katı, şedid, şiddetli.
haşuş   Abdesthane, helâ, tuvalet.
hasv   Toprak saçmak. * Az birşey vermek. ◊ Men etmek, engel olmak.
haşv   (Haşiv) (C.: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi. * Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot. * Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi More…
hasva'   Toprak parçası.
hasve   (C.: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme.
haşvî   Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan. * Haşve benziyen.
haşviyyat   Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler.
haşyet   Korku ve dehşet.
haşyeten   Ürkerek, korku ile.
haşyeten lillah   Allah için korku.
haşyetullah   Allah korkusu.
hat   f. Çaylak kuşu.
hat'are   Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.
hat'et   Vurmak, darb. * Düşürmek. * Cima etmek.
hata   Yanlışlık. Yanılma. * Suç. Günah. ◊ Yarış atlarının sekizincisi. ◊ Kuzey Çin.
hata ender hata   Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata.
hata'   Saçak bükmek.
hata-puş   f. Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen.
hata-yi adlî   f. Adalet dairesine âit hata, yanlışlık.
hatab   (Hatb) Odun. * Kinaye olarak 'Dedikodu, nemime' ye de odun denilir.
hatabahş   f. Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan.
hataen   Hatâ olarak, yanlışlıkla.
hatai   Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller. * Türkistan'da More…
hatair   (Hatire. C.) Mühim işler, ehemmiyetli ve önemli ameller.
hataiyyat   Yanlışlıklar, yanlışlar.
hatakâr   f. Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan.
hatal   Boş ve yaramaz söz.
hatar   Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler. * Çadırın eteklerine bağlanan parça. ◊ Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku.
hatarat   Tehlikeler. Akla gelen fikirler.
hatare   Hürmetli ve izzetli olmak.
hatargâh   f. Tehlikeli yer, tehlikeli saha, tehlike yeri.
hatariş   Deprenmek.
hatarkâr   f. Hatarlı, korkulu.
hatarnâk   f. Korkunç, korkulu, tehlikeli.
hatat   Sütün kaymağı. * Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları. ◊ Bağırma, çağırma, feryâd etme.
hatatif   (Huttâf. C.) Kırlangıçlar.
hatavat   (Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve. C.) Adımlar, hatveler. (Bak: Hutuvât)
hataya   (Hatâ. C.) Hatâlar. Yanılmalar.
hatayi   (Bak: Hatâi)
hatb   (C.: Hatub) Mühim iş. * İstemek. * Konuşmak. * Nidâ. ◊ Odun toplamak.
hatba'   Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)
hatd   Durdurmak. İkâmet.
hateb   (C.: Ahtâb) Odun. * Koğuculuk.
hatel   Kahretmek. * Ahdini bozmak. * Aldatmak.
hâtem   Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son.
hatem   Kırılmış olan şey.* Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması. ◊ Çok cömert ve eli açık adam.
hatemane   f. Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine.
hatemat  (Hatme. C.) Hatim etmeler. Sona erdirmeler.
hateme   Allah, sona erdirsin.' meâlinde bir dua.
hatemi   Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.
hatemkârî   Bir sathın 'yüzeyin' üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.
haten   (C.: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi) * Araplar, damat mânasına kullanırlar.
hatenat   (Hatene. C.) Kaynanalar.
hatene   (C.: Hatenât) Kaynana.
hatf   Kapmak. * Şimşek gibi göz kamaştırmak. * Sür'atli olmak. ◊ Ölüm. Ölmek. Vefat etmek.
hatî   Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren. ◊ Fakir kavutu.
hatî'   Yaramaz kimse.
hatîa   Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri.
hatib   Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat. ◊ (Hatab. dan) More…
hatîb   Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan. ◊ Odunu çok olan kimse.
hatibane   f. Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına.
hatîbe   Ormanlık, ağaçlık yer. * Odunluk.
hatîce   (Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu.
hatîe   Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.
hatif   Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı. ◊ Süratli kapıp götürücü. * Göz kamaştırıcı şimşek.
hatîfe   Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.
hatil   Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası. ◊ Yorgun. * Devamlı yağan yağmur.
hatim   Hitâma erdiren. Bitiren. * Mühür basan. ◊ Kadı, hâkim. * Sağlamlaştıran. ◊ (C.: Havâtim) Yüzük. ◊ Kırıcı, ufalayıcı.
hatîm   Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.
hatime   Son. Nihayet. Son söz.
hatime-keş   f. Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren.
hatin   Sünnet eden.
hatir   Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse. ◊ Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Vesvese.
hatir-aşüfte   f. Gönlü perişan olan.
hatir-azar   f. Hatır kıran.
hatir-azürde   f. Hatırı kırılmış.
hatir-güşa   f. Gönle ferahlık veren. İç açan.
hatir-mande   f. Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış.
hatir-nevaz   f. Gönüle okşayan, hatırnaz.
hatir-nişan   f. Hatırda kalan, akılda duran.
hatir-nişin   f. Akılda kalan, hatırda kalan.
hatir-şiken   f. Gönül inciten, kalb kıran, hatır kıran.
hatir-şinas   f. Gönül alıcı, hatır alıcı.
hatir-zad   f. Akla gelen, hatıra doğan.
hatira   Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.
hatirat   (Hâtıra. C.) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler. * Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.
hatît   Hasis kimse.
hatita   (C.: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer. ◊ Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.
hatk (hatkân)   Yürürken adımların birbirine yakın olması. * Yönelmek, teveccüh etmek.
hatla'   Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)
hatm   Hitâma erdirmek, bitirmek. Kur'an-ı Kerim'i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. * Mühürleme. Mühürlenme. ◊ Hâlis, saf. * Sağlamlaştırma, More…
hatme   Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek. * Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek.
hatme-i hâcegân   f. Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları.
hatn   Damat. * Sünnet etme.
hatn (hitn)   Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.
hatne   Kaynana.
hatr   Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması. ◊ Atâ etmek, hediye vermek. * Sağlamlaştırmak. ◊ Ahdini bozmak, sözünde durmamak.
hatra   Nehirlerde işleyen vapurların iskandil direği.
hatre   Bir kere emmek.
hatrebe   (Hatribe) Dar gelirli olmak. * Maaş sıkıntısı. * Gevezelik etmek.
hatreme   Sütlü bulamaç.
hatreşe   Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.
hatrib   Daima beyhude ve mânasız konuşan.
hatt   Sınır. Çizgi. Hudud. * Yazı. El yazısı. * Nâme. Mektup. * Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal. * Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol. * Deniz yalısı. * Gemilerin hareketteki istikameti. * More…
hatt-i bâlâ   f. Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat.
hatt-i dest   f. El yazısı.
hatt-i hümayun   f. Padişanın el yazısı. Padişahın emri.
hatt-i istivâ   f. Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. * Ekvator. * Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile More…
hatt-i münhanî   f. Eğri çizgi. Eğilen hat.
hatt-i müstakim   f. Doğru çizgi. * Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey.
hatt-i muvâsala   f. Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu.
hatt-i ufkî   f. Düz hat. Ufki hat.
hatt-şinas   f. Yazı uzmanı, yazıdan anlayan.
hatta   Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.
hattab   Oduncu. Odun satan.
hattaf   Kırlangıç kuşu. * Kapıp kaçıran, kapıp aşıran.
hattan   Sünnetçi.
hattar   (Hatur) Gaddar. * Hud'akâr. Hilekâr. ◊ Süngü vuran.
hattat   Çok güzel yazı yazan san'atkâr.
hattiyye   (C.: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak. * Küçük ok.
hatun   (C.: Havâtın) Kadın. Hanım. * Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.
hatut   Yeri tırnağıyla kazıyıp çizgiler çizen vahşi sığır. ◊ Tez yürüyüşlü yedek atı.
hatv   Rengin değişmesi.* Engel olmak, menetmek. * İplik bükmek. ◊ Adım adım yürümek, adım atmak. ◊ Saçak bükmek.
hatve   (Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.
hatve-endaz   f. Adım atan.
hatve-endazî   f. Adım atıcılık.
hatve-şümar   f. Adım sayan. * Çekinerek ve ihtiyatla yürüyen.
hav   Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy. * Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.
hav'eb   Basra yakınında bir mevkinin adı. * Çeşme. * Geniş dere. * Pek büyük kova.
hava   (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası. * Hafif yel. * Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı. * Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu. * Müzikte ezgili ses, sadâ. More…
hava'   Hâli olmak, boş olmak. * Düşmek, sâkıt olmak.
havabat   (Bak: Havbâvât)
havacib   Hicablar, perdeler, örtüler.
havadis   (Hâdise. C.) Yeni hâdiseler, yeni sözler. * Alâka ile karşılanan haberler.
havafi   Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.
havafir   (Hâfir. C.) Kazanlar, yeri kazıcılar. * Hayvan, dâbbe tırnakları.
havagazi   t. Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
havaî   (C.: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı. * Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.
havaic   (Havâyic) İhtiyaçlar. Hâcetler. Gerekli ve lüzumlu şeyler.
havaiyyat   Havâi şeyler ve sözler.
havak (havka')   Geniş yer, vâsi.
havakîn   (Hâkan. C.) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.
havale   Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * More…
havalename   f. Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu.
havaleten   Havale suretiyle, havale olarak.
havali   Çevre, civar, etraf, yöre.
havan   İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap. * Tütün kesmekte kullanılan makine. * Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık More…
havanik   (Hânkah. C.) Tekkeler.
havanit   (Hânut. C.) Dükkânlar. * Meyhaneler, işrethâneler.
havare   f. Yiyecek, azık.
havari   Yardımcı. * Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
havaric   (Hâric ve Hârice. C.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar. (Bak: Hâricî)
havarik   (Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler. * Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.
havas   (C.: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.
havaşi   (Hâşiye. C.) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar. * Maiyet adamları.
havasib   (Hâsıb. C.) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar.
havasin   (Hâsına. C.) Namuslu kadınlar.
havass   (Hasse. C.) Hasseler. Duygular.
havâss   (Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler More…
havâss u avâm   İleri gelen kimseler ve halk.
havat   Tavşancıl kanadının fısıltısı. * Ses, sadâ.
havatif   Göz kamaştırıcı şeyler. (Bak: Hâtıf)
havatim   (Hâtem. C.) Mühürler, hâtemler.
havatîm   (Hatime. C.) Sonlar, nihayetler.
havatin   (Hâtun. C.) Şerefli kadınlar, hâtunlar.
havatir   Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
havayic   (Bak: Havâic)
havaz   Kalbde olan gam ve tasa.
havaze   (C.: Havâzât) Ziyafet.
havb   (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet. * Fakirlik. * Meşakkat. * Maraz, ağrı, dert. * Ana, baba. ◊ Fakir ve muhtaç olmak.
havba'   Zât, nefs.
havbavat   Nefsler. Zâtlar.
havbet   (Havb) Açlık, hâcet, meskenet. * Çayırı, otlağı olmayan kır yer.
havc   (Havcâ') Hâcet, ihtiyaç.
havceb   (C.: Havâcib) Kırmızı gül.
havcele   Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.
havceme   (C.: Havâcim) Kırmızı gül.
havd   Güzel ahlâk. * Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.
havebe   Zayıf adam.
havel   Eğrilik. * Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması. ◊ Mülk. * Haşmet.
havelân   Dönme, dolaşma. * Değişme.
haveme   Büyük, ulu, yüce.
havene   (Hâin. C.) Hâinler, hıyânet edenler.
haver   Zayıf olmak. * Yumuşak, çukur yer. * Denize suyun akıp döküldüğü yer. ◊ Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması. ◊ f. Doğu, şark.
haveran   f. Doğu ile batı. Şark ile garp.
havernak   Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk.
haverver   Şey mânasına gelir bir isim.
havf   Korku, korkutmak. ◊ Kavim, kabile.
havf ve reca   Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.) (Bak: Celâl)
havfen   Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile.
havfezan   Tarhun otu.
havfnak   f. Korkulu, korkutan, korkunç.
havi   İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
havî   Çekirge.
havil   (C.: Huvel) Hizmetkâr.
havit   Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer.
haviye   Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer. * Sâkıt. Göçük, çökük. ◊ (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.
haviyye   Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek. * Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması. ◊ (C.: Havâyâ) Yağlı bağırsak. * Bağırsak. * Deve More…
havk   Ev süpürmek. * İhâta etmek, kaplamak. ◊ Bâdruç otu. * Bez dokumak. ◊ Halka' denilen yuvarlak.
havkale   (C.: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam. * Hızlı yürüme.
havl   Güç. Kuvvet. * Muhit, etraf. * Yıl, sene. * Tahavvül, inkılâb. * Geçmek. * Bir hâlden bir hâle dönmek. * Rücu etmek. * Sıçramak. * Hile.
havla'   Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)
havle (havâl)   Çok fazla döndürmek veya dönmek.
havleka   La havle velâ kuvvete illâ billah' demek.
havlî   Bir yıllık.
havm   Deve sürüsü. * Devretmek.
havmane   (C.: Havâmin) Çok sağlam yer.
havme   Tasarruf dâiresi.
havn   Hıyanet etmek, hâinlik yapmak.
havr   Rücu etmek, dönmek. * Eksiltmek, noksan etmek.
havra   (Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın. ◊ Yahudi mâbedi, sinagog. * Mc: Pek gürültülü yer.
havran   Şam diyarından bir yerin adı. * Balıkesir'in bir ilçesi.
havrem   Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.
havreme   Burun ucu.
havs   Ayrılmak. * 'Haysü' mânâsına zarf-ı mekân için lügattır. ◊ Geceleyin istemek.
havsa   Bağır. * Bağırın yanındakiler.
havsa'   Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun. ◊ Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)
havsal   Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.
havsala   Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl. * Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf. * Mide.
havsala-suz   f. Takati kaldıran, tahammülü mahveden.
havşeb   Köstek yeri.
havsere   Araptan bir kabile.
havta'   Tavşan yavrusu. * Bir nevi sinek. * Delil.
havtek(î)   (C.: Havâtik) Kısa boylu.
havtel   Büluğa eren oğlan. * Bağırtlak yavrusu.
havv (huvv)   Bal, asel.
havva   Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi. * Rengi esmere mâil kadın. * Yalancı, kezzab.
havvas   Hurma yaprağı satan kişi. * Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi.
havvat   Bahadır, çeri, kahraman, öncü.
havya   Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.
havyar   Balık yumurtası. Mersin balığı yumurtasından yapılan siyah, mugaddi ve leziz bir madde.
havye   Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.
havz   Suya girme. * Sakınılacak işe girişmek. * Başlamak. ◊ Seri sevk, yeynilik, sür'atli oluş, hızlılık. ◊ (C.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu. ◊ Cem' More…
havza   Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar. * Memleket. * Taraf. * Sınır için Bir şeyin çevresi içinde olan. ◊ Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.
havzaa   Kumluktan alınmış bir miktar kum.
havzan   Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği. * Tarhun otu.
havze   Nâhiye. * Cemaat, topluluk.
havzerî   Birbirinden ayrılmayı istemek.
hay   f. Eyvah! Vay!
hay'al   Yakasız gömlek.
hay'ame   Yaramaz huylu, kötü mizaçlı.
haya   Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak. ◊ Yağmur. * Ucuzluk.
haya-huy   f. Çığlık, vâveyla. * Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses.
hayadar   f. Utangaç, çekingen, mahcub.
hayadid   (Haydud. C.) Haydutlar, eşkiyalar.
hayal   (C.: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey. * Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
hayal-i sefid   f. Beyaz hayal.
hayal-perest   f. Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan.
hayal-perver   f. Hayale düşkün.
hayalât   (Hayal. C.) Hayaller, hülyalar.
hayalen   Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.
hayalet   Göze görünen hayal, karaltı.
hayalî   Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik. * Hayal, yahut halk dili ile 'Karagöz' oynatanlar.
hayaliyyun   (Hayalî. C.) Romantik şâirler, hayalî yazarlar.
hayat   Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık. ◊ Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa. * Avlu.
hayat-bahş   f. Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren.
hayat-engiz   f. Yaşamaya zorlayan, yaşatan.
hayat-feza (efza)   f. Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Bak: Fezâ)
hayatî   Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan. * Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.
hayatiyet   Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması.
hayatiyyun   Biyoloji âlimleri.
hayaviye   Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)
haybet   Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak.
haybet-zede   f. Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan.
hayd   (C.: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu.
hayda'   Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.
haydar   Yiğit, cesur, kahraman. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, * Arslan, gazanfer.
haydarane   f. Hz. Ali gibi. Kahramanca, yiğitçe, cesurca.
haydarî   Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık. * Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka.
haydariyye   Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.
hayde   Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Hakdan ve doğru yoldan ayrılmak.
haydeb   Ulu ve yüce yol.
haydo   (Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi)
haydud   (Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
haye   f. Yumurta. * Haya, husye.
hayed   Gölgesinden ürken eşek.
hayende   f. Ağızda çiğneyen.
hayesan   Doğru yoldan dönmek, udul etmek. * Nefret etmek.
hayevan   (Bak: Hayvan)
hayevî   Canlı. (Bak: Hayaviye)
hayf   (Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr. (Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.) ◊ Gözün birisi birine muhalif olmak.
hayfane   (C: Hayfân) Alacalı çekirge. * Ayakları uzun olan at.
hayfes   Kısa adam.
hayhay   t. Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.)
hayia   Şiddetli ses.
hayic   Âşık, hayran. * Mest olmuş deve.
hayide   f. Çiğnenmiş. * Ağızdan ağıza dolaşmış, bayat söz.
hayide-gû   f. Değersiz sözler söyleyen kimse. * Değersiz şiirler yazan kimse.
hayiflanmak   Acınmak, üzülmek. Esef etmek.
hayih   Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne.
hayil   Kısır olan hayvan. * Engel, mâni. * Hicâb.
hayim   Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak. * Susuz, atşân.
hayir   Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran. * Birikmiş su. ◊ Mütehayyir kimse. * Toplanmış su.
hayirsever   İyilik ve yardım etmesini seven.
hayiş   Sık bitmiş olan hurma ağaçları.
hayize   Aybaşısı olan kadın. (Bak: Hayz)
hayk   Sallanmak. * Dokumak. * Tesir etmek, etkilemek. ◊ Kaplamak.
haykan   Büyük ve kalın olan. * Kısa boylu bir kimsenin yürümesi. * Omuzunu oynatmak.
haykatan   Türraç kuşunun erkeği.
hayl   At. At sürüsü. * Atlı sürüsü. * Zümre, güruh. * Düşünmek, hıfzetmek. ◊ Kuvvet. Havl.
hayla'   Cin taifesinden bir nesne. * Sırtlan. * Korku.
hayle   Zannetmek, sanmak. ◊ Keçi sürüsü.
hayli   f. Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol.
haylulet   Kibir. * Taazzum. Gurur. * Su-i zan. * Korkmak. Tevehhüm etmek. ◊ Yolu kapamak. * Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
haym   Yaramazlık yapmak.
haymana   Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer. * Ankara'nın bir kazası.
hayme   Çadır.
hayme-gâh   (Haymegeh) f. Çadır kurulan yer.
haymî   Çadır biçiminde olan.
haymume   Korkaklık, cübün.
hayn   Helâk olmak.
haynunet   Yakın olmak, yaklaşmak.
hayr   Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet. (Bak: Hayrat) ◊ Sakınmak. * Büyük avlu.
hayr-endiş   f. İyilik düşünen, hayırlı iş düşünen.
hayr-hah   f. Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven.
hayr-hahî   f. İyilikseverlik, hayırhahlık.
hayran   Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
hayrat   '(Hayr. C.) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için.
hayre   (C.: Hayrât) İyilik, kerem. * Her nesnenin iyisi.
hayret   Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek.
hayret-bahş   f. Hayret veren, şaşırtan.
hayret-bahşâ   f. Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren.
hayret-engiz   f. Hayret veren. Hayret içinde bırakan.
hayret-fezâ   f. Hayret veren, hayreti artıran.
hayret-nümâ   f. Hayret gösteren, hayret veren.
hayret-zede   f. Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan.
hayri   (Hayriye) Hayra âit. Hayırla alâkadar.
hayriyet   Hayırlılık. Hayırlı olmak.
hays   Hayvan leşinin kokması. * Bir kimseyi aldatmak. * Sözde durmamak, ahid bozmak. * Fâsid olmak. ◊ Saygı, hürmet, itibar. * Alâka, ilgi. Cihet, itibar. ◊ Darlık. * Udûl More…
hayş   Nefret etmek.
haysal   Patlıcan.
hayse   Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.
hayşe   (C.: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.
haysefuce   Gemi dümeni.
haysiyet   İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe.
haysiyet-şiken   f. Haysiyet kıran.
haysü   İtibariyle, bakımından. * Hangi yerde? Hangi?
haysü lâyeş'ur   Hissedilmeksizin. Bilinmedik, duyulmadık cihetten.
hayşum   Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)
hayşumî   Genizden gelen.
hayt   İp. Kalın ip. * İplik. Bağ. * İki şeyi birbirine bağlayan. * Dikiş dikmek. * Tanyeri ağarması.
hayta   'Serseri, serkeş kimse. * Aks: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın More…
hayta'   Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.
haytel   Kedi.
hayteur   Bir vaziyette durmayan. * Arslan. * Kurt. * Belâ. * Cin tâifesinden bir nesne. * Bir su böceği.
haytî   Tel şeklinde olan.
hayu   f. Salya, tükrük.
hayunet   Vakit yaklaşma.
hayvan   Canlı şey, insanla beraber her canlı. * İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık. * Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s. * Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı More…
hayvanat   (Hayvan. C.) Hayvanlar.
hayvanî   Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.
hayvaniyyet   Hayvanlık, canlılık, zihayat olmak. Akıl ve idrakten mahrumiyet.
hayy   Diri, canlı, sağ. * Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek.
hayyâkallah   Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.
hayyal   (Hayl. den) At terbiyecisi, at yetiştiren. ◊ Dalavereci, hileci, hilekâr.
hayyale   Fikir sahipleri.
hayyam   Çadırcı.
hayyat   Terzi. Dikiş diken sanatkâr. ◊ (Hayye. C.) Yılanlar.
hayyatîn   (Hayyat. C.) Terziler, dikiciler.
hayye   (C.: Hayyât) Yılan. ◊ Gel... Haydi...
hayyehele   Acele et (mânasınadır).
hayyen   Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde.
hayyen meyyiten   Ölü ve diri olarak.
hayyir   (C.: Ahyâr) Çok hayırlı. * Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.
hayyiz   Yer. * Cihet, yön. * Mekân. Vüs'at. (Cismin kapladığı hacim)
hayyut   Erkek yılan.
hayz   (C.: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir.
hayza   Tıb: Kolera denilen hastalık.
hayzeran   Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.
hayzerane   Gemi durak yeri, iskele, liman.
hayzerî (hayzelî)   Dura dura yürümek.
hayzeyun   Yaşlı, acûz, ihtiyar.
hayzum   (C.: Hayazim) Göğüs tahtası.
haz'   Muhalefet etmek. * Taksim etmek, bölmek, paylaştırmak.
haza   Bu. Şu. O. * Gr: İşaret zamiri.
haza'   Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.) ◊ Kesme, yarma, ameliyat.
hazab   Odun. * Yakacak nesne.
hazabî   (Hizbâ. C.) Arızalı topraklar, engebeli yerler.
hazad   Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken.
hazafir   (Hizfâr - Hazfur. C.) Cânibler. * Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri. * Hepsi. Tümü. Mecmu'u.
hazain   (Hazine. C.) Hazineler.
hazair   (Hazire. C.) Duvar veya çitle çevrilmiş ağıl. * Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar.
hazakat   İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
hazal   Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.
hazalan   (Bak: Hizlân)
hazam   Sür'atle yürümek, hızla yürümek.
hazama'   Kulağı enine yarılmış keçi.
hazami   Güzel kokulu bir ot.
hazan   Güz. Sonbahar. * Solgun.
hazandide   f. Güz mevsimini görmüş, yaprakları sararmış solmuş.
hazane   Mc: Gönül, kalb, yürek.
hazangâh   f. Hazan yeri. * Dünya. Göçecek âlem.
hazanî   f. Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait.
hazanistan   f. Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer.
hazanlika   f. Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü.
hazannüma   f. Sonbahar görünüşlü. * Mc: Hüzün ve keder verici.
hazanreside   f. Sonbahara erişmiş, solup sararmış.
hazar   Sulh zamanı. Barış zamanı. * Bir kimsenin huzuru, yakını. * Mukim olmak. Yolcu olmamak. ◊ Tahta ve kereste kesmeğe mahsus su ile işler büyük bıçkı. ◊ Bir şeyi bir kimseye More…
hazar ve sefer   Barış ve muharebe zamanı. * Evde mukim olma ve yolculuk.
hazaret   (Bak: Hadâret)
hazarî   Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. * Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.
hazaz   Yosun.
hazaze   Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.
hazb   Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması. * Ucuz olmak. ◊ Yetişmek. ◊ Boyamak.
hazbaz   Sinek. * Bir ot adı.
hazd   Ağaçtan diken koparmak. * Ağacın kabuğunu soymak. * Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek.
hazef   Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı. ◊ Çamurdan More…
hazef-pare   f. Çanak çömlek parçası, kırığı.
hazef-rîze   f. Çanak çömlek parçası.
hazefe   (C.: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.
hazefî   Çanak çömlek ile alâkalı.
hazefiyye   Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı.
hazel   Göz kapaklarında olan kabarcıklar. ◊ Gayret. * Men etmek, engel olmak.
hazelan   Kızgın kimsenin yürümesi.
hazelat   (Hazele. C.) Alçaklar, âdiler, kalleşler.
hazele   (Hâzil. C.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.
hazem   Dizme, sıralama. * Edb: İlk beytin ortasına birden dörde kadar harf ilâve etme. ◊ Göğüs kemiği. * Davarın karnının ve böğrünün dolu olması.
hazeme   (C.: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi. ◊ Kısa boylu kadın.
hazen   (C: Hızân) Etin kokması. * Toplamak, cem'edip yığmak. * Gizlemek, saklamak. ◊ (Hüzn) Keder. Tasa. Gam. ◊ f. Baldız.
hazer   Çekinme. Zarar verebilecek şeyden kaçınma. Korunma. ◊ Gözün dar ve küçük olması. * Kabile. * Cemaat. ◊ Vahşi hayvanların yediği et.
hazerat   (Hazret. C.) (Bak: Hazret)
hazevan   Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne.
hazevver   Kısa boylu kimse.
hazf   Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme. * Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek. * Mahvetmek. * Vurmak. * Atmak. ◊ Parmağıyla taş More…
hazhaz   Sütü çoğaltır nesne. * Bir nevi katran. ◊ Seri, sür'atli, hızlı. ◊ Kavi, sağlam.
hazhaza   Sallama, el ile harekete getirme.
hazî   Kâhin, keşiş, papaz. ◊ Ateş yakmak. ◊ Sarkıklık.
hâzi'   (Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.
hâziâne   Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.
hâzik   Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
hazik   (C: Havâzik) Mesti dar olan. * Cânip, taraf. ◊ Süngü demiri.
hazîk   Kesilmiş olan.
hazikane   Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
hazikiyyet   Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık.
hazil   Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.
hazile   Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı.
hâzim   İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.
hazim   Sür'atle kesen. * Çok çabuk yeyip bitiren. * Düşmanı hezimete uğratan. ◊ Basiretli, tedbirli.* Göğüs. Göğüs ortası. ◊ Hazmettirici, sindirici. ◊ Kesici, kesen.
hazîm   Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan. ◊ Keskin kılıç.
hâzimâne   İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.
hazimane   f. Tedbirli ve basiretli hareket eden.
hazimli   Mc: Tahammüllü, müsamahalı, tolerans sahibi.
hazin   (Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi.
hazîn   Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.
hazina   Emzirici, emziren. Dadı.
hazine   Define. * Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
hazine-mânde   f. Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para.
hazinedar   f. Malı muhafazaya me'mur olan.
hazinedarî   f. Hazinedarlık.
hazir   Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. * Müstaid olan. ◊ Hazer eden. Korkup çekinen. ◊ Takdir eden. * Ekşimiş süt. ◊ Korkan, korkak,
hazîr   Su sesi, su şırıltısı.
hazira   şehirli, medeni. * Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş.
hazirbahş   f. Hazırlanmış, hazır olmuş. * Hazır ol! emri.
hazircevap   Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse.
hazîre   Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca 'aside' derler.) ◊ More…
hazirîn   (Hâzır. C.) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.
hazirlöp   Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta. * Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.
hazirûn   Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
haziyy   Mertebeli, değerli kişi. * Yarış atlarının sekizincisi.
haziz   (Bak: Hadıyd)
hazîz   Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan.
hazk   Nişan vurmak. * Kuşun terslemesi. ◊ Hapsetme. * Darlık. * Men'etme. ◊ Bağlamak.
hazka   Mahâret, ustalık, mâhirlik.
hazl   Terk etmek. * Rezil, rüsvay etmek. ◊ Badruç adı verilen ot. ◊ Kat'etmek, kesmek.
hazm   Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek. * Birisine ansızın hücum etmek. * Ansızın bir şey üzerine inmek. * Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp More…
hazm-i nefs   f. Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek.
hazn   Sağlam yer. * Kabile ismi. * Arap beldeleri.
hazne   Hazine. * Depo.
hazr   Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek. * Çehresini ekşitip çirkin olmak.
hazra'   Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)
hazrec   Sert rüzgâr. * Güney rüzgârı.
hazreka   Darlık.
hazret   '(Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh. * Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; 'Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri' gibi.'
hazrevat   (Hadravat, Hadrâ) Yeşillik. * Gökyüzü, felek. Asuman.
hazuf   Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.
hazul   Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek.
hazume   Sığır, bakar.
hazun   Yaramaz huylu kimse.
hazur   (Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen.
hazv   Kat'etmek, kesmek. * Takdir etmek. ◊ Sarkık olmak.
hazva'   Sarkık kulaklı eşek.
hazve   (C: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.
hazy   Birbiri üzerine yığılıp toplanmak. ◊ Kat'etmek, kesmek.
hazz   (C.: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur) * 'Vurmak' mânâsına masdar. * Duvar üstüne direk koymak. ◊ Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet More…
hazza'   Nâlin yapıcı, nalcı.
hazzaf   Çanak çömlek yapan veya satan.
hazzal   Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
hazzetmek   Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak.
he'he'   Deveyi yulafa çağırmak. * Gülegen adam.
he'hee   Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek.
he'le (hâle)   (C.: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer.
heb   (Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)
heba   İnce toz. * Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan. * Aklı az olan.
hebaen mensura   Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış.
hebal   Avcı, sayyad.
hebb   Uykudan uyanmak. * Gâib olmak.
hebbar   Çok fazla kılı olan sırtlan veya maymun.
hebbe   Vak'a. * Zamandan bir asır.
hebbihî   Sallana sallana yürüyen kişi.
hebbur   Ufak inci.
hebc   Vurmak. * Ağırlık.
hebec   Devenin memesinde olan verem.
hebenka   Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.
hebenneka   Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir. * Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan.
hebeta   Çukur yer.
hebh   Sallanmak.
hebhab   Serap.
hebhebe   Dâvet.
hebhebî   Çoban. * Hizmete koşan yiğit.
hebîb   Rüzgâr, yel.
hebid   Hanzal otu tohumu.
hebiha   Yürürken sallanan kadın.
hebir   Çukur yer.
hebit   Zayıf, ince deve. ◊ Korkak kimse.
hebl   Ölüm, mevt. * Taaccüb makamında kullanılır.
hebr   (C.: Hübur) Çukur yer. * Kesmek. * İki dağ arasında olan düz yer. * Etli, semiz olmak.
hebra   Şişman kadın.
hebrakî   Demirci. * Yabani öküz.
hebre   (C.: Heberât) Et parçası.
hebreme   Obur. Yemeğe düşkün. * Geveze.
hebs   Şâdlık, sürür, neşe, neşat. * Döşemek. ◊ Hareket.
hebş   Cem'etmek, toplamak. * Kazanmak, kesbetmek.
hebt   (Hübut) İniş. Aşağı inme. * Aşağı indirme. Bir yere inip konmak. * Nüzul, illet, maraz. * Zayıflama. * Bir memlekete birisini dâhil ettirmek. * Eksiltmek. * Kötü bir hale uğratmak. More…
hebul   Yavrusu kalmayan deve.
hebut   İniş yer.
hebv   Ateşin sönmesi.
hebve   Toz. * Tozlu yol.
heby (hebye)   Küçük câriye.
hebz   Sür'at yapmak, hız yapmak.
heca   (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi. * Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek. * Şekil. More…
hecace   (C.: Hecâcât) Kurbağa.
hecagû   f. Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden.
heccav   Çok hicveden. Hiciv söyleyen. (Bak: Hicv)
hece   (Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük. * Harfleri birer birer söyleyerek okuma.
hecef   Yaşlı devekuşu. * Ağır ve boş kimse.
hecemat  Hamleler, taarruzlar, hücumlar.
hecenna'   Uzun ve şişman gövdeli kimse. * Başı dazlak, yaşlı kimse. * Başı dazlak olan devekuşu.
heces   Gönüle düşen hatıralar.
hechece   Çağırmak.
heci'   Yer yarığı. * Derin dere.
hecil   İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi.
hecime   Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt. * Yoğurt.
hecin   Pek hızlı yürüyen bir cins deve. * Arap atı ile diğer cins attan doğmuş melez at.
hecir   Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık. * Otun kuruması. * Büyük havuz.
hecl   İki dağ arasındaki çukur ve düz yer. * Atmak.
hecm   Hamle etmek. Saldırmak. * Büyük kadeh.
hecme   şiddet, sertlik.
hecmec   Koç.
hecr   Ayrılık, firak. * Tıb: Sayıklamak. Hezeyan. (Bak: Hicr) * Çok sıcak günlerde öğle vakti.
hecs   Gönüle düşen hâtıralar.
hecv   (Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume. (Bak: Heccâv)
heda   Sakin olmak.
hedad   Yemen'de bir kabile.
hedahîd   (Hüdhüd. C.) Hüdhüdler, çavuş kuşları, ibibikler.
hedaya   (Hediye. C.) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
hedb   Meyve toplamak. * Davar sağmak.
hedbe   Ufak tesbih böceği.
hedcan   Yavaş yürüyüş.
hedd   Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek. * Zayıf ve korkak.
heddam   Çok keskin kılıç.
hedde   Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü.
hedeb   Ensiz, uzun ve ince yaprak. * Servi yaprağı.
hedef   Nişan noktası. * Emel. Varılmak istenen gaye. * Yüksek, bülend. * İri vücudlu adam. * Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan.
hedef-i âmâl   Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef.
hedel   Devenin dudağının sarkık olması. * Bir şeyi aşağı indirmek.
hedem   Binadan yıkılan taş ve kerpiç.
heder   Boşa gitme. Yok yere faydasız giden. * Ölüme giden.
hedhed   Suâl etmek, sormak. * Ötmek. * Çocuk sallamak.
hedhede   Bağırma, ötme. * Devenin bağırması, kuşun ötmesi.
hedî   (C.: Hevâdî) Mürşid. * Boyun.
hedîl   Erkek güvercin. Güvercin sesi.
hedîr   Güvercin kuşlarının ötmesi. * Aygırın kişnemesi.
hediye   Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.
hediyeten   Armağan olarak, hediye olarak.
hediyy   (Hediye. C.) Atiyyeler, hediyeler.
hedk   Kırmak.
hedlak   Dudakları sarkık olan.
hedm   Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek. * Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)
hedm (hidm)   (C.: Ehdâm) Eski elbiseler.
hedmele   (C.: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer.
hedn   Vakar, ciddiyet.
hedne   Sükun, sessizlik, durgunluk.
hedr   Galeyan etmek. * Ot büyümek. * Güvercin ötmek.
heds   Sürmek. * Reddetmek. * Haykırıp bağırmak.
heduc   Eserken gümleyen rüzgâr.
hedy   Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen More…
hefaf   Hafif berrak nesne.
hefafe   Parlamak.
hefevat   (Hefve. C) Yanlışlıklar, yanılmalar. * Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.
heffat   Ahmak.
hefhaf   Yeynicek, hafif mizaçlı kimse.
hefhefe   İnce belli olmak.
hefîf   Sür'atli seyir.
heft   Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak. * Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek. * Vurmak. ◊ f. Yedi sayısı.
heft-ahter   f. Yedi gezegen. Yedi seyyâre.
heft-gâne   f. Yedi türlü olan. Yedi tane.
heft-hun   f. Cehennemin yedi tabakası.
heft-kâr   f. Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş.
heft-merd   f. Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ)
heft-reng   f. Yedi renk.
heftâd   f. Yetmiş. 70
heftan   Zırhın altına giyilen pamuklu elbise. * Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya More…
hefte   Yedi günlük müddet olan hafta.
heftüm   f. Yedinci.
hefv   Açlık.
hefvan   Yanılma, yanlışlık. * Süratle gitme, hızla gitme. * Ayak kayıp sürçme.
hefve   (C.: Hefevât) Sürçme, ayak kayması. * Mc: Hata, yanılma. Zelle.
hegemonya   yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük. * Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.
hehca'   Kerim, cömert kimse.
hejdeh   f. Onsekiz sayısı.
hek'a   Menazil-i Kamer'den bir yıldız. * Atın göğsü üstündeki dâire.
hekheka   Az birşey verme. * şiddetli seyir.
hekim   (Bak: Hakîm)
hekir   Taaccüp eden, şaşıran.
hekk   şiddetli yağmur. * Kılıçla vurmak.
hekm   Halka şerle taarruz etmek.
hekr   Taaccüp etmek, şaşırmak.
hektar   Fr. Yüz ar değerinde ölçü birimi.
hektometre   Fr. Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi.
hekur   Uzun, tavil.
hel   'Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.'
hel min mezid   Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.
hel' (hil')   Oğlak. (Müe: Hel'a)
hela'   Korku. * Feryad. * Hırs.
helahil   (Hülhül. C.) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.
helahil-riz   f. Öldürücü zehir saçan.
helak   Yıkılma, bitme, mahvolma. * Harislik ve pek düşkünlük. * Azab. Korku, havf. * Fakr.
helaket   Yıkılma. mahvolma. Felâket.
helal   Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı. More…
helalî   Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez. * Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat. * Helâl ile alâkalı olan.
helalli   Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın.
helc   İtimat etmeyecek söz söylemek.
helecan   (Bak: Halecan)
helek   İki dağın arası.
heleke   Helâk. * Düşen.
helel   Örümcek ağı. * Korku. * Yağmur evveli.
helesaya çikmak   Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin More…
helezon   Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan.
helezonî   Helezon şeklinde olan. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan, gittikçe darlaşır daire biçiminde olan.
helhel   Seyrek, ince, dakik şey. * Öldürücü zehir.
helhele   Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi. * Unu seyrek elekten elemek. * Teenni ile encamını beklemek. * Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.
helîce   Saçaklı seccade.
helikopter   Fr. Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak.
helîle   Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.
helîme   Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.
helkam   Yaşlı kadın, acuze.
helkes   Alçak adam.
hellab (hellâbe)   Yağmurlu soğuk rüzgâr.
helle   (C.: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.
hellüm   Beri gel (mânasına gelir.)
hels   Çok hayır. * Gizlemek, saklamak. ◊ Cemaat, topluluk.
helsas   Cemaat, topluluk.
heltat   Cemaat, topluluk.
heltî   Bir ot cinsi.
helu'   Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.
heluk   Helâk olucu, helâk olan. * Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın.
helümm   Tez getir' mânasına gelir.
helümme cerra   (Helümme cerren) 'Var kıyas eyle... Çek beri getir.' gibi kinâye için söylenen bir tabirdir.
helva'   Hızlı yürüyüşlü davar.
helva-ger   f. Helvacı.
helva-hane   f. İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. * Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü.
helvayî   Helva satan. Helvacı.
helyostat   Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.
helyoterapi   Fr. Güneşle tedavi.
hem   f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder.
hem (hemm)   Gaile, müşkül iş. * Tasa, gam, keder, hüzün.
hem-aheng   f. Uygun, münasib, denk.
hem-an-dem   f. Hemen, derakab, derhal, o anda, çarçabuk.
hem-an-gâh   f. Hemen, o anda.
hem-aramiş   f. Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden.
hem-asil   f. Aynı asıldan.
hem-aşiyan   f. Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan.
hem-aver   f. Efendileri aynı olan köleler. * Arkadaş, refik.
hem-averd   f. Savaşan iki kişiden herbiri.
hem-aviz   f. Harpte karşılaşan iki kişiden biri.
hem-ayar   f. Eşit, denk, müsavi.
hem-bar   f. Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan.
hem-ber   f. Beraber olan, birlikte oturan.
hem-bu   f. Kokusu bir, aynı kokuda. * Mc: Âdet ve tarzları aynı.
hem-ca(y)   f. Aynı yerde oturan. Hemşehri.
hem-cenah   f. Denk, eşit, müsâvi.
hem-cenb   f. Akran.
hem-çü   f. Onun gibi.
hem-çünan   f. Böylece.
hem-daman   f. Bacanak.
hem-dem   f. Canciğer arkadaş.
hem-derd   f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri.
hem-dest   (C.: Hemdestân) f. Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. * Ortak, şerik.
hem-destî   f. Berâberlik, birlik. * Ortaklık, şeriklik.
hem-dih   f. Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan.
hem-dil   f. Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri.
hem-duş   f. Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan.
hem-fikr   f. Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar.
hem-firaş   f. Zevce. Karı.
hem-ginan   f. Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer.
hem-guşe   f. Komşu.
hem-hah   f. Arzu ve talebleri aynı olan, aynı istekleri olan.
hem-hal   f. Aynı halde olan. İkisi beraber.
hem-hane   f. Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik.
hem-hudud   f. Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi.
hem-huy   f. Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan.
hem-kadd   f. Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan.
hem-kâr   f. Aynı işi yapan, aynı işte olan.
hem-kiran   f. Aynı yaşta olan, yaşıt. * Kuvvette müsavi olan.
hem-kitab   f. Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. * Aynı dinde olan, din kardeşi.
hem-kiymet   f. Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan.
hem-kün   f. Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş.
hem-nam   f. İsimleri aynı olan, adaş.
hem-neberd   f. Savaş arkadaşı, muharebe arkadaşı. * Rakib.
hem-nefes   f. Arkadaş, musâhib.
hem-nesl   f. Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş.
hem-pa   f. Ayakdaş. Arkadaş. Yoldaş.
hem-paye   (C.: Hempâyegân) f. Bir pâye ve rütbede olanların beheri.
hem-rad   f. Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler.
hem-rah   (C.: Hem-râhân) f. Yol arkadaşı, yoldaş.
hem-raz   f. Sırdaş. En yakın arkadaş.
hem-reng   f. Rengi bir olan, aynı renkte olan. * Mc: Huyları bir olan.
hem-rev   f. Yol arkadaşı, beraber giden, yoldaş.
hem-riş   f. Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler.
hem-sabak  f. Ders arkadaşı. Aynı dersi okuyanların beheri.
hem-saz   f. Uyan, uygun, muvafık, münâsib. * Arkadaş, refik, arkadaşlık.
hem-ser   f. Arkadaş, Karı kocadan her biri.
hem-şerr   f. Kötülükte beraber olan, kötülüğü birlikte yapan.
hem-şikem   f. İkiz çocuk.
hem-sohbet   f. Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş.
hem-sufre   f. Aynı sofraya oturan, sofra arkadaşı.
hem-vare   f. Her zaman, dâima.
hem-varî   f. Düzlük, düzolma.
hem-zanu   f. Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan.
hem-zeman   f. Aynı zamanda işleyen. * Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri.
hem-zen   f. Beraber vuran. Birlikte olan.
hemahim   (Hemheme. C.) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar.
hemal   f. şerik, ortak, eş, benzer, nazir.
hemaluş   Kara balçık.
heman   f. Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda.
heman (humân)   İnce zayıf süngü. * Huysuz ve kötü insan.
hemana   f. Sanki, güya. * Aynen, tıpkı, tamamen.
hemanend   f. Benzer, gibi.
hemare   Her zaman, her an, dâima.
hemazî   Sür'at, hız.
hemde   Ölümle haşir arası.
heme   f. Cümle. Hep. Bütün.
heme ez ost   Herşey ondandır.
heme ost   Hepsi odur.
hemec   Kıymetsiz, değersiz. * Şaşkın. * Övez (denen at sineği).
hemece   Zayıf koyun.
hemegan   f. Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi.
hemel   Çobanı olmayan deve.
hemercel   Yorga at.
hemeyan   Akmak, seyelân etmek.
hemezat   (Hemeze. C.) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler.
hemeze   Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.
hemger   f. Çulha dokuyucu.
hemheme   Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler. * Aslan bağırması. * Deve sesi.
hemî   f. Tıpkı bu, bu bile.
hemî'   Ölüm, mevt.
hemicek   Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.
hemîm   Ağır ağır gitmek. * Otun tazeliğinden dolayı parlaması.
hemîme   Yumuşak rüzgâr. * Ufak taneli yağmur.
hemîsa'   Kuvvetli adam.
hemîşe   f. Dâima. Her zaman.
hemk   Bir kimseyi bir işle meşgul etme. Birini bir işe daldırma. * İnat etmek. * Sa'y etmek, çalışmak. * Cür'et etmek. ◊ Yumuşak. Kof.
heml (hemelân)   Gözden yaş akmak.
hemla'   Seri. * Kurt (canavar.)
hemlece (himlâc)   Atın yorga olması.
hemm   Gam, keder, tasa, hüzün.
hemmame   Zehirli hayvan. Akrep.
hemmas   Yavuz arslan.
hemmaz   Koğucu.
hemr   Su dökmek. * Göz yaşı akıtmak. * Süt sağmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
hemrace   Karıştırmak.
hems   Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek. * Ağzı açmadan lokma çiğnemek. * Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek. * Peçe. * Sıkmak. * Kırmak.
hemş   Ameli seri olan, hızlı, hareketleri çabuk olan.
hemşehri   f. Aynı şehirden. Aynı memleketli olan.
hemsen   Gizli sesle. Gizli ses. Savt-ı hafi.
hemşime   Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer.
hemşire   f. Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. * Hastabakıcı kadın veya kız.
hemşire-zâde   f. Kızkardeş çocuğu.
hemt   Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.
hemta   f. Eş denk. Benzer.
hemu'   Göz yaşı akmak.
hemyan   f. Kese, torba, çanta, dağarcık.
hemz   Dürtme, kakma. * Parmaklarla sıkma. * Yere çalma, vurma. * Isırma, dişleme.
hemze   ( ) Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve 'e' diye okutan işaret. * Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.
hemzend   f. Beraber olanlar. Beraber çalışanlar.
hen'a   Devenin boynunun altına konan işaret. * Menazil-i Kamer'den bir menzil.
henabik   Halka nasihat edip, dediğini kendi yapmayan kimse.
henae   Yemeğin sindirilip hazmolması.
henazîr   Hınzırlar, domuzlar.
henb   Vehamet. * Ağırlık.
henbele   Topal sırtlanın yürümesi.
henber   Kısa boylu kimse.
henberît   Sırf yalan.
hencam   f. Elinden iş gelmeyen, beceriksiz kimse.
hencar   f. Kaide, kural, yol, usul.
hend   İmsak etmek.
hendek   (Bak: Handek)
hendelîn   Sözü çok olan kimse.
hendeme   Bir şeyi yerli yerince yapmak.
hendese   Geo: şekil bilgisi. *Mat.: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.
hendesehane   f. Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. * Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi.
hendesî   Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir. * Geometri ile alâkalı ve müteallik.
henene   Bir cins kirpi.
henf   Sür'at yapmak, hız yapmak.
hengâm   f. Zaman, devir, çağ,sıra, vakit, mevsim.
hengâme   f. Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata.
hengâme-gir   f. Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. * Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. * Kavgacı, gürültücü.
henî   Hazmı kolay olan, faydalı ve sıhhate uygun.
henîe   şiddetli emir.
henîen   Sıhhat ve afiyet olsun.
henîen leküm   Size âfiyet olsun, şifa olsun. Helâl olsun. * Tebrik ederiz.
henîn   Ağlamak.
heniyye   Kolaylık, sühulet.
henk   Darlık. Güçlük zorluk. ◊ Katı yağmur.
henme   Gizli ses.
henn   Ağlamak. * Ayıptan kinayedir.
henne   Kişinin kendi karısı.
hent   Bir nevi kirpi. * Göz içinde olan yağ.
henüz   f. Daha, yeni, şimdiye kadar, ancak.
hepten   Bütünüyle, tamamıyla.
her   f. Bütün, hep, tamamen.
her dem   f. Her zaman, her dakika. Dâimâ.
her dem taze   Parlaklık ve tazeliğini dâima muhafaza eden. * Mc: Daima genç görülen, gençliğe heveskâr.
her'   şiddet. * Etin iyi pişmesi.
her'a   Küçük bir canavar. * Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın.
her-ayine   f. Mutlaka, elbette. Behemehal, zaruri, herhalde.
her-bar   f. Her defa, her kere.
her-ca   f. Her yer.
her-çend   f. Her ne kadar. Her ne zaman.
herab   Kaçmak, firar etmek.
heras   Dikenli ağaç.
herave (hirave)   Ağır, yoğun asâ (baston).
herc   İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad. * Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak. * Kapıyı açık bırakmak. * İnsanların işlerinin karışması. * Seğirtmek. * Katletmek. More…
herç   Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.
herc ü merc   f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
hercaî   (Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder. * Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.
hercan   Uzun ve kalın olan şey. * Hayvanın yab yab yürümesi.
hercâyî menekşe   Bir cins menekşe.
hercele   Karışık yürümek.
herçi bad abad   f. Her ne olursa olsun. İster istemez.
herd   Deve kuşunun dişisi. * Yarmak. * Kat'etmek, kesmek.
hereb   Kaçma, firar. * şiddetli üzüntü, keder.
herec   Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.
herek   Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.
herem   Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak. * Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri. * Geo: Mahrutî şekil, piramit.
heremdîde   f. Yaşlanmış, kocamış, ihtiyarlamış.
herf   Acele. Sür'at, hız Hezeyan.
hergâh   f. Her vakit, her an, her zaman.
hergele   Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü. * Böyle bir sürüye dahil olan hayvan. * Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam. * Bir işe yaramaz More…
hergiz   f. Aslâ, kat'iyyen. Hiçbir suretle.
herhere   Su çağıltısı. * Koyunu çağırmak. * Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.
herhîr   Bir nevi yılan.
heri'   Acele, sür'at. * Akıcı kan. * Korkak kimse. * Zayıf kimse.
herif   (Bak: Harif)
herifçioğlu   Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir.
herim   Çok ihtiyarlamış ve kocamış kimse.
herime   Dişi arslan.
herîr   Köpek uluması. * Köpek hırlaması.
herise   Keşkek yemeği.
herît   Ağzı büyük kişi. * Ferciyle dübürü bir olan kadın.
herkele   İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet. * İnce, zarif, lâtif, hoş.
herkül   yun. Cesaretiyle meşhur olup, efsaneleşmiş bir Yunanlının adı. (Onlarda kuvvet sembolüdür)
herm   Bir ot cinsi.
hermele   Yolmak.
herna'   Ufak bit.
herr   Köpek uluması, köpek hırlaması.
herru   Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar.' mânâsındaki 'ya herrû ya merrû tâbirinde geçer.
hers   Tokmak ile dövmek. * Mersin ağacı. * Arslan. * Kedi. ◊ Ufak kurt.
herş (herâş)   Yırtmak. * Çekişmek.
herşebe   Yaşlı kuru kadın.
herşefe   Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.) * Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın. * Çok eski olan kova.
herseme   Arslan, gazanfer, esed, haydar. * Burun.
hert   Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma. * Yırtma. * Dürtme.
herus   Eski elbise.
herv   Dövme, sopalama. * Pişirme. * Afganistan'da bir şehrin adı.
hervele   Yürüyüş. * Koşma.
herya'   Ağaç hışırtısı.
herz   Yırtmak.
herze   f. Boş söz. Saçmasapan söz. Boş lâkırdı.
herzederay   f. Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan.
herzegû   f. Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen.
herzehayî   f. Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme.
herzeka   Çirkin gülmek.
herzekâr   f. Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen.
herzekârane   f. Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça.
herzevat   (Herze. C.) Herzeler, mânâsız ve boş sözler.
herzevekil   f. Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan.
hesar (hesur)   Arslan.
heşaş (heşuş)   Açık yüzlü şen yeynicek kişi. * Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.
heşaşe(t)   Şâdlık, hafiflik, irtiyah. * Gevreklik.
hesb   şeref. * Kifayet.
heşeme   (C.: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı.
heshese   Karışıp görüşme.
heşheşe   Şâdlık etmek, neşeli olmak.
heşîle   Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve.
heşîm   Ufalanmak. Kırılmış, ufalanmış olmak. * Kırılmış, ufalanmış kuru ot.
hesis   Gizli ses, gizli kelâm. * Ezilmiş, ufalanmış nesne.
hesm   Kaba yemek. Bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Toplamak, cem'etmek. ◊ Kırmak. * Kesmek.
heşm   Kırmak veya kesmek.
hesmele   Gizli söz.
hesr   İki kat edip eğmek. * Kırmak.
hess   Dövmek. * Kırmak, ufalamak. ◊ Öldürmek, katl. ◊ Sıkmak.
heşş   Gevrek, kolayca kırılabilir olan. * Keyifli, şen.
heşt   f. Sekiz.
heştad   f. Seksen.
hestî   f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet.
heştüm   f. Sekizinci.
het'   Dikkatle bakmak. Acele etmek.
hetalan   Akmak. * Göz yaşı ve yağmur pespeşe gelmek.
hetalla'   Uzun ve iri vücutlu erkek.
hetepete   Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.
heterojen   yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.
hetf   Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.
hetil   Akıcı, akan.
hetît   Birbiri ardınca tez tez gitmek.
hetk   Yırtma Yarma. Perdeyi yırtmak. Rezil olmak. Rezil etmek.
hetl   Ulaştırmak. * (Yağmur) çok yağmak.
hetlan   Sürekli yağan hafif yağmur.
hetm   Ön dişleri kökünden kırmak.
hetma'   Dişsiz olup kurban edilemeyen hayvan.
hetme   Çok kelâm, çok söz.
hetmele   Gizli kelâm, gizli söz.
hetn (hütun)   Yağmur yağmak.
hetr   Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma. * Sersemleşme, aptallaşma. * Birisini kötüleme. * Acib emir. * Zahmet, meşakkat. * Enine yarmak. ◊ Ağaçla vurmak. More…
hett   Yırtmak. * İkiye büküp kırmak. * Dökmek.
hettak   Yırtıp parçalayan, paramparça eden.
hettal   Dağ ismi.
hettan   Hafif kimse.
hetul   Çok miktar akmak.
hev'   Kötü hırs. ◊ Himmet.
heva   (C.: Ehviye) İki şeyin arasının uzaklığı. * Yer ile gök arası. * Yukarıdan aşağıya inmek. * Her bir boş, ıssız yer. ◊ İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. More…
heva vü heves   Zevk ve şehvetler. Boş ve geçici şeyler.
heva-i nesim   f. Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. * Hava (Atmosfer.)
hevaci'   Geyik.
hevacir   (Hâcire. C.) Günlerin en sıcak olan anları. * Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler. * (Hücr. C.) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.
hevacis   (Hâcise. C.) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler.
hevadar   f. Hevalı. Nefsine uymuş. Küstah. * Etrafı açık, havalı yer.
hevade   Yavaşlık. * Yumuşaklık. * Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.
hevadî   (Hâdî. C.) Rehberler, deliller, kılavuzlar. * Hidayet edenler, istikametli ve selâmetli yolu gösterenler.
hevadic   (Hevdec. C.) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.
hevahah   f. Sevilen, muhib, dost.
hevahat   Ahmak adam.
hevahî   Bâtıl nesne.
hevaî   f. Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik.
hevaiye   Hava gibi hafif ve lâtif karakterde olan şeyler.
hevakâr   f. Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı.
hevamm   Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit More…
hevan   Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk.
hevaperest   f. Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil.
hevas   Çok yiyen kişi.
hevatif   (Hâtif. C.) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler. * Nidâ eden melekler.
hevaya   Zayıflık.
hevb   Yol, tarik. * Ateş alevi. * Karışık sözlü kimse.
hevber   Kırmızı gül.
hevc   (C.: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak. * Rüzgârın sert esmesi.
hevcele   Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ. * Yürügen deve. * Uzun boylu, ahmak erkek.
hevd   Tevbe etmek.
hevda'   Deve kuşunun erkeği.
hevde   Bağırtlak kuşu.
hevdec   (C.: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.
hevek   Ahmaklık.
heves   Gelip geçici istek. Nefsin hoşuna gitmek. Devran edip gezmek. Akıl ile olmayıp nefis ile olan istek.
heveş   (Karın) Göçük olmak.
hevesat   f. Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler.
hevesdar   f. Hevesli.
heveskâr   f. Hevesli istekli, arzulu. Meyli ve arzusu olan, heves eden.
heveskârân   (Heveskâr. C.) İstekliler, hevesliler.
heveskârî   f. Heveskârlık, heveslilik.
hevesnâk   f. Hevesli, heves edici, istekli.
hevesnâkân   (Hevesnâk. C.) Hevesliler, heves edenler.
hevesperver   f. Hevesli, heveskâr.
hevheve   f. Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler.
hevl   Korku. Korku verici. * Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak.
hevl-âver   f. Korkunç, korku getiren, korku veren.
hevl-engiz   f. Korkunç korkulu.
hevl-nâk   f. Korkulu, korkunç.
hevlul   Hafif adam.
hevm   Uyuklayıp başını her tarafa eğmek.
hevn   Kolaylık, sühulet. * Vakar. Teenni. * Sükunet. Sekine. Rıfk. * Ufak şey. Hor ve zelil olmak.
hevr   Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek. * Binayı yıkmak, yıkılmak. * Sulu, ağaçlı yer. * Koyun sürüsü.
hevre   Dövmek. * Çok fazla yemek.
hevs   Bir şeyi vurarak kırmak. * İfsad etmek. * Dolaşmak. * Davarı yavaşça ileri sürmek.
hevş   Çok miktar.
hevte   Suya gidecek yol.
hevzeb   Yaşlı deve.
hevzele   Depretmek, hareket.
hey'   Gönül dönmek. * Yaramaz gönüllü olmak. * Korkak olmak.
hey'a   Yere dökülen birşeyin akması. * Korkutucu ses.
hey'are   Bir yerde karar etmeyen kadın.
hey'at   Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar.
hey'et   Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti.
hey'etşinas   f. Astronomi bilgini. Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan.
hey'urur   Meşakkat, zahmet.
heyakil   Heykeller.
heyam   Hayranlık hâli. * Çok yumuşak kum.
heyamola   Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir. * Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut More…
heyatile   Hind taifesinden bir kavim.
heyban   Korkunç, korku getiren. * Çok utangaç çekingen. * Korkak. * Çoban.
heybe   Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.
heybet   Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
heybub   Korkak.
heyc   Heyecan, telaş. * Galeyan, tahrik. * Kavga, harp, savaş, cenk.
heyca   Cenk, cidal, vuruşma, birbirini öldürme, kıtal.
heycagâh   f. Muharebe meydanı, savaş yeri.
heycemane   Büyük inci.
heyd   Depretmek. * Zahmetli olmak. ◊ f. Ekinci yabası.
heydeb   Yere yakın olan bulut.
heydebî   Atın bir çeşit yürümesi.
heyecan   Birden bire şiddetle hislenme. Ürperme. * Coşkunluk. Coşmak.
heyef   İnce belli olmak.
heyelan   Toprak kayması.
heyeman   (Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık.
heyf   Sıcak rüzgâr.
heyg   Çoğaltmak.
heyha   Deveyi yulafa çağırmak.
heyhat   'Teneffür ve tehassür ifâde eder; 'sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol' mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için More…
heyî   f. Varlık, madde.
heykel   Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli. * Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide. * Mc: Soğuk More…
heykeltraş   Heykel yapan kimse.
heyl   Dökmek. * Bir şeyi ölçüsüz def'etmek.
heylele   Lâ ilâhe illâllah' demek.
heyleman   Çok, kesir.
heylulet   (Bak: Haylulet)
heym   (Heyemân) Şaşkınlık. * Âşık olma, tutkun olma. * Yüzü yere koymak.
heymere   Koca avret. İhtiyar kadın.
heyn   (Heyyin) Kolay. Rahat. * Vakar. Sükunet.
heyne   Tıb: Kolera hastalığı.
heyneme   (C.: Heynem) Gizli ses.
heyr   Rüzgâr adı. * Sağlam ve sert taş.
heyra'   Korkak, ahmak kimse.
heyrea   Çoban düdüğü. * Meyyitin kabrine toprak dökmek.
heyrun   Bir nevi hurma.
heys   Atâ etmek, vermek, bağışlamak. * Hareket. ◊ Yürümek.
heyş   Hareket. * Davar sağmak. * Fitne. * Iztırab, acı.
heysam   Arslan. * Kısa boylu kişi.
heysar   Arslan.
heyşe   (C.: Heyşât) Husumet, hasımlık. * Çekişmek, nizâ etmek.
heysem   Toy kuşunun yavrusu. * Tavşancıl yavrusu. * Akbaba yavrusu. * Kurt eniği.
heyşer   Ot. * Ağaç.
heyşur   Ot. * Ağaç.
heytal   Tilki.
heytale   (C.: Heyâtıl) Helva kazanı.
heytelek   Gel' mânasınadır.
heyub   Azametli, heybetli, gösterişli.
heyula   Zihinde tasarlanan korkunç hayal. * Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey. * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde. (Bak: Esir)
heyulâniyyun   Maddeciler.
heyyin   Kolay, sühuletli.
heyz   Kırık kemik sarılıp ovulduktan sonra tekrar kırmak.
heyza   Fazlaca kusma, istifra etme. * Tıb: Kolera hastalığı.
heyzale   İnsan sesleri. * Cemaat, topluluk. * Çok asker. * Büyük deve. * Belinden aşağısı şişman olan kadın.
heyzam   Bahâdır, kahraman.
heyzüm   f. Kuru odun.
heyzüm-pâre   f. Odun parçası.
hez   Eğlence. Ciddi olmayan söz.
hez'   Kırmak.
hezabir   (Hizebr. C.) Arslanlar, esedler. * Yiğitler, kahramanlar.
hezar   f. Bin. (1000) * Pek çok. * Bülbül.
hezaran   f. Binler. Binlerce. Pek çok. * Bülbüller.
hezardasten   (Hezârdestân) f. Bülbül.
hezaren   'Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.'
hezarfenn   f. Çok bilen, bir çok san'atı birden çok yüksek derecede yapabilen. * Minâre ustası.
hezarmîh   f. Bin yerinden yamalı derviş hırkası. * Çok süslü. * Gök yüzlü.
hezarpa   f. Çok ayaklı, bin ayaklı. * Kırkayak.
hezarpare   f. Bin parça, çok ufak.
hezartabe   f. Güneş, şems.
hezaryar   f. Bin defa. Bin kerre.
hezazîk   Süratle kat'etmek, çok çabuk kesmek.
hezb   (C.: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.
hezbe   (C.: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur. * Otu az olan yüksek tepe.
hezec   Gök gürültüsü. * Güzel sesle şarkı söylemek.
hezecat   (Hezec. C.) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi.
hezeliyat   (Hezl. C.) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.
hezeyan   Kötü sözler. Soğuk şakalar. * Sayıklama. Saçma sapan konuşma.
hezeyanat   (Hezeyan. C.) Sayıklamalar. * Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.
hezf   Yaşlı devekuşu.
hezhaz   Aygırları boyunlarından sıkıp zebun eden yavuz aygır. ◊ Keskin kılıç.
hezheze   Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.
hezî   Ahmak. * Vakit, saat.
hezîc   Ahmak kimse. * Süratle yürüyen kimse.
hezîl   Zayıf, arık. Bitkin.
hezîm   Sağanaklı yağmur. * Gök gürültüsü. * Koşarken kişneyen at.
hezîmet   Bozgunluk, mağlubiyet.
hezîz   Deprenmek.
hezk   şiddetli gök gürültüsü. * Uçurmak. * Yuvarlamak.
hezl   Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak. * Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.
hezlâmiz   Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.
hezliyât   (Hezl. C.) Mizah ve şakayla ilgili söz veya şiirler.
hezm   Bozma, mağlub etme, hezimete uğratma. * Sıkıştırma, sıkma, bir şeyi sıkıp ezme. ◊ Çok çabuk kesmek. * Sür'atle yemek. ◊ Seğirtmek. * Taze olmak. * Kırmak.
hezme   Elle basıldığında veya sıkıldığında oluşan çukur.
hezmele   Bir cins yürüyüş.
hezr   Saçmasapan, boş ve mânâsız söz.
hezra   (C.: Hezrât) Vurmak.
hezreme   Sür'atle okumak. Sür'atli kelâm.
hezz   Hareket ettirmek. Depretmek. Tahrik. ◊ Hızlı okumak. * Süratli kesmek. ◊ Vurmak, dövmek. * Isırmak.
hezza   İnsan topluluğu, hayvan sürüsü.
hezzam   Keskin.
hezzar   Devamlı saçmalayan adam.
hezzuz   Keskin.
hi   Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.
hi'ha'   Bir sapı kara ot.
hiba   (C.: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba. ◊ Bahşiş. * Kadına kocasından kalan hisse. * Vergi. ◊ Yağmurdan korunmak için kurulan çadır. Tente.
hiba'   Atâ, bahşiş, hediye.
hibab   Dostluk, sevmek. (Bak: Hubb) * (Habb. C.) Tohumlar, taneler. * Haplar. ◊ (C.: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet. ◊ Neşat, sevinç, sürur. ◊ Sevişmek, More…
hiBak   Yarpuz otu. * Yelmek.
hibal   (Habl. C.) Urganlar. İpler, halatlar.
hibale   (C.: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ. * Kement, bağ. ◊ Kement.
hibas   Su bendi.
hibat   Yüzde olan dağ ve nişân. * Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret. ◊ (Hibe. C.) Bağışlar, hibeler.
hibazet   Ekmek yapma mesleği, ekmekçilik.
hibb   Bahadırlık, kahramanlık. * Gammazlık. ◊ Seven. Dost. Muhabbet eden, arkadaş. ◊ Kurnaz, aldatıcı, hileci kimse. ◊ Muhabbet. * Habib. Yoldaş.
hibban   (Hibb. C.) Mahbublar, sevgililer.
hibbe   (C.: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra. ◊ Hımhım otunun tohumu.
hibe   Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey. * Hal ve şân. ◊ (C.: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu.
hibe-name   f. Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt.
hibeb   (Hibbe. C.) Paçavralar. Kesilmiş bez veya kumaş parçaları. ◊ Habbler. Taneler, tohumlar. (Hubub da denir)
hibek   '(C.: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan More…
hibher   Galiz, kaba.
hibik   Uzun, tavil. * Hızlı yürüyüşlü at.
hibk   Yellenmek.
hibl   Yaşlı, ihtiyar. * Uzun boylu kimse. * Büyük deve.
hibla'   Yeyici, yiyen. * İt, köpek, kelb.
hibne   (C.: Hıben) Büyük çıban.
hibr   (C.: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi. * Salih âlim. * Sürur. * Ni'met. * Mürekkeb. * Eser, nişâne.
hibrak   Yellenme.
hibre   (Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek. ◊ Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
hibre (habre)   (C.: Hıber-Hıberât) Yemeni, alaca renkli bez.
hibrir   (C.: Habârîr) Dağ çiçeği.
hibriyye   Kepek.
hibriziyy   Acem askerlerinden şanlı bir süvârinin adı.
hibs   Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.
hibse   Yaramaz, habis nesne.
hibt   (Bak: Hebt)
hibte   Azıcık süt. * Bir içim su.
hibve (hubve)   (C.: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut. * Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak. * Bele takılan şey.
hîc   Deveyi azarlama ve zecir sesi.
hiç   f.Değersiz, kıymetsiz. Yok olan, yok denecek kadar az olan.
hîca   (Bak: Heycâ)
hica   Akıllı. * Münasib, lâyık. ◊ Bulmaca, bilmece.
hica'   Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma.
hicab   Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek.
hicab-aver   f. Hicab verici, utandırıcı.
hicabat   (Hicab. C.) Perdeler. * Tılsımlar.
hicabet   Kapıcılık. Perdecilik. * Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu. * Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik. * Kâbe perdeciliği.
hicabî   Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit. * Mahcub. Utangaç.
hicac   Hüccet, delil, senet göstererek muaraza ve mübahase eylemek. * Tıb: Göz çukuru ve kaş kemiği.
hiçahiç   f. Hiç. Yok. Bomboş.
hical   (Hacle. C.) Gerdekler, gelin odaları. * Çadır kapısına asılan kalın perde. ◊ (Hecl. C.) Uçurumlar, derinlikler, yarlar, çukurlar.
hicam   Hayvanlara takılan ağızlık.
hicame   Deve ağzına ısırmasın diye takılan ağızlık.
hican   İyi, kerim kimse. * Güzel ve beyaz deve.
hicar   Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak. * Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip. ◊ (Hacer. C.) Taşlar.
hicare   (C.: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık. * Taş.
hicaz   Arabistan'da Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'nin bulunduğu mıntıka.
hicazî   (Hicaziyye) Hicaza mensub. Hicazla alâkalı. * Hicazlı Arap.
hicce   (C.: Hıcec) Bir kere haccetmek. * Sünnet. ◊ Bir defa hacca gitmek.
hiccîra   Âdet, usul, kaide.
hiccira'   Şân. * Zât. * Âdet.
hiccire   Âdet. * Halk.
hicer   Her nesnenin kenarı.
hichic   Tatlı su. * Erkek koyun.
hiçî   f. Hiçlik. Yokluk.
hicir   Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat.
hiciv   (Bak: Hicv)
hiçkâre   f. İşi rast gitmeyen.
hiçkes   f. Hiç kimse.
hiçkirik   t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması. * Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek More…
hicr   (Hicir) Men'etmek, bırakmak. * Şer'an haram olan şey. * Semud Kavmi'nin bulundukları vadinin ismi. (Bak: Hacr) ◊ Ayrılık. * Başkalarından ayrı fâzıl ve üstün More…
hicr suresi   Kur'an-ı Kerim'in 15. suresidir.
hicran   Uzaklaşma. Ayrılık. Ayrılıktan gelen keder, sızı, acı. Dostluğu ve ülfeti kesmek.
hicret   Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak. * Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk More…
hicrî   Hicrete ait ve müteallik.
hicrî tarih   Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem More…
hicri'   Uzun boylu ahmak erkek. * Tazı, köpek, kelp.
hicris   Tilki eniği.
hicv   (Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume. * Alay etmek. (Bak: Hecv)
hicvî   Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.
hicviyyât   (Hicviyye. C.) Edb: Hicivle ilgili manzume ve şiirler.
hicviyye   (C.: Hicviyyât) Hiciv tarzında yazılmış manzume.
hid'   Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir.
hida'   Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun. ◊ Hile.
hidab   (Hadeb. c.) Kamburluklar, tümsekler, yumruluklar.
hidac   Yapılan ibadette kusur, noksan, eksiklik. ◊ Eksik, noksan.
hidace   (C.: Hadâic) Devenin sırtına yüklenen yük.
hidad   Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi.
hidadet   Demircilik.
hidae   (C.: Hıdâ') Dölengeç kuşu. * Sarfetmek, harcamak.
hidafe   Etlilik, şişmanlık.
hidak   (Hadeka. C.) Göz bebekleri, hadekalar.
hidam   (Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. * (Hademe. C.) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.
hidan   Ahmak, salak.
hidane   (Bak: Hızane)
hidare   Oturma, ikamet.
hidas   Nihayet, son, netice, bitim.
hidaş   Tırmalama.
hidase   Pâk etmek, temizlemek. * Kahramanlık, yiğitlik. * Abdest bozmak.
hidat   (Hâdî. C.) Hidayeti ve doğru yolu gösterenler.
hidaye   Çaylak kuşu.
hidayet   Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
hidayet-edâ   f. Hidayete sebeb olan. Hidayet verici.
hidb   Arkası yumru kimse, kambur.
hidbar (hidbîr)   (C.: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve.
hidc   (C.: Ahdac-Huduc) Yük. * Deveye konulan mahfel.
hiddet   Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım. * Keskinlik.
hiddîs   Çok sözlü, çok konuşan.
hideb   şişman gövdeli kimse.
hidemat  (Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. Hizmetliler. ◊ (Bak: Hidemat)
hidemm   Bahşişi çok olan kimse.
hidfe   İnsan cemaati, insan topluluğu.
hidîv   f. Vezir, âsaf. * Kral nâibi. * Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine More…
hidîvâne   f. Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette.
hidk   Kesmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
hidmel   Eski kaftan, eski elbise.
hidmet   (Bak: Hizmet)
hidn   Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak. * Nahiye. * Canip, taraf.
hidr   Mâni, engel. * Perde, hâil.
hidrellez   (Hıdırellez) Rumi Nisan ayının 23. gününe verilen addır. Bu tarih 6 Mayıs'a tekabül eder. Doğrusu Hızır ve İlyas'tır.
hidroelektrik   Fr. Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik.
hidrofil   Fr. Suyu kolayca emen madde.
hidrojen   Fr. (Bak: Müvellid-ül ma')
hidsan   Sonradan olmuş nesne.
hifa'   Her şeyin örtüsü ve perdesi. * Kırba örtüsü.
hifaf   Tavaf etmek. * Ziynet vermek. * Yan, taraf. ◊ Yeyni, hafif.
hifaz   Gayret. * Vefalılık. ◊ Gelin düğünü.
hiff   Yağmurunu döküp hafiflemiş bulut. * Biçilmediğinden tanesi dağılmış ekin. * Bir nevi balık. ◊ Hafif, zayıf nesne.
hiffe   Yeynilik.Hafiflik, zayıflık.
hiffet   Hafiflik. * Mc: Onurlu ve vakarlı olmamak. Temkinsizlik. Akılsızlık. Hoppalık.
hifrî   Bir otun adı.
hifş   Küçük ev.
hify(e)   Yalın ayak yürümek.
hifz   Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
hifze   (C.: Hafâyiz) Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Gayret etmek.
hifzissihha   (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan More…
hîk   Tulum.HİK (Heykal-Heykam) - Devekuşunun erkeği. * İnce uzun.
hikab   Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar.
hikal   Zayıflık, süstlük.
hikayat   Hikâyeler.
hikâye   (Hikâyet) Bir hâdiseyi anlatmak. Anlatma. * Olmuş bir hâdise.
hikâye-nüvis   f. Hikâye ve roman yazarı. Hikâyeci, romancı.
hikâye-perdâz   f. Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen.
hikb   (C.: Ahkâb) Uzun zaman, dehr.
hikbe   (C.: Hıkeb) Yıl, sene. * Seksen yıl.
hîkçe   f. Küçük tulum.
hikd   Kin, buğz, adâvet. * İntikam almak için fırsat beklemek.
hikem   (Hikmet. C.) Hikmetler.
hikemî   Hikmet ve düşünceye ait.
hikemiyyat   Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler.
hikf   Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması.
hikk(a)   (C.: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve.
hikka   Dört yaşına basan dişi deve.
hikkab   Uzun boylu, büyük karınlı kişi.
hikke   (C.: Hikek) Kaşıntı.
hikmet   İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) * Herkesin More…
hikmet-amiz   f. Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.
hikmet-amuz   f. Hikmetli. * Hikmet öğreten.
hikmet-eda   f. Hikmetli.
hikmet-feşan   f. Hikmet neşreden, hikmet yayan.
hikmet-füruş   f. Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan.
hikmet-i bedayi'   f. Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik).
hikmet-i efgan   f. Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi.
hikmet-nüma   f. Hikmet gösteren.
hikmet-şinas   f. Hikmet bilen.
hikmik etmek   t. Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak.
hil'at   Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.
hil'at-duz   f. Kaftan diken, terzi.
hila'   (Hil'at. C.) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar. ◊ Göze çekilen sürme.
hilab   Yırtıcı hayvan veya yırtıcı kuş pençesi. ◊ İçine süt sağılan kab.
hilabe   Aldatmak, hud'a.
hilace   Hallaçlık.
hilaf   (C.: Ahlâf) Söğüt ağacı. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ◊ Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
hilaf-girî   f. Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik.
hilaf-i hakikat   Hakikata muhalif. Gerçeğe ve hakikata zıt.
hilafen   Zıd olarak. Hilaf olarak.
hilafet   Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. * Din ve dünya işlerinde umumi reislik.
hilafetname   Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü More…
hilafetpenah   f. Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah.
hilafgir   (C: Hilâfgirân) f. Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan.
hilafî   Hilafa, ihtilafa sebeb olana dair.
hilafina   Zıddına, tersine, aksine.
hilal   Sâfi ve halis. * Sıdk ile dostluk etmek. * Ara. Aralık. * Zaman ve vakit. * İki şey arasına sokulmuş olan. * Buluttan yağmurun çıktığı yer. * Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri More…
hilâl   Yeni ay şekli. Yeni ay. * Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir. * More…
hilâl-ebru   f. Kaşı ay gibi olan. Hilâl kaşlı. Yeni ay gibi kaşı olan.
hilâle   Ay ağılı, hâle.
hilalet   Samimi dostluk.
hilalî   Yeni ay şeklinde olan. * Bir yazı stili.
hilalî saat   Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.
hilas   Her nesnenin dibine çöken ağırlığı. ◊ Kara ile ak arasında olan çocuk.
hilaş   f. Gürültü, kavga, patırtı, şamata.
hilasî   (Hilâsiyye) Zenci ile beyaz melezi.
hilb   Asma yaprağı. * Ciğer. * Tırnak. * Tarp bitkisi * Zampara genç. ◊ Kalble karın arasında olan perde.
hilbace   Ahmak.
hilbid   Küçük deve.
hilbilab   Sarmaşık.
hilbise   Şey.
hilbus   Ahmak.
hilcab   Büyük çömlek.
hile   Sed. Hâil. * Çare. * Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak. * Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara. * Zeval ve intikal. * Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık. More…
hilebaz   f. Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu.
hilekâr   f. Hileci, hilebâz.
hilekârane   f. Hilekârcasına, hile yapanlar gibi.
hilekârî   f. Hilekârlık.
hileperdaz   f. Hile yapan, hileci.
hilesaz   f. Oyuncu, düzenbaz, hileci.
hilf   (C.: Ahlâf) Sözleşme, söz verme. * Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak. ◊ Birbirine yardım etmek. * Ahdetmek. ◊ Meme başı.
hilfe   Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Biri gidip diğeri geriye gelmek. * Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot. * Sonra biten yemiş.
hilhal   (C.: Helâhil) Hallacın bezi iyi dokuması. * Seyrek kalbur.
hilîtec   Hindistan eriği.
hilk   Hükümdar mührü. * Çok mal. ◊ Boğaz balgamı.
hilkam   Arslan, esed. *İri yapılı, cüsseli, şişman.
hilkat   Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış.
hilkaten   Yaratılıştan. Doğuştan.
hilkî   Hilkate âit, yaratılıştan. Yaratılışa dâir. Yaratılışta. * Zâti. ◊ (Bak: Hilkî)
hilkid   Kötü ahlâklı ve ağır ruhlu kimse.
hilkiyyat   Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf.
hilkiyyet   Yaratılışta olma, hilkî olma.
hill   Helâl. Yapılması günah olmayan. * Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha. ◊ Helâl. * Kâbe ile mikat More…
hille   Mekân ismi. 'Büluğ' mânâsına mastar. ◊ İstasyon, durak. ◊ Kılıç gediği.
hillet   (C.: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık. * Kılınç gediği. * Nakışlı deri. * Ağızda bâki kalan dişler. * Dişler arasında kalan More…
hillevf   Kocamış, ihtiyarlamış. * Yalancı, hilekâr.
hillîfî   Bir kimseyi yerine bırakmak.
hilm   Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak. * Vakar. Sükûn. ◊ Dost.
hilman   Çok, kesir.
hilmî   Hilm'e ait ve hilm'e bağlı.
hilmiyyet   Yumuşaklık, yavaşlık, yumuşak huyluluk.
hils   (C.: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek. * Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.
hilt   Bir şeye karışık, karışmış bulunan. * Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi. * Soyu, nesebi karışık kimse.
hilta   İşret. * Muaşeret.
hilv   Boş oluş. Boşluk. (Bak: Hulüv)
hilya'   Yırtıcı hayvanların küçüğü.
hilye   Güzel sıfatlar, iyi hasletler. * Süs, zinet. * Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab. ◊ Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz. * More…
hilyun   Marçopa denilen ot.
him   Deveye ârız olan susuzluk hastalığı. * Kürtçede: Temel, esas. ◊ Huy, mizac, tabiat.
him'   Kurt. * Hırsız.
hima   Kimsenin giremediği mahfuz otlak. * Sultan için korunup hıfz edilen çayır.
himal   Yük getirmek, yük taşımak.
himale   (C.: Hamayil). Kılıç kayışı.
himam   Ölüm, mevt.
himan   Susuz, susamış.
himar   (C.: Humr-Humur) Kadınların başlarına sardıkları bez. ◊ (C.: Hamir - Humur) Eşek. ◊ Merkep. Eşek.
himare   (C.: Hamâyir) Ayak üstü. * Havuzun etrafına koydukları taş. * Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.
himarî   Himarla alâkalı. * Eşek gibi.
himas   Karnı aç kimseler.
himasa   İnce bellilik.
himaye   Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
himaze   Katılık, şiddet.
himbil   Budala ve miskin.
himdid   Havuz dibinde olan döşeme.
hîme   f. Kütük, odun, kereste.
himem   (Himmet. C.) Himmetler.
himhim   Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse. * Burnundan çıkan ses gibi boğuk. * Arap diyarında biten bir ot. * Çok siyah.
himl   Yük. Taşınan ağırlık.
himlac   Kuyumcular körüğü.
himlak   (C.: Hamâlik) Gözün etrafı.
himm   Suyu çok olan kuyu.
himmet   Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile More…
himre   Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.
hims   Üç gün deveyi susuz bırakıp, dördüncü günü su vermek. * Alaca yemeni bez.
himtat   Ot arasında olur bir nakışlı böcek.
himve   Hastanın yemek yememesi.
himyan   Dirhem koydukları kap ve kemer.
himyata   (Süryanicedir ve Tevrat'ta geçer.) Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed'in (A.S.M.) İbranice bir ismidir.
himye   Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması. ◊ Perhiz. Yiyecek ve içecekte sıhhat için gösterilen ihtimam ve More…
himyet   Yemek yememek. Perhiz yapmak.
himyevî   Perhiz ile alâkalı.
hîn   An, zaman, vakit. Sıra. Çağ. * Kıyamet.
hîna   f. Şarkı söyleme.
hina   Hurma salkımı. * Bir çeşit katran.
hina (hinnâ)   Kına.
hîna ki   Vakta ki, ne zaman ki.
hina'   Hayvanın kösneyip erkek istemesi.
hinâ-ger   f. Şarkıcı, şarkı söyleyen.
hinaf   Devenin yulardan burnunu çözmesi. * Deve bileğinde olan yumuşaklık.
hinaî   Kına satan, kınacı.
hinak   (Hanak. C.) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler. ◊ İdam ederken boyna geçirilen ip.
hinas   (Hünsâ. C.) Kendilerinde hem erkeklik, hem de kadınlık alâmetleri bulunan kimseler. ◊ (Hünsâ. C.) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.
hinat   (Hınta. C.) Buğdaylar.
hinata   Buğday satmak.
hinaye   Burun ucu.
hinber   (C.: Henâbir) Eşek sıpası.
hinc   Her nesnenin aslı. * Meyl ettirmek, eğmek, yöneltmek.
hincahinç   Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)
hincer   (C.: Hanâcir) Hançer.
hind   Hindistan'ın kısa adı. * Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.) * Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere More…
hindeb   (Hindebâ-Hindebâe) Hindibâ, gündöndü çiçeği.
hindelis   Ağır yürüyüşlü deve.
hindî   Hind'e ait. * Hind ahalisinden olan, Hindli. * Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı. * Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan More…
hindis   (C.: Hanâdis) Katı karanlık.
hindu   f. Satürn (Zühal) gezegeni. * Benek, ben. * Hind'in Brahman ahalisinden olan. * Hindliler gibi pek esmer adam.
hindubar   f. Yazı hokkası.
hinduvane   f. Kavun, karpuz.
hinduvanî   Hindî kılıç.
hîne   Bir vakit.
hine   Onurlu olma hâli, gururluluk.
hîneizin   (Zaman zarfı) o zaman, o sıra.
hînen   Zamanca, vakta, vakitçe, zaman olarak.
hinezkar   Kısa boylu kişi.
hink   Kır at.
hinme   Boncuk adı.
hinn   Cinden bir tâife.
hinna   Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz.
hinna'   Kanat.
hinnab   Uzun boylu.
hinne   Cinnet, cünun, delilik.
hinnus   (C.: Hanânis) Hınzır eniği.
hinoğlu   Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.
hins   Bâtıldan hakka veya haktan bâtıla meyletmek. Yeminini bozmak. Günah. ◊ (C: Ahnâs) Günah. * Yemin. * Ahdi bozmak. * Ağır yük.
hinsare   Küçük ve kısa.
hinsir   Küçük parmak. Serçe parmak.
hinsîr   Alçak, soysuz, âdi.
hinta   Buğday.
hintar   Çok acıkmak.
hinv   Eyer ağacı. * İyeği kemiğinin eğrice ucu.
hinye   Yay.
hinzab   Kısa boylu. * Yaban havucu.
hinzib (hunzeb)   Kokmuş et parçası. Bir lâkap.
hinziman   Cemaat, topluluk. * Taife.
hinzir   (C.: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.) * Pis ve katı kalbli kimse.
hinzîre   (C.: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın. * Dişi domuz.
hinziyan   Faydasız ve mânasız sözler konuşan.
hinzîz   (C.: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar.
hipnotizma   (Bak: İpnotizma)
hipodrom   Fr. At yarışlarının yapıldığı alan.
hipotez   (Bak: Faraziye)
hir   Hırıltı. * Kavga, dövüş. ◊ Bir çeşit çiçek.
hira   Mekke-i Mükerreme'nin civarında bulunan ve Hz. Peygamber'e (A.S.M.) ilk vahyin geldiği mağaranın ismidir. Bu mağaranın bulunduğu dağa Hırâ dağı denildiği gibi, Harrâ veya Cebel-i More…
hirabe   Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma. ◊ Deve hırsızlığı yapmak.
hirafe   Acılık. * Tezlik.
hirak   Hareket.
hiraka   Su dökmek.
hirakl   Bir Rum padişahı.
hiram   f. Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme. ◊ f. Salınarak eda ve naz ile yürüme. ◊ (Herem. C.) Piramitler, ehramlar.
hiraman   f. Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen.
hiramis (hirmis)   İnsanın üstüne sıçrayıp hamle eden arslan ve kaplan eniği.
hiran   Yavuzluk etmek. * Muti olmamak, itaat etmemek.
hiras   f. Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek.
hiraş   f. 'Tırmalayan, kazıyan' anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş - Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş: Kulak tırmalayıcı.
hirasan   f. Korkak, ürkek, korkan, çekinen.
hirase   f. Bostan korkuluğu. Korkutacak şey.
hiraset   Koruma. * Bekleme, bekçilik etme, muhafaza etme. ◊ (Bak: Harâset)
hirave   Değnek, asâ.
hirba   Bukalemun adı verilen keler cinsi. * Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler. ◊ Bukalemun denen bir hayvan. * Mc: Devamlı fikir değiştiren kimse.
hirbak   Sahabeden bir kimsenin adı ki, ona 'Zülyedeyn' de derlerdi. * Def'etmek, kovmak. * Yellenmek.
hirbaş   Fesâd vermek. * Acı bir ot.
hirbiz   (C.: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.
hirbüre   Kavun.
hirc   (C.: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk. * Günah. * Göz kamaşmak.
hircab   Uzun. * Büyük çömlek.
hircas   Gövdeli, iri vücutlu, cesim.
hirçin   Pek inatçı, titiz.
hirdavat   Ehemmiyetsiz şeyler, öteberi. * Demirden mâmul eski âlet. (Bak: Hurdevat)
hirdebe   Korkak, ihtiyar, yaşlı kimse.
hîre   (Bak: Hıyre)
hired   f. Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi.
hired-amuz   f. Öğretmen, muallim.
hired-âşub   f. Akıl dağıtan.
hired-fersa   f. Akıl yorucu.
hired-mend   (C.: Hıredmendân) f. Akıllı, anlayışlı.
hired-suz   f. Şaşırtıcı, akıl yakıcı.
hiref   (Hirfet. C.) Meslekler, san'atlar.
hirek   Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.
hirfet   Geçinmeğe medar (sebeb) olan iş, san'at. Devamlı meşgul olunan iş. ◊ (C.: Hiref) Meslek, san'at.
hirfu'   Pamuk.
hirîd   f. Satın alma.
hirîdar   f. Alıcı, müşteri, tâlib.
hirîde   f. Satın alınan, satın alınmış.
hiristiyanlik   (Bak: İsevî)
hirizma   Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka.
hirk   Törpülemek. * Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak. * Bir şeyi dürtmek.
hirk (hirrîk)   Cömert, kerim.
hirka   Bez parçası. Bezden mâmul elbise. * Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.
hirkapuş   f. Hırka giyen, derviş.
hirkapuşane   f. Fakircesine, dervişçesine.
hirkapuşî   f. Fakirlik, dervişlik.
hirkat   Hararet, sıcaklık, yanma.
hirman   Mahrum olmak, mahrum kalmak. (Aslı, mahrum etmektir) ◊ Mahrumluk, mahrumiyet. * Ümitsizlik, ye's. ◊ Yalan, kizb.
hirmas   Arslan, esed.
hirmele   Akılsız kadın.
hirmen   f. Harman.
hirmet   Cima şehveti.
hirnik   (C.: Harânik) Tavşan yavrusu. * Bir şâire kadın.
hirpadak   Birdenbire, hemencecik. * Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp.
hirpanî   f. Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde.
hirr   Kedi.
hirran   Boyun eğen, itaat eden, muti.
hirre   Dişi kedi. ◊ Susuzluk.
hirrîc   Bir kimsenin çıkardığı nesne.
hirrîf   Acılığından dili acıtan nesne.
hirrik   (C.: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif.
hirrit   (C.: Harârit) Delil. * Hâzık. * Mâhir, maharetli.
hirs   (Hurs) Takdir, kıyas. * Altın veya gümüşten halka. ◊ Saklamak. ◊ Ayı.
hırs   Aç gözlülük. Tamahkârlık. * Kızgınlık. * Şiddetli istek, arzu. * Azgınlık.
hirsa   Azıcık derisi yarılan baş yarığı.
hirşa'   Yılan derisi. * Yumurtanın üst kabuğu.
hirsek   f. Ayı yavrusu.
hirseme   Ayakkabının başı.
hirşemm   Yumuşak taş.
hirsiyan   Karın derisinin içi. * Fil derisinin içi.
hirsiye   Geceleyin çalınan koyun.
hirt   Erkek keklik. * Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.
hirta   (C.: Hırâ) Zayıf dişi koyun.
hirtal   Uzun, tavil.
hirtit   Kereviz.
hirtopoz   (Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.
hirval   (Hervele) Yürümek ile koşmak arasında bir nevi yürüyüştür.
hirvanî   Tar:  Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin.
hirvat   Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi.
hirvatî   Tar:  Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık.
hirz   Melce'. Sığınılacak yer. * Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ. * Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer. * Muhafaza etmek.
hirzun   Bir küçük canavar.
hîs   Meşelik. * Arslan yatağı. ◊ Ürkmek. * Kaçmak, firar.
hîş   (C.: Hişân) f. Akraba. Aynı soydan olan.
hiş'a   Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.
hisa   (C.: Ahsâ) Kumlu yerde olan dibi yakın kuyu. ◊ (C.: Ahsâ) Sığır tersi.
hisa'   Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma. * İnsanı hadım etme.
hisab   (C.: Hisâbât) Hesap, aritmetik.
hisaba çekmek   Hesap sormak, hesap aramak.
hisabî   Hesabını iyi bilen. * Mc: Tamahkâr, cimri, hasis, eli sıkı.
hisal   (Haslet. C.) Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk. ◊ (Bak: Hısal)
hisam   Düşmanlık, çekişmek, kavga, mücâdele.
hişam   Kırmak. * Kesmek.
hîşan   (Hîş. C.) f. Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar.
hisan   (Hasna. C.) Güzel kadınlar veya kızlar. ◊ Mümtaz kimseler, seçkin kişiler. ◊ Aygır, damızlık erkek at. ◊ Aygır, at.
hisane   Berklik, sağlamlık, sertlik, muhkemlik.
hisar   (Hasr. dan) Etrafını alma, kuşatma. * Kale. Etrafı istihkâmlı yer.
hisar eri   Kale muhafızı.
hisas   Hisseler. Paylar. Nasipler. * Kıssadan alınan dersler.
hişaş   Başı küçük adam. * Küçük başlı yılan. * Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk. * Kuşlardan, dimağı olmayan. * Çuval. * Cânip, taraf. * Sinir. ◊ İçinde ot olan çuval.
hisase (hisse)   Kabahat. * Alçaklık, denâet.
hîşavend   f. Akraba, soysop.
hîşavendân   (Hîşâvend. C.) f. Akrabalar, soysoplar.
hisb   Yay avazı. Ok atma sırasında yaydan çıkan ses. ◊ Ucuzluk, bolluk.
hisban   Zan. * İtikat.
hisbe   Ecir, sevap. * İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi. * Huk.:Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.
hişdar   f. Temizlik kurallarına çok sadık olan ve riayet eden adam.
hişf   Geyik yavrusu.
hisîl   Dağ ağaçlarından bir cins. * Kısa boylu adam.
hisim   Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.
hişin   Kokmuş tuluk.
hişir   Kavun ve karpuzun kabuk kısmı. * Olgunlaşmamış kavun. * Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri. * Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.
hiskil   (C.: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.
hisl   (C.: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu.
hişm   f. Öfke, hiddet, gazap, kızgınlık.
hişm-gîn   f. Dargın, öfkeli, kızgın, darılmış, gücenmiş.
hişm-nâk   f. Kızgın, öfkeli, hiddetli, hışımlı.
hişmet   Hürmet. Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak. * Gadap ve şiddet. Hiddet.
hisn   Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.
hişne   Kin tutmak. * Çirkin ve pis kokmak.
hisrem   Koruk. * Bahil kimse.
hisreme   Üst dudağın derisinin sarkık olması. ◊ Üst dudağın ortasında olan daire.
hiss   Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin More…
hissa   (Bak: Hisse)
hissan   Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler.
hisse   Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım.
hisse senedi   Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.
hisseçin   f. Hisse alma, pay alma.
hissedar   Hisse sâhibi, hissesi olan.
hissemend   f. Hisseli olan. Pay alan, nasipli. * Ders alan.
hissen   His itibariyle, duygulanarak, hislenerek.
hisset   Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık. * Alçaklık. ◊ (Bak: Hisset)
hisseyab   f. Hisselenen. Faydalanan. Hisse alan.
hissî   Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.
hissîs   Hâslık.
hissîsa   Bir kimseye, bir şeye mahsus olan hâl.
hissiyat   Duygular. Hisler.
hissiyet   Duygululuk, hissîlik.
hişt   Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi. ◊ Küçük mızrak şeklinde, More…
hişt-tabe   f. Tuğla ocağı.
hişt-zen   f. Kerpiç veya tuğla yapan kimse.
hiştek   f. Küçük kerpiç.
hîşten   f. Kendi.
hîştendar   f. Kendine iyi bakan, sağlığını koruyan.
hişv   Geyik buzağısı.
hişve   Yaramaz kimse. * Çok rezil kimse.
hisve (hisye)   (C.: Haseyât) İki avuç dolusu. * Azeryun otu.
hît   Devekuşu sürüsü.
hit'   Suç, günah. Günah işlemek.
hitab   Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (Bak: Fasl-ı hitab) ◊ Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek. * Seninle gayrin arasında olan kelâm.
hitabe(t)   Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek. * Man: Makbul ve zannî More…
hitaben   Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.
hitabet   Hatiplik etmek.
hitabiyyat   Hitabolunarak söylenen sözler.
hitabiyye   Rafizî taifesinden bir bölük cemaat.
hitafe   Çağırmak.
hitam   Son, nihayet. * Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek. ◊ (C.: Hutum) Dizgin, yular.
hitampezir   f. Biten, hitâm bulun, sona eren, nihayet eren.
hîtan   (Hâit. C.) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller. * Avlular.
hitan   Erkek çocuğun sünnet edilmesi. * Tenasül uzvunun sünnet yeri.
hitan(e)   Sünnet etmek.
hitanet   Sünnetçilik.
hitar   Misli, benzer, denk, eş. * Bir çevreyi ihâta edip çevresini dolaşan nesne. ◊ (Hatar. C.) Tehlikeler, hatalar. ◊ Saçma söz, mânâsız kelâm.
hitat   (Hıtta. C.) Ülkeler, memleketler, diyarlar.
hitban   Ebucehil karpuzu.
hitbe   Huk: Bir kadının nikâhına talib olmaktır. Evlenmeyi taleb eden erkeğe: 'hâtıb', evlenmesi taleb edilen kadına da 'mahtube' denir.
hitl (hetl)   Yorgun deve. * Yağmurun aralıksız olarak yağması. * Sürekli olarak gözyaşı akmak.
hitr   (C.: Ahtâr) Boya otu. * Çok miktar deve. * Suyu çok olan süt. ◊ Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan. ◊ Az miktar vermek.
hitrafî   Demirci. * Kuyumcu.
hitre   Azıcık vergi.
hitta   Günahlardan istiğfar etmek. * Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak. * (C.: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.
hiva'   (C.: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler. * Kaplayıp, toplayıcı olan.
hivan   (C.: Huvn) Sofra.
hivar   Cevap vermek.
hivel   Zeval. * Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek.
hivkal   Zayıf olmak, zayıflamak.
hiyab   (Hiyâbet) Kabahat, suç, günah. * Kötü bir durumun başlangıcı. * Yokluk.
hiyaban   f. Cadde. İki tarafı ağaç dikili yol. Bahçe yolu. İki tarafı ağaçlı muntazam yol. * Ortasından su akan ağaçlık yer. * Tahrân'da büyük bir caddenin adı.
hiyabe   Ümitsiz ve mahrum olmak.
hiyac   Vuruşma, kıtal. * Müteheyyiç olmak. Muztarib olmak. * Otun kuruması.
hiyade   Evmek. * Tevbe etmek.
hiyake   Dokumak.
hiyaket   Dokumacılık.
hiyal   Taraf, yan, cânib. Hizâ. * Bir hayvanın kısır olma hâli. ◊ Hayvanın kısır olması.
hiyam   (Himân. C.) Susayanlar, suya ihtiyacı olanlar. ◊ (Hayme. C.) Çadırlar, haymeler. ◊ (Hayme. C.) Çadırlar.
hiyan   Zaman, devre.
hiyanat   (Hıyanet. C.) Hıyanetler, hâinlikler, kahpelikler.
hiyanet   Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek. ◊ (Bak: Hıyânet)
hiyaneten   Kötülükte bulunarak, hıyanet ederek.
hiyanetkâr   Hıyanet eden. Hâin.
hiyar   Hayırlılar. * (C.: Hıyârât) Huk.:Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle More…
hiyarat   (Hıyâr. C.) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.
hiyare   Otsuz, otu olmayan yer.
hiyasa   Kulak halkası. * Dar etmek, darlaştırmak. * Dikmek.
hiyaset   Dikmek.
hiyat   (Hiyâtet) Bir şeyin etrafını çevirme. ◊ (Hâit. C.) Perdeler. Mânialar. ◊ İplik. İbrişim. * İğne. ◊ Çağırmak.
hiyata   Hıfzetmek, korumak, muhafaza etmek. ◊ (Hiyatet) Terzilik. Dikiş yapmak.
hiyata (hiyatet)   Terzilik, dikiş dikme işi. * Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi. * Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik. More…
hiyatet-hane   f. Dikimevi, dikişevi, terzihane.
hiyaz   (El-hıyaz) Havuzlar. * Kadınlarda aybaşları, hayız kanları. ◊ (Hayz. C.) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri.
hiyaz(a)   Suya dalmak.
hiyazet   Toplama, bir araya getirme. * Bir şeyi kendine mal etme. ◊ İlâve etmek, toplamak.
hiyel   (Hile. C.) Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar.
hiyela   Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik.
hiyem   (Hayme. C.) Çadırlar.
hiyerarşi   Fr. Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. * Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. * Huk.:Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı More…
hiyere   Beğenme, seçme. Benzerlerinden ayırma. * Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, ayrılmış. ◊ Küfe yakınında bir şehrin adı.
hiyeroglif   Fr. Eski Mısırlılar'ın yazısı.
hiyfet   Korku. Gizlilik ve havf.
hiyman   Susuz.
hiyne   Vakar, ciddiyet.
hiyre   f. Fersiz ve donuk göz.
hiyre-bahş   f. Göz kamaştıran, aklı durduran.
hiyre-çeşm   f. Kamaşık ve donuk gözlü. * Cesur, atılgan. * İnatçı, muannid. * Utanmaz, hayâsız, arsız.
hiyre-dest   f. Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi.
hiyre-gî   f. Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık.
hiyre-küş   f. Sevilen, mahbub, sevgili. * Haksız yere adam öldüren.
hiyre-re'y   f. Reyi zararlı olan, kötü reyli.
hiyre-ser   f. Sersem, alık.
hiyre-serane   f. Alıkçasına, sersemcesine.
hiyre-serî   f. Alıklık, sersemlik.
hîz   f. Yükselme. * Hislenerek coşma. * Dalga. ◊ f. Atılan, kalkan, sıçrayan.
hiz   Sür'at, çabukluk.* Gayret, şevk. * Fiz: Alınan yolun zamana oranı.
hiza   Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra. * Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler. * Nalin. * Taraf.
hizab   f. Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. ◊ Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib. ◊ Boya, levn. * Kına.
hizab(î)   Kısa boylu bodur kimse.
hîzab-engiz   f. Dalga kaldıran.
hizac   Büyük tuluk.
hizad   Dikensiz ağaç.
hizak   (Hızka. C.) Yığınlar, kalabalıklar.
hizam   Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)
hizame   (C.: Hazâyim) Yular burunluğu.
hîzan   f. Kalkan, sıçrayan. * Bitlis vilâyetine bağlı bir kaza ismi.
hizane   Bir şeyi bir şeye ilâve etmek. * Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması. * Bir şeyi kucağına More…
hizar   Bahçe çevresine yapılan duvar veya çit.
hizaya gelmek   Yola gelmek, düzelmek.
hizb   Cemaat. * Takın, kısım, fırka. Parti. * Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar. ◊ (C. Ehzâb) Erkek yılan. * Ok atarken yaydan More…
hizba   (C.: Hazâbî) Engebeli arazi, ârızalı toprak.
hizber   (Hizebr) (C.: Hezâbir) f. Aslan, gazanfer. * Mc: Cesur, yiğit, kahraman, yürekli adam.
hizc   (C.: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su. * Ateş yakmak.
hizebr   (Bak: Hizber)
hizebran   (Hizebr. C.) f. Aslanlar.
hizecr   (C.: Hazâcir) Karnı büyük kişi.
hîzem   f. Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun.
hîzemkeş   f. Odun yaran veya taşıyan köylü.
hîzende   f. Sıçrayıcı, fırlayıcı.
hizf   (Bak: Hazf)
hizfer (hizfâr)   (C.: Hazâfır) Taraf. Nâhiye.
hizip gülü   Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.
hizir (a.s.)   İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim. (Bak: Meratib-i hayat)
hizk   Kuşun terslemesi.
hizk (hizak)   Zeyreklik, akıllılık. * Ustalık, mahâret.
hizka   Yığın, kalabalık.
hizlan   (Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak. * Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet. ◊ Rezil olma. Rüsvaylık. * Aşağı düşmek. * Muâvenetini, yardımını More…
hizmet   Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet. * Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat.
hizmetgüzar   f. Komisyoncu. * Şunun bunun işini görüveren.
hizmetkâr   Hizmet yapan kimse. Hizmetçi.
hizriyye   (C.: Hızari) Sağlam, sert yer.
hizve   Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması. ◊ Ganimet malını vermek. * Yan.
hizy   Horluk, hakirlik. Züll. Sırrı fâş olmuş, rüsvay olmuş kimse. ◊ Hor ve zelil olmak. * Rüsvay olmak.
hizye   Uzun kesilmiş et parçası.
hizze   Sürur, sevinç, neşe, neşat.
hizzeb   Soylu at.
hizzet   Mertebe, menzile, derece.
hobi   ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.
hoca   f. Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât.
hod   f. Kendi. * Miğfer, baş zırhı.
hod-be-hod   f. Kendi başına, kendi kendine.
hodara   (Hod-ârâ) f. Kendini süsleyen, kendini medheden, öven.
hodbin   f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli.
hodbinî   f. Hodbinlik. Kendi menfaat ve lezzetini düşünmek.
hodendiş   (Hod-endiş) f. Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan.
hodfuruş   f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
hodgâm   (Hodkâm) f. Kendi keyfini düşünen. Kendini beğenmiş.
hodgeşte   f. Kendine dikkat etmeyen.
hodküş   f. Kendini öldüren, intihar eden.
hodnüma   f. Gösteriş meraklısı. Gösterişe meraklı olan kimse.
hodperest   f. Mağrur. Kendini çok beğenen. Kibirli.
hodpesend   f. Kendini beğenen. Mağrur.
hodrey   f. Kendi bildiğine giden. Kendi rey ve fikriyle iş gören.
hodri meydan   Kendine güvenen meydana çıksın!' mânâsında meydan okuma, kafa tutma.
hodru   f. Kendiliğinden.
hodser   f. Dikbaşlı, âsi, serkeş. * Kendi kendine giden, müstakil.
hodserâne   f. Dik başlılıkla, serkeşcesine. Kimseyi dinlemeden.
hodsita(y)   f. Kendini öven, medheden.
hödük   Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.
hokeç   Burulmuş erkek kuzu.
hokka   Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.)
hokkabaz   Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi. * Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.
hol   ing. Sofa.
höl   Yaşlık, nem, rutubet.
holding   ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.
homogen   Fr. Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. * Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri.
hona   Erkek geyik.
hoppa   Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.
hor   f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. * Güneş, ışık, aydınlık. * Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor - Miras yiyen.
horanta   f. Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı.
horasan   f. İran'ın doğusunda bir memleket adı. * Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. * Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. * Kelime mânası: Doğan güneş.
horasanî   f. Horasana ait. Horasanlı. * Sarıktan daha büyük görünen hoca kavuğu.
horata   (Rumca) Şaka, eğlence, lâtife, mizah.
horda   Fr. Göçebe ve ilkel olarak yaşayan, yağmacılık eden insan topluluğu.
hörgüç   Devenin sırtındaki tümsek.
horluk   Hakaret, zillet.
hormon   yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.
hornito   İsp. Küçük fırın. * Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.
horos   Tar:  Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır.
horst   Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi.
hortlak   Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.
hoş   f. İyi, güzel. * Tatlı. * Tuhaf, garip.
hoş-alef   f. Çok fazla yiyen hayvan. * Mc: Helâl haram demeden her şeyi yiyen kimse.
hoşa   f. Ne güzel, ne iyi, ne hoş.
hoşab   f. Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. * Hoşaf.
hoşâmed   f. Hoş geldi.
hoşâmed gû   f. Hoş geldin, diye söyleyen.
hoşâmedî   Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek.
hoşane   f. Güzel, iyi, lâtif.
hoşavaz   f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
hoşayende   (C.: Hoşâyendegân) f. Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen.
hoşbeş   Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.
hoşbu   f. Güzel kokulu, hoş kokan.
hoşbude   f. İyi oldu, iyi olurdu.
hoşbuyî   f. İyi kokulu olmak, güzel kokmak.
hoşdil   f. Memnun, neşeli. Gönlü hoş.
hoşeda   f. Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan.
hoşelhan   f. Güzel ve hoş makale okuyan.
hoşendam   f. Boyu bosu güzel ve düzgün olan.
hoşgû   f. Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan.
hoşgüvar   f. Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici.
hoşgüzeşte   f. Hoş geçmiş tatlı zaman.
hoşhal   f. Hali vakti iyi, bahtiyar, mes'ud.
hoşhan   f. Okuyuşu güzel
hoşhiram   f. Güzel yürüyüşlü, güzel gidişli.
hoşkadem   f. Uğurlu ayağı olan, ayağı uğurlu.
hoşkalem   f. Kâtip. İyi yazı yazan. * Hilekâr, hileci.
hoşkâm   f. Memnun, rahat, arzu ve isteklerine ulaşmış.
hoşmanzar   f. Manzarası güzel. Güzel görünen. * Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan.
hoşmeniş   f. Huyu, tabiatı iyi. Güzel huyları olan.
hoşmeşreb   f. Sevimli, güzel huylu.
hoşneva   f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
hoşnigâh   f. Güzel bakışlı.
hoşnihad   f. İyi yaradılışlı, güzel huylu.
hoşnişin   (C.: Hoş-nişinân) f. Göçebe. * Rahat yerleşmiş.
hoşnud   f. Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş.
hoşnudluk   Memnuniyet, râzılık.
hoşnüma   f. Güzel görünen.
hospodar   Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı.
hoşreftar   f. Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli.
hoşru(y)   f. Tatlı yüzlü, sevimli.
hoşsohbet   f. Konuşması tatlı, sohbeti güzel.
hoşter   f. Daha lâtif, daha hoş.
hostes   ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın.
hotoz   Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş. * Hayvan, kuş ve tavuk tepesi. * Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.
hov   Av kuşuyla yapılan av. * Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.
hovarda   Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.
höyük   Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.
hu   O' mânasına zamir olup, Kur'an-ı Kerim'de, bir Allah'tan başka ilâh olmadığını ifade eden ve kelime-i tevhid olan bu lâfzında şeklinde 26 defa zikredilmiştir. Müstakil More…
hub   f. Hoş, güzel, iyi. ◊ (Hâbb) Günah.
hub-avaz   f. Güzel sesli, sesi güzel olan.
huba'sen   (C.: Huba'senât) Yoğun ve katı nesne.
hubab   Muhabbet. * Mahbub, sevgili olan. * Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.
hubahib   Yıldız böceği. * Bahil bir kimsenin adı.
hubak   (C.: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler.
huban   f. Güzeller, iyiler.
hubanname   Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise 'zenanname' denilir.)
hubar   Taşlı, yumuşak yer.
hubara   (C.: Hubârât) Toy kuşu.
hubas   Değirmen unluğu.
hubase   Selin derede kazıp yıktığı yerler. ◊ Ganimet malı.
hübaşe   (C.: Hübâşât) Kesbetmek, kazanmak, çalışmak.
hubat   Cinnete benzer bir sefahet.
hubb   (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. * Hulus, lüzum ve sübut. * Muhafaza ve imsâk. ◊ Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, More…
hubban   Habbeler, tâneler, tohumlar. (Hibeb de aynı meâldedir).
hubbazî   Ebegümeci.
hubbe   Dostluk.
hubeb   (Habbe. C.) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.
hübel   Cahiliyet devrinde Kureyşlilerin en büyük putu.
hubesa   (Habis. C.) Habisler, pis şeyler. * Abdestsiz, gusülsüz gezen pis kâfirler.
hubeyb   (Hubeybe) (C.: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.
hubeybat   (Hubeybe. C.) Küçük tanecikler.
hubî   f. Güzellik.
hubla   Gebe, hâmile.
huble   Boyuna takılan süs eşyası.
hubne   Koltuk altına koyup getirilen şey. * Kaftan eteği. * Don.
hubr   Bilme, ilim. * Sınamak, tecrübe.
hubre   Etten ve balıktan aldıkları hisse.
hubru(y)   (C.: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.
hubs   Kötülük, fenalık, yaramazlık. ◊ Vakfolan nesne.
hubş   Sesi güzel olan bir kuş.
hubse   Tutuk mânâsına bir isim.
hubter   (Hub-terin) f. En güzel, pek güzel.
hubu'   Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.
hübu'   (C.: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu. * Devenin boynunu uzatarak yürümesi. ◊ Uyumak. * Eşek gibi yürümek. * Boynunu uzatmak.
hubub   (Hubüb) (Habâb. C.) Su üzerinde kabarcıklar. ◊ Tohumlar, tâneler.
hübub   Esme. Üfürme. Rüzgârın hafif hafif esmesi.
hububât   Habbeler, tâneli nebatlar, taneler.
hubük   (Habîke ve Hibak. C.) Habîkeler ve hibaklar. (Bak: Habîke)
hübük   (Habike. C.) Samanyolları. * Çizgiler.
hubul   (Habl. C.) Urganlar, ipler, halatlar. ◊ El ve ayak kesmek.
hubur   Sevinç, sürur, gönül ferahlığı. Şadüman olmak. * Âlimler. ◊ Haberler. Havadisler.
hübur   Çukur. * Büyük tas.
hubüs   Necaset, çirkinlik.
hubut   Bâtıl olmak. Beyhude, işe yaramaz olmak. ◊ Aşağıya inme, düşme.
hübut   Aşağı inme. İnmek. (Suudun zıddı) * Uyuşma, anlaşma.
hübüvv   Ateşin sönmesi.
hubz   Ekmek.
hubze   Ekmek parçası. Bir parça ekmek. * Kül pidesi.
huc   f. Horoz ibiği. * Kuş tacı, ibik. * Koç. * Horoz ibiği adlı bir çiçek.
hüccab   (Hâcib. C.) Perdeciler. * Kapıcılar.
hüccet   Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
hüccet-i katia   f. Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan.
hücciyet   İhticaca salih olma. Delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma.
hücec   (Hüccet. C.) Deliller, senedler, vesikalar.
hucee   Çok nikâh ve çok cima eden erkek. * Şişman ve ağır kimse.
hücerat   (Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.
huceste   f. Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli.
hüceste   f. Uğurlu, mübârek, mes'ud.
huceste-hisal   f. Güzel huylu, tabiatı uğurlu.
hüceyrat   Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.
hüceyre   Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça. * Küçük delik ve oyuk.
hucne   Kuşak.
hücnet   Kusur, noksan, ayıp. * Bayağılık, karışıklık, soysuzluk. * Sözdeki ayıp.
hücr   (C.: Hevacir) Fuhş, hezeyan, kötü sözler. ◊ Kucak, âğuş.
hücrat   (Hücre. C.) Hücreler, gözler, odacıklar.
hucre   (Bak: Hücre)
hücre   Oda. Odacık. * Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı. ◊ (C.: Hucer-Hucerât) Deve ağılı. * Duvar çevrilmiş yer. ◊ Medine-i Münevvere'nin More…
hücrevî   Hücre gibi, hücre ile alâkalı, hücreye dâir.
hücu   Zemmetmek, çekiştirmek, kötülemek.
hücu'   Az uyku. Gece uykusu.
hucub   (Hicab. C.) Perdeler, hicablar, hâiller.
hücüb   (Hicâb. C.) Perdeler, hicablar.
hücud   Uykusuz kalma. Geceleyin az uyuma.
hücul   (Hecl. C.) Uçurumlar, çukurlar, derinlikler, yaralar.
hücum   Saldırma. Hamle ile ileri atılmak. * Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.
hucurat   (Hücre. C.) Hücreler, odacıklar.
hücürat   (Hücre. C.) Hücreler, odacıklar, gözler.
hucurat suresi   Kur'an-ı Kerim'de 49. suredir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
hucze   (C.: Hucez) Kuşak yeri. * Ateşli odun parçası.
hud   (Hâid. C.) Büyüklük. * Çok hürmet. * Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh More…
hud suresi   Kur'an-ı Kerim'de 11. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
hüd'   Sâkin olmak.
hud'a   Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. * Bir kere aldanmak. * Herkese aldanan. Safdil.
hud'akâr   f. Oyuncu, düzenbaz, hilekâr.
hud'akârî   f. Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk.
huda   f. Rabb. Sâhib. Cenab-ı Hak. Hâlık.
hüda   Doğru yol göstermek. * Doğruluk. Hidâyet. * Kur'ân-ı Kerimin bir ismi.
hudabin   Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.
hudadad   f. Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî.
hüdafet   Semizlik, besililik, etlilik.
hudahan   f. Şehâdet parmağı.
hüdam   Deniz tutması.
hudanegerde   f. Allah göstermesin.
hudaperest   Allah'a ibadet eden. Dindar.
hudapesend   f. Allah'ın beğeneceği şey.
hudara   Karanlık gece. * Siyah bulut. ◊ f. Allah için, Allah aşkına.
hudare   Deniz.
hudaret   Yeşillik. Sebze.
hudarî   Arı kuşu.
hudari'   Bahil kimse.
hudariyye   Tavşancıl kuşu. * Karanlık gece.
hudaşinas   f. Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden.
hüdat   (Hâdi. C.) Hidâyet edenler.
hudavend   f. Allah, Hâlık, Rabb. * Sâhib, malik, efendi. * Hükümdar, hâkim.
hudavendî   f. Hudavendilik, sâhiplik, hükümdarlık.
hudavendigâr   f. Hükümdar, âmir, efendi, sahib. * Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete More…
hudaver   Sahip, mâlik. * Bey, hâkim, efendi.
huday   f. Allah, Rabb.
hudaygân   f. Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah.
hudayî   f. Hudâlık, uluhiyyet. Allah'lık. * Allah'a mensub.
hudayinabit   Ekilmeden biten ot veya ağaç. * Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam.
hüdb   (C.: Ehdâb) Kirpik. * Mendil. * Testere çevresinde olan saçak.
hüdbe   (C.: Hüdeb) Hamle yapmak.
hüdbüd   Sütün koyu ve yoğurt olması.
hüddab   Ensiz, ince, uzun yaprak.
huddam   Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. * Cin taifesinden olan hizmetçi.
hudde   Çukur.
hudena   (Hadîn. C.) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
huder   Kökü derin olan ot.
hüdhüd   Bir kuş ismi. Çavuş Kuşu veya ibibik denilir.
hudir   Yumuşak taze ot.
hudiy   Dağ eteğinde olan taş.
hüdlul   Kurt. (Canavar)
hudm   Her nesnenin kökü.
hudme   Çabuk kaynayan çömlek.
hüdn   Barış, sulh, musalaha.
hudr   Sıçramak. Seğirtmek. ◊ Yeşillik.
hudra   (Bak: Hadrâ)
hudre   Göz kapağının içinde çıkan çıban.
hudret   Yeşillik. * Yeşil renklilik.
hudrî   Kara eşek.
hudu'   Eğilip tevâzu etmek. ◊ Alçaklık etmek.
hüdu'   Kamburluk.
hüdüb   (C.: Ehdâb) Sarık. * Kirpik, müjgân. * Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez. * Minder kenarında olan püskül.
hudud   (Hadd. C.) Yanaklar. * Cemâatler. * Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler. * Çiçek yaprakları. ◊ (Hadd. C.) Sınırlar, hudutlar. * Uçlar. Bucaklar. * Şeriatın cezâ hükümlerinin More…
hüdüd   Çok yaşlı ihtiyar. İhtiyar ve zayıf olmak. * Bir binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. (Bak: Tehdid)
hududname   f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir More…
hudumme   Kolları kalın olan. * Büyük emir.
hudur   Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek. ◊ Hazırlık.
hudus   Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
huduş   Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.
hufal   Çok.
hufale   Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği.
hufare   Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti.
hufas   Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan.
hüfat   Nazar etmek, bakmak.
hufdud   Bir kuş ismi.
huff   Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat.
huffaş   Yarasa. Gece kuşu.
huffaz   (Hâfız. C.) Hâfızlar.
hüffel   Memesi süt ile dolu olan koyun.
hufne   (C.: Hufün) Çukur.
hufre   Kazılmış çukur. Oyuk. ◊ Ahd, söz.
hufreteyn   İki çukur. İki delik.
hufte   (C.: Huftegân) Yatmış, uyumuş.
hufte-gân   (Hufte. C.) f. Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler.
hufte-gî   f. Yatıp uyuma.
hufuf   Maişet şiddeti, geçim zorluğu. * Darlık.
hufuk   Dolanmak.
hufut   Sâkin olmak. Ateşin sönmesi. * Sesin kesilmesi.
hufve   Yalın ayak olmak.
hufye   Saklanma, gizlenme. * Etrafı herhangi bir şeyle ihata edilen şey.
huh   (C.: Huvhât) Şeftali. * Duvardaki ışık girecek delik.
huk   f. Domuz, hınzır.
huk-ban   f. Domuz çobanı.
hükâ'   Öksürük.
hükake   Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası.
hukb   (C.: Ahkâb) Seksen yıl.
hükea   Ahmak kimse.
hükemâ   (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler.
hukerde   f. Terlemiş.
hukeşan   f. Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri More…
hukk   (C.: Hukuk-Hıkâk) Hokka.
hukka   (C.: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.
hükkâm   (Hâkim. C.) Hâkimler.
hükl   Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.
hükle   Dil tutukluğu, kekemelik.
hükm   (Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik. * İrade. Kumanda. Nüfuz. * Kadılık etmek. * Tesir. Cari olmak. * Makam. * Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan More…
hükmberdar   f. Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen.
hükmen   Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak.
hükmî   Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.
hükmî şahis   Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese.
hükmkeş   Emre itaat eden, hükme boyun eğen.
hukne   Tıb: Şırınga. * Şırınga edilen ilâç.
hükre   Cem'olmak, toplanmak, birikmek. * Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak. * Azlığından bir yerde toplanan su.
hüku'   Sâkin olmak.
hukuk   '(Hakk. C.) Haklar. * İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler. * Şeriat kitablarında More…
hukukçu   Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi 'savcı' ve hâkim.
hukukî   (Hukukiyye) Hukuka ait, hukuk işleriyle alâkalı.
hukukiyyat   Hukuk bilgisi.
hukukperver   f. Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost.
hukukşinas   Hukukçu, hukuk ilmini bilen. * Vefâlı kimse. Sâdık dost.
hükûmat  (Hükûmet. C.) Hükûmetler.
hükümdar   f. Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator.
hükümdaran   (Hükümdâr. C.) Hükümdarlar, Padişahlar.
hükümdarane   Hükümdar gibi, hükümdara yakışır bir surette.
hükümdarî   f. Hükümdarlık, padişahlık, şahlık.
hükûmet   Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet.
hükûmet konaği   Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine 'Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet' tabirleri de kullanılırdı.
hükümferma   f. Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden.
hükümlü   Bir hüküm ve emri bildiren. * Mahkemece hüküm giymiş kimse.
hükümname   f. Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt.
hükümran   Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ.
hul   (Hâyil. C.) Bela. Zahmet. * Mukabele etmek, karşılık vermek.
hula'   Büyük emir (iş).
hulabis   İnce ses.
hülâgu   Mil: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok More…
hulak   Boğaz ağrısı.
hulalet   Samimi dostluk arkadaşlık.
hülam   Sirke ile pişen sığır eti.
hulam (hullân)   Kurban olmayan küçük oğlak.
hülas   Zayıf davar.
hulasa   Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
hülasa   (Bak: Hulâsa)
hulasaten   Kısaca, özet olarak, hülâsa olarak, muhtasaran.
hulave   (C.: Halâvi) Kafanın ortası.
hulb   Kuyu dibinde olan balçık. * Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı. * Lif. ◊ Domuz kılı. Kalın kıl. Yele kılı. * Kıldan yapılmış kalem, kıl fırça.
hülb   Kıl fırça, kıl kalem. * Kalın kıl kuyruk, yele kılı.
hulbe   (C.: Huleb) Liften yapılan urgan. ◊ Hububattan olan böy.
hülbe   şiddet.
hulc   Küçük gemi.
huld   Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak.
hulde   Köstebek.
huldzar   f. Cennet.
huleb   'Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer.'
hulefâ   (Halife. C.) Halifeler. (Bak: Halife)
hülefâ   (Halife. C.) Halifeler.
huleke   Kum içinde olan küçük bir hayvan.
hulel   (Hulle. C.) Elbiseler.
huleyfe   Medine ehlinin ihramlandığı yer.
huleyka'   At burnu.
huleyme   (C.: Huleymât) Memecik. * Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.
hulf   Ahdinde durmamak. Ahdini bozmak. Sözde durmamak. * Nakz.
hulfetmek   Sözünde durmamak. HULİYY: (C.: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.
hülhal   Saf su.
hülhül   (C.: Helâhil) Öldürücü zehir.
hulk   Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet. * İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.
hülk (hülke)   Yok olmak. Fâsid olmak. * Düşmek.
hulkan   Huy ve tabiatça. Ahlâk cihetiyle.
hulkî   Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.
hulkum   İnsan veya hayvan boğazı. Ağızdan mideye giden yol.
hull (hill)   Dost.
hullan   (Halil. C.) Sâdık dostlar, arkadaşlar.
hüllas   İnsana ârız olan gevşeklik.
hulle   Ağır, pahalı. * Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise. * Cennet elbisesi. * Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh More…
hulleb   Yağmursuz bulut.
hullebaf   f. Terzi.
hulledallah   Allah dâim ve bâki etsin.
hullet   (C.: Hulel) İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet.
hulliyyat   (Hulliyy. C.) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları.
hulm   Rüya, hülya. * İhtilâm olmak. Açık saçık rüya. * Akıl. ◊ Geyiğin yataklandığı yer.
hulse   Kapmak. * Karışmak. * Fırsat.
hulta   Ortaklık, şirket.
hulu   Hali olmak.
huluc   Ayrılmak. * Çekilmek. * Yavrusu ayrıldığında sütü az olan deve.
hulüc   Çok yeyici, fazla yiyen.
hulud   Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak.
huluk   Huy. Tabiat. Ahlâk.
huluka   (C.: Ahlâk-Halkân) Eski olmak.
hulul   Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek. * Halletmek. * Vuku' bulmak. Zuhur etmek. * Gelip More…
hulule   Dostluk.
hulüm   '(C.: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.) * İhtilam olmak. * Akıl.'
hulus   Hâlislik. Saflık. * Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak.
hulusi   Samimi, candan. Hâlis ve içi temiz olan.
hulusiyyet   Hâlislik. Samimi dostluk.
huluskâr   f. Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. * Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren.
huluskârâne   f. Samimi muhabbet ve sevgi ile. * İkiyüzlülükle, dalkavuklukla.
hulusname   f. Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub.
huluvv   Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak. * Huk.:Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri. * Huk.:Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan More…
hulv   Tatlı. * Hoş ve güzel. İyi.
hulvan   Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey. * Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar. * Vermek, bahşetmek. * Bir belde ismi.
hulviyyat   Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler.
hulya   f. Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus.
hülya   (Bak: Hulya)
hum   f. Küp. * Şarap küpü. İçine şarap doldurulan küp.
hüm   Onlar. (Bak: Şahıs zamiri)
hüma   (İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi. ◊ Bir çeşit diken.
hümâ   f. Devlet kuşu. * Saadet. Mutluluk.
hümâ kuşu   Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)
humahin   Yüzük yapılan bir cins siyah taş.
humak   Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.
humaka   Akıl azlığı, ahmaklık.
humakî   (Ahmak. C.) Ahmaklar, salaklar.
humal   Aksaklık.
hümam   Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. * Aslan. * Büyük ve sağlam.
humame   Süprüntü.
humanizm   (Bak: Hümanizm)
hümapaye   f. Çok yüksek dereceli.
hümapervaz   f. Hümâ gibi yükseklerde uçan. * Mc: Yüksek himmetli.
humar   Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı. * Sersemlik. * Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.
humar-âlud   f. Süzgün ve baygın göz. * Kendinden geçmiş, şaşkın.
humaris   Sağlam, şiddetli, katı.
humaşe   Diyeti bilinmeyen cinayet.
humasî   Arapçada: Aslî harfleri, yani kök harfleri beş adet olan kelime. * Beşe mensub. * Beşli.
humat  (Hâmî. C.) Himaye edenler, koruyanlar.
hümat  (Bak: Humat)
humayun   (Bak: Hümâyun)
hümayun   f. Padişaha ait. * Mübarek. Kutlu. Uğurlu. Âlî. * Kuvvetli. (Bak: Hümâ kuşu)
hümayunname   f. Padişah tarafından bir hükümdara gönderilen mektub.
humaz   Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi. * Kuzu kulağı.
humbara   f. Küçük küp. * Aks: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana More…
humbaraci   Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı.
humbarahane   Humbara yapılan beylik fabrika. * Tar: Humbaracılar kışlası.
humçe   f. Küçük küp.
humeka   (Hamik. C.) Ahmak, sersem.
humeme   (C.: Humem) Kömür. * Kara kül. * Her ateşte yanan nesne.
humevî   Tıb: Sıtmaya ait.
hümeyra   Pembecik.
humeyya   şiddet.
hümeze   (Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı. * El ve kaş işâretleri ile ayıplama. * Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.
hümeze suresi   Kur'an-ı Kerim'in 104. suresi olup Mekkîdir.
humhane   f. Meyhane. * Şarap küplerinin konulduğu yer. * Tas: Âşığın kalbi.
humk   Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak.
huml   Kaçmak. * Korkmak.
hümluc   Demirciler körüğü.
humma   Ateşli hastalık. Sıtma.
hümma   (C.: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret. * Nöbetli hastalık. * Sıtma.
hummali   Ateşli, kızgın. * Çok faaliyetli. Hararetli.
hummaz   Kuzu kulağı.
humme   Tamam oldu (meâlinde fiil).
hümme   Kara. * Diş eti kararmak.
hummere   (C.: Hummer) Kaya kuşu denilen başı kızılca serçe gibi bir kuş.
hümmeyat   (Hümmâ. C.) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler. * Sıtmalar. * Nöbetli hastalıklar.
hummisa   (C.: Hummis) Nohut.
hummus   Nohut.
humran   (Ahmer. C.) Kırmızılar.
humre   (C.: Humur) Küçük seccade. * Namaz kılacak yer. * Küçük hasır parçası. * Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.
humret   Kırmızılık. Kızıllık. Masumane şefkat.
hums   Beş bölükten birisi. Beşte bir.
humsa   Boş böğürlü ve ince karınlı olmak.
humse   Hürmet.
humtane   Kadının kaynanası.
humud   Düşme. Zayıflama. * Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak. * Bayılmak ve kendini kaybetmek. * Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.
hümud   Elbisenin eskimesi. * Ateşin sönmesi. ◊ (Bak: Humud)
humul   Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma. ◊ Mahfe taşıyan deve. * (Haml. C.) Yükler.
hümum   Tasalar, kaygılar, kederler, gamlar, gussalar.
hümumet   Pek fazla ihtiyarlık, çok yaşlılık.
humuza   Ekşilik.
humuzat   Ekşi şeyler.
humuzet   Ekşilik. Kekrelik.
humuziyet   Ekşilik. Kekrelik.
humve   şiddet. * Suret.
hun   f. Kan, dem. * Öç, intikam, öldürme. ◊ Hor ve zelil olmak.
hun'a   şekk, şüphe, zan. * Töhmet.
hun-ab(e)   f. Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. * Mc: Kanlı gözyaşı.
hun-alud(e)   f. Kana bulanmış.
hun-aşam   f. Kan içici, kan içen.
hunabis(e)   Arslan. * Zâlim ve kötü kimse.
hunak   (C.: Havânik) Boğazda olan şiş.
hunan   Kuşların boğazında olan bir hastalık.
hünane   İç yağı.
hunat'e   Kalın, yassı nesne.
hunayis   Çirkin.
hünba'   Ağır ve çirkin kadın.
hunbaha   f. Kan bahası, diyet.
hunbar   f. Kan yağdıran, kan yağdırıcı.
hünbül   Kısa boylu. Kürk.
hunçegân   f. Kendisinden kan akan.
huncur   (C.: Hanâcir) Sütlü deve. ◊ Boğazın başı.
hundure   Göz bebeği.
hunefa   (Hanîf. C.) Allahın birliğine inananlar. (Bak: Hanîf.)
hunefşan   f. Kan saçan, kan serpen.
hüner   f. Mârifet. Bilgililik. Ustalık, mahâret.
hünermend   f. Hüner sahibi, hünerli, marifetli.
hünermendî   f. Hünerlilik, mârifetlilik.
hünerpişe   f. Mahâretli, mârifetli, hünerli.
hünerver   f. Çok ustalıklı. Becerikli. Usta. Mahâret sahibi.
hünerverân   (Hünerver. C.) Mârifetli, hünerli kimseler.
hüneyhe   Saat. * Kıyâmet.
huneyn   Mekke-i Mükerremeye üç mil mesafede ve Mekke ile Taif arasında bir vâdinin adı.
hunfeşan   f. Kan saçan, kan serpen.
hunhah   f. İntikam alıcı, öç alıcı, kan isteyen.
hunhar   f. Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü.
hunharane   f. Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek.
huni   'yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.'
hunî   f. Kanlı, kan dökmeye meyilli.
hunîn   f. Kana bulanmış, kanlı.
hunkâr   f. (Bak: Hünkâr)
hünkâr   f. Hükümdar. Padişah. Sultan.
hünkâr mahfili   Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin More…
hunke   Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
hunnak   Tıb: Boğaz hastalıkları.
hunne   Sözü burun içinden söylemek.
hunpaş   f. Kan döken, kan saçan.
hunrîz   f. Kan dökücü, kan döken, kan akıtan.
hunsa   Hem erkek, hem de dişi olan. * Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki.
hünsa   Erkek veya kadın olduğu belirsiz olan. * Aynı çiçekte dişi veya erkeklik uzvunun bulunması.
hünsaiyyet   Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.
huntuf   Sakalını yolan.
hunu'   Horluk, zelillik, alçaklık.
hünu'   Sindirip hazmetmek.
hünud   Hindliler.
hunük   f. Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu!
hunus   Rücu etmek, vazgeçmek, geri dönmek. * Örtülü olmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
hunut   Mumyalama. * Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.
hunuz   Kokup fenâ olmak.
hunyâ   f. Şarkı söyleme.
hunyâger   f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
hunzub   Şişman gövdeli, boş konuşan kadın.
hunzüb   (C.: Hanâzıb) Erkek çekirge.
hunzüba'   Kuru. * Yellengen böceği.
hunzul   Uzun boynuz. * Uzun zeker.
hunzuvane   Kin tutmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek.
hur   '(Ahver. C.) Ahu gözlüler. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah; beyaz kısmı pek beyaz olan kızlar. * Cennet kızları, huriler.' ◊ f. Güneş. * Yiyecek şey. ◊ f. More…
hur'   (C.: Hurü') Kuş tersi, necis.
hür'   Fâsid kelâm, çirkin söz.
hura'   Devenin delirmesi.
hurac   Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.
hurace   Çıban. * İrinlenme.
hurafat   (Hurafe. C.) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
hurafe   Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.
hurafe-varî   f. Hurafeye benzer. Hurafe gibi uydurulmuş.
hurak(a)   Kav dedikleri nesne. * Tuzluk.
huran   (Hur. C.) f. İri gözlü. * Cennet kızları.
hürar   Devede olan bir zahmet.
huraşe   Ufak parça, küçük şey.
hurbe   (C.: Hureb) Kalça kemiğinin deliği. * Her yuvarlak delik.
hurc   Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. ◊ Uzun dişi deve.
hurcül   Uzun.
hurd   f. Küçük. Ufak. İnce. * Kırık. * Ehemmiyetsiz, önemsiz. ◊ (Hurdenî) f. Yiyecek, azık.
hurd u hâb   Yiyecek ve uyku.
hurd ü mürd   f. Parça parça. Ufak tefek kimse.
hurda   (Bak: Hurde)
hurde   f. Bir şeyin küçüğü, ufağı. * Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. * Pek ince ve küçük. ◊ f. Yenilmiş.
hurde tezyinat   Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.
hurde-hâş   f. Param parça, kırık dökük.
hurdebîn   (Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.
hurdedan   f. Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen.
hurdedanî   f. Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse.
hurdefuruş   f. Ufak tefek şeyler satan kimse.
hurdegir   f. Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan.
hurdengâh   f. Yemek odası.
hurdenî   f. Yiyecek şey.
hurdeşinas   f. Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan.
hurdevat   f. Kırık dökük, eski püskü şeyler, öteberi. Hırdavat.
hurdsal   f. Genç. Yaşı küçük.
hürer   (Hirre. C.) Dişi kediler.
hüreyre   Kedi yavrusu.
hurf   Üzerlik tohumu.
hurfe   Bir yere toplanmış yemiş. * Baklet-ül hamkâ otu. ◊ Mahrumiyet, mahrumluk. Bedbaht oluş.
huri   (Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemeyecek derecede güzel olan Cennet kızları.
hüri'   Bit.
huriye   Huri gibi.
hurk   Akılsız, bilmezlik. * Dehşet, şiddet.
hurka   Yanmak. * Hararet. * Yanık çıban.
hurkat   Yangın. Yanma. Yanıklık. * Bir nevi çıban. ◊ Cehalet, câhillik, akılsızlık, bilmezlik.
hurkuf   Zayıf davar.
hurkus   Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar).
hurlika   f. Çok güzel, huri yüzlü.
hurma   f. Bir sıcak iklim meyvesi. * Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı.
hürman   Akıl.
hurmat  (Huremât - Hurumât) Haramlar. Dinin, yapılmasını menettiği şeyler. İşlenmesi günah olan işler.
hurmet   (Bak: Hürmet)
hürmet   Riâyet. İhtiram. * Haysiyet. Şeref. * Haram olma. Haramlık. * Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus.
hürmeten   'Hürmet olsun diye; hürmet, saygı ve ikram maksadıyla.'
hürmetkâr   f. Hürmet eden, saygılı.
hürmüz   (Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü. * Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı. * Jüpiter (Müşteri) yıldızı.
hürnu'   Küçük canavar.
hurnub   Keçiboynuzu dedikleri yemiş.
hurpeyker   f. Huri yüzlü.
hürr   Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen. * Esir veya köle olmayan. Serbest. ◊ Arslan.
hurras   (Hâris. C.) Muhafızlar, bekçiler, nöbetçiler.
hurre   (C.: Harâyir) İyi. * Câriye olmayan kadın.
hürre   Esir veya câriye olmayan hür kadın.
hurrem   f. Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü.
hurremgâh   f. Kalbi ferahlandıran yer.
hurremî   f. Mesruriyet, sevinç, sürurlu ve sevinçli olma.
hürriyet   Serbestlik, hür oluş. * Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' More…
hurs (hirs)   (C.: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka. * Kulağa taktıkları küçük halka.
hurs(a)   Hurma budağı. * Şey.
hurs(e)   Çocuk doğuşunda yapılan yemek.
hursend   f. Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü.
hursendane   f. Kanaatkârâne, tokgözlülükle.
hursendî   f. Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu.
hursî   Ev eşyası. * Her nesnenin fenâsı.
hurşîd   f. Güneş. Afitab. Hur. Mihr. şems.
hursîs   Metâ, mal. Kumaş.
hurşun   (C.: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)
hurt   (C.: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği.
hurtum   (C.: Harâtim) Burun. * şarap.
huru'   Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç. * Sütleğen otu. * Yumuşak ot.
hurub   (Harb. C.) Harpler, savaşlar, muharebeler. ◊ Keçiboynuzu adı verilen yemiş.
huruc   Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek.
huruc alessultan   Meşru hükümete karşı kıyam ve isyan etme.
huruf   (Harf. C.) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler. (Bak: Harf)
hurufat   (Harf. C.) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.
hurufiye   Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.
hurum   İhram.
hurur   Düşmek, sukut.
hurus   f. Horoz.
huruş   f. Coşma. Gürültü. şamata. Telâş.
huruşan   f. Çağlıyarak, coşarak, * Coşan, çağlayan.
hury   Değirmen deliği.
hurz   Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.
hurze   (C.: Hurez) Dikiş.
hus   Dikmek. * Darlık vermek. * İki şeyi bir araya getirmek. ◊ Bir kavim üzerine nâzil olan umur.
huş   f. Akıl, fikir, zekâ, iyi ile kötüyü ayırma hissi. * Ruh, can. * Ölüm, * Zehir. ◊ Vahşi hayvanlar.
huş'a   Alçak küçük tepe.
husa   (Husye. C.) Erkeklik bezleri, hayalar. ◊ Hurma yaprağı.
hüşad   Suyu emmeyen sert arâzi.
husaf   Hasad, hasad mevsimi. * Ekin biçme.
husafe   Düşmanlık, adavet. Gizli kin, hased.
husake   Düşmanlık, adavet. Hased, gizli kin.
husale   Harman yerinde arta kalan tane. ◊ Kırıntı, ufalanmış şey.
husam   Keskin kılıç.
huşam   Kalın burunlu. * Uzun dağ burnu.
hüsam   Keskin kılıç.
husame   Keskinlik.
hüsameddin   Dinin keskin kılıcı.
huşar   Avaz, ses.
husare   Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar. * Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi. * Şirâ sıkıntısı. * Her nesnenin fenâsı.
huşare   Bir yere giderken bırakılan faydasız şeyler. * Her şeyin kötüsü.
husas   Sür'atle gitmek, seğirtmek, koşmak.
husban   Hesab. * Azab. * Sıkıntı. * Şer. * Koltuk yastığı.
hüsban   Azap. * Yıldırım. * Çekirge. * Saymak.
hüsbane   Küçük ok. * Küçük yastık.
huşdar   f. Akıllı, uslu.
hüşdar   (Bak: Huşdar)
huşe   f. Salkım. * Başak, sümbül.
huşe çîn   f. Başak toplayan. Salkım toplayan.
huşef   Yeşil sinek.
husema'   (Hasım. C.) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar. * Adüvler, düşmanlar.
huşenk   f. İdrak, akıl, iz'an.
hüseyin   Küçük güzel. * Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur.
hüseyn   (Bak: Hüseyin)
husf   Her bir şeyin içi.
hushus   Mübâlağa ile kandırmak.
huşk   f. Kuru, yâbis. * Kaba, soğuk.
huşk u ter   Kuru ve yaş.
huşkar   İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek.
huşkcan   f. Kalın kafalı, câhil kimse.
huşkî   f. Kuruluk, yubuset.
huşkleb   f. Dudağı kurumuş, susamış.
huşkmağz   f. Boşkafalı, câhil.
huşksal   f. Kuraklık ve kıtlık yılı.
huşkser   f. Ahmak, salak.
huslet   Kıldan bükülmüş nesne.
husm   (C.: Ahsam) Çuval ve heybe bucağı.
huşmend   (C: Huşmendân) f. Akıllı, aklı başında.
huşmendân   (Huş-mend. C.) Aklı başında olanlar, akıl sâhipleri.
huşmendâne   f. Akıllıca, aklı başında olarak.
husn   Perhizkârlık, iffet.
hüsn   (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal.
hüsn ü aşk   Güzellik ve muhabbet * şeyh Galib'in manzum hikâyesi.
hüsn ü kubh   Güzellik ve çirkinlik.
hüsn-aver   f. Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren.
hüsna   (Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel. * Cennet. * İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek. * Düşman üzerine More…
huşne   Haşinlik.
hüsnî   Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.
hüsniyyat   Güzel olan hususlar.
husr   Zarar. * Ele avuca girmemek. * Dalâlete gitmek. * Noksan. * Sapıtmak. ◊ Tıb: Peklik, kabızlık, inkıbaz. * İdrar tutulması.
hüsr   Ziyan, kayıp, zarar.
husran   Mahrumiyet. Kayıp. Çok büyük ziyan.
hüsran   Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı. * Zarar, ziyan, kayıp.
husrev   f. Hükümdar, şah.
hüsrev   (Bak: Husrev)
huşrüba   f. Akıl kapan, aklı baştan alan.
huşrübude   f. Aklı kapılmış, aklı başından gitmiş.
huss   Za'feran. * Hurma yaprağı. * Eğrelti otu. ◊ Karışmadık, sâfi olan. * Ayrı bir kavim. ◊ (C.: Husas) Kamıştan yapılmış ev.
huşş   '(C.: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet. * Necâset mahreci.'
huşşa'   (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar. ◊ Kulak ardındaki yumruca kemik.
hussad   Hased edenler. Kıskananlar.
huşşaf   Yarasa kuşu.
husser   Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.
huşu'   Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
husuf   Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. * Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.
huşuf   (C.: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı. * Geceleyin yola giden deve.
husul   Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
husul-yâfte   f. Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş.
husum   (Hasim. C.) Uğursuzluk. * İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak. * Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar. * Fırtına. ◊ (Hasım. C.) Hasımlar, düşmanlar.
husumet   Düşmanlık. Hasımlık. Kincilik. Zıddiyet. Çekişmek. Dâvacı olmak.
husun   (Hısn. C.) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.
huşunet   Kabalık, sertlik, inatçılık.
husur   Yorulmak. * İncinmek.
husure   Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması.
husus   İş. Mevzu. Yol. Usul. Keyfiyet. Madde. Şey. Bir şeyin sairlerinden ayrıldığını ve temyizini bildiren cihet ve keyfiyet.
hususa   Ayrıca, hususen, başkaca.
hususat   (Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler.
hususen   Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak.
hususî   Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan.
hususiyat   Hususi olan şeyler. Hususiyyetler.
hususiyet   Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık. * Hususilik.
husve   Kap içinde bir içim su. ◊ Topraklı yer. ◊ Haya, husye.
huşyar   (Bak: Hüşyar)
hüşyar   Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu.
hüşyarane   f. Akıllıcasına.
hüşyarî   f. Hüşyarlık, akıllılık.
husye   Erkeklik bezi. Haya. Erkeğin yumurtalığı.
husyetan   f. Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi.
hut   Balık. Büyük balık. * Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.
hutab   (Hutbe. C.) Hutbeler.HUTAE - (C.: Hatâit) Kısa boylu kimse.
hutaf   (C.: Hatâtif) Demir çengel. * Makaranın iki tarafında olan eğri demir.
hütaf   Çağırma, seslenme.
hutâm   Kuru cisim kırıntısı. * Yumurta kabuğu. * Çerçöp.
hutame   Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım. ◊ Sofrada kalan yemek artığı.
hütame   Kesinti, kırpıntı. Parça.
hutat   Dökülmüş ve saçılmış olan şey.
hutbe   İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek.
hutbehan   f. Hutbe okuyan, hatib.
hutebâ   Hutbe okuyanlar. Hatibler.
hutebâ-i umumî   f. Herkese hitâbeden, umuma ders verenler.
hütke   Perde yırtılıp rezil olmak.
hutm   Her kuşun gagasına, her davarın burnunun ucuna ve ağızının önüne derler.
hütr   Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
hutre   Bina için verilen yemek. * Tatmak.
hutruş   Kısa.
hutt   Emir. * Kıssa.
hutta   Darp, vurmak. * Zor iş. * Başın önünde olan saç örgüsü. ◊ Haslet, huy.
huttaf   (C.: Hatâtîf) Kırlangıç kuşu.
hüttak   (Hâtik. C.) Bozanlar. * Yırtanlar.
hutu'   Gitmek.
hütu'   Boyun uzatmak. * Çok nazar etmek, çok bakmak.
hutub   Zorluk, güçlük. * (Hatb. C.) İşler, maslahatlar. Mes'eleler. ◊ Erkek çekirge.
hutuf   (Hatf. C.) Ölümler, vefatlar.
hütul   Sürekli yağmur yağma.
hutun   (Hutunet) Evlenme, tezevvüc, teehhül. * Damatlık, damat olma.
hütun   Sürekli yağmur yağma.
hutur   Akla gelmek. Hatırlamak.
hutur etmek   Hatıra gelmek.
hutut   (Hatt. C.) Yazılar. Çizgiler * Yollar.
hutuvat   (Hutvât-Hutevat) (Hutve. C.) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler. * Şeytanın aldatmaları.
hutve   Adım atıldığı zaman iki ayak arasındaki mesafe. * İz. (Bak: Hatve)
huule   Dayılık.
hüv'   Kusmak.
huva   Tembel olmak.
huvaka   Süprüntü.
hüval   Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.
hüvam   Hayranlık hâli.
huvar   (C.: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa 'fasil' derler.) ◊ Bağırış, çığlık, sayha, avaz.
huvase   (C.: Huvâsât) Karışık cemaat.
hüve   Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)
hüve ahsen   O daha güzeldir, en güzeldir.
hüve hakk(un)   O da haktır. O da bir haktır. (Bak: Ehakk)
hüve hasen(ün)   O bir güzeldir, hasendir.
hüve hüvesine   (Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen.
huvela'   Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)
hüveyda   f. Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık.
huveyn   Hayvancık. Çok küçük canlı.
hüveyna   Kolaylık, sühulet.
huveynat   Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar.
huveysal   (C.: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.
huveyza   İshal, iç sürgünü.
hüvf   Soğuk rüzgâr.
hüviyyet   Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu. * Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı. * Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.
huvta   Arpa, buğday gibi hububat için yapılan avlu veya anbar.
huvvan   (Hâin. C.) Hıyanet edenler, hâinler.
huvvara   Ağartılmış yemek.
huvve   Karalık. Siyahlık.
hüvve   (C.: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer.
huy   f. Mizac, tabiat, ahlâk, âdet. * Ter. ◊ Boş ve hâli olmak.
hüyam   Azgınlık.
huyela'   Kibir, ucub.
huygerde   f. Terlemiş. * Adet edinmiş, huy hâline getirmiş, alışmış.
hüyu'   Korkaklık.
huyul   (Hayl. C.) Atlı alaylar. * Atlar. * Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.
huyut   (Hayt. C.) İpler. İplikler. Lifler. Teller.
hüyyam   (Hâim. C.) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.
huz   Tuz ağacı dedikleri nesnedir ve denize yakın yerlerde posası denize düşüp rüzgârla dalga döve döve kehribar olur. ◊ Al. (Ahz: Almak mastarından) Al emri.
huz'   Alçaklık yapmak.
huza'bîl   (C.: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler.
huzafe   Sahtiyan kırpıntısı. * Bez kırpıntıları.
huzahiz   Suyu ve ağacı çok olan yer. * Şişman kimse.
hüzahiz   Bağırgan deve. * Keskin kılıç. * Çok su. * Fitne.
huzaka   Kıymetsiz ve rağbetsiz olan şey.
huzakiyy   Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse. * Eşek sıpası.
hüzal   Zayıflık, bitkinlik.
huzale   Saman ufağı.
huzamî   Lavanta çiçeği.
huzane   Kendileri sebebinden gam ve tasa çekilen çoluk çocuk.
huze   Miğfer.
huzem   (Huzme. C.) Demetler, desteler, huzmeler.
huzene   Kulak.
hüzhüz   Hafif ve zarif kimse.
hüzî   Kedi yavrusu.
hüzlul   (C.: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe. * Hafif adam.
huzme   Demet. Deste. Bir kucak şey. * Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.
hüzn   (Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı.
hüzn-alud   f. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
hüzn-amiz   f. Gam, keder ve hüzünle karışık.
hüzn-aver   f. Keder veren. Gam veren. Hüzün verici.
hüzn-efza   f. Keder ve hüzün arttıran.
hüzn-engiz   f. Hüzün veren. Keder verici.
huzne   (C.: Huzen) Sağlam ve sert olan.
huzre   Arka zahmeti.
huzret   Yeşillik. Ter ü tazelik.
huzruf   (C.: Hazârif) Fırıldak. * Değirmen çarkının birisi. * Pervâne.
huzu'   Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.
huzub(e)   Semiz olmak, besili olmak.
huzuk   Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.
huzuka   Ekşilik.
hüzul   Arıklık, bitkinlik, zayıflık.
huzunet   (C.: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.
huzur   Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.
huzur ü hab   Rahat ve uyku.
huzur ü sükun   Rahatlık ve eminlik.
huzur-aver   f. Huzur ve rahatlık verici, sükunet veren.
hüzüv   Maskaralık.
huzuz   (Hazz. C.) Memnuniyetler. Hazlar. Zevkler. Hoşlanmalar. ◊ (C.: Hızzân) Erkek tavşan. ◊ Acı bir devânın adı.
huzuzât   (Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler.
huzva   Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.
huzvane   Büyüklenmek, kibirlenmek.
huzve   Parça.
huzya   Ganimet malından vermek.
huzye   (C.: Huzâyât) Küçük ok.
huzzâk   (Hâzık. C.) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.
hüzzam   Müzikte bir makam ismidir.
huzzân   (Hâzin. C.) Hazine muhafızları, hazinedarlar.
huzzâr   (Hâzır. C.) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.
hüzzet   Boyun.
hüzzü' (hüzâe)   Maskaralığa almak.
i'ba'   Hazırlık.
i'bad   Kul etmek, köle yapmak.
i'cab   Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek. * Hodpesendlik. Kendini beğenmişlik.
i'caf   Devamlı olarak hastaya bakma. * Zayıflatmak.
i'cal   Acele ettirme, çabuk yaptırma. * Öne geçme.
i'cam   Harflere, yazıya nokta koymak. * İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.
i'caz   Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak. * Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir More…
i'cazkâr   f. Mu'cizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak.
i'cazkârane   f. Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda.
i'caznüma   Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. Âciz bırakmayı göstermek. ◊ Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. More…
i'da'   Düşman etmek. * Sıçratmak. * Geri getirmek. * Muavenet etmek, yardım etmek.
i'dad   Hazırlama. Yetiştirme. Geliştirme.
i'dadiye   Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus. * Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı More…
i'dal   Güç olmak, zor olmak.
i'dam   Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek.
i'fa'   Çoğaltmak. * Terketmek.
i'kad   Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek.
i'kar   Kadının dölyatağını sakatlama.
i'la   (Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.
i'laf   (Alef. den) Hayvana yem verme.
i'lak   (Alak. dan) Sülük yapıştırmak. ◊ (Alak. dan) Sülük yapıştırmak.
i'lal   Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi.
i'lam   Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak. * Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı.
i'lamat  (İ'lam. C.) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.
i'lan (ilân)   Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana More…
i'lanat   İlânlar.
i'lanen   İlân ederek, ilân yoluyla.
i'lanname   f. İçinde ilân yazılı olan kâğıt. * Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt.
i'lem   (  masdarından emirdir.) 'Bil!' mânasına gelir.
i'ma   Kör etme, âmâ yapma.
i'mad   Direk dikme. ◊ Direk dikme.
i'mak   Derinleştirme. Bir şeyin derinliğine varma.
i'mal   Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek. * Kullanmak. * Zabt, idare ve hâkimlik etmek. * Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek.
i'malat   Bir memlekette veya bir fabrikada yapılan işler ve eserler.
i'malgâh   f. Fabrika, atölye.
i'mar   Yapmak. Tâmir etmek. Şenlendirmek. Mâmur kılmak. Harabilik ve ıssızlıktan kurtarmak.
i'na   Zahmete uğramak.
i'nac   Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma. ◊ Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma.
i'nad   Dinmeden akma. * Çekişme.
i'naf   Sertlik etme.
i'nan   Büyü ile bağlanma.
i'nat   Zahmete uğratma, meşakkate maruz bırakma. * Edb: Mukayyed kafiye ve mukayyed seci' san'atı.
i'ra   Çıplak bırakma, soyma.
i'rab   Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak. * Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
i'raz   Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek.
i'şa'   Akşam yemeği verme.
i'sar   Fakirlik. * Borçluya karşı takaza etmek, sıkıştırarak alacağını istemek, güçleştirmek. ◊ İkindi zamanında bulunmak. * Kızın gelinlik çağına gelmesi. * Kasırga. ◊ İkindi More…
i'ta   Vermek. Bahşetmek. İhsan etmek.
i'tab   Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak. * Hışım etmek. ◊ Öldürme, katletme. Helâk etme.
i'tak   Esir, köle veya cariyeyi serbest bırakma.
i'tibar   (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. * Taaccüb etmek. * Şeref, haysiyet. * Bir şeyin gerçek More…
i'tibarat   (İ'tibar. C.) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler. * Var sayılan şeyler, faraziyeler.
i'tibaren   ...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde kullanılır.)
i'tibarî   (İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen.
i'tida   Sesini yükseltmek. * Zulmetmek. * Haddinden geçmek.
i'tidad   Yardım isteme. İmdât isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma.
i'tidal   Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak. * Yumuşaklık. Uygunluk. * Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması. * Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet More…
i'tifa'   Bağış dileme, afvedilmesini isteme.
i'tifar   Yere vurma. Kavrayıp yere çarpma. Üzerine atılıp kavrama.
i'tikab   Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme.
i'tikad   İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)
i'tikadât   (İ'tikad. C.) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar.
i'tikadî   İtikad ve inançla alâkalı.
i'tikadiyat   İtikada ait mes'eleler.
i'tikâf   Bir şeye devam etmek. * Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an.
i'tikal   Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma. * Devenin dizini büküp bağlama. * Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma. ◊ Zorlaşma, müşkilleşme.
i'tikâl   (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi.
i'tikam   Biriktirme, yığma.
i'tikar   Birbirine karışıp sayılamama.
i'tikas   Tersine dönme, akislenme.
i'tila   (Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak. * Yüksek rütbelere çıkmak.
i'tilaf   Yem yeme.
i'tilafat   (İ'tilaf. C.) Uyuşmalar, anlaşmalar.
i'tilak   Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma.
i'tilal   (İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden vazgeçip tek bir şeyle meşgul olma. ◊ (İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden More…
i'tilam   Öğrenme, bilme.
i'tilan   Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma. * Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.
i'timad   (İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak.
i'timaden   İtimad ederek, dayanarak, güvenerek.
i'timadname   f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı. ◊ f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı.
i'timak   Derinine varma, derinliğine inme.
i'timam   (İtimam) Başına sarık sarmak. * Ortalık yeşillenmek. * Miğfer giymek.
i'timan   Emniyet etme, emin bulunma.
i'tina   (İtinâ) Çok dikkat etmek. Özenmek.
i'tinak   (Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma. * Kucaklama. * Sıkıca kavrayıp alma.
i'tinan   Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma. * İnsanın önüne durma.
i'tiraf   (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.
i'tiraz   (İtiraz) Kabul etmediğini bildirmek. Bir fikir veya işin olmasını kabul etmemek. * Men' eylemek. Men' olmak.
i'tiraziye   İtiraza, kabul etmediğine dair yazı. * Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare. (Bak: Cümle-i mu'terize)
i'tisa   Asâya dayanma, baston kullanma. ◊ Asâya dayanma, baston kullanma.
i'tişa'   Akşam vakti yola çıkma.
i'tisab   Sinirlenme, asabileşme. * Kanaat etme.
i'tisaf   Zulüm ve haksızlık etmek. Doğru yoldan ayrılmak. Haksızlık.
i'tisam   Günahlardan sakınmak. * Pâk olmak. * Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak. ◊ İstediğini vermek.
i'tisar   Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma. ◊ Zorluk, güçlük, meşakkat.
i'tisas   Gece gezip dolaşma, devriye vazifesini görme.
i'titaf   Bir şeye örtünme, bürünme.
i'tiva   Bükme veya bükülme.
i'tiyad   (İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek.
i'tiyak   Alıkoymak, engel olmak, mani olmak.
i'tiyan   Dik dik bakma, gözünü dikme. * Yardım etme.
i'tiyaş   Geçinme. İdareli yaşama. İ'TİZA' : Bir kavim veya kimseye bağlı bulunma.
i'tizad   Yardım etme. Muavenette bulunma. * Yardım ve imdat isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma.
i'tizal   (İtizal) Bir şeyi işlemeğe tamamen kasd ve teveccüh eylemek. * Nefsine müracaatla cürüm ve hatasını itiraf etmek. ◊ Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka More…
i'tizam   Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak. ◊ (İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. Büyüklenmek. ◊ (İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. More…
i'tizar   Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.)
i'tizaz   Kendini aziz, izzetli saymak.
i'var   Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma.
i'vicac   Doğru davranmamak, eğri büğrü olmak. Hamlık. * Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermek.
i'zab   Suyu temizleme. * Vazgeçme. * Azaba düşürme veya düşürülme.
i'zam   Büyük görmek, büyük bilmek. Bir hâdiseyi büyük göstermek, büyütmek. ◊ Göndermek. Yollamak.
i'zaz   Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.
i'zazen   İkram ederek, ağırlayarak.
ia'   Koyun sürmek, koyun gütmek.
iab   Kökünden koparmak.
iad   Korkutmak, tehdit etmek. Vaidde bulunmak.
iade   Geri vermek. Eski haline getirme. * Mukabilini yapma. Karşılığını yapma. * Avdet ettirmek. * Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk More…
iadeten   Geri vermek üzere.
iale   Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini tedarik etme. * İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak.
ianat   (İâne. C.) İaneler.
iane   Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey.
ianet   (Avn. dan) Yardım.
ianeten   İane suretiyle, yardım olmak üzere.
iare   Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.
iareten   İare olarak. Emaneten.
iaşe   Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek.
iaz   İşaret etmek.
iaza   (İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek.
iaze   Sığındırmak. Muhafaza etmek. İltica.
ib'ad   Uzaklaştırmak. Sürmek. Kovmak.
ib'as   Yeniden yaratmak, göndermek. Hayat vermek.
iba'   Çekinmek. Tiksinmek. * Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. * Doymadan yemekten çekilmek.
ibabe   Yol, tarik.
ibad   Tıb: Bacaklarda diz mafsalının iç kısmındaki büyük damar. ◊ (Abd. C.) Kullar. Allah'ın kulları. ◊ Devenin ayağını bağladıkları ip.
ibadat   (İbâdet. C.) İbâdetler.
ibade   Helâk etmek.
ibadet   Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak.
ibadetgâh   f. Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane.
ibadethane   f. İbadetgâh. Allah'a ibadet edilen yer.
ibadetkâr   f. İbadet yapan. İbadete düşkün.
ibadullah   Allah'ın kulları.
ibaet   Bir şeyi diğer bir şeye ircâ etme.
ibag   Helâk etmek.
ibah   İtibar etmek, ehemmiyet vermek. Hürmet etmek.
ibaha   (İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması. * İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak. * Bir şeyi izhâr etmek. ◊ Ateşi söndürme.
ibahat   (İbâhe. C.) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler.
ibahî   Herşeyi mübah sayan.
ibahiyye   Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse.
ibahiyyun   İbaheciler. Her şeyi mübah sayan bâtıl bir zümre.
iBak   Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması.
ibale   Kuyu bileziği. * Hayvanları muhafaza etme. * Küçük çocuklara def-i hacet ettirme. * Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek.
ibane   Irak etmek, uzaklaştırmak. * Ayırmak. * İzhar etmek, göstermek.
ibar   Eritilmiş kurşun. * (İbre. C.) İğneler, ibreler.
ibarat   (İbare. C.) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler.
ibaratüna şettâ   Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır.
ibare   Bir fikri anlatan bir veya birkaç cümlelik yazı. Parağraf. * İbretli ders veren söz. (Bak: İbaret) ◊ Beyan etmek, açıklamak. ◊ Helâk etmek.
ibare-senc   f. Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen.
ibaret   Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek. * Rüya tabir etmek.
ibas   Kurutmak.
ibase   Tedkik ve teftiş etme.
ibat   (İbt. den) Bohça, koltuğun altına alınan şey. Paket.
ibate   Bir yerde barındırma. Gece yatırma.
ibate ve iaşe   Barındırma ve besleme.
ibavet   Yabancı bir adamın bir çocuğa baba gibi olması, babalık yapması.
ibb   (C.: E'bâ) Yük dengi, ağır yük. ◊ Zâyi ve telef etmek.
ibbân   Uygun zaman, vakit. Her şeyin mevsimi.
ibcal   Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.)
ibcam   Huzur ve rahatını bozma. Rahatsız etme.
ibda'   Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. * Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ('İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin' More…
ibdad   Uzaklaştırma, teb'id. * Bir şeyi uzatma.
ibdal   Değiştirmek. Tebdil ve tahvil eylemek. Birinin yerine diğerini getirmek.
ibdan   Kısrak. * Câriye, kız veya kadın esir.
ibek   f. Put, sanem, haç.
iber   (İbret. C.) İbretler, ders alınacak şeyler. ◊ (İbre. C.) İbreler, iğneler.
ibgaz   (Buğz. dan) Buğzetme, nefret etme, hoşlanmama, sevmeme.
ibha   Kesilme, inkıtâ'.
ibhac   Sevindirme, sürur ve sevinç verme.
ibhah   Sesini boğuk bir şekilde çıkarma.
ibhak   Gözünü çıkarma, kör etme.
ibhal   Kendi hâline bırakma, salıverme.
ibham   Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan. * Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı. * Baş parmak.
ibhamat  (İbham. C.) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı sözler.
ibhamvarî   f. Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde, mübhem olarak.
ibhar   (Bahr. dan) Deniz yolculuğu.
ibhirar   Gece yarısı olma.
ibibik   Çavuşkuşu, hüdhüd.
ibik   Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası.
ibil   (Bak: İbl)
ibiş   Hımbıl, salak. * Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri.
ibka   Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek. * Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri More…
ibka fermani   Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam edeceklerine dâir gönderilen ferman.
ibkaen   İbka suretiyle.
ibkaen ta'yin   İşinden ayrılan bir memuru tekrar eski işine getirme.
ibkal   Yerde ot bitmesi. Ramis adı verilen otun yeşermesi.
ibkar   Fecirden kuşluğa kadar olan vakit. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
ibl   (İbil) Dişi deve. * Deve sürüsü.
ibla'   Yutturma, emdirme.
iblag   Bildirmek. Yetiştirmek. Haberdar etmek. Göndermek.
iblak   Alaca olmak. Kapı açmak.
iblan   İki sürü deve.
iblas   Mahzun olmak, ümitsiz olmak.
iblî   Deveci.
iblik   Erkek.
iblim   Anber. * Bal.
iblis   İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan)
iblisane   Şeytanca. İblisçesine, müfsidane.
ibn   Oğul.
ibne   Kız çocuğu. Veya teennüs eden oğlan.
ibrâ   (Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak.
ibrad   Güçsüzleştirme, âciz bırakma. * Soğutma.
ibrahim   'İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen 'eb'; ve cumhur demek olan 'reham' kelimelerinden meydana gelmiştir. 'Ebu-l cumhur' ise; cumhurun babası More…
ibrahim hakki   (K.S.) - Hic: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır.
ibrahim-vari   f. İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile.
ibrak   Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak. * Koyun kurban etmek. * Şimşek çakmak. ◊ Deveyi çökertmek.
ibram   Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. * Usandırmak, yıldırmak. * İpi sağlam bükmek. * Muhkem kılmak.
ibramat  (İbram. C.) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar.
ibraname   Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen kâğıt. İbrâ senedi.
ibrani   Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan.
ibrar   Yapılan yeminin doğru olduğu tasdik edilme.
ibraz   Göstermek. Meydana koymak.
ibre   İnce iğne gibi âlet. * Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet. * Çam gibi ağaçların yaprağı.
ibret   Uyanıklığa sebeb olan ders. * Çok çirkin ve düşündürücü. * Tuhaf, acâyip.
ibretamiz   (İbret-âmiz) f. İbret öğreten. Ders verici hâdise.
ibretbahş   f. İbret veren, ibreti iktiza eden.
ibretbin   f. İbret almış, ders almış.
ibreten   İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için.
ibretfeşan   f. İbret dağıtan, çok mühim ders verici hâdise.
ibretnüma   f. İbret gösteren. İbret veren.
ibretnümun   f. İbret olan, ders olan.
ibrî   (İbriyye) İğne yapan veya satan kimse. * İğne veya ibresi olan. ◊ Yahudi, İbrani.
ibric   Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık.
ibrik   (C.: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı. * Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar. * İyi ve More…
ibrikdar   Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken ve leğen ibrik işlerine bakan kimse.
ibrin   Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili.
ibrinşak   Ağaçta çiçek açmak.
ibrişim   İpek ipliği, bükülmüş ipek. * İbrişimden yapılmış.
ibriye   Baş konağı.
ibriyy   İğne yapıcı veya satıcı.
ibriyyun   Yahudiler, İbraniler.
ibriz   Halis altun, saf altun.
ibs   Sevinmek, ferah.
ibsal   Bir şeyi sipariş etme. * Men etme.
ibsan   Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.
ibsar   Dikkatle bakmak, tetkik etmek.
ibşar   (Büşr. den) (C.: İbşarât) Müjdeleme, tebşir etme, sevinçli bir haber bildirme.
ibşarat   (İbşâr. C.) Müjdelemeler, tebşir etmeler, sevinç verici haber bildirmeler.
ibsas   Sırrı açıklama. * Yayma, dağıtma.
ibşas   Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması.
ibsi'rar   At yarışlarında koşuşma.
ibt   (Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı.
ibta'   Gecikme, geciktirme. * Ağır hareket.
ibtal   Battal etmek. Çürütmek. Hükümsüz bırakmak.
ibtale   Bâtıl ve boş şey.
ibtaliyyat   İşe yaramıyan, boş sözler.
ibtar   Şaşma, tuhafına gitme, hayrette kalma. * Alabileceği miktardan fazla yük yükletme. ◊ Parçalama. * Mahrum etme, esirgeme. * Gündüzün başlangıcı.
ibtaş   Şiddetle tutma, kavrama.
ibtat   Kesmek. Kat'etmek.
ibtiar   Kuyu kazma.
ibtias   Gönderme, ba's etme.
ibtida   Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
ibtida'   Benzeri olmayan bir şey yaratmak. (Bak: İbdâ')
ibtida-şüdegan   f. Stajyer.
ibtidad   İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması.
ibtidaen   Önceden, ilk ve başlangıç olarak.
ibtidaî   Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ. * Ham, işlenmemiş. * İlk tahsil veren okul.
ibtidâiyyât   Başlangıçta olanlara öğretilen bilgiler. * Bu derslere ait kitaplar.
ibtidar   Bir işe sür'atle başlama.
ibtiga   Maksad, gaye. Taleb, arzu, istek.
ibtihac   Sevinç, sevinme. İç açıklığı. ◊ Bolluk, bereket, mebzuliyet.
ibtihal   Halktan alâkayı keserek Allaha tazarru' ve niyazda bulunmak.
ibtihar   İki parça olma, ikiye bölünme.
ibtihas   Bir şeyin doğruluğunu öğrenmek için soruşturma, tetkik etme.
ibtika'   Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması. ◊ (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.
ibtikar   Sabahleyin erkenden kalkma.
ibtilâ   Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik. * İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
ibtila'   Zorlukla yutmak. * Gelini gerdeğe koymak.
ibtilac   Meydana çıkma, zuhur etme, görünme.
ibtilal   Islanmak.
ibtilaz   Alma.
ibtina'   (Binâ. dan) Bir şeyin üzerine bina etme. Bir dava veya bahiste bir şeye istinad etme.
ibtinaen   İbtinâ ederek, mübteni olarak, dayanarak.
ibtira'   Ağaç yontma.
ibtirad   Duş yapma, soğuk su ile banyo yapma. * Serinlemek için soğuk su içme.
ibtişak   Haysiyet ve nâmusa dokunma. * Yalan söyleme.
ibtisam   Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek.
ibtisar   (Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret. * Görüp hakikatına varma. ◊ Bir şeye başlama, ibtida.
ibtita'   Kesilme, inkıta'.
ibtitar   Tâbi olma, uyma, ittiba etme.
ibtiya'   Satın alma, mübâyaa etme.
ibtiyar   Seçip kabul etme. * Kavga yapma, dövüş etme. * Güçsüz, zaif ve kuvvetsiz olma.
ibtiyaz   Biriktirip yığma.
ibtiza'   Birşey meydanda ve açık olma.
ibtizal   Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak. * Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak. * Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek.
ibtizar   Cebren ve zorla alma. Soygunculuk yapma.
ibtizaz   İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme.
ibyizaz   Beyazlama, ağarma.
ibza'   Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme. ◊ Kötü söyleme, fena söyleme.
ibzal   Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma.
ibzaz   Bir şeyi istenilen miktardan veya gerektiğinden az verme. ◊ Yağlanma, şişmanlama, semirme.
iç   t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun. * Bir şeyin ortasındaki kısım, göbek. * Karın, mide. * Kalb, vicdan, gönül. * Harem dairesi. * Bir şeyin görünmez ciheti, bâtın.
iç cebehane   t. Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare 'Hazine-i esliha', Üçüncü Sultan Ahmed devrinde 'Dâr-ül esliha', daha sonraları da More…
iç hazine   t. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar.
iç kale   t. Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere 'bâlâ hisâr' da denilirdi. Bu iç kaleler, More…
iç oğlani   t. Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere More…
ic'af   Yere düşürme, yıkma.
ica'   (Veca. dan) Ağrıtma, veca verme.
icaa   (Cu. dan) Yemek içmek için hiçbir şey vermiyerek aç bırakma.
icab   Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, 'Bu malımı sana şu kadar paraya sattım' demesidir. Müşterinin de kabul.
icabat   İcablar. Gerekenler. Lüzum edenler.
icabe(t)   Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.
icabetgâh   f. Kabul etme yeri.
icabî   Müsbet. İcaba âit, icaba dair. * Lâzım, gerekli, zarurete müteallik.
icad   Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda') ◊ (Ücâd) Kapı ve pencerelerin üstlerinde bulunan kemer.
icade   İyi yapma, iyi işleme.
icadgerde   f. İcad olunmuş.
icah   Örtü, perde.
ical   Korkutmak.
icale   (Cevelan. dan) Dolaştırma, cevelan ettirme.
icalet   El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap. * Acele ile ve derhal yapılan iş.
icaleten   Hemen, acele olarak, seri bir şekilde.
icam   (Eceme. C.) Arslan yatakları. * Çalılıklar, ağaçlıklar, meşelikler.
ican   Kubl ile dübür arası. * Ahmak kimse. ◊ Boyun, unk.
icane   (C: Ecanin) Hamam taşı. * İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap.
icar   Kiralamak. Kiraya vermek. * Kira parası. ◊ Kadının başına bağladığı nesne.
icarat   Kiranın gelirleri. Gelirler.
icare   Kira. Gelir, irâd. Ücret. * Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık ile satmak.
icaret   İcâr, ücret. Kiraya vermek. * Kurtarmak, yardım etmek.
icareteyn   Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina.
icas   Gönlüne korku düşürmek.
icaz   (İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle More…
icazet   İzin. Müsaade. Şehadetname. Diploma. 'Olur' demek. Destur vermek. İlmî ehliyet. Reva görmek.
icazet vermek   Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda 'icazetname', icazet vermiş olan müderrise de More…
icazetname   f. Şehadetname. Diploma. Şehadet kâğıdı.
icazî   İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda.
icazkâr   f. İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan.
icba'   Ekilen ekini henüz olgunlaşmadan satmak.
icbar   Zor. Zorlama. Cebretmek.
iccar   (C: Ecâcir) Dam, çatı.
iccas   Erik. * Zerdâli. * Armut.
icdaf   Bağırıp çağırma.
icdan   Sonradan zengin olma.
içerlek   t. Dip, kuytu yer. Çıkmaz. * Daha geride, daha içeride bulunan.
icfa'   Koparmak.
icfal   Gidermek. * Devekuşu seğirtmek.
icfil   Yaşlı kadın, ihtiyar kadın. * Korkak adam.
içgüvey   t. (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı tarafının evinde oturan dâmat.
icha'   Ayaz çıkma.
ichad   Eziyet çekme, elem ve sıkıntıya mâruz bırakılma. * Gayret etme.
ichaf   Zulüm etme, gaddarlık. * Gidermek. * Noksan etmek, eksiltmek.
icham   Men'etmek, engel olmak.
ichar   (Cehr. den) Sesle okuma. * Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama.
ichaş   Bir kimseden yardım ve medet istemek.
ichaz   Hazırlandırmak.
icî   f. Atmaca. * Hükümdar vekili.
icl   (C: İcâl) Boyun ağrısı. * Sığır sürüsü. ◊ Dana. Sığır yavrusu.
iclâ   (Cilâ. dan) Sürme, nefyetme, sürgün etme. Evinden barkından ayırma. * Sür'atle seğirtme. * Cilâlama, parlatma.
iclab   Cem'etmek, toplamak. * Yoldaşlık etmek. * Ardından çağırmak. * 'Gitsin' diye haykırmak.
iclal   Ağırlama. İkram. Tekrim eylemek. Büyüklüğünü kabul edip hürmet etmek. Büyüklük. Azamet.
iclalen   Büyük sayarak, saygı ve hürmet göstererek.
iclas   Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak.
icle   Düve, dişi buzağı.
iclet   (C: Ucul) Dişi buzağı. * Bir cins ot. * Kırba.
içli   t. İçi dolu. * Çabuk müteessir olan, hassas duygulu. * Kin tutan, haset eden.
iclihmam   Toplanmak, cem'olmak.
iclinbab   Yan yatmak.
icma'   Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak. * Hazırlamak. * Azm ve kasdeylemek. * Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi. * Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) More…
icmad   Dondurma, câmidleştirme.
icmaen   Toplu olarak, hep birlikte. İcma-i ümmet olarak.
icmal   Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek. * Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.
icmalen   Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak.
icmalî   Kısaca, toplu olarak, tafsilatsız. Muhtasaran.
icmalî iman   İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek. (Bak: İman-ı icmalî)
icmam   Atı soluklandırma, dinlendirme. * Biriktirme.
icmar   Bir araya toplamak. * Süratle yürümek. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak. * Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak. * Yeni ayın görünmesi.
icnaf   Doğruluktan ayrılma. Sadakattan uzaklaşma.
icnan   Deli etme, divane eyleme. * Bir şeyi örtme.
icne   Tıb: Yanak kemiği.
icnis   Tembel ve uyuşuk adam.
icra   Bir işi yürütmek. * Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme. * Vekil göndermek. * Mahkeme kararını yerine getirmek. * Suyu akıtmak. * Huk.:Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir More…
icra hey'eti   Mahkeme kararını tatbike memur olan heyet. İcra memurları heyeti.
icra kuvveti   Memleketi idâre eden, kanunları tatbik eden kuvvet.
icra memuru   Mahkeme kararını tatbik ile borçludan borcunu alıp alacaklıya vermekle vazifeli olan adliye memuru.
icraat   (İcrâ. C.) Meydana getirilen işler. Yapılan işler. * Ameliyat. Tatbikat.
icram   Kabahat yapma, cürüm işleme.
icre   Başına tülbent sarmak. * Besili ve semiz olmak.
icrim   Kısa boylu bodur adam.
icsa'   Dizüstü getirme. Çökertme.
icşam   Teklif etmek.
icşaş   Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme.
ictiba   Seçmek. İhtiyar ve intihâb etmek. Seçkin bir şeyi almak. * Tahsildarın para ve vergi toplaması.
ictibaz   Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti.
ictihad   Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak. * Anlayış. * Kanaat. * Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun More…
içtihad   (Bak: İctihad)
ictihadât   (İctihad. C.) İçtihadlar.
ictihadî   İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait.
ictihaf   Bir şeyden çok şey almak. * Üç parmakla yemek.
ictihah   Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması.
ictihar   Askeri çoğaltma. * Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma.
ictilab   Celbetmek, çekmek.
ictilal   Bir şeye bakmak.
ictima'   Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak.
ictimaat   İçtimalar. Toplanmalar.
ictimaî   Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.
içtimaî   (Bak: İctimaî)
ictimaiyyat   İçtimaî ilimler. Topluluk hayatına dair ilimler. Sosyoloji.
ictimaiyyun   İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar.
ictimar   Tütsülenme, buhurlanma.
ictina   Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak. * Aldanmak.
ictinab   Çekinmek. Sakınmak. Uzak olmak.
içtinab   (Bak: İctinab)
ictinah   Bir yana eğilme, meyletme. * Secde etme. * (Hayvan) bir tarafa meyilli koşma.
ictinan   Gizlenmek.
ictira'   (Cür'a. dan) Suyu soluk almadan birden içme. * Ağacı bir tutuşta kırma. ◊ (Cür'et. den) Cesaret etme, cür'et etme, yeltenme, atılma.
ictirah   El emeği ile kazanılan para ile geçinme.
ictiram   Kabahat yapma, cürüm işleme.
ictirar   İleri ve geri çekme, çekilme. * Hayvanın geviş getirmesi.
ictiraz   Devenin geviş getirmesi.
ictişa'   Yer uygun olmama.
ictisar   Cür'et ve cesâret göstermek. * Çölü aşıp gitmek. * Denizde geminin geçip gitmesi.
ictisas   Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması. ◊ Evleri yakın olmakla bir arada olma. ◊ Ağacı kökünden çekip koparmak.
ictiva'   İğrenme, tiksinme.
ictivar   (Civar. dan) Komşu olma, muhit yapma.
ictiyab   Gömlek giyme. * Yırtma. * Kuyu kazma.
ictiyah   Öldürme.
ictiyal   Doğru yoldan döndürme.
ictiyas   Yağma için dolanma. * Taleb etmek, istemek.
ictiyaz   Geçmek, mürur.
ictiza'   İktifa etmek, yeter bulmak. ◊ Ağaç veya dal kesme.
ictizab   (Cezb. den) Çekip uzatma. * Etrafına toplanma.
ictizal   Sevinme, mesrur olma.
ictizaz   Yün kırkma. * Çayır ve ot biçme.
icyam   Men'etmek, engel olmak.
iczab   Koparmak.
iczal   Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme. ◊ Semerin, devenin boynunu yara etmesi.
iczam   El kesme. * Hızlı yürüme.
id'ad   Korkutmak.
id'af   Zayıf etmek, zayıflamak. * Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak.
id'am   Direk vurmak.
id'as   Tepelemek.
ida'   Emanet bırakmak. Vedia koymak. * Huk.:Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme. ◊ Fasid olmak. Bozulmak. * Helâk olmak. * Yardım etmek. ◊ Bir şeyi birbiri ardınca More…
idâa   Zâyi etmek. Boşuna harcamak.
idaa   (Bak: İdaa)
idab   Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma. * Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme. ◊ Acib nesne.
idabe   Edeblilik, terbiyeli oluş.
idad   Saymak. Sayı. Hesab etmek. * Ölüm vakti. * Fark. Vergi. * Bahşiş. * Küfüv. Denk, hemtâ. * Delilik emâresi. * Parmakla hesab etmek. ◊ (İded) Üstünlük, galibiyet, zafer. * Kuvvet, More…
idade   Kol bağı.
idae   Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak.
idafe   Misafir edinmek. * Ulaştırmak. * Tâbi olmak, uymak.
idaha   Muti olmak, itaat etmek.
idak   Davarın kösneyip aygır istemesi.
idaka   Darlık vermek.
idale   Bir şeyin elden ele geçmesi.
idam   Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak. ◊ Katık. Ekmekle beraber yenen şey.
idame   Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak.
idane   (Deyn. den) Borç, ödünç verme, ikrâz.
idaneten   Borç olarak, ödünç olarak, idane suretiyle.
idare   Devrettirmek. Çekip çevirmek. Döndürmek. Kullanmak. Becermek.
idare fitili   Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların More…
idare kandili   Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı az lâmba.
idarehane   f. Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak iş gördükleri yer ve dâire. * Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine bakılan dâire.
idareten   İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare yoluyla, işi idare ederek.
idarî   İdare. * İdare ile alâkalı.
idat   (Bak: Izat)
idave   (C: Edâvâ) Deriden yapılmış su kabı. Asker matarası.
idb   Acib iş.
idbab   Yaş olmak, ıslanmak. * Kin tutmak.
idbak   Ulaştırmak. Yapıştırmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir. (Bak: İtbak)
idbar   Geriye gitmek. Geri dönmek. * İşlerin ters gitmesi. * Talihsizlik. * Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi.
idbisas   Ne kırmızı, ne siyah olmak. * Ot bitmek.
idca'   Yatırmak.
idcac   Çağırmak, çağırtmak.
idcan   (İdcican) Gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülme. * Hava çok sisli ve dumanlı olma.
idcar   Gönül kırmak. Iztırab vermek. Darıltmak.
idd   (C.: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su. * Çokluk, kesret. ◊ Büyük, acib şey. * Belâ, dâhiye. * Yalan.
idde   Müddet. Zaman. Vakit. * Küfüv. Hemta. Arkadaş.
iddet   Bekleme müddeti. * Sayılmış. Madud. * Cemaat. * Hıfz.
iddia   Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya kalkışmak.
iddiaen   İddia ederek. Doğru olduğunu söyleyerek.
iddiaî   İddia ile alâkalı. Şahitsiz, delilsiz ve boş söz.
iddiaiyyat   (İddiaî. C.) İddia ile ilgili. Şahidi olmayan sözler.
iddiam   (Diam. dan) Payanda dayamak.
iddianame   Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı.
iddifa'   Isınma, ısıtma.
iddifan   Kölenin, efendisinin yanından kaçması.
iddihal   Girme, duhul etme, dahil olma.
iddihan   (Dühn. den) Güzel kokular sürünme.
iddihar   Biriktirmek, toplamak, yığmak. * Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.
iddilac   Gecenin geç vaktinde gitmek.
iddimac   Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek.
iddira'   Anlama, derketme, kavrama, fehmetme. * Hile ile aldatma. * (Kadın) saçını tarayıp salıverme.
iddirak   Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme. * Bir yere toplanmak. * Birbirine yetişmek.
iddisar   Zengin olma, çok mal mülk sahibi olma. Bir şeye bürünme.
iddiyan   Borçlanma, borca girme.
ideal   Fr. Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. * Mefkûre. Emel. Gaye. Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Bak: Ülkü)
idealist   Fr. İdeal ve mefkûre sahibi. * İdealizm felsefesine bağlı kimse.
idealizm   Fr. Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir felsefe doktrini.
ideoloji   Fr. İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi.
idfa'   Soğuktan sakınıp giyinmek. * Isıtmak.
idfan   Gömme. Defnetme.
idfe   Ondan elliye varana kadar olan erkekler. * Kıt'a. * Akşam vakti.
idgam   Gizlemek. * Bir şeyi bir yere koymak. * Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak.
idgan   Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak.
idgas   Karıştırmak. * Otu eliyle tutamlamak.
idha'   Kuşluk vaktine girmek.
idhac   Silah takınmak.
idhad   İptal etmek, hükümsüz bırakmak.
idhak   Güldürmek. Güldürülmek.
idhal   Dâhil etmek. İçine almak. Sokmak.
idhalât   (İdhal. C.) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek.
idhan   (Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma.
idhar   Hakir görme, tahkir etme, aşağılatma, hor görme.
idhaş   Korkutma, dehşet verme, dehşetlendirme.
idhimam   Siyah olmak. * Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi.
idhiyan   Nurlu, ruşen, parlak.
idil   Fr. Kır hayatını mevzu yapan nazım veya nesir yazı.
idin   Dağılmış, perâkende olmuş.
idk   (C.: Adâk-Uduk) Hurma salkımı.
idkak   (Dekik. den) Ezme, ufaltma, küçültme.
idl   Yük dengi, misil, eşit.
idla'   Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak. ◊ Delil gösterme. * Kovayı suya sarkıtmak. ◊ İhraç etmek, çıkarmak.
idlac   Gecenin ilk saatlerinden geç vakte kadar gitmek.
idlal   (İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak. ◊ Naz etmek. * Çok nazlanmak. ◊ (Bak: Idlal)
idlâliyyât   İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.
idli'mam   Kararmak.
idliham   Galip olmak. * İhâta edip kaplamak.
idlivla'   Evmek, acele.
idma'   Kan alma. * Kanatma.
idmac   Bir şeyi bir şeyin içine koymak. * Sıkıştırmak.
idmag   Bir şeye muhtaç ve muztar eylemek.
idmame   (C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk.
idman   Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket yapmak. * Beden terbiyesi. Jimnastik.
idna'   Hastalığın hastayı zayıflatması. ◊ Yakın etmek, yaklaştırmak.
idra   Def etmek. * Bildirmek. Bildirilmek.
idrab   (Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak. * Bir kimse üzerine kırağı yağmak. * Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak. * Ekmeğin pişmesi.
idrac   Dercetmek. Dürmek. * Bir yazıyı bir yere koydurmak.
idrak   Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.
idrakat   (İdrak. C.) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler.
idrar   Zarar vermek. * Avret üstüne avret almak, evli iken bir daha evlenmek. ◊ Sidik. Bevl. * Çokça akıtmak. * Devamlı vermek.
idrarat   (Derr. C.) Gelirler. Vâridat. Tahsilat.
idric   İbrişim kilim.
idrihmam   İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak.
idrik   Dağlarda çok olan bir yemiş.
idrimac   Bir yere girip gizlenmek.
idris (a.s.)   Hz. Adem'in (A.S.) evlâdlarından ve Kur'anda ismi zikredilen, ilk yazı yazan, terzilik yapan peygamber (A.S.) (Bak: Meratib-i hayat)
idtiba'   Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri.
idtica'   Yan yatmak.
idtigan   Ayağıyla kendi kendine vurmak.
idtihad   Zulmetmek, cefâ vermek.
idtila'   Kuvvetlendirmek.
idtimar   İnce belli, karınsız olmak.
idtirab   Deprettirmek, hareket ettirmek. Izdırap.
idtiram   Ateş yakılmak. * Şule vermek, ışıklandırmak.
idva'   Azık yapmak.
idve   (C.: Udât) Yüksek yer. * Dere kenarı.
if   Vakit.
ifa   Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak.
ifa'   Devekuşunun yeleği. * Devenin yükünün çok olması. ◊ Çocuğun büyümesi.
ifad   Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme.
ifadat   (İfâde. C.) Anlatmalar. İfadeler.
ifade   Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak.
ifaha   Yellenmek.
ifahe   Kan fışkırtma. * Kanatma.
ifakat   (Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman. * Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma.
ifakat-pezir   f. İyileşmesi mümkün, iyileşebilir.
ifakat-yâb   f. İfakat bulucu, iyileşen.
ifakat-yaft   f. Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan.
ifal   Sür'atle gitmek, hızla gitmek. * Uzaklaşmak, ırak olmak.
ifas   Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri.
ifasa   Yumuşak söylemek. * Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.
ifate   (Fevt. den) Kaybetme, kaçırma, elden çıkarma.
ifave   Çorbanın iyisi. * Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.
ifaza   (Feyz. den) Bereketlendirmek. Feyz vermek. Bol bol dağıtmak ve akıtmak. Taşıp yayılmak.
ifaza-bahş   f. Feyizlendiren, feyiz aldıran.
ifaze   (Fevz. den) Maksada erdirmek. Merama kavuşmak. Zaferyâb eylemek.
ifca'   Geçimini genişletme.
ifcac   Kuş cıvıldaması, kuş ötmesi.
ifcar   Fecir vaktine girme. * Bir kimseyi fâcir sayma.
ifcas   Mânâsız ve münasebetsiz şeylerle kibirlenme.
ifda'   Sahraya çıkmak, çöle çıkmak. ◊ Fidye kabul etme.
ifdac   (C.: Ufâzic) Semiz, besili hayvan. * Yumuşak nesne.
ifdah   (Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma.
ifdal   (Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan.
iffet   Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak.
iffet-füruş   f. Namus ve iffetten söz eden. Namusluluk taslayan.
iffetli   (İffetlü) Namus, hayâ ve iffet sahibi kadın. * Doğru, rüşvet yemez, haram yemez, istikametli kimse. * Eskiden kadınlara yazılan mektub hitabı.
ifha'   Unutmak.
ifhac   Davarın ayaklarını ayırıp sağmak.
ifhah   Âciz bırakma.
ifhak   Doldurmak.
ifham   İkna edip sükût ettirmek. Delil göstermekle ve isbat etmekle galip gelmek. ◊ Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek. ◊ Ulu etmek, yüceltmek.
ifhar   Şereflendirmek. Şeref vermek. Fahirlendirmek.
ifhaş   (Fuhş. dan) Kötü ve fena söyleme.
ifk   Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira.
ifka'   Fakir ve kötü durumda bulunma.
ifkad   Kaybettirme, kazandırmama.
ifkah   Öğretme.
ifkar'   Fakir düşürme, fakirleştirme. * Hayvanı kirâya verme.
ifla'   Sütten ayırma, memeden kesme. * Yabana kaçma.
iflah   Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak. * Nimette dâim ve kararlı olmak. (Bak: Felah)
iflak   şiir okurken fesahat üzerine olmak. * Mâna ve kelime icad etme.
iflal   Gidermek. * Yağmur gelmeyen yere yetişmek.
iflas   Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak. * Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi. ◊ Sıyrılıp kurtulmak.
iflat   Kement veya bağdan kurtulup kaçma.
iflik   Eski çalgılardan birinin adıdır.
iflilak   Yer yüzünü bulut kaplamak.
ifna'   Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek.
ifra'   Kesmek. * Yarmak.
ifrac   Açılma. * Ayrılmak. * Genişletmek. * Açmak.
ifrad   Tek olarak söylemek. * Ayırmak. * Göndermek. Yollamak.
ifrag   Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek. * Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak.
ifrah   Belirsiz bir şeyi belirtme. * şübhe ve tereddütü giderme. * (Kuş) yavrulama. * (Tohum) yeşerme. ◊ Ferahlandırmak. Memnun etmek.
ifram   Doldurma, doldurulma.
ifrar   Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek.
ifras   Fırsat ele geçme.
ifraş   Zemmetme, kötüleme, çekiştirme. * Serip döşetme.
ifrat   Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit'in zıddı) ◊ Davarın alın saçı. * İnsanın ense saçı.
ifrat ü tefrit   Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az.
ifratkâr   f. Pek ileri giden. Haddini aşan.
ifraz   Vazifeye tayin etmek. * Farzedip vermek. ◊ Ayırmak, tefrik etmek. Ayrılmak. ◊ f. Yükseklik. Rif'at. İrtifa'.
ifraz hazinesi   Tar:  Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de 'Bodrum Hazinesi' denilirdi.
ifrazat   Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler.
ifrazciyan   Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir.
ifrinka'   Parmak çıtırdatma. * Gidermek. * Ayırmak.
ifrit   Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins. * Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan.
ifriz   Dam saçağı.
ifşa   (C.: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.
ifşaat   (İfşa. C.) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.
ifsad   Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak.
ifsadat   (İfsad. C.) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar.
ifsah   Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek. ◊ Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek. ◊ Açmak, genişletmek.
ifsam   Hastanın ateşinin düşmesi. * Kesilip bitme, tükenme. * Yağmurdan sonra hava açılma.
ifta   Fetva vermek. (Bak: Fetva)
iftah   Seğirtme. * Sık nefes alma, hızlı hızlı soluk alma. ◊ Açmak. Fethetmek. (Bak: Feth)
iftal   f. Dağınık. * Yırtık, aralık, yarık.
iftam   Memeden ayırma, sütten kesme.
iftan   Fitneye düşürme. * Ayartma.
iftar   Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak)
iftariyye   İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, More…
iftial   Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak. * Arabçada beş harfli fiilin birinci babı. * Yalan düzmek, iftira etmek. ◊ Fal tutma, fala bakma.
iftiat   Başa tülbent sarmak.
iftica'   Birdenbire, ansızın olma.
iftida'   (Fidye. den) Fidye vererek esirlikten kurtulma.
iftidah   (Fadâhat. den) Kırma, kırıp ufalama. * Maskara olma, rezil olma.
iftiham   (Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme.
iftihar   Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek. * Başkasının iyi bir hali ile sevinmek. (Bak: Tahdis-i ni'met)
iftihariyyat   İftihar yoluyla söylenen sözler.
iftihas   Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme. * İmtihan etme, deneme.
iftikad   Arayıp sormak. * Kaybolmak.
iftikak   (Fekk. den) Rehinden kurtarma, rehinden çıkarma.
iftikal   Çok çalışma, bir işte çok fazla emek harcama, pek fazla gayret sarfetme.
iftikar   Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük.
iftila'   Otlatma.
iftilak   Taaccüb etmek, şaşırmak.
iftilal   Bükülme. * (Asker) muharebeden yılma.
iftilat   Ansızın bir işe girişme. * Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme.
iftilaz   Kesmek, kat'. * Bir kimsenin bir parça malını almak.
iftinan   Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme. * Fitneye düşmek. * Âşık olmak.
iftira   Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
iftiraat   (İftira. C.) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler.
iftirak   Perişan olmak. * Ayrılmak, dağılmak. Hicran.
iftirakat   Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar.
iftirar   Gülmek.
iftiras   Yırtmak. Parçalamak. Yırtıp parçalamak. * Zorla yere yıkmak. ◊ Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek.
iftiraş   İzine uyma. * Namusa dokunur söz söyleme. * Yayılma. * Cima. * Döşemek.
iftiraz   Farz kılma, vacib kılma.
iftisad   Neşter ile kan aldırma.
iftisal   Sütten kesilme, memeden ayrılma. * Fidanı çıkarıp başka yere dikme.
iftitah   (Fetih. den) Açmak, başlamak, fethetmek. Zabtetmek.
iftitan   (Fitne. den) Fitneye uğrama. * Aldatmak. * Azdırmak.
iftiyak   Fakirleşmek, yoksullaşmak.
iftiyal   Fal tutma.
iftiyat   Düşünmeden bir işe başlama. * Bir şey kaybolup gitme.
iftizah   (Bak: İftidâh)
ifza'   Medet etmek, yardım etmek. * Korkutmak. ◊ Korkutmak. * Güç olmak.
ifzah   (Fazih. den) Kusuru, kötülüğü, ayıbı açığa vurma.
ig   Koku, rayiha.
iğ   Yün, pamuk vs. kıvırmağa mahsus iğne.
igal   Acele ile bir kimseyi bir yere sokma. * Uzaklara gitme.
igame   Havanın bulutlu olması.
igare   Yağma etmek, hücum etmek. * Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele etmek.
igase   İmdada yetişmek, yardım etmek.
igaza   Kızdırma, darıltma.
igbab   Korkmak. * Bir gün görüp bir gün terketmek.
igbirar   Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak.
igdab   Gadablandırmak, kızdırmak, öfkelendirmek.
iğde   Kızılcığa benzer bir meyve ve bu meyveyi veren ağaç ve çiçeği.
igdidan   Saç uzamak. * Ot yeşermek.
igdin   Bozulmuş, kokmuş, cılık (yumurta).
iğdiş   f. Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez.
iğerçin   Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu.
igfa'   Uyuklamak.
igfal   (C.: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek. * Gaflette bırakmak. * Kandırmak. Aldatmak.
igfalat   (İgfal. C.) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar.
igfaliyyat   Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler.
igla'   Pahalandırma, fiatını yükseltme. * Kaynatma.
iglaf   (Gılaf. dan) Kınına sokma, kılıfa koyma.
iglak   Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak. * Zorla iş yaptırmak. * Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.
iğlak   (Bak: İğlâk)
iglakat   (İglak. C.) Muğlak yapmalar. * Karışık ve anlaşılmaz sözler.
iglat   (Galat. dan) Yanlışa götürme.
iglaz   (Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme.
iglazat   (İglaz. C.) Kaba ve galiz söyleme.
iglinta'   Vurmakla ve sövmekle üstün gelip galebe etmek.
iglivvat   Lâzım olmak, icab etmek.
igma'   Bayılma, baygınlık, kendinden geçme.
igmad   Kınına sokma, kılıfına koyma. * Birçok şeyleri bir yere tıkma.
igmam   Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek. * Gökyüzünün bulutlu olması.
igmar   Batırmak.
igmaz   Müsamaha etmek. Görmemezliğe gelmek. ◊ Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek.
igna'   Ganileştirmek. Zengin etmek. * Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak.
ignan   Ot çok olmak.
iğnedan   İğne koymağa mahsus küçük kutu.
iğnelemek   t. İğne ile delmek. * Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek. * Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.
iğneli fiçi   Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer.
igra   Rağbetlendirmek. Teşvik etmek. Hırsını tahrik etmek.
igrab   Uzak yerlere yolculuk etme. * Garb (batı) tarafına gitme.
igrad   Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.
igrak   Suya batırmak, boğmak. * Kabı doldurmak. * Edb: İmkânsız bulunan mübalâğa.
igrakat   (İgrak. C.) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler.
igrakiyyat   Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler.
igram   Borç ödetme.
igrar   Batırmak.
igras   Ağaç dikmek. Toprağa gömmek.
igraz   Doldurmak. * Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme.
iğraz   (Bak: İğraz)
iğreti   t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran. * Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici. * Fıtrî olmayan, sahte, sun'î.
igrik   Çok bağırıp böğüren (hayvan).
igriz   Kabuğundan henüz çıkan çiçek.
igşa   Örtmek. Bürümek. Kapamak. Perdelemek.
igsas   Sıkıştırma, tazyik etme. * Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme. ◊ Güzel yemekler yedirme.
igşaş   Acele ettirme. * Kışkırtma, tahrik etme.
igta'   Ağacın dalları uzayarak yerlere sürünme. * (Asma) yeşerme.
igtaş   Karanlık olmak.
igtibak  Akşam vaktinde şarap içmek.
igtibat   Refahlı, sürurlu ve zengin olmayı temenni etmek.
igtifar   Mağfiret olunma. * Şüyu' bulma.
igtila'   Hızlı ve sür'atli yürüme. Çabuk yürüme.
igtilaf   Kılıf içine girme, gılaflanma.
igtilal   Hayvanın çok susaması. * Elbiseleri üst üste giyme. * İçme. * İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma.
igtilam   Hırs ve şehvetin galip gelmesi. * Muzdarib olmak, acı çekmek.
igtimad   (Gamd. dan) (Kılıç) kılıfına girme. * Karanlıkta görünmez olmak.
igtimam   Tasalanmak. Kederli olmak.
igtimas   Hor ve hâkir görme. * Nankörlük. ◊ Suya dalma.
igtimaz   Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma. ◊ Gözünü kapatma, gözünü yumma. Uyuma.
igtina'   (Gınâ. dan) Zenginleşme, zengin olma.
igtinam   Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek.
igtirab   (Gurbet. den) Gurbete gitme. * (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma. * Göz önünden kaybolma.
igtiraf   Avuçla su içme, eliyle su alma.
igtirak   (Gark. dan) Suya batma, gark olma, suda boğulma. * Soluğu kuvvetle içe çekme.
igtiram   Borç, diyet veya cerime verme.
igtirar   (Gurur. dan) Aldanma, iğfâl olunma. * Gururlanma. Kibirlenme, böbürlenme. Güvenilmeyecek şeye güvenme. * Gaflette olma, gafil bulunma.
igtiraren   Güvenerek, mağrur olarak.
igtisab   Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak.
igtisabat   (İgtisab. C.) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar.
igtisal   Yıkanmak. Gusletmek. (Bak: Gusül)
igtişaş   Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak. * Birisinin fena telkinini kabul etmek.
iğtişaşat   (İgtişaş. C.) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.
iğtita'   Örtünme, bir şeye sarınma.
igtiyab   Gıybet etmek. Zemmetmek. Yermek.
igtiyal   Baskın yapıp öldürme.
igtiyar   Faydalanma, istifâde etme. * Azık edinme.
igtiyaz   Gazaba gelme, kızma, öfkelenme.
igtiza   (Gızâ. dan) Beslenme, gıdalanma.
igtizab   Gücenme, kızma, gazaba gelme, darılma.
iğtizal   İplik eğirme.
iğva   (Bak: İğva)
igva'   Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak.
igyal   Hâmile kadının sütünü vermesi.
igyam   Havanın bulutlu olması.
igza'   (Gazâ. dan) Savaştırma. Gazâ ettirme. Muharebeye gönderme. ◊ Görmemezliğe gelme.
igzab   (Gazab. dan) Gazaba getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.
igzaf   Gece çok karanlık olmak.
igzal   Eğirmek.
ih   Deveyi çökertmek için kullanılır sestir. * Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder.
iha   Sevketme, gönderme.
ihab   Verme, bağışlama. ◊ Ham deri.
ihafe   Korkutmak. Havf ettirmek. ◊ Korkutmak.
ihake   Te'sir etme. * Kesme.
ihale   Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek. * Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek. * Zayıf addetmek. * Muhal söz söylemek. More…
ihaleten   İhale ederek, ihale suretiyle.
iham   Vehme düşürmek, vehimlendirmek. * Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak.
ihame   Çadır kurma.
ihan   (Vehn. den) Bir kimseyi zayıf, kuvvetsiz tutma. Güçsüzlendirme. * Hor görme, tahkir etme. ◊ (İhnet. C.) Kızgınlıklar, öfkeler, gazablar, dargınlıklar.
ihanet   (Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek. * Hainlik. Haksızlık. Kötülük. ◊ Helâk etmek. Öldürmek. Mahvetmek.
ihaş   Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme.
ihase   Toprağı kazarak bir şeyler arama.
ihaşe   Avı, tuzağa düşürebilmek için sürüp götürme.
ihata   Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. * Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
ihatavî   İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda.
ihaze   (C.: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer. * Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer. ◊ Kalkanın elle tutulacak olan yeri. * Timar. Hükümdarın verdiği More…
ihba'   Örtmek, saklamak, gizlemek. * Ateşi basıp söndürmek.
ihbab   Muhabbet etmek. Sevgisini göstermek.
ihbak   Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme.
ihbal   Gebe koyma, hâmile yapma. * Çiçekler dökülüp meyve tutma.
ihbar   Haber vermek. Haber almak. Alınan haber. Anlatmak. (Bak: Ahbâr)
ihbarat   Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler.
ihbarî   Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair. * Gr: Bir işin ne zaman olacağını bildiren fiil.
ihbariyyat   Haberle alâkalı, habere âit cümleler.
ihbariyye   Haber vermek işi. * Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak verilen para.
ihbarname   f. Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. * Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. * Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair More…
ihbas   Eteğinde bir şey gizleme. * Hapsetme. * Vakfetme. Hayır yollarında mal ve hayvan bağışlama. ◊ İfsad etmek. Bozmak. * Yaramazlık öğretmek. ◊ Birinin hakkını yeme.
ihbat   Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak. * Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek. * İşin karşılığını vermek. * Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek. ◊ Huşu ve tevazu' More…
ihcac   Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana 'Âmir, menub veya mahcucun anh' da denir.
ihcaf   Noksanlık, eksiklik, kusurluluk.
ihcal   (Hacl. den) Utandırma.
ihcam   Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma.
ihda   İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak. * Hediye etmek. Armağan yollamak. ◊ (Müennes) Bir. More…
ihda aşer   Onbir.
ihdac   Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması.
ihdad   (Gövdenin) derisi şişme. ◊ Keskinleştirme.
ihdaf   Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak.
ihdaiyye   Hediye etme vesilesiyle yazılan yazı.
ihdal   Islatma.
ihdar   (Hadr. dan) Tıb: Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma. * Kızı yaşmaklandırma, ferace giydirme. ◊ (Heder. den) İptal etme, battal etme, hükümsüz bırakma. * Boşa harcama. 
ihdas   Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak. (Bak: İbda', Hudus)
ihdi   Deve çöktü.
ihdilal   Yaş olmak, ıslanmak. * Ağacın budak ve yapraklarının çok olması.
ihdirar   Yeşillik.
ihevat   (İhve. C.) Samimi ve sâdık arkadaşlar. Candan dostlar. * Tarikat arkadaşları.
ihfa   Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek. * Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.
ihfaf   Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak.
ihfak   Gazâda ganimet malından pay almamak. * Avcıların av yakalayamaması.
ihfas   Çirkin olmak.
ihfik   Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.
ihhikak   Kördüğüm olma. * Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme.
ihkab   Arkası kesilme.
ihkad   Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma.
ihkak   Mazlumun hakkını zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına galib olmak.
ihkâm   Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek.
ihkar   Rezil ve rüsvay etme.
ihla   Boş bırakma. Boşaltmak, hâli kılmak.
ihla'   (Hulv. den) Tatlılandırma. ◊ Hâli etmek, boşaltmak. ◊ Çıkarmak.
ihlad   Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak. * Geç ihtiyarlamak.
ihlaf   Su aramak. Yerine halef etmek. * Kılıç çıkarmak için elini uzatmak. ◊ Yemin vermek. Yemin etmek. * Yok etmek. Telef etmek.
ihlak   (Helâk. dan) Harcama, tüketme, bitirme. * Yok etme, helâk etme, öldürme. ◊ Elbise eskimek veya eskitmek.
ihlal   (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. * Birini ihtiyaç içinde bırakmak. * Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek. ◊ (Mahal. den) Yer değiştirmek. Vermek. More…
ihlamak   Ih diyerek deveyi çökertmek. * Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermek.
ihlamur   Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç. * Ihlamur ağacından yapılmış.
ihlas   (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. ◊ Müşteriyi aldatmak. Müflis olmak.
ihlas-mend   f. İhlaslı, ihlas sahibi, temiz kalbli.
ihlas-mendane   f. Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda.
ihlas-mendî   f. İhlaslılık, temiz kalblilik.
ihlas-perver   f. İhlas sahibi, temiz kalbli.
ihlas-perverane   f. Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette.
ihlas-perverî   f. Temiz yürekli, ihlas sâhibi olma.
ihlil   Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği. * Kadınlarda memede sütün aktığı yer.
ihlivlak   Eskimek. * Bulutun gökyüzünü kaplaması.
ihma   Bir şeyi ateşte kızdırma.
ihmad   Ateşin alevini söndürmek. ◊ Ateşi söndürmek.
ihmal   Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma. Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek. ◊ Bir şeyi yüklemesi için yardım etmek. Yükletilmek. ◊ Saçak More…
ihmalci   t. Dikkat etmeyen, dikkatsiz, müsamahacı.
ihmalkâr   f. İhmalci, işine dikkat etmeyen.
ihmam   Kederlendirmek. Mahzun etmek. * İhtiyarlatmak.
ihmar   Gizli etmek, saklamak.
ihmirar   Kızarmak. Kızıllık. * Kızıl hastalığı.
ihn   Boyalı sof kumaş. * Renkli yün. ◊ Yün. Renkli yün, renkli kumaş.
ihna'   İfsad etmek, bozmak. * Yaramaz söz söylemek. ◊ Acıma, merhamet etme, şefkat etme.
ihnac   Bir şeyi bir yana eğme.
ihnak   (Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma. ◊ (Hunk. dan) Boğma.
ihnet   Gazap, öfke. Hiddet. * Kalb katılığı. * Kin bağlamak.
ihra'   Eksiltme, azaltma, noksanlaştırma.
ihrab   Kaçma zorunda bırakma. * Çalışma, azmetme, didinme. ◊ Kavgayı kızıştırma, muharebeyi alevlendirme. ◊ Viran etmek, harabe haline getirmek. ◊ Harâb etme, perişan etme. More…
ihrac   Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.
ihracat   (İhrâc. C.) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak. * Çıkarmalar. İhraç etmeler.
ihrak   Ateşe atmak. Yakmak. Yandırmak. * Bulamaç yapmak. ◊ Akıtma, dökme.
ihrakan   Yakmak suretiyle.
ihram   Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise. * Yün yaygı. Büyük yün çarşaf. * Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan More…
ihras   Dilsiz olmak. Dilsiz kalmak.
ihraz   Nail olmak. Erişmek. * Kazanmak. Kesbetmek. * Birisini güzel bir surette korumak.
ihrinmas   Sükut etmek, susmak.
ihrit   İsmi işitilmeyen bitki.
ihrivvat   Uzamak.
ihriz   Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli olmayan.
ihsa   Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım. * Kandırmak, aldatmak. * Zaptetmek. * Ezber etmek. * Fehmetmek. İdrâk eylemek.
ihsa'   Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme. ◊ Irak etmek, More…
ihşa'   Tevazu ve alçak gönüllülükle zorlama.
ihsab   Ucuzlama, fiattaki azalma.
ihsad   Ekin veya ot biçme veya biçtirme. Hasâd etme.
ihşad   (Halk) Birikme, toplanma, cem' olma.
ihsaî   Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait.
ihsaiyat   İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi.
ihşam   Utandırma, kızdırma.
ihsan   (Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek. * Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak. * Ehl-i azamet olmak. ◊ İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik More…
ihsanat   (İhsan. C.) İhsanlar, lütuflar.
ihsandide   (C.: İhsandidegân) f. İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar.
ihsanen   İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek.
ihsanname   f. Edb: İltifat mektubu. İltifat ve tahsini hâvi yazılan mektub.
ihsanperver   f. İhsan edici. İyiliği çok sever.(İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir More…
ihsar   '(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak. * Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men More…
ihsas   Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek. * Bulmak. Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak. ◊ Aşağılık işler yapma. * Cimrilik, pintilik, hasislik. More…
ihsasî   Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı.
ihsasiyye   Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik.
ihşîşan   Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak.
ihta'   Yanılma veya yanıltma. * Hatâya düşürme veya düşürülme. ◊ Hatâ etmek, yanılmak.
ihtar   Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş, ilham.
ihtarat   (İhtar. C.) İhtarlar, hatırlatmalar. * Dikkati çekmeler, tenbihler.
ihtiba'   (Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme. ◊ Gizlenmek, örtünmek.
ihtibak  Kumaş ve bez dokuma.
ihtibal   (Habl. den) İpten yapılmış ağ ile tuzak kurma.
ihtibar   Yoklama. Deneme. Sınama. Tecrübe. ◊ İmtihan ve tecrübe etmek.
ihtibas   (Habs. den) Tutulma, tutukluk. * Hapsolunma, hapsetme.
ihtica'   Karşılıklı olarak birbirini hicvetme.
ihticab   Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme. * Doğumun belirli zamanından fazla uzaması.
ihticac   (C.: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek.
ihticacat   (İhticac. C.) Delil, şahit göstermeler.
ihticacen   Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla.
ihticam   (Hacamet. den) Hacamet olma, kan aldırma.
ihtican   Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme.
ihtida   Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek. * Başkasına tekaddüm etmek.
ihtida'   Tevazu, alçak gönüllülük, mahviyet, mütevazilik. ◊ Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek.
ihtidab   Kına ile saç ve sakalı boyama. * Boyanma, renklenme. ◊ Boyamak.
ihtidad   Keskinleşmek. * Hızlanmak. * Azmak. * Hiddetlenmek. ◊ Otu köküyle birlikte biçmek.
ihtidam   Hizmet etmek.
ihtidar   Örtülenme, perdelenme, perde tutma.
ihtifa   Gizlenme. Saklanma.
ihtifa'   Çıplak ayakla yürüme.
ihtifad   Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme.
ihtifaf   Kuşatma, etrafını çevirme. * Yüzdeki kılları giderme, traş etme.
ihtifal   Hürmet ve saygı için büyük cemaat ile yapılan merasim. Cenaze alayı.
ihtifalat   (İhtifal. C.) Törenler, merasimler. * Cenaze alayları.
ihtifar   (Hafr. dan) Kazma veya kazılma.
ihtifaz   Darılma, küsme. * Bir şeyi nefsine hasretme. * Kendini sakınma, muhafaza etme. ◊ (Bastırarak) Aşağılatma.
ihtika'   Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği. * Dimağ heyecanı.
ihtikak   Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek. * Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi. ◊ (Hikke. den) Sürtünüp kaşınma.
ihtikan   Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması. * Şırınga kullanma.
ihtikar   Hor ve hakir görmek. Hakarete katlanmak.
ihtikâr   Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir.
ihtikâren   İhtikâr suretiyle, vurgunculukla.
ihtila'   (Kadın) Nikâhı bozdurma. Kadın mehrinden vazgeçip veya çok para vererek kocasından boşanması. ◊ Tenha yere veya halvete çekilme. * Taze ot koparma, biçme. ◊ Ot biçmek. More…
ihtilab   Aldatma, kandırma. * Aldatılma, kandırılma. Hile yapılma. ◊ Süt sağma. ◊ Aldatmak.
ihtilac   Seğirtme. * Çarpıntı, çarpma. * Etler gevşeyip büzülme. * Havale nöbeti. ◊ Seğirtmek, koşmak. * Hareket etmek.
ihtilacat   (İhtilâc. C.) İhtilaclar, çarpıntılar, seğirtmeler.
ihtilaf   (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak.
ihtilaf-dar   f. Huk.:Mirasçı ile miras bırakanın ayrı ayrı memleketler halkından olması.
ihtilafat   Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar.
ihtilak   Huy ve tabiat edinme. * Yalan uydurma. ◊ Yalan olmak. * Muhtaç olmak. ◊ Tıraş etme veya edilme.
ihtilaken   İhtilak suretiyle, yalan uydurarak.
ihtilakiyyat   Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler.
ihtilal   (C.: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. * Şerre çalışmak, düzensizlik. ◊ (İhtilal) Halel vermek, zarar vermek. * Muhtaç olmak.
ihtilalat   (İhtilâl. C.) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.
ihtilam   Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik.
ihtilas   (C.: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık. * Usulca ve elçabukluğu ile aşırma. * Bir çeşit ok atma tavrı. ◊ Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak.
ihtilasat   (İhtilas. C.) Hırsızlıklar, çalmalar, sirkatler.
ihtilaskâr   f. Çalan, aşıran, hırsızlık yapan.
ihtilaskâran   (İhtilaskâr. C.) Çalanlar, aşıranlar, ihtilas edenler.
ihtilaskârane   f. Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi.
ihtilat   Karışmak, karışıp görüşmek.
ihtilatgâh   f. İhtilat yeri.
ihtima'   (Himye. den) Perhiz. * Kaçınma, ictinâb etme. * Sığınma, himâyesine girme.
ihtimal   (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.
ihtimalat   (İhtimal. C.) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler.
ihtimam   Elem ve kederden uyuyamamak. * Perhizkârlık etmek, riyazette bulunmak. ◊ Özenmek, fazla dikkat etmek. Gayret ve dikkat etmek. ◊ Süpürmek, süpürülmek. ◊ Ev süpürmek.
ihtimar   (Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma. ◊ Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek.
ihtinac   Meyletme, bir tarafa yönelme, dönme.
ihtinak   (Hank. dan) Boğazın sıkılıp tıkanmasından dolayı nefes alamama. Boğulma.
ihtinan   Sünnet olma.
ihtinas   Kırılmak. * İkiye bükülmek, iki kat olmak.
ihtira'   Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek. * Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma. (Bak: Delil-i ihtira', İbda') More…
ihtira'-kerde   f. Eşine rastlanmayan keşif. * Yaratılmamış olmak.
ihtirab   Savaşma, muharebe etme.
ihtiraf   Cem'etmek, toplamak.
ihtiraî   (C.: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı.
ihtirak   Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak. * Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması. ◊ Kat'etmek, kesmek.
ihtiram   Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı. ◊ Eksilmek, noksanlaşmak. * Kesilmek.
ihtiramat  (İhtiram. C.) İhtiramlar, hürmetler, saygılar.
ihtiramen   Hürmet ederek, saygı göstererek.
ihtiramkâr   f. Saygılı, hürmetkâr.
ihtiras   (Hiraset. den) Kaçınmak, kendini korumak, muhafaza etmek. * Kesmek. ◊ Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu. ◊ Ekme.
ihtirasat   (İhtiras. C.) Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar.
ihtirasî   Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme.
ihtirat   Kılıç çekme.
ihtiraz   Sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
ihtirazen   Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak.
ihtirazî   Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı.
ihtişa'   Tam olarak dolma. * Yastık veya döşek gibi bir şey edinme.
ihtisab   Hesab sorma, mes'uliyet. * İhtisab dâiresinin aldığı vergi. * Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi, * Ceza. * Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi.
ihtisab resmi   Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para cezalarının umumi adı.
ihtisabiyye   İhtisaba (belediyeye) ait vergi.
ihtisad   Hasad etme, biçme.
ihtişad   Toplanmak, birikmek, yığılmak.
ihtisam   (Husumet. den) Düşmanlık, husumet, muhâsame. ◊ Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
ihtişam   Debdebe. Şanlı görünüş. * Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı.
ihtisar   İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak. *Mat.: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme. ◊ Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak.
ihtişar   Büyük kafalı olma, koca başlı olma. * Toplanma, cem' olma.
ihtisaren   İhtisar suretiyle, muhtasar olarak, kısaltarak, tafsilâtsız, kısaca.
ihtisas   (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. ◊ Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek.
ihtişaş   Kuru ot veya saman gibi hayvan yemi biriktirme.
ihtisasiyyun   İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar.
ihtisat   İtibar gösterme, rağbet etme.
ihtitab   (Hatab. dan) Odun toplamak, odun kesmek. ◊ Nikâhla kadın veya kız istemek.
ihtitaf   (Hatf. dan) Göz kamaştırma. * Kapıp götürme, kapma. ◊ Sür'atle ahzetmek, çok hızlı almak.
ihtital   Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma.
ihtitam   Hitam bulma, sona erme, iş bitme.
ihtitan   (Hitan. dan) Sünnet ettirme. ◊ Sünnet olmak.
ihtitat   Sınırlandırma, hududlandırma. Hat çekme. * Sakal bitme. ◊ Sakal bitmek. Yer tutmak. * Hatla işaret koymak. ◊ Yukarıdan aşağı indirme.
ihtiva   İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.
ihtiva'   Kendini aç bırakmak.
ihtiyac   Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali.
ihtiyacat   (İhtiyac. C.) İhtiyaçlar. Lüzumlu olan şeyler.
ihtiyal   (Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme. ◊ Gururlanma, enaniyetlenme, kibirlenme. ◊ Korkma, havfetme.
ihtiyalat   (İhtiyal. C.) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.
ihtiyan   Sözde durmama, emanete hiyanet etme.
ihtiyar   Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
ihtiyarî   Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan.
ihtiyariyat   Yapılması insanın kendi elinde olan şeyler.
ihtiyat   Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek.
ihtiyaten   İhtiyat ederek, ilerisini düşünerek.
ihtiyatî   İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan.
ihtiyatkâr   f. İhtiyatlı, ilerisini düşünen.
ihtiyatkârane   f. İhtiyatla, sakınganlıkla.
ihtiza   Ateş yakıp alevlendirme.
ihtiza'   Parça parça edip taksim etmek. * Kat'etmek, kesmek. ◊ Tevazu. Gönül alçaklığı. Alçak gönüllülük.
ihtizab   (Saç, sakal v.s.yi) boyama.
ihtizal   Kesilmek. * Ayrılmak.
ihtizam   Kemer takma, kuşak bağlama.
ihtizan   Birisini işinden alıkoyma. * Çocuğu besleme. ◊ Sırrı gizlemek.
ihtizar   (İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. * Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması. ◊ Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak.
ihtizaz   Hafif titremek. Deprenmek. * Şevk ile meyil ve hareket. Harekete geçme. * Sallanma, sıçrayıp oynama. ◊ Haz duymak. Ferahlamak. ◊ Alçalma, tezellül.
ihtizazî   İhtizaza ait. Titremekle alâkalı.
ihvan   ( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost. * Sâdık arkadaşlar. * Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar.
ihvaniyat   Arkadaşlar, eş dost mektubları.
ihve   Kardeşler. Arkadaşlar.
ihya   Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak. * Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.(İnsan der: 'Çürümüş kemikleri kim.
ihya-kerde   f. İhya edilmiş. Lutfedilmiş. Yeniden inşa edilmiş.
ihyanen   (Bak: Ahyanen)
ihza'   Ganimetten pay ayırma. * Ayakkabı giydirme. ◊ Semirme, yağlanma. Semirtme, semirtilme. ◊ Rezil ve rüsvay etme. Kepâze etme.
ihzak   Kahkaha ile gülme. Çok gülme.
ihzal   Şaka ve alay ile çok uğraşma. ◊ Islatma, ıslatılma.
ihzan   Mahzun etme, hüzünlendirme, keder verme.
ihzar   Hazır etmek. Hazırlamak. * Huzura getirmek. Derpiş etmek. * Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi.
ihzarat   (İhzar. C.) Hazırlıklar, hazırlanmalar.
ihzaren   Huzura getirerek. Birini mahkemeye dâvet ederek. * Hazırlayarak, ihzar ederek.
ihzarî   Hazırlık mahiyetinde olan. Hazırlayan.
ihzariye   Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından More…
ihzaz   Rahatlandırmak. Haz duymak. Nasipli olmak. Bahtlı.
ijek   f. Kıvılcım, şerare.
ik'ad   Bir hükümdarın tahta oturtulması. Oturtmak. ◊ Yüksek bir yere çıkarmak. * Oturtmak.
ik'ar   Derinletmek, derinleştirmek. ◊ Derinletme, derinleştirme.
ikâ'   Dayanma, istinad etme. * Dayanacak bir şey verme.
ika'   (Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek.
ikab   Şiddetli azab, eziyet, ceza. ◊ Azap, mihnet.
ikad   Kuvvetlendirme, sağlam kılma. ◊ Ateş yakma, tutuşturma.
ikae   Kusturma, istifra ettirme. Kusturulma.
ikaf   (Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma. * Bir işten vaz geçme, durdurma. ◊ Palan.
ikahe   Düşmana üstün gelme, galibiyet.
ikak   Tırnaklı hayvanların gebeleri.
ikal   İkl, bağ, bend. * Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel. (Bak: Sâhib-üt tac) ◊ Ayak bağı, ayak köstegi. * Bağ, bend.
ikale   Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi. * Demediği halde More…
ikam   şiddetli harpler. * Yaramaz huylu. ◊ Kısırlar, akamete uğrayanlar.
ikame   Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek.
ikamet   Bir yerde kalmak. Oturmak. * Müezzinin kamet getirmesi.
ikametgâh   f. Ev, hane. * İkamet yeri.
ikan   İyi ve yakînen bilmek. * Sağlam bir iş. * Yakin hasıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek.
ikar   Doldurma, doldurulma.
ikaz   Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih.
ikbab   Yüzüstü düşme, kapanma. * Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı derecede çalışma.
ikbah   (Kubh. dan) Fenalık yapma, kötülük etme.
ikbal   Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. * İstemek. (Bak: İdbar)
ikbalcu   f. İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan.
ikbalmend   f. Bahtiyar, mutlu, saadetli, talihli. * Refaha, büyük bir makama erişen.
ikbalperest   f. Bir mevki ve makam için hırslı olan. İkbale çok hırs duyan.
ikbar   Kabre koyma, mezara koyma veya konulma. ◊ Ulu görme, büyük görme veya görülme.
ikd   İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey. * İnci dizecek iplik. * Hurma salkımı.
ikdam   Gayret ve sebat ile çalışmak. İlerlemeye gayret etmek. Devamlı çalışmak. İlerlemek.
ikdamat  (İkdam. C.) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar.
ikdar   (Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama. * Birini kayırma.
ikdirar   Bulanma, bulanık olma.
ikfa'   Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak.
ikfal   Kilitlenmek, kilitlemek, kilit takmak. ◊ Kefil gösterme, tekellüf ettirme. ◊ Kilitlemek.
ikfar   Birisine kâfir demek, kâfir denilmek.
ikhâr   Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma.
ikhat   Kuraklığa uğratma, kıtlığa uğratma.
ikiçifte   t. Dört kürekli kayık.
ikilik   t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para. * İki kısımdan meydana gelmiş. * Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma.
ikka   Çocukların doğduklarında mevcut olan saçı.
iklab   Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek. ◊ Tersine çevrilme, çevirmek. Tersine döndürmek.
iklal   (Kıllet. den) Azaltma, miktarını indirme. * Az bulma, az görme. ◊ Azaltılma, azaltma.
iklîd   (C.: Akalîd) Anahtar, miftah.
iklil   Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç manâsına da gelir.
iklim   Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt'a ve her bir memleketi. ◊ (Bak: Iklim)
ikma'   Gelen bir kimseyi geri döndürme. * Birisini aşağılama.
ikmah   Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme. * Kafa tutmak, kibir ve azametle karşı gelmek. ◊ Enaniyet ve azametle kafa tutma.
ikmal   Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek.
ikmam   Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğu görünmesi. * Elbiseye yen yapmak.
ikman   Gizleme, saklama, örtme.
ikmar   Ayın doğmasını bekleme.
ikmas   Suya daldırıp çıkarma.
ikna'   Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak. * Ayakta iki tarafa bakmadan durmak.
iknaiyyat   İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler.
iknan   Örtme, saklama, gizleme.
iknas   Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma.
iknat   Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma. * Namazda kıyamı uzatma. * İnkisar etmek.
ikra   Kiraya verme.
ikra'   Okutmak. 'Oku' diye emretmek. * Selâm göndermek. Yakın gelmek. Ziyafet istemek.
ikrab   Kederlendirme, hüzün verme.
ikrah   İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak. * Birine zorla iş yaptırmak veya muamele yapmak.
ikrahen   İstemiyerek, tiksinerek. Zorlanarak.
ikram   Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek. * İltifat olarak bir şeyler vermek. * Bağış. * Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât. * Allah'ın lütfu ve ihsanı.
ikramat  (İkram. C.) İkramlar, hürmetler, bağışlar.
ikramen   İkram olarak. Ağırlama suretiyle. Hürmet, tazim ve saygı için.
ikramiye   Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye. * Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para. * Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para. * Satıcı More…
ikrar   Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak. * Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek.
ikraz   Ödünç vermek. Borç vermek. * Kesip ayırmak.
ikrazat   Borçlar. Borç vermeler.
iksa   Giydirmek. Giyecek vermek.
iksâ   Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma.
iksa'   Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek.
iksad   (Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma.
iksal   (Kesel. den) Bezginlik ve bıkkınlık verme.
iksam   Çok miktarda mal alıp biriktirme. * Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme. ◊ Kasem etme, and içme, yemin etme. ◊ Kasem etme, yemin etme, and içme.
iksar   Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme. ◊ (Kesret. den) Çoğaltma, fazlalaştırma, arttırma. ◊ Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama.
iksat   Doğruluk ve hakkaniyet gösterme. ◊ Hakkâniyet, doğruluk gösterme.
ikşi'rar   Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması.
iksir   Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde. * Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç. * More…
ikta'   (Kat.'dan) Delil göstererek susturma. * Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi. * Maktuan ihâle.
iktaat   (Iktâ. C.) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi.
iktab   (Ketb. den) Yazdırma, dikte ettirme.
iktam   (Ketm. den) Gizleme, saklama.
iktan   Yapıştırma veya yapıştırılma.
iktar   Damlatma, damlatılma.
iktat   Alçak sesle kulağa fısıldama.
iktibas   Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak. * Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya More…
iktibasat   (İktibas. C.) İktibaslar, aktarmalar.
iktibasen   İktibas suretiyle. Faydalanma yoluyla alarak. Parça alarak.
iktida   Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek. ◊ Tâbi olma. Uyma.
iktidab   Bir şeyi kendisi için kesmek. * Henüz öğretilmemiş deveye binmek. * İrticâlen söz söylemek. * Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek. Hüsn-i More…
iktidaen   Uyarak, ıktıda ederek, tâbi olarak. ◊ Uyarak, tâbi' olarak.
iktidar   Güç, takat. Kudret. Güç yetmek. Yapabilmek.
iktidarî   Güç ve iktidarla alâkalı ve mensub.
iktifa   Fazla istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var olanı yeter saymak. ◊ Arkasından gitme, ardına düşme, takib.
iktifa'   (Kafa. dan) Arkasından gitme, izinden gitme.
iktifaen   İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek.
iktihal   İhtiyarlama, yaşlılanma, kocama. * Saç ve sakala kır düşme. ◊ Göze sürme çekme.
iktiham   Hücum ve istilâ eylemek. * Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek. * Mülâhazasız bir işe başlamak. * Bir şeyi hakir addetmek.
iktihamat  (İktihâm. C.) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar. * Tahammül etmeler, göğüs germeler.
iktihan   Kır saçlı ve sakallı olma.
iktila'   Kapıp alma, koparma.
iktiman   Gizlenme, saklanma.
iktina'   Yığma, biriktirme. * Çalışarak kazanma. * Meslek edinme. * Tuzak kurup avlanma. * İmsak etme. * Sermâye verme. ◊ Künyelenme. * Anlaşılmayacak şekilde söyleme. * Gizlenme, More…
iktinaf   Bir şeyin etrafını kuşatmak. * Deve için ağıl edinmek.
iktinah   (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.
iktinan   Saklanma, gizlenme.
iktinas   Tuzak kurup avlanma.
iktira'   (Kirâ. dan) Kiralama, kira ile tutma. ◊ Kurrâ atma, seçme.
iktirab   Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma. ◊ (Kurb. dan) Yanaşma, yaklaşma, takarrüb.
iktirac   Paslanma, küflenme.
iktiraf   Emek çekerek kesb ü kâr eylemek, kazanmak. * Günah kazanmak.
iktirah   (C.: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme.
iktiran   Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek. * İki şeyin bir arada gelmesi.
iktiras   Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme. * Kederli ve hüzünlü olma.
iktiraz   (Karz. dan) Borç alma.
iktisa   Biriktirme, toplama, yığma. ◊ Giyinmek, giymek.
iktisab   Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
iktisabat   (İktisab. C.): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler.
iktisad   Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak.
iktisadî   İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik.
iktisadiyat   İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.
iktisam   (Kısım. dan) Bölüşmek, paylaşmak.
iktisar   (Kasr. dan) Sözü kısa kesmek. Kısaltmak. ◊ (Kesir. den) Paralamak. Kırılmak.
iktisas   Birinin izinden, ardından gitmek. * Kısas istemek. İntikam almak. * Kıssa. * Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek. ◊ Çekip koparma veya koparılma.
iktita'   Almak. Bir şeyin bir kısmını koparıp almak.
iktitab   Yazılmış olan bir şeyin kopyasını çıkarma, suretini alma.
iktitaf   Edb: Sözün özünü almak. * Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama. * Bir uğraşma sonucunda faydalanma.
iktital   Birbirini öldürme.
iktitam   (Ketm. den) Ketmetme, gizleme, saklama. * Sararma.
iktiva'   Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma. ◊ Kuvvetlenme.
iktiyad   Hile yapma, dalavere ve oyun etme. ◊ Tutup götürme veya götürülme.
iktiyal   Kile veya ölçek ile ölçme.
iktiyas   Benzerini bulma. * Ölçme, kıyas tutma.
iktiza   Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
iktizaz   Bozulup buruşma.
ikva'   Ev boşalmak. * Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması.
ikval   Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme. ◊ Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek.
ikvâliyyât   Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar.
iky   Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi.
ikyan   Halis iyi altın. * İnci parçası.
ikza   Azarlama, sövme, hakaret etme.
il'ab   Oynatma, oynatılma.
ila   Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.)
ila'   Sıkıntı ve derde uğramak. * Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi. ◊ Çok istekli ve tâlib kılma, haris etme.
ilab   Boyunda olan uzun nişan.
ilac   Derde devâ olan şey. Hastayı veya yaralıyı iyi etmek için içmek veya sürmek üzere verilen şey. * Devâ, mualece. * Mc: Tedbir, çare, tavsiye, derman. * Hastaya bakma, iyi olmasına çalışma. More…
ilac nâ-pezir   f. Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. * İmkânsız, çaresiz.
ilac-pezir   f. Çaresi bulunabilen. * Tedavi edilebilen, ilâç kabul eden.
ilad   (Veladet. den) Doğurma, tevlid etme. * Doğurtma.
ilaf   Ülfet etmek. Alıştırmak. Ülfet ettirmek. * Bir adedi bine çıkarmak.
ilah   Kendine ibadet edilen, Allah (C.C.) ◊ Arabçadaki 'ilâ âhir' kelimesinin kısaltılmışı. 'Sonuna kadar, böylece devam eder' demektir.
ilahe   Müşriklerin kadın heykeli şeklindeki putları. Bâtıl mâbud.
ilahî   Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik. * Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir). * Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî More…
ilahiyat   Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler.
ilahiyyun   İlâhiyatçılar. * Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar. (Bak: Feylesof)
ilakiye   Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.
ilam   Elem vermek. Rencide etmek. * Düğün yemeği.
ilane   Yumuşatmak.
ilas   Kinâyeli ve iğneleyici sözler söyleme.
ilat   (C.: Alât) Devenin boynuna takılan ip.
ilavat   (İlâve. C.) İlâveler, ekler, katmalar.
ilave   (C.: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam. * Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil. * Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek More…
ilâveten   İlâve olarak, ekliyerek, katarak, arttırarak.
ilba'   (C.: Alâbâ) Boyun siniri.
ilbad   Yamama, yırtıkları kapatma. * Yapıştırma veya yapıştırılma.
ilbas   (Lebs. den) Giydirme veya giydirilme. * Örtme yahut örtülme. ◊ Durdurma, mâni olma, alıkoyma.
ilc   (C.: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan. * Yabani eşek. * Acem küffarından bir erkeğin adı.
ilca'   Mecbur etme. Zorlama. Muztar kılma. * Tefviz eyleme.
ilcaat   Zorlamalar. * Lüzumlu şeyler.
ilcac   Feryad etme, bağırma.
ilcam   Gemleme, gem takma. Gemlenme.
ilçe   t. İdarî bakımdan vilâyetten sonra gelen yer. Kaza. Kaymakamlık.
ilel   (İllet. C.) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler. * Sakatlıklar. Hastalıklar.
ilel ü emraz   Hastalıklar ve sakatlıklar.
ileyh   Ona. (Erkek olan tek kimse için)
ileyha   Ona. (Kadın olan tek kimse için)
ileyhim   Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.)
ileyhima   Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir)
ileyhinne   Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.)
ilga   Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek.
ilgam   Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık.
ilgamak   At başıboş olarak dörtnala koşması.
ilgar   Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın. * Başıboş hayvanın dörtnala koşması.
ilgarci   Akıncı.
ilgaz   (Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme.
ilgidir   Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.
ilgimsalgim   Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık.
ilh   İlâ âhir sözünün kısaltılmışı.
ilha'   Boş şeylerle meşgul etmek. Gaflet.
ilhab   Tutuşturma, alevlendirme. * İltihaplandırma, şişirip kızartma.
ilhad   Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. Allahın varlığına, birliğine inanmamak. İmânsızlık. ◊ Zulüm yapma, eziyet etme.
ilhaf   İstemekle ısrar etme, zorlama.
ilhah   Zorlamak. Israr etmek. Bir şeyin kabulü için son derece üstüne düşmek.
ilhahat   (İlhah. C.) Direnmeler, zorlamalar.
ilhak   İlâve etmek, eklemek. Katmak.
ilham   Allah tarafından kalbe gelen mâna. ◊ Söverek ve hakaret ederek onur kırma.
ilhamat  İlhamlar. Allah tarafından kalbe gelen mânalar.
ilhamî   İlham ile elde edilen ve nâil olunan. İlham ile alâkalı. * Erkek adı.
ilhan   Tar:  Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına verilen ünvan.
ilhanî   İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli.
ilhanlilar   İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu.
ilhaz   Yan bakışla bakma.
ilhiz   Büyük kene.
ilica   'Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.'
ilik   t. Elbisenin düğme geçmeye mahsus deliği. * Kemiğin içinde bulunan madde. ◊ Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış.
ilim   (Bak: İlm)
ilk   (C.: Alâk) Kurumak. * şarap, hamr. * Her nesnenin iyisi. ◊ Sakız. * Ağızda çiğnenen şey.
ilka   Kişinin göbeğine dek olan gömlek.
ilka'   Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak.
ilkaat   Zararlı sözlerle şaşırtmak. * Bırakmalar, terk etmeler.
ilkah   Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak. * Tıb: İki ayrı cins hücrenin birleşmesi.
ilkahat   (İlkah. C.) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar.
ilkam   Yutturma, boğazından geçirtme.
ilkan   Çabuk ezberleme.
ilkbahar   t. Mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan mevsim.
ilke   (Bak: Unsur - Umde - Mebde')
ilkel   (Bak: İbtidâi)
ilkid   Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın. * Katı yoğurt.
ilkteşrin   Ekim ayı. Teşrin-i evvel.
ill   'Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice 'il', ilâh demek olduğu da söylenmiştir. '
illâ   (İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).
illâhu   Ancak O. Allah (C.C.)
ille   (İllet) Esas sebeb. Vesile. * Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.
illî   Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı.
illiyet   Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış.
illiyye   (Ulliyye) En şerefli, yüksek.
illiyyun   (İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette More…
illizyon   Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme.
ilm   (İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek.(İlim, hakikatı bilmekten ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir.
ilma   Çalma, hırsızlama, sirkat.
ilma'   Parlatma. * İşaret etme.
ilmah   Hemen gösterip çabucak yok etme. * Bir şeyi parlatma. * Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.
ilmam   İki şey birbirine yaklaşma. * Küçük günah işleme.
ilmî   İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan.
ilmiye   Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği.
ilmiye ricali   İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine 'ricâl-i ilmiye' tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut More…
ilmühaber   (İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika. * Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları More…
ilsak   Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak.
iltiab   Oynama. Oyun oynama.
iltiak   Rengi bozulma, rengi değişme.
iltian   (Bak: Lian)
iltibas   Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık. * Tereddüt. Şüphe.
iltica   Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek.
ilticac   Karışık olma, karışma. * Sığınma. İltica etme.
ilticagâh   f. Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak.
iltida'   Yalvarma.
iltifaf   Örtünme, sarınma. * Çiçeklerin katmerleşmesi.
iltifat   Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek. * Dikkat, itina. * Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu More…
iltifatat   İltifatlar.
iltifatkâr   İltifat eden, mültefit. Hal hatır sorup gönül alan.
iltifatkârane   f. İltifat edene yakışır şekilde.
iltifatperver   f. İltifat eden, iltifatkâr, mültefit.
iltiha'   (Lihye. den) Sakal bırakma. * Kabuk soyma. ◊ Oynama, eğlenme.
iltihab   Alevlenmek. Yanmak. * Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat toplanıp yaranın hararetlenmesi. ◊ Caddede gitmek. Geniş yolda yürümek.
iltihabat   (İltihab. C.) İltihablar, alevlenmeler.
iltihabî   İltihabla alâkalı.
iltihaf   (Lihaf. dan) Sarılıp bürünme. Örtünme. ◊ Parlama, yanma.
iltihak   Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek.
iltiham   Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi. * Muharebenin kızışması.
iltihap   (Bak: İltihab)
iltihas   Açlık veya susuzluktan dolayı soluma.
iltihat   Öfkelenme, kızma, gazaba gelme, hiddet etme.
iltika   Rast gelmek. Buluşmak. Kavuşmak. * Kavuşturulmak.
iltika'   İnsanın rengi değişmek. Benzi sararmak.
iltikam   (Lokma. dan) Lokma etme, yutma.
iltikat   Yere düşen şeyi almak. * Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak. (Bak: Lükata)
iltima   Sararıp solmak. Renk değiştirmek.
iltima'   Parıldamak. Işıldamak. * Kapıp almak.
iltimah   (Lemh. den) Bir şeye şaşkın şaşkın bakınma.
iltimam   Bir kimseyi ziyaret etme. * Konma, konup durma.
iltimas   Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak. * Yapılmasını isteme.
iltimasat   (İltimas. C.) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar. * Kayırmalar, tutmalar.
iltimasgerde   f. İltimas edilen, kayırılan.
iltimasname   f. İltimas mektubu. Kayırma yapılması için yazılan mektub.
iltisak   İki uzvun birbirine yapışık olması. * Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak. ◊ Rutubetlenmek, ıslanmak.
iltisakî   İltisakla alâkalı. * Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen.
iltisam   Örtünmek, yaşmaklanmak, ağzını örtmek. * Öpmek, takbil eylemek, öpülmek.
iltitam   Dalgalanma, temevvüc.
iltiva   Burulmak. * Kıvrılmak, bükülmek. * Sarılıp birbirine dolaşmak. * Dalgalanma. * Eğri durma. * Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma.
iltiya'   Heyecanlanmak, iç alevlenmesi. * İç sıkıntısı çekme, dertlenme.
iltiyah   Vücudun güneşten yanması. * Susama. * Şimşek çakma. * Yıldızın parıltısı. ◊ Mayalanmak. * Karışmak.
iltiyak   Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma.
iltiyam   Yaranın kapanıp iyi olması. * Cem' olmak. * Zemmolunmak.
iltiyam-nâpezir   f. İyi olmaz, kapanmaz yara.
iltiyam-pezir   f. İyi olabilir, kapanabilir yara.
iltizak   Yapışma, birleşme.
iltizam   Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
iltizamen   İltizam yoluyla, iltizam suretiyle.
iltizamiye   Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik.
iltizaz   (Lezzet. den) Lezzet duyma, hoş ve lâtif bulma.
iltizazat   (İltizaz. C.) İltizazlar, lezzet duymalar.
ilva   Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek. * Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek. * Birinin hakkını inkâr eylemek. * Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.
ilvinan   Renklenme, televvün.
ilyasîn   İlyas demektir. Bazı kıraetlerde 'âl yasin' okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, 'el yasin' suretinde yazılır.
ilye   Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı.
ilyeteyn   Kaba etler. Sağ ve sol butlar.
ilzak   (Lazk. dan) Yapıştırma.
ilzam   Muaraza veya muhakemede delil göstererek muhalifini susturmak, iskât etmek. Söz ve fikirde galibiyet. İltizam ettirmek. İsnad ve isbat etmek.
ilzamiyat   Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler.
im'an   Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek. * Bir adamın hakkını ikrar eylemek. * Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek.
ima   İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret.
ima'   (Emen. C.) Câriyeler, kadın esirler.
imaat   (İmâ. C.) İşaretler. İmâlar.
imad   Direk, kolon. * Temel, esas. * Kuvvet. * Bir kavmin reisi ve başta geleni. * Yüksek bina.
imaen   İşaret vererek. İşaret ederek.
imalat   (İmale. C.) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler.
imale   Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek. * Benzetmek. * Mal vermek. * Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak.
imam   Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan. * Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret More…
imame   İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh. * Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık. * Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.
imamet   İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı. * Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır. 1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate yapılan imamlık. 2- İmamet-i kübra: Emir-ül mü'minîn.
imamevi   t. Eskiden kadınlara mahsus hapishane.
imameyn   İki İmam. * Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında 'İmameyn' dendiği zaman 'İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed' anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî More…
imamzade   İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam.
iman   İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek. 'Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) More…
imarat   (İmaret. C.) İmaretler, genel aşevleri.
imaret   Mâmur etmek, şenlendirmek. Mâmurluk. * Hayrat için fakirlere yemek verilen yer. (Bak: Amâir) ◊ Emirlik. Beylik.
imata   Uzaklaştırma yahut uzaklaştırılma.
imate   Ölü hale getirmek. Öldürmek. Fena etmek.
imbik   (Bak: İnbik)
imdad   Yardım. Yardıma yetişmek. 'Yetişin, kurtarın' mânasında da kullanılır. * Yardıma gönderilen kuvvet. * Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek.
imdadiye   Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana 'imdadiye-i seferiye', açığı kapatmak More…
imece   Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra More…
imha   Bozmak, yok etmek, mahvetmek. Yıkmak. Zâil etmek. ◊ Keskinletme, bileme.
imhak   Kararma. * Bereketsiz.
imhal   Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme.
imhar   Hâtun için mehr tayin etmek. Evleneceği kız veya kadın için mehr tayin etmek.
imhaz   Doğrulukla yapma.
imkân   Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus)
imkânat   Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.
imla   Doldurma, doldurulma. * Yazı yazma. (Dikte) * Bir dildeki kelime ve sözleri doğru yazma bilgisi. * Müddeti mühlet vererek uzatma.
imlak   Mülk sahibi olmak. * Bey etmek. * Evlendirmek. ◊ Çok fakir düşmek.
imlal   (Melâl. den) Usandırma veya usandırılma.
imlas   Karanlık. * Karışma. * Koyunun tüyü dökülme.
imlise   Çöl, sahra.
imlisî   Hırsız, sârık.
imma   (Terdid edatıdır) 'Ya, veya' diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder.
immisar   (İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. * Hâil, perde.
imparator   Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir.
imrac   Ahde vefa etmeme, sözden cayma. * Hayvanı çayıra salıverme.
imran   Hz. Meryemin babası. (Bak: Âl-i İmran)
imrar   Geçirmek. Mürur ettirmek. * İpi sağlam bükmek. * Acıtmak. Acı olmak.
imraz   İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak.
imree(t)   Kadın. Hâtun. Avrat.
imruz   f. Bugün.
imsa   Akşama kalma. * Bozma.
imsak   Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme. * Oruca başlama zamanı. * Hapsetmek. * Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek. * Yemez More…
imsakiye   Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel.
imsal   Boşuboşuna sarfetme, lüzumsuz yere harcama. Har vurup harman savurma.
imsas   (Mass. dan) Emdirme, emdirilme. * Tıb: Suda erimiş ilâcı şırınga etmek. ◊ Değdirmek. Elle tutmak. Meshetmek.
imşeb   f. Bu gece.
imtar   Yağdırma veya yağdırılma.
imtidad   Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. * Boy. Tul. Uzunluk. * Feza, uzay.
imtidah   (Medh. den) Medhetme, övme. ◊ Aşma, taşma.
imtiha'   (Mahv. dan) Mahvolma, perişan olma, yok olma. ◊ Bileme veya bilenilme, yahut da bilenme.
imtihak   Bozulma.
imtihan   Deneme, Tecrübe etmek. * Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek. ◊ Hor ve zelil kılmak.
imtihaz   Hâlis, katıksız ve saf olma. Durulanma.
imtikâr   (Mekr. den) Oyuna kanma, aldanma.
imtila'   Dolma. Dolgunluk. * Tıb: Kan durma, kan toplanma.
imtilal   Bir millete karışma.
imtina'   Feragat edip geri durma. * Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe. Yapmama. * İmkânsızlık, mümkün olmayış.
imtinan   Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak. * Memnun olmak. * Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak.
imtira'   Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma. * Şüphelenme, kuşkulanma. * Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık.
imtiras   Sürtünme, kaşınma.
imtisal   Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. * Katili kısas etme. (Bak: Dimağ)
imtisalen   Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak.
imtisar   (Bak: İmmisar)
imtisas   Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar tarafından emilmesi.
imtişat   Tarama. Saç veya sakal tarama.
imtiyaz   Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak. * Resmi veya hususi izin. * Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da More…
imtiyazat   (İmtiyâz. C.) İmtiyâzlar, izinler, müsâadeler.
imtizac   Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak.
imtizacat   (İmtizac. C.) İmtizaclar.
imtizackâr   f. Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette.
imya (imiyyâ)   Görmeyerek, düşünmeyerek.
imza   Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek yazması. * İcra ve tamam eylemek.
in'al   Nallama veya nallama.
in'am   Nimet vermek. İhsan etmek. * Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak. * İyilik etmek, bahşiş vermek. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında yeniçerilerin aylıklarına yapılan zam. (Bak: Nimet) More…
in'amat  (İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler. ◊ (İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler.
in'amperver   f. Nimetlerle bezeyen, çok nimet veren. Tehlikelerden sâlim kılan.
in'aş   Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma.
in'idal   (Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme.
in'idam   İdama gitme. Mahvolma. Yok olma.
in'ikad   Akdetme. Bağlanma. * Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık. * Kurulma. Toplanma.
in'ikas   Aksetme, tersine çevrilme. * Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi. * Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü.
in'ira   Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma.
in'isab   Zorlaşma.
in'isam   Muhafaza etme, koruma.
in'isan   Emin ve muhafazalı bulunma.
in'isar   Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma.
in'itaf   İki kat olma, bükülme, katlanma. * Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme.
in'izal   Bir tarafa çekilme, tek başına kalma.
ina   Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme. ◊ Uzaklaştırma.
ina'   Kap-kacak, tencere gibi lüzumlu ev eşyası. * Bir şeyin vakti gelip çatmak. ◊ Yemiş toplama zamanı gelme.
inabe   Günahları terk ile Hakka dönüş.
inad   Israr, muannidlik, ayak direme, dediğinden vazgeçmeme.
inaden   İnad olsun diye. Tersine olarak.
inadiye   Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre. (Bak: Sofizm)
inaf   Bir kimseyi, bir şeyden vazgeçirmeğe çalışmak.
inaha   (Deve) Çökerme.
inak   Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.* Müsteşar, müşavir. * İstişare, re'y. ◊ Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma. ◊ Kucaklaşıp sarılma, muânaka.
inaka   Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme.
inale   Kavuşturma, vâsıl etme, nâil etme, ulaştırma. * Yemin, kasem, and. * İhsanda bulunma, bağışta bulunma.
iname   Uyutma. * Kıtlık.
inan   f. Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). ◊ Dizgin. * İdare etme, yürütme. ◊ (C.: Aınne) Atın dizgini.
inangerdan   f. Dizgin çevirme, geri dönme.
inangir   f. Dizgin yakalama. Dizgin tutma.
inankeş   f. Dizgin çeken, hasaplı giden.
inanriz   f. Dizgin bırakmış, koşturan.
inantab   f. Dizgin çevirip dönen.
inare   (Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma.
inas   Kızın büluğ çağına vardıktan sonra evlerinde evlenmeden çok durması. ◊ (Üns. den) Alıştırma, ünsiyet ettirme. * Görme, bilme. ◊ (Ünsâ. C.) Kadınlar, kızlar.
inayat   (İnayet. C.) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar.
inayet   Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
inayet delili   (Bak: Delil-i inayet)
inayet-i şâmile   f. Herkese ait umumi inayet ve yardım. ◊ f. Herkese ait umumi inayet ve yardım.
inayeten   İnayet, yardım ve iyilik olarak.
inayethah   f. İnayet isteyen, meded bekleyen.
inayetkâr   f. Yardım ve iyilik eden. Lütuf ve inayette bulunan.
inayetkârâne   f. İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde.
inba   Haber verme. İhbar eyleme. Tebliğ etme.
inbac   Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma.
inbah   Uyandırma, uyarma. * Kımıldatma, harekete getirme.
inbat   Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini sağlama. ◊ Su arama.
inbias   Gönderilme, yollanma. * İleri gelme, meydana çıkma.
inbiga   Liyâkat, lâyıklık, beğenilme.
inbihar   Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma.
inbik   Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.
inbika   (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme.
inbisas   Yayılıp dağılma.
inbisat   Genişleme. Yayılma. * Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma. * Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı. * Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme. More…
inca'   Kurtarma, necata erdirme, selâmete çıkarma.
incah   İşi tamamlama, işi bitirme. * İsteğe erme, arzu edilen şeye ulaşılma.
incal   Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma.
incam   Meydana çıkarma. * (Yağmur) dinme.
incas   (Necis. den) Pisleme, necisleme.
incaz   (C.: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma.
incibar   Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması.
incifaf   (Ceff. den) Kurumak.
incil   Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab. * Beşaret, müjde.
incila   Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli olmak, açılma.
incilab   Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme.
incimad   Donma. Buzlanma. Sertleşme.
incirad   Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma.
incirar   Çekilip uzanma. Çekilme. Bir neticeye doğru çekilerek sona erme.
inciza'   (Değnek) Kırılma. * (İp) Kopma.
incizab   Cezbedilme, çekilme.
incizam   (Kemik) Kırılma. * Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz olarak telâffuz olunma. ◊ Kesilme. * Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının (âzâsının) kopması.
incizaz   Kesilme.
incu   f. İnci, lü'lü', dürr.
ind   Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani More…
inda'   Cömertlik etme.
indab   (Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama.
indallah   Allah yanında. Allah indinde.
indeke   Senin yanında. Sana göre.
indelba'z   (İnd-el ba'z) Bazılarına göre.
indelhace   İhtiyaca göre. İhtiyaç vaktinde.
indelicab   (İnd-el icab) İcab ettiği zaman, gerekince, iktiza ettiğinde.
indettahkik   (İnd-et tahkik) Tahkik sonunda, araştırma neticesinde.
indî   Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre. * Bana göre. Bence.
indibag   Deri tabaklama.
indifa   Def olma. * Meydana çıkma. Yerden fışkırma. * Söze girişme. * Geri çekilme. * Başlama. * Teveccüh eyleme. * Yer yer baş gösterme.
indifaî   Püskürme ile alâkalı. * Püskürük.
indifak   (Su) birdenbire ve şiddetle dökülme.
indihaş   Çok korkma, dehşete düşme.
indimac   Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme.
indimal   Yara iyi olma, kapanma.
indimam   Pişman olma.
indimizde   t. Bize göre, bizce, yanımızda.
indira'   Bir işe girişme, bir şeye teşebbüs etme. * Öne geçme. * Buluttan kurtulma. ◊ (Su) dağılıp yayılma.
indirac   Dahil olma. İçeri girme, katılma. * Nesil tamamen tükenip halefi kalmama.
indiras   Zail olma, eseri kalmama, mahvolma. Bozulma.
indisas   Toprak altına gömme.
indiyal   Çok ishâl olma. İçi sürme.
indiyyat   (İndî. C.) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.
ineb   Üzüm.
inebe   Üzüm tanesi. * Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık.
inebî   Üzüm biçiminde, üzümsü.
infad   Bitirme, tüketme. * Kuyunun suyu tükenme.
infak   Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. * Harcayıp tüketme. * Fakir olma.
infal   Ganimetten mal ayırıp verme.
infar   Ürkütme, ürkütülme.
infaz   Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme.
infial   Gücenme. Darılma. * Can sıkılma. Teessür. * Hareketlenme.
infialat   (İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler. * Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
inficar   Tan yeri ağarma. Fecir sökme. * Tohumun yerde çatlaması. * Suyun, yerden kaynayıp çıkması.
infidad   (İnfadda) Bir şeyin kırılıp dağılması. Parça parça olma.
infiham   (Fehm. den) Anlaşılma, fehmedilme.
infihanî   Şişman adam.
infikak   Yerini terk etme. Yerinden ayrılma. * Ayrı düşme. * Çözülme.
infilak   Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.
infilal   Delinme, delik açılma. * Keskinliği kaybolma, körlenme, körleşme.
infirac   Gam ve gussadan kurtulma, açılma.
infirad   Tek başına kalma. Yalnızlık hâli.
infirag   Boşalma.
infirah   Ferahlanma. Ferahlık duyma.
infirak   (Fark. dan) Ayrılma.
infiraz   Bulunmama, kalmama, münferiz olma.
infisad   (Fesad. dan) Bozulma, fesada uğrama.
infisah   Hükümsüz kalma, fesholma. Bozulma. ◊ Bollaşma. Genişleme.
infisal   Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme.
infisalat   (İnfisal. C.) Yerinden ayrılmalar. * Azledilmeler.
infisam   Kırılma. * Kesilme. * Yırtılma. * Üzülme. * Kopma.
infitah   Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise  şunlardır. (Min, Nun, Elif, More…
infitahiyyet   Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.)
infitak   Yarılma, sökülme.
infitam   Kesilme. * Sütten kesilme. * Menedilen bir şeyden uzaklaşma.
infitar   Yarılma, açılma.
infitat   Paralanma, kırılma.
infizac   Sıcaklık verme, ısı verme. * Buharlaşma. * Terleme.
infizaz   (Bak: İnfidad)
ingas   (Tengis) Keder verme. Rahatını bozma.
ingimam   Kaygılanma, gamlanma, tasalanma.
ingimas   Suya dalma.
ingimaz   Göz yumulma.
ingisas   Suya dalma.
ingitat   Suya dalma.
ingiva   Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma.
inha   Bir hususu resmen bildirme, tebliğ. * Bir memurun daha üst makamdaki bir memura bir maddeyi hâvi olmak üzere yazdığı kağıt. * Ulaştırma, yetiştirme. ◊ f. Bu şeyler. (İşaret More…
inha'   Vazgeçme. * Yöneltme, tevcih etme.
inhac   Meydanda, zâhir, açık. Belli etme. * Hayvanı yorarak solutma. * Esvabı eskitme.
inhaf   İnceltme, zayıflatma.
inhak   Çok eziyet etme. Çok fazla sıkıntı verme.
inhibas   Vakıf namına malı hapsetme. * Nefes tutulma.
inhibat   Yukarıdan aşağı inme.
inhicaf   Yalvarıp yakarma.
inhicam   (Bina) çöküp yıkılma.
inhida'   (Hud'a. dan) Aldanmak, hileye düşme.
inhidab   (Hadeb. den) Kamburlaşma, yumrulaşma. * Kamburluk, yumruluk.
inhidad   (Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma. * Basılıp ezilme, haddeden geçme.
inhidam   Çökme, yıkılma. Viran olma.
inhidar   İnişe inme. * Vurmakla derinin şişmesi. ◊ Perdelenme.
inhidaş   Dalaşma, hırlaşma (köpek).
inhifa   Gizlenip saklanma.
inhifaz   Aşağılanma, alçaklanma. * Çökkünlük.
inhikak   Kaşınma.
inhila'   Def'olunma, çıkarılma, kovulma.
inhilak   Kendini tehlikeye atma.
inhilal   Çözülüp ayrılma. Dağılma. * Erime. * Münhal olma.
inhilal-pezir   f. İnhilali mümkün olan. Dağılabilen. Çözülebilen. Eriyebilen.
inhima   Mahv olma.
inhimad   Ateşi sönmeyip alevi geçme.
inhimak   Ahmak olma. Ahmaklaşma. *Akılsız görünme. ◊ Bir şeye fazla düşkün olma.
inhimal   İhmal etme, önem vermeme. * Mühlet alma. * Göz yaşı dökme. * Ciddi bir şekilde çalışma, uğraşma.
inhimam   İhtiyarlama, yaşlanma.
inhimaz   Ekşilenme.
inhina   Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme.
inhinak   Boğulma. * Bunalma, nefesi kesilme.
inhiraf   Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının More…
inhirak   Yırtılma.
inhirat   Bilmediği bir işe danışmadan girişme. * Zarar verme, ziyana sokma. * İpliğe boncuk dizme. * Beden çelimsizlenip zayıflama. * Bir yola süluk etme, girme.
inhisaf   Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.
inhisam   (Hasm. dan) Kesip bitirme, halletme.
inhisar   Hasr olunma. * Tecavüz etmeme. * Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa More…
inhişaş   (C.: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.
inhitak   Bozulma, yırtılma. * Bekârlığın bozulması. Kızlığı bozulma.
inhitam   Kırılma, ezilme, ufalanma.
inhitat   Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme.
inhiva   Yukardan aşağı düşme.
inhiyaş   Ezilip büzülme, sıkılma, çekinme.
inhizal   Beli kırılmış gibi ağır yürüme. * Soruya karşılık verme.
inhizam   Basılıp ezilme. * Bozulma. Askerin bozulup dağılması. ◊ Yemek hazmolunma. Yemeklerin midede erimesi.
iniz   Cimâa kadir olmayan erkek. * Cimâdan safâlı olmayan avret.
inka'   Pâk ve temiz olma. ◊ Suda ıslatma.
inkâh   (Nikâh. dan) Nikâh etme veya edilme.
inkâr   Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme. * Yapmadım deme ve ayak direme. * Reddetme. (Bak: Nefy)
inkârî   İnkârla alâkalı.
inkas   Eksilme, eksiltme.
inkaz   Kırma ve bozma. * Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması. * Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses. ◊ Kurtarma. Kurtarılma. Halâs etme.
inkibab   Yüzüstü düşme, yere kapanma.
inkibaz   Büzülme. Çekilip toplanma. * Sıkıntı. Gamlı olmak. * Kabızlık. Tutukluk.
inkibazî   İnkıbazla ilgili.
inkidad   Yıkılma. * Perakende olup dağılma. * Kuş havadan süzülüp inme.
inkidam   Vücudun bir tarafı berelenme veya kızarma.
inkidar   Hızlı yürüme. * Düşme ve saçılma.
inkihal   Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme.
inkiham   Düşünmeden bir işe girişme.
inkila'   (Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma.
inkilâb   Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma.
inkilâbât   İnkılâblar, değişmeler.
inkilal   Yavaşça gülme, tebessüm etme. * Körlenme, kesmez hâle gelme.
inkilis   Yılan balığı.
inkima'   Kökü kesilme. Köksüzleşme.
inkimaş   Acele etme. Çabuk iş görme.
inkiraz   Sönme. Zeval bulma.
inkişa'   Mânilerin gidip havanın açılması. Ayazlama.
inkisaf   (Küsuf. tan) Parlaklığı sönme. Güneş tutulması.
inkişaf   Açılma. Meydana çıkma. * Yetişme. * Terakki etme, ilerleme. * Gizli sırların bilinmesi.
inkisam   Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma. ◊ Kırılıp ayrılma. Parçalanma.
inkisar   Kırılma. Gücenme. * Beddua ve lânet okuma. * Şikeste olma. ◊ Kısalma, kısa olma.
inkişar   Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması.
inkita'   Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme.
inkitam   Gizli tutulma, saklı tutulma.
inkiyad   Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.
inkiyaden   İnkıyad suretiyle. Teslim olarak. İtaat ederek, boyun eğerek.
inkiza'   (Kazâ. dan) Sonu gelip bitme. Tamam olma. Mühleti sona erme.
inkizaf   Kovulma, def olunma, atılma, uzaklaştırılma.
inkizaz   Çatlama. * (Kuş) havadan yere doğru süzülerek inme.
inma'   (Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma.
inme   t. Nüzul, tenezzül. * Nüzul, felç, sekte.
innâ   (İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.)
inne   Gr: Tahkik edatıdır. Kat'iyyet ifade eder.
innî   Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden 'inne' ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını 'muhakkak ben' diye söyleyebiliriz. ◊ Tecrübe More…
innin   Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır.
innîn   İktidarsız, güçsüz, âciz.
inorganik   Fr. Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan.
ins   İnsan.
ins ü cann   İnsan ve cin taifesi.
ins ü cinn   İnsan ve cin.
insa   Unutma. Unutturma. * Te'hir eylemek. * Veresiye verme.
inşa   Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek. * Yaratma. * Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak. * Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli More…
inşaallah   Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir). (Bak: Tabii)
inşaat   Yapmak, inşa etmek. * Yapı. Bina ve gemi yapımıyla alâkalı işler.
inşab   Tırnak batırma, tırnak bastırma.
inşad   Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme. * Arayıp soruşturma. * Birisini hicvetme. * Kayıp olan bir şeyi haber verme.
insaf   Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf. ◊ Yaprak yaprak olma, lime lime olup dağılma.
insafkâr   İnsaflı, insaf sahibi, haksızlık yapmayan.
inşaî   İnşaya, yapıya dâir ve müteallik. * Güzel yazmağa dâir.
inşaiyyat   (İnşâi. C.) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler.
inşaiyye   İnşâât işleriyle uğraşanlar. Bina ve gemi yapma işleriyle meşgul olanlar.
insak   (Nesak. dan) Düzenli yazı yazma. * Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme.
inşak   Koklatma. Buruna kokulu bir şey çektirme. * Tuzağa veya ağa iliştirme.
insal   (Nesl. den) Nesil çoğaltma. Döl peyda etme, döllenme.
insan   (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince 'ins' den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre 'Nisyan' kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)
insan suresi   Kur'an-ı Kerim'in 76. Suresi olup 'Dehr, Ebrar, Emşac, Hel-etâ Suresi' de denir.
insanî   İnsana ait, insanla alâkalı.
insaniye   İnsanlar, insan cinsi, beşeriyet.
insaniyet   İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum.
insaniyetkâr   f. Vicdanlı ve iyi adam, insaniyetli.
insaniyetkârî   Vicdanlılık, insaniyetlilik.
insaniyetperver   İnsanlığı seven, iyi insan.
inşar   Ölüyü diriltme.
insat   (İnsiyat) Susup dinleme, susma. * Gizlenerek gitme. * İnfial vezninde, nidâ eden kimseye icabet etme. * Beli bükülenin beli doğrulması. * Meşhur olma.
inşat   Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma.
inşaz   Yükseltme.
insî   İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden.
inşiab   Şubelendirme. Ayırma. Şubelere ayrılma. * Bölük bölük olma. * Dalbudak verme.
inşial   Alevlenme, şulelenme.
insibab   Dökülme. Akıtılma. * Cereyan etme. * Başka suya karışma. * Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması. ◊ (Bak: İnsibab)
inşibab   Gençleşme, delikanlı olma.
insibag   Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma. * Temizlenme.
insibağ   (Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma. * Temizlenme.
inşibak   Şebeke şeklinde olma. * Balık ağı gibi birbirine geçme.
insical   Çekilme. * Dökülme.
insicam   Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak. * Devamlı yağmur yağmak. * Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün More…
insidad   (Sedd. den) Tıkanma, kapanma.
insidal   Düşük olma, sarkma, pörsüme.
insidam   (Sadme. den) Patlama. Tazyik ile bir şey atma.
insifa'   (Nısıf. dan) Bir şeyin ortası. * Bir şeyin yarısını alma. * Gündüzün ortası. * Hakka hizmet. * Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak.
insifar   İnkişaf etme, açılma.
inşihab   Fışkırma.
insihak   Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak.
insihal   Düzgün söz söyleme. * Kabuğu soyulma.
insikab   Delinme.
inşikak   İkiye ayrılma. Çatlama. Yarılma.
inşikak suresi   Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir.
insilab   (Selb. den) Kaldırılma, selb olunma, giderilme. Kalmama. Mahvedilme. Soyulma, soyulmuş olma.
insilah   Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma. * Ayın sonu gelme. ◊ Silâhlanma. Silâh ile techiz olma.
insilak   (Silk. den) Yola girme, süluk etme, yol tutma.
insilal   Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme. ◊ Gizlice savuma, sıvışma, sıyrılma.
inşilal   Şiddetle dökülerek akma. * (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme.
insimag   Yere düşüp ezilme, yaralanıp berelenme.
inşimar   Sallana sallana yürüme.
insina   Bükülme, burkulma, burulma.
inşinac   Buruşma. Derinin buruşması.
insiraf   Çekilip gitme, çekilme, geri dönme. * Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi.
insirafî   Çekilip gitme ile ilgili.
insirah   (Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma.
inşirah   Ferahlanmak, mesrur olmak.
inşirah suresi   Kur'an-ı Kerimin 94. Suresidir.
inşirak   Çatlama, yarılma, ayrılma. Yarık olma. Parlama.
insiram   Kesilme, kesilip ayrılma. ◊ Dişin kırılması.
inşiram   Yarık yarık olma.
inşiras   (Soğuktan dolayı) el çatlama.
insitah   Yayılıp arka üstü yatma. * Satıhlı olma.
inşitat   Dağılmak. Dağınık olmak. Perakende olmak.
insiyab   Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme.
insiyag   Kalıba dökülüp düzelme.
insiyak   Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
insiyakî   İnsiyak ile alâkalı. İnsiyak, İlâhî sevk ve his ile alâkadar.
inta'   Çok fazla terlemek. Kusma, istifra etme.
intac   Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme.
intaf   Kabahat yükleme.
intak   Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek.
intan   Pis kokma. Fenâ kokma. * Mikrobun sebebiyet verdiği şey, hastalık.
intanî   Mikroplu, mikroptan meydana gelen.
intaniye   Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı.
intaş   (Tohum) toprakta çimlenme.
intiaş   Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık. * Hastalıktan sonra iyileşip kalkma. * Geçinme. * (Yıkılan adam) doğrulup kalkma.
intiaz   Kuvvetlenme, kıvama gelme. * Kalkma.
intiba'   Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir. * Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak.
intibaat   (İntiba'. C.) Edinilen intibalar.
intibac   Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik.
intibah   Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. * Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi. ◊ Pişmek, More…
intibak   (Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak. ◊ Bir mekânın yükselmesi. * Bir kavmin şerre yönelmesi. ◊ (Bak: İntıbak)
intibakat   (İntıbak. C.) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler.
intibar   Kabarma, şişme.
inticam   Sona erme, nihayet bulma. Tamamlanma, tamam olma.
inticas   Bulaşma, murdar olma.
intidam   Kolayca ele geçme. Kolay bir şekilde elde etme.
intifa   Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma.
intifa'   Bir şey ortadan yok olma. Aradan çıkma. ◊ Fayda te'min etmek. Menfaatlanmak.
intifad   Huk: Bir şeyi tamamen alma. Tükenme, bitme.
intifah   Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak. * Vücud organlarından birinin büyümesi.
intifal   Nafile namaz kılma.
intiha   Son, nihayet, uç.İNTİHA': Eğilme. Dayanma, yaslanma.
intiha-pezir   f. Sona eren, nihâyet bulan.
intihab   Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ◊ Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak.
intihabat   (İntihab. C.) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar. ◊ (İntihab. C.) Seçilmeler, seçmeler. * Seçimler.
intihabî   İntihabla alâkalı, seçim ve seçme işlerine ait.
intihac   Yol bulma, varma, ulaşma.
intihaî   (İntihaiyye) Sona ve nihayete ait. Bitme ile alâkalı.
intihak   Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme. * İşe yaramaz bir hale sokma.
intihal   Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme. * Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir.
intihar   Kendi kendisini öldürmek. İdâm-ı nefs.
intihaz   Ayaklanmak. Depreniş. Kalkmak. * Yola veya sefere çıkmak. Şüru eylemek. ◊ Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek.
intika   Bir şeyi seçme, ayırdetme.
intikad   İyi bilineni kötülemek. * Seçip ayırdetmek. * Kalp parayı gerçeğinden ayırmak. * Tenkid. * Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi.
intikah   İyi bir haber veya söz işitip sevinme. * Zayıflama, kuvvetsizleşme. ◊ Kemikten ilik çıkarma.
intikal   Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak. More…
intikalen   İntikal suretiyle.
intikalî   İntikal ile ilgili.
intikam   Öç almak. Hınç ve acı çıkarmak.
intikamat  (İntikam. C.) İntikamlar, öç almalar.
intikamcû   İntikam almağa çalışan, öç almak isteyen. İntikam arıyan.
intikas   Eksilme. * İstibrâ için erkeklik organına su serpme.
intikaş   Nakışlanmak. Menkuş olmak.
intikâs   (Nüks. den) Başaşağı dönme veya düşme.
intikaz   Bozulma. * Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â: Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma. * (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.
intilak   Koyverip gitme. Salıverme, yollama. * Sevinme.
intimas   Kaybolma, belirsiz olma.
intirak   Gürleme. Patlama.
intişa'   Neş'et etme, gelişme, yetişme, neşv ü nemâ bulma.
intisab   (Nasb. dan) Dikilip durmak. * Yükseğe kaldırmak. * Bir mansaba tayin olunmak. * Gr: Kelimenin mansub olması (Bak: Mansub) ◊ (Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. More…
intişab   Odun veya mal biriktirme. * Tutulup kalma.
intisac   (Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak. * Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma.
intisaf   Hakkını tam olarak alma, haklaşma. * Zaman, yarı olma. Vakit, yarıyı bulma.
intisah   Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma. ◊ (Nesh. den) Kopyasını çıkarma.
intisak   Sıra ile düzgün olma, intizamlı oluş.
intişak   Burna bir şey çekmek.
intisar   Saçılmak. Dağılmak. * Püskürmek. * Toz kabarması. Kabarmak. * Buruna su çekmek. * Aksırıp tıksırmak. ◊ Yardım etmek. * Hakkını tamamen almak. * Öc ve intikam almak.
intişar   Dağılmak. Yayılmak. Üremek. * Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.
intitak   Kemer veya kuşak bağlama.
intiva   Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak.
intiya'   İtaat etme, muti olma, söz dinleme.
intiyah   Ağlama, göz yaşı dökme.
intiyan   Yiğitlik evveli.
intiyat   Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme. * Asılı kalma.
intiza'   Koparıp alma, çekip koparma.
intizac   Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme. * Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi.
intizah   Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma. * Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme.
intizam   Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak.
intizamin ilcai   İntizamın zorlaması, mecbur etmesi, muztar kılması.
intizamperver   f. Her şeyi tertib ve düzenli yapan. İntizâmı çok seven.
intizar   (Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek. ◊ Adamak, nezretmek.
inza'   Çekip çıkarmak. * Soyunmak. * Zorla çekip çıkarmak. * Feragat.
inzac   İyice pişirip kıvamını buldurma.
inzal   (Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme. * Tenasül âletinden meninin çıkması.
inzar   (C.: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek. ◊ (Nazar. dan) Te'hir etme, geciktirme. İmhal.
inzarat   (İnzar. C.) İhtarlar, tenbihler.
inziac   Yerinden koparma, sökülme. * Tas: Allah'a tam teveccüh ederek dünyevî emelleri bırakmak.
inzibat   Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması. * Sağlamlaşmak. * Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu.
inzibatî   Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı.
inzicar   Çekilmek, vazgeçmek.
inzilam   Zâlimin zulmüne boyun eğme.
inzimam   (Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş. ◊ Bağlanma. * Yular ile bağlanma. ◊ (Bak: İnzımam)
inziva   Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle More…
inziva-gerde   f. İnzivaya çekilen.
ip parasi   Mc: Belâyı savmak için verilen şey.
iplikhane   Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır. * Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi.
ipnotizma   (Fr. Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. * Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve bu hâle ait vaziyetler.
ipotek   Fr. Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin.
iptida   (Bak: İbtida)
ipucu   Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika.
ir   t. Nağme, ezgi, basit türkü. * Ahenk, terâne.
ir'â   Otlatma.
ir'ad   Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek. * Kılıç parlatmak. * Kadın yüzünü kendisi açmak.
ir'as   Çekerek sarsma. ◊ Titretme.
ira   Bağış yapma, iyilikte bulunma. * Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama. ◊ Karakter, seciye.
ira'   Mıknatıs.
irab   Tazı. * Yükrek at.
irabe   Şüphelendirme, şüpheye düşürme.
irabet   Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat. ◊ Akıl, anlayış, kavrayış.
irad   Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. * Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç.
irad ü masraf   Gelir ve gider.
iradat   (İrade. C.) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar.
irade   İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.
iradet   İrade, istek, dileme. * Gönül isteği.
iradî   İrade ile alâkalı, iradeye dâir.
irae   Göstermek, göstererek öğretmek. * Göz önüne koymak. * Gösteriş.
irafet   Kethüdâlık, reislik. Ululuk, şereflilik.
iraga   İsteme, irade etme.
irahe   (Rahat. dan) Rahatlandırma, rahat ettirme.
irâk   Dicle nehrinden aşağı Basra'ya kadar Şat Suyu'nun iki tarafı olan memleket. * Su kenarı. * Kökler, asıllar, bünyadlar. * Uzak.
iraka   Dökmek, akıtmak. ◊ (Bak: İrâka)
irakî   (Irâkiyye) Irak halkından, Iraklı. * Irak'a ait.
iran   Evin uzak olması. * Mıh, çivi. * Mızrak. Süngü. ◊ Tabut. * Neşeli ve mesrur olma. ◊ Fars memleketi.
iras   Sebeb olmak, vermek. Vâris kılmak, miras bırakmak, miras yemek. * Gerekmek. ◊ Devenin başını ayağına bağladıkları ip. ◊ (Ağaç) yapraklanma. * Yosun olma.
irat   Tehlikeye, vartaya düşürmek.
iraza   Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek.
irb   (İreb) Akıl. Zihin, zekâ. * Akıllılık.
irba'   (Ribâ. dan) Çoğaltma, artırma, fazlalaştırma. * Faize verip artırma. (Haramdır)
irbab   Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma.
irbah   (Ribh. den) Fayda ve kazanç elde etme. * Fâize para verme.
irbaş   Ağacın yeşillenip yapraklanması.
irbe   Akıllılık, zekâ. * Hile, oyun.
irbiyan   Teke, istakoz gibi deniz hayvanları.
irca   Sonraya bırakmak. * Kuyuya kenar yapmak.
irca'   Geri çevirmek, geri döndürmek. * Alışverişi faydalı kılmak. * Musibet vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek.
ircaf   (Bak: Recefe)
ircal   Birini yayan olarak yürütme.
irda'   Meme vermek, süt emzirmek. (Bak: İrza') ◊ Helâk etme, aşağı düşürme. ◊ (Bak: Irzâ')
irdaf   Ardısıra yürütme, yürütülme.
irdafen   Ardısıra yürüterek.
irdam   Üzüm veya hurma salkımı olan budak.
ireb   (Bak: İrb)
irem   Irmak kenarı. '* Su bendi. * Dere, vâdi. * Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur. * Gözsüz köstebek. * Kemikten etin suyunu almak. ◊ Kurşun veya ok atılan nişan tahtası. More…
iren   Alt dudak.
irfad   Yardım etme, bağışta bulunma. Hediye verme.
irfah   Refaha ulaştırma, rahata kavuşturma.
irfak   Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak.
irfal   Elleri sallıyarak yürüme. * Eteği sarkıtma.
irfan   'Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. * İkrar. * Mücazat. * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet More…
irfaş   Yeme içme ile uğraşma. * Bir yerde daimi oturma.
irfitat   Ufak ufak yapma, ufalama.
irgab   Rağbet ettirme.
irgaf   Hırsla bakma. * Hızlı yürüme. ◊ Hızla yürüme, hırsla bakma.
irgam   Aşağılatma. Hor, hakir kılma. * Burunu kırma. * Yere sürtme. * Galip olma. * Kahretme.
irgan   Bir işi kolaylaştırma.
irgandi   Yerinde oynama, sallanma, kımıldama.
irgat   (Rumca) Rençber, işçi. * Yapı işçisi. Amele. * Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.
irha   Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele etme.
irha'   Gevşetme, aşağı salıverme ve sarkıtma. Koyverme, salıverme. * Dilmek, dilim dilim etmek.
irhab   Korkutma veya korkutulma. * Kaçırma. ◊ Bollanma, bol olma. Genişleme.
irhaf   Hamuru gevşek ve sulu tutma. ◊ Bileme. Keskinleştirme.
irhak   Sıkıntı ve eziyet etme. * Zorlama, sıkma.
irhan   Rehin koyma veya konulma.
irhas   Hayırlı işler yapmak. * Israr etmek. * Duvar yapmak. * Sağlam şey. ◊ Fiat indirmek, ucuzlatmak.
irhasat   Hayırlı işlerle uğraşmak. * Sağlam şey. * Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden.
irhem yareb   Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması.
irin   (Bak: Cerahat)
irip   Balık tutmak için atılan büyük ağ.
iris   yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ': Geciktirme. * İftira etme.
irk   Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar.
irka'   Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme.
irkab   Huk: Öldükten sonra kanunî mirasçılarından başka bir kimseye de miras bırakma.
irkâb   (Rükûb. dan) Bindirme. * Binilecek hayvan verme. * Araba veya gemi gibi bir vasıtaya bindirme.
irkâben   Bindirerek, irkâb suretiyle.
irkad   Uyutma veya uyutulma.
irkâh   İnanma, itimad etme, güvenme. * Sığındırma, dayandırma.
irkak   Köle edinme. Cariye veya köle satın alma. * İnciltme.
irkal   Hızlı yürüme.
irkan   Kına yakma, kına sürme. * Safran ağacı, kızılağaç. * Tıb: Sarılık hastalığı.
irkas   Oynatma, raksettirmek.
irkîl   Belâ. Zahmet, meşakkât. * Çok güç nesne.
irkiy   (Irkıyye) Irkla ilgili, ırka âit.
irma'   Atma, fırlatma.
irmad   Fakir düşme. Sefil olma. * Göz ağartma.
irmak   Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir.
irman   f. Arzu, taleb, istek. * Dalkavuk. * Nedâmet, pişmanlık. * Dâvet edilmeden bir yere giden kimse.
irmegan   f. Saadet. İkbal, mutluluk, uğurluluk. * Terbiye eden, mürebbi.
irmik   Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un.
irmis   Büyük taş. * Kuvvetli ve dayanıklı deve.
irnîn   Kaş tarafında burun ucu. * Her nesnenin evveli.
irris   Arslan yatağı.
irs   Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak. * Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk. * Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları. ◊ Karı ile kocadan her biri. (Bak: Irs) ◊ More…
irsa'   Sağlamlaştırma, sâbit kılma. * Geminin demir atması. * Pâyidar olmak. ◊ Mızrak gibi sivri bir şeyle dürtme. ◊ Yerinden ayrılmama. Mukim olma.
irşa'   Rüşvet verme.
irsad   Gözetlemek. * Hâzır ve âmâde eylemek. * Mükâfat vermek. * Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. More…
irşad   Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam More…
irşadat   (İrşad. C.) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar. (Bak: İrşad)
irşaf   Suyu yavaş yavaş ve yudum yudum içme.
irsah   Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma.
irşak   Bir şeye dik bakma. Dosdoğru etme.
irsal   (Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak. * Havale kılma. * Salıvermek. Kendi haline koymak. * Sürü sahibi olmak. * Elçi gönderme.
irsalat   (İrsal. C.) Göndermeler. Gönderilen şeyler.
irsaliye   Makbuz. * Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi.
irsan   Muhkem ve sağlam kılma, rasanet verme.
irsas   Eskitme, yıpratma. Eskitilme, yıpratılma.
irsen   Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile.
irsî   Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk. ◊ Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik.
irsiyet   Verâset. Aile ve soydan geçen benzerlik.
irta'   Zoraki ve istemeyerek gülme. ◊ Otlatma veya otlatılma.
irtab   Dikme veya dikilme.
irtac   Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama. * Devamlı yağmur ve kar yağma. * Kapıyı örtme, kapama. * Kıtlık her tarafa yayılma.
irtam   Hatırlamak için parmağa iplik bağlama.
irtat   Tenbellik etme. Yerinden kımıldamama.
irtecek   f. Şimşek, berk.
irtia'   Düşünmek, istikbali düşünme. ◊ (Ra'y. den) Otlatma.
irtiab   (Ru'b. dan) Ürkme, korkma.
irtiad   (Ra'd ve Ri'd. den) Iztırablı ve sıkıntılı olmak. * Deprenme. Titreme.
irtiaf   İleri geçme, ilerleme.
irtias   Silkinme, sıçrama, deprenme. ◊ Küpe takma.
irtiaş   Ra'şeye tutulma, titreme, sarsılma.
irtiba'   Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma.
irtibab   Kokulu şeyler yapma. * Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme.
irtibah   Yükselme, yükseğe çıkma.
irtibak   Karışık ve çapraşık bir işe girişme. * Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri. * Bir kazâya uğrama. ◊ Çamura batma. * Dolanbaçlı konuşma. * Karışma. * Bir işi aksi.
irtibal   Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme.
irtibas   Perişan ve zor durumda kalma. * Pek karışık ve sıkışık olma. ◊ Dağılma.
irtibat   Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.
irtica   Geri dönmek. Ric'at etmek. Eski hayat tarzına dönmek. ◊ Ummak, ümidetmek, rica etmek.
irticac   Çalkanmak. Heyecana gelme. * Sarsıntı. Muztaribane hareket etmek.
irticaf   (Recfe. den) Sarsma, sarsıntı, çalkalama. Tahrik.
irticaî   (İrticaiye) İrtica ile alâkalı.
irtical(en)   Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek.
irticaliyyat   Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler.
irticam   Birşey üstüste katlanma.
irtican   Adamın işi gücü bozulma.
irticas   Gök gürleme. * Top bürünme.
irticaz   Kısaltma, ihtisâr.
irtida   (Ridâ. dan) Örtünme, bürünme.
irtida'   Dinin yasak ettiği şeyleri yapmama, geri durma. ◊ Süt emmek.
irtidad   Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. * Geri dönmek. (Bak: Mürted)
irtidaf   (Redif. den) Ardından gitme, ardına düşme, peşinden koşma.
irtifa almak   Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek. * Yükselmek.
irtifa'   Yükseklik. * Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki.
irtifad   Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme.
irtifaen   Yükseklikçe, yükseklik bakımından.
irtifak   Bir yere dayanma. * (Kap) dolma. * İhtiyaç duyma. * Arkadaşlık etme. * Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması.
irtifas   Fiatların yükselmesi, pahalılık.
irtigab   (Rağbet. den) Heveslendirme, isteklendirme, rağbet ettirme.
irtiha'   Katılma, karışma.
irtihal   Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek.
irtihan   (Rehn. den) Bir şeyi rehin olarak alma veya alınma.
irtihas   Ucuz saymak veya sayılmak.
irtihaş   Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma.
irtihaz   Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA': Yükselme, yukarı çıkma. * Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.
irtikâ'   Güvenme, dayanma.
irtikab   Bekleme, gözleme. * Ümit etme, umma.
irtikâb   Bir işe girişmek. * Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. * Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.
irtikak   Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması.
irtikam   Yığılma, üst üste birikme.
irtikas   Baş aşağı olmak. * Bir hâdiseye yakalanmak.
irtikaş   Harpte askerlerin birbirine karışması.
irtikaz   Çocuğun, ana karnında kımıldaması. * Çalkanıp durma. * Acı çekme, ıztırâb duyma. ◊ (Rekz. den) Dikilme. * Bağlanma. * Tıb: Nabız atma.
irtima'   Birbirine atışma.
irtimas   Suya dalma, dalıp gitme. Dalgıçlık.
irtimaz   Yerinden kaldırıp sıçratma. * Birini koruma, himâye etme. ◊ Iztırab ve acı içinde kıvranma. * Remzetme.
irtir   Yerinden ayrılmak.
irtisa'   Dişler sık olma. * İki şey, birbirine bitişik olma. * Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama.
irtişa'   Rüşvetçilik. Rüşvet almak.
irtisad   İstif etme. Birbiri üstüne düzgün bir şekilde yerleştirme.
irtişaf   Emerek ve azar azar içme. * Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.
irtişah   (Reşha. dan) Sızma, terleme.
irtisam   Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak. * Emrolunan şeye imtisâl etmek. * Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek.
irtisas   Yayılma, meşhur olma, şüyu bulma, şâyi olma.
irtitac   Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma.
irtiva'   Suya içerek kanma. * Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip kalınlaşması.
irtivah   Nöbetle çalışma.
irtiya'   Ürkme, korkma.
irtiyab   Duraklama, şüphelenme, tereddüt.
irtiyad   Bir kimseden bir şey isteme.
irtiyah   (Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme. * Rüzgârlanıp rahatlama.
irtiyaz   Riyâzet yapma, nefsine eziyet etme.
irtiza'   (Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul etme. * Beğenme, seçme. ◊ Bir şey eksilme, ziyân görme. ◊ (Rızâ. dan) Memeden süt emme.
irtizah   Biraz bahşiş alma. * Özür dileme.
irtizak   (Rızk. dan) Rızık alma, rızıklanma.
irv   (C.: Arâ) Cemaat, topluluk.
irva   Bolca sulamak. Suya kandırmak. * Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek.
irva ve iska   Sulama, suya kandırma.
irz   Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet. * Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.
irza   Bir kimseyi râzı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak. ◊ Çayırlık, çimenlik. Otu bol olan yer. ◊ Çayırlık. Otluk yer.
irza'   Meme vermek, süt emzirmek veya emzirilmek.
irzâ'   Emzirmek veya emzirilmek.
irzak   Rızıklandırmak, maddi veya mânevi ihtiyacını vermek.
irzal   Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak. * Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.
irzim   Sağlam, sert ve dayanıklı. * Şiddetli toplayıcı.
irziz   Dik ses. * Titreme. * Dolu tânesi.
is   (Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik. * Ses. * Sâhib. Mâlik. * Efendi. ◊ Dumandan hasıl olan siyah madde. Kurum.
iş'a'   Güneş, ışığını dağıtma. Şuâlanma.
is'ab   Güç. Çetin bulmak. Güçleştirmek. Zorlaştırmak.
iş'ab   Ölme, irtihal etme.
is'ad   Yukarı çıkarmak. Yükseltmek. * Mekke-i Mükerreme'ye gitmek. * İnbikten geçirmek. ◊ Yükseltmek, yukarı çıkarmak. * Mekke-i Mükerremeye gitmek. ◊ Mes'ud etmek. More…
is'af   Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek. ◊ Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
iş'al   Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek.
is'ar   Narh koyma, fiat veya pahâ biçme. ◊ Enaniyet ve kibirle surat asma. ◊ Çocuğun diş çıkarması.
iş'ar   Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek.
iş'arat   (İş'ar. C.) Tebliğler, bildirmeler.
is'as   Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak. * Karanlığın açılması. * Bulutun yere yakın olması. * Peşinden gitmek.
işa   (Ağaç) çiçek açma.
isa'   Zenginleştirme veya zenginleştirilme. * Genişletme. ◊ Teselli verip sabra irşad etmek.
işâ'   Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit. * Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman.
işa'   (Bak: Işa)
işaa   Bir haberi yaymak, duyurmak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebeb olmak.
işâân   Akşam ile yatsı.
işaat   (İşâa. C.) Haber yaymalar.
isabe   (C.: Asâib) Cemaat, topluluk. * Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı. * Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.
işabe   Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması.
isabet   Rastlamak. Doğruca varıp erişmek. Doğru düşünmek, matluba uygun iş işlemek. ◊ Ecir, mükâfât, karşılık vermek. * Doldurmak.
isabetkâr   f. Doğru rastlayan. İsabetli.
işade   Çağırmak. Sesini yükseltmek. * Dünyevi matluba yetişmek. * Binayı yükseltmek.
isadet   Avlatmak.
isaet   (Sû'. dan) Kötü iş işlemek. Kötülükte bulunmak. Yaramazlık. ◊ Bir işte ihmal ile zarar verme.
işaeyn   Akşam ile yatsı zamanı. ◊ (Bak: İşâân)
isaf   Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin adı. ◊ Eseflendirmek. Esef vermek. * Hışım ve gadab etmek. Öfkelenmek.
isaga   Kuyumculuk yapma. * Eritilmiş maddeleri kalıba dökme. ◊ Kolaylıkla ve rahatlıkla yutulma. ◊ Kalıba dökme veya dökülme.
isah   (Vesah. dan) Kirletme veya kirletilme.
isaha   Kulak verip dinleme.
işaha   Misvâk kullanma.
isaka   Akıtma. * Arkadan sürme. Sevk etme.
isal   Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek.
isale   Akıtmak, dökmek. * Seyyal kılmak. Cereyan ettirmek.
isalet   Hamle yapmak. * Ulaşmak.
isam   (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık. ◊ Göze çekilen sürme. * Kırba bağı. * Kırba örtüsü. ◊ Günaha sokmak, günaha sokulmak.
isar   Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek, cömertlik, ikrâm. * İhtiyar etmek. * Yumuşatmak. * Dökmek, serpmek. Saçmak. ◊ Keçinin memesine takılan torba, kese. ◊ More…
işar   Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek. ◊ (Aşerâ. C.) On aylık hamile develer. ◊ Birlikte geçinmek. Muâşeret etmek.
işarat   İşaretler.
isare   Koparmak, kaldırmak. * Tozu havaya kaldırmak. ◊ Esir etmek ve gezdirmek. * Bağ, bend. ◊ Çadır kazığı. * Çadır ipi.
isaret   Meylettirmek, eğmek.
işaret   Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek. * Nişan, alâmet, belli bir iz. * Ist: Doğrudan doğruya olmadan, hatırlatma suretiyle verilen emir.
isas   Çok sık ve uzun saç veya bitki.
isase   Zenginlik, servet. * Göz ucuyla bakma. * Cemiyet, topluluk.
isata   Seslenme, ses çıkarma.
isave   Gammazlık, ağız karalığı.
işaya   (Işâ. C.) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar.
isb   Kasık tüyü.
isba'   Tulu etmek, meyletmek.
işba'   Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak. * Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması. * Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı More…
isbah   Seher vakti. Sabah vakti. * Gafil olmamak. Uyanıklık. ◊ (Sebh. den) Yüzdürme, suda yüzdürülme.
isbal   (Sebl. den) Yollama, gönderme veya gönderilme.
isbar   Sabrettirmek.
işbaşi   t. Bir işte çalışanların başı, reisi. * İşe başlama saati.
isbat   Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek. * Sabit ve muhkem kılmak. * Bâki ve pâyidar eylemek. * Delil. Bürhan. More…
isbi'   (C.: Esâbi) Parmak. * Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri. ◊ (Usbu'-Asba'-Asbi') Parmak.
işbu   İşte bu. Bu, şu.
işca'   Yenme, ezme. * Kederlendirme, hüzün verme, üzme.
işcar   (Şecer. den) Ağaç yetiştirme. Ağaçlandırma.
işcaz   Kederlendirme, üzme, hüzün ve gam verme.
isda'   (Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.
isdad   Men'etmek, engel olmak, geri döndürmek.
isdak   Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma.
isdar   (Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme. * Deveyi sudan geri döndürmek. * Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek.
işe   f. Orman, sık ağaçlık. * Câsus, hafiye.
isevî   Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan.
iseviyyet   Hristiyanlık.
isfa'   Arındırılmak. Hâli olmak.
işfa'   (Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma.
işfaf   Üstün tutma.
isfak   Kapıyı örtmek. * El ile bir nesneye erişmek.
işfak   Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme. * Sevme. * Sakınma ve korkma. * Azaltma. * Lütfetme, bağış, ihsan.
isfar   Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı.
isfenc   Sünger.
isfence   (İsfencî) Süngere benzer, sünger biçiminde, süngerimsi.
isfenciye   Süngerler.
isfend   Şarap.
isfendan   f. Beyaz biber tohumu. * Akçaağaç.
isfid   f. Beyaz, ak.
isfirar   Sararmak. Sarı olmak. ◊ (Bak: Isfirar)
isga   (Bak: Sagat)
isga'   Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma. * Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme. * Meyl etmek. * Eksiltmek.
işgal   Zabtetme, istilâ etme. * Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.
isgar   (Sagir. den) Hakir ve hor görme. * Küçültme.
işgene   f. İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk.
işgere   f. Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş.
işgerf   f. Dayanıklı, sağlam, kalın. * Şan, nam, ün, şeref.
işgüç   t. Meşguliyet, vazife, memuriyet.
işgüfe   f. İstifrağ, kusma. * Çiçek.
işguh   f. Yere yıkılış, yüz üstü kapanış.
işgüzar   f. Becerikli, çalışkan. * Kendini göstermek için gerekmezken işe karışan.
isha'   Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması.
işha'   (Şehi. den) İstenileni verme. * Göz dikme, almak isteme. ◊ Ağız açma, ağzını açma.
ishab   Çok söylemek. * Türlü şeylerden renk değiştirmek. * Bir şeye fazla tama' etmek. * Kuyu kazıp suyu bulamamak. * Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi. * Kuzu, anasını emmek. * More…
işhad   Delil getirme, delil olarak gösterme. Şehadet ettirme, şâhid gösterme. * Şehid olma.
ishak (a.s.)   Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. İbrahim (A.S.)ın oğludur. Yakub (A.S.)ın babasıdır.
ishal   Mülâyim ve düz bir yere varmak. * Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.
isham   Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi.
ishan   Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle 'Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden.
ishar   (Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat olma. Damat edinme. * Ulaşmak. * Erimek. ◊ Uyundırma. * Gece uyutmayıp, uyanık durdurma.
işhar   Ün alma, meşhur olma, şöhret kazanma. * Kadın, doğum yapacağı aya girme.
işhas   Fesatçılık ve dedikoduculuk yapma. Çekiştirme. Gıybet etme. ◊ Gitme zamanı gelip çatma. * Tedirgin ve rahatsız etme.
ishat   Darıltma, gücendirme.
işhaz   Keskinleştirme, bileme.
ishîrar   Ot kurumak.
isik   Çukurluk, engebelik. Çukurlu.
isimlik   Tar:  Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası.
işir   (C.: Aşâr) Çanak çömlek parçaları.
işk   (Bak: Aşk)
iska   Su vermek, sulamak. ◊ (Bak: İska)
işka   Sarmaşık adı verilen bir bitki.
işka'   Şikâyet ettirme. * İntikam alma, öç alma. * Darıltma, gücendirme. ◊ Şaki ve bedbaht eylemek.
iskab   Ateş yakma.
iskaça   Gemi direğinin ayaklığı.
iskal   Ağır bir şey yüklemek.
işkâl   Güçleştirme, müşkilleştirme. * Zorlaştırma. * Şüpheli ve karışık olma.
iskalara   Gemi arması merdiveni. * Harp gemilerinin sol taraflarındaki merasim merdiveni.
iskalariya   Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.
iskalarya   ing. Çarmıkların halat basamakları.
işkampaviya   İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve More…
iskân   Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak. * Sâkin.
iskandil   ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet. * Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.
iskaparma   İtl. Bir gemiyi toptan kiralama.
iskar   (Sekir. den) Sekir verme, sarhoş etme.
işkâr   f. Av. * Avlama.
iskarça   İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi.
iskarlat   İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri More…
iskarmoz   Gemilerin kaburgalarını teşkil eden eğri ağaçlar. * Kayıklarda kürek takılıp çekilen ağaç çiviye de bu ad verilir. ◊ Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara More…
iskarpin   Fr. Konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı. Alafranga hafif kundura.
iskarso   İtl. Yelkenleri doldurur dik rüzgâr. * Geminin götürü olarak kiralanması.
iskarta   Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal.
iskat   Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak. * Silmek. * Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka. ◊ (Bak: Iskat)
iskât   Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak. * Kandırmak, râzı etmek.
iskele   Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal. * Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer. * Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına More…
iskelet   Fr. Vücudun kemik çatısı.
işkembe   f. Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. * Karın.
işkence   F. Eziyet, azab.
iskendan   f. Kilit.
iskender   (M. Ö. 356-323) Aristo'dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumi de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır. (Bak: Zülkarneyn)
iskerek   f. Hıçkırık.
işkeste   f. Kırık, bitik. Kırılmış.
iskete   Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş.
işkî   İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.
işkil   f. Şüphe, vesvese. Vehimlenmek. * Hile, tezvir. * Sağ ön ayağı ve sol arka ayağı beyaz olan at.
iskiz   (İskize) f. Hayvanın sıçrayıp kıç atması. * Hayvanın ürkerek attığı çifte.
iskolastik   (Bak: Skolastik)
iskona   İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli harp gemilerine verilen addı.
iskonto   (Bak: Tenzilât)
iskota   İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip.
işküfe   f. Çiçek.
iskuna   ing. İki direkli bir nevi yelkenli gemi.
işkünc   f. Çimdik.
isla'   Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak. ◊ Teselli verme, avutma.
islab   Giderme, selbetme. Kapıp götürme.
islac   Kara tutulma. Karlı olma.
islaf   Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş. * Tarlayı aktarmak.
islah   İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. S.) ◊ (Bak: Islah)
islahat   Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler.
islahatperver   Islahat taraftarı, ıslahatı seven.
islahen   Islah ederek, düzelterek.
islahhane   Tar:  San'at mekteblerine önceleri verilen isim. * Islah evi.
islahî   (Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı.
islahpezir   Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti olan.
islak   (Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma. * Yola getirme. * Diziye geçirme. * Mesleğe sokma, sokulma.
islal   (Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma. * Verem etme, verem uğratma.
islâm   (Selâm. dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslimiyet. Din. * Ist: Hz. Muhammed'in (A.S.M.), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği din.
islambol   Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı.
islamî   İslâm dinine mensub, İslâm ile alâkalı.
islamiyan   f. İslâmlar.
islamiyet   'İslâmlık. * İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır.(İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü More…
islas   Üçe bölme. Üç aded yapma.
islav   Fr. Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim.
işlek   t. Çok işler, fazlaca işlenen. * Tecrübeli, idmanlı, alışık.
islî'   Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan.
islihmam   Ayak üstüne durmak.
islim   (Bak: İstim)
islît   Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç.
ism   (İsim) Ad, nâm. * Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız. * Man: Tam.
isma   Yükseltmek. * İsim koymak.
isma'   İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak.
ismah   Cömert ve eli açık olma. * İtâatli ve bağlı etme.
ismam   Şişenin ağzını tıkama. * Sağırlaştırma, duymaz hâle getirme. ◊ Sona erdirme, bitirme, tamamlama.
işmam   Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek. * Kibirden dolayı başı dik yürümek. * Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden More…
ismar   (Semere. den) Meyve ve semere vermek, fayda vermek. ◊ Mıhlama, çivileme.
işmar   Göz kırpma, işaret.
ismarlama   Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan.
ismat  'Susturma, sükut ettirme. * Men'etmek. * Tecvidde: Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men'.
ismen   Sadece isimle, gerçekten olmayan.
ismet   'Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk. * Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir More…
ismetlü   Tar:  Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi.
ismetmeâb   İsmetlü. Günahsız. Haramdan ve nâmusa dokunur hâllerden çekinen.
ismetpenah   İsmetlü, ismetmeâb.
ismî   '(İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden. * Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep More…
ismî ve sifatî   İsme ve sıfata ait.
ismi'lal   Muhkem olmak, sağlam olmak. * Otların birbirine dolaşmaları.
işmi'zaz   Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme. * Titreyip ürperme.
ismid   Sürme taşı. * Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme.
ismirar   (Semrâ. dan) Esmerleşme, kara olma, kararma.
ismiyyet   İsim olma hâli, isimlilik.
isna   Yukarı kaldırmak, yükseltmek. * Değerini yükseltme. * Ateş alevinin yükselmesi. * Bir sene bir yerde kalmak. ◊ Medih ve senâ etmek, sitâyişte bulunmak. * Şükretmek.
isna aşer   Oniki.
isna'   Yardım etme, yardımda bulunma.
isnad   Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi More…
isnadat   (İsnad. C.) İsnadlar. Bir kimseye yükletilenler, nisbet edilenler.
isnadî   İsnad etmekle alâkalı.
isnadiyyat   İsnad ile ilgili düşünceler. * Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.
isnaf   Yel ve toz savurma.
isnak   Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması.
isnakat   El darlığı. * Men'etmek, engel olmak.
isnam   Ateşin alevi büyüme. * Duman ve toz havaya çıkma.
isnan   Israr etme, inat etme, ayak direme. * Gücenme, darılma. * Gururlanma, kibirlenme. ◊ (Sinn) Yaşlanmak. İhtiyarlamak. * Diş çıkarmak. ◊ İki. * Pazartesi.
isnevî   İki ile alâkalı. * Pazartesi günü ile alâkalı. * Her pazartesi günleri oruç tutan kimse.
isneyn   İki. (2) * Pazartesi günü.
isneyniyyet   İkilik, ikiden ibaret olma.
işnuşe   f. Aksırık.
ispah   (İspeh) f. Asker, nefer, er.
ispanyol   İspanyalı.
isparçana   Halatın üzerine sarılmış olan ip. * Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri.
isparçene   İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip. * Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri.
isparmaca   Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması.
ispavli   Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.
ispazmoz   Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme.
ispehbed   f. Başbuğ, hükümdar, hâkan, kağan.
ispenah   f. Ispanak.
isper   f. Savaş âletlerinden kalkan.
ispergam   f. Fesleğen çiçeği. * Gül. * Yeşillik.
isperhem   f. Fesleğen.
isperlos   f. Saray, konak, kâşâne.
ispid   f. Ak, beyaz.
ispidkâr   f. Kalaycı.
işpihte   f. Su sızıntısı. * Yayılmış, saçılmış.
ispir   Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı. * Zabıta memuru. * Beyaz doğan kuşu.
ispiralya   İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük kaporta.
işporta   (Arnavutça) Seyyar satıcı tezgahı. * Yayvan yemiş sepeti.
isr   Ahd. Sözleşme. Yemin. * Kulakta küpe deliği. * Şiddetli ahkâm ve teklifler. * Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ. ◊ Alâmet. Nişane. * Ayak izi. * Yol. Meslek. * Başlamak ve More…
isrâ   Yürütmek, göndermek. * Gece seferi yapmak. * İrsâl etmek.
isrâ suresi   Kur'an-ı Kerim'de 17. Suredir. Mekkidir.
isra'   Hızlandırmak. Sür'atlendirmek. * Geri döndürmek. Göndermek.
işrab   (Şürb. den) İçirme veya içirilme. * Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.
israc   (Sirac. dan) Yakma, yandırma.
israf   Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak.
işraf   Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama. * (Hasta) ölüm döşeğinde olma.
israfat   (İsrâf. C.) İsrâflar, lüzumsuz yere harcamalar.
israfil   Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike)
israh   Medet yetişmek, yardım gelmek.
israil   Hz. Yakub'un (A.S.) lâkabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî İsrail denmiştir. İsrail oğulları, Yahudiler.
israiliyat   Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.
işrak   Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. * Güneşlik yere dahil olmak. * Mc: Kalbe mânaların doğması. ◊ Allah'a şerik koşma. Allah'tan başkasından medet bekleme.
işrakî   Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri.
işrakiyye   İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği. (Bak: Akl-ı evvel)
işrakiyyun   İşrakiyye felsefesi ile iştigal eden ve ehl-i şirk olan feylesoflar. (Bak: Akl-ı evvel)
isram   Derviş olmak.
israr   Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek. ◊ (Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi More…
işret   İçki. Alkollü meşrubat. * İçki içme. Alkollü içki kullanma.
işretgâh   f. İşret edip içki içilecek yer.
işrethane   f. İşret yapmaya mahsus yer. Meyhane. * Mc: Bu dünya.
işretkede   f. İşret yeri. İşrethane.
işretsaz   f. İşret eden, içki içen.
işrîn   (İşrûn) Yirmi. (20)
işrirak   Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme.
işsa   (Teşsi') Ayakkabısına tasma takma, kayış geçirme.
istabl   Ahır.
istade   f. Ayakta durmuş.
istaflîn   Havuç.
istah   f. Budak, taze filiz.
istahar   Havuz, küçük göl. Su birikintisi.
istam   Kepçe.
istar   Yüzletme, astar çekme. * (C.: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü. * Dört tane. * Dört veya dört buçuk miskal. ◊ (Satr. dan) Yazı yazma.
istare   Perde, zar. ◊ f. Yıldız.
istasyon   Fr. Demiryolu durağı.
iştat   Adaletsizlik edip hükümde zulmetme. ◊ Dağıtma veya dağıtılma.
istatistik   Fr. Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim.
istebrak   İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş.
iştek   f. Çocuk kundağı.
istel   f. Göl.
istem   Zulüm ve sitem.
istenbe   f. Cesur, yiğit, bahadır, kahraman. * Çirkin. * Kâbus.
isti'bad   Köle edinmek, esir almak.
isti'bar   İbret alma, ders alma. * Rüya tabir ettirme.
isti'cab   (Aceb. den) Şaşma, taaccüb etme, hayrette kalma.
isti'cal   Acele olmasını istemek. Acele etmek.
isti'da   Medet, yardım istemek.
isti'dad   Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri. More…
isti'dad-şure   f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti. ◊ f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti.
isti'dadat   (İsti'dad. C.) İstidadlar, kabiliyetler, yetenekler.
isti'fa   Affını, azlini, bağışlanmasını istemek. * Kendisinin memuriyetten affını taleb etmek.
isti'faf   Kötü şeylerden çekilmek. * İffetlilik iddia etmek.
isti'kab   Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak.
isti'kaf   Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme.
isti'la   (Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak. * Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir. More…
isti'lac   (İlâc. dan) İlaç isteme.
isti'lam   (İlm. den) Bilgi edinmek için yüksek bir makamdan alt makama sorulma. * Yazı ile bilgi isteme.
isti'lan   (İlân. dan) İlânını isteme.
isti'mal   (Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak.
isti'malat   (İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar. ◊ (İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar.
isti'mar   Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke yapmak, sömürgeleştirmek. İstimlak etmek. ◊ Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke More…
isti'nad   İnatlaşma, inat yapma. Muannidlik.
isti'rab   Sonradan Araplara dâhil olmak, araplaşmak.
isti'rak   Terlemek için yatma.
isti'şa   Ateş ışığıyla yol yürüme.
isti'sa'   (İsyan. dan) İsyan etme. Anarşistlik ve zorbalık yapma.
isti'sab   İğrenme, tiksinme.
isti'sam   İsmetli olmayı istemek. Temizlik istemek. Günah ve ayıplardan temiz olmak.
isti'sar   Seçme, ayırma, intihab etme. * Seçip benimseme. ◊ Bir işin güç olmasını arzulama. ◊ Esir olma veya esir etme.
isti'ta   (Atâ. dan) Bahşiş istemek. Atiyye istemek.
isti'tab   Kendinden razı, hoşnut etme.
isti'taf   Yardım taleb etme. * Acımayı isteme.
isti'tafkârane   f. Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde.
isti'zab   Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek.
isti'zam   Büyük tutmak ve büyük tanımak. * Gururlanmak. Kibirlenmek.
isti'zar   Özür ve afv dileme.
istiab   İçine almak. * Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek. * Tutulmak. Zapteylemek.
istiad   Yükseğe çıkma, terfi etme.
istiade   Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme. * Yeniden canlanma. * Âdet edinme.
iştial   Tutuşma. Parlama. Alevlenme. * Mc: Şiddetlenme.
iştialât   (İştial. C.) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar. * Mc: Şiddetlenmeler.
istianat   (İstiane. C.) İstianeler, yalvarmalar.
istiane   Duâ. Yardım istemek. İane istemek.
istiare   'Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak. * Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil More…
istiaza   Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek.
istiaze   Euzü besmele okuyarak Allah'a sığınmak.
istib'ad   Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme. * Yakıştırmayış.
istib'al   Kadını nikâh ile alma.
istibaa   Bir şeyi kendine sattırmağa uğraşma.
istibab   Dökülme. * Damardan kan fışkırması.
istibag   Boyanma.
iştibah   Şüphelenmek. Şüphe etmek. * Kolay fark olunmaz derecede benzemek.
istibaha(t)   Mübah ve helâl sayma. * Bir çok kimsenin kanını dökmeğe izin verme.
istibak   Yarış etme, yarışma.
iştibak   (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek. * Karşılıklı birbirine geçmek. * Perişanlık. * Zâhir olmak. * Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.
istibal   Havanın fenalığı ve sıkıcı olması. * (Kendine) idrar döktürme.
istibane   Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma.
istibar   Sabretmek. * Kısas almak. ◊ Yoklama, muayene etme.
istibda   (İstibra') Ayırmak. Uzak etmek. * Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek. * Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat More…
istibda'   Bedi' ve güzel bulma.
istibdad   Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. * Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara More…
istibdadkârane   f. İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan idare eder surette.
istibdal   (Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek. * Bir vakfı mülk ile mübadele etmek. * Birşey verip yerine başka şey istemek. * Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.
istibga'   İş için yardım isteme.
istibhac   (Behcet. den) Yüzü gülme, sevinme, mesrur olma.
istibhal   Azad etme. Azad olma, serbest bırakılma.
istibham   Karışık ve belirsiz olma. * Ses çıkarmama, susma.
istibhar   Çok geniş bilgiye sahib olma. * Deniz gibi büyük ve geniş olma.
istibhas   Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme.
istibka   Devâmını istemek. Bâki ve dâim kılmak.
istibkâ   Ağlatmak. Ağlamayı istemek.
istibra   (Bak: İstibda)
istibraz   Meydana çıkarmak, açığa vurmak.
istibsar   Basiretli olmak. Düşünceli, hesaplı ve dikkatli iş yapmak ve hareket etmek.
istibşar   Müjde almak. Hayırlı, iyi haber iyi sevinmek.İSTİBTA': Ağır ağır hareket etme. * Gecikme, geç kalma.
istibsas   Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma.
istibtan   Gizliliğe, bir kimsenin iç işlerine vakıf olmak.
istibvar   Hırslanma, hiddetlenme, kızma, öfkelenme.
isticab   Vâcib olmak. Hak etmek.
isticabe   (İsticâbet) Duânın Allah tarafından kabul olunması.
isticade   İhsan ve bahşiş isteme.
istical   Sonraya bırakılmasını istemek.
isticar   Kiralamak. Kiraya vermek.
işticar   Zıdlaşma. * Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma.
isticare   (Cevr. den) Yardım ve korunma isteme. * Sığınak isteme.
isticaze   (Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme. * Sunulan bir manzume için câize, yani para isteme.
isticbar   (Cebr. den) Zorlama, cebretme. Baskı yapma. Zoraki yaptırma.
isticdad   Yenileme. Yeniden yapma.
istichal   (Cehl. den) Câhil sayma.
isticlab   (Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma. * Fls: Uyandırma.
isticnas   (Cins. den) Cinsine benzetme.
isticvab   Cevab istemek. Sorguya çekmek. * Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek.
isticvabname   f. Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt.
istid'a   Rica ile istemek. Davet etmek. * Bir işi için resmî bir daireye verilen ve istek bildiren kâğıt. Dilekçe.
istid'a-name   f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı. ◊ f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı.
istida'   (Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir malı emaneten bir yere bırakmak. ◊ El uzatma.
istidad   Alışma, ünsiyet etme. * Doğrulma.
iştidad   (Şiddet. den) Şiddetlenme. * Sertleşme, katılaşma. * Büyüme. Artma, çoğalma, ziyâdeleşme.
istidam   İki şeyin birbirine şiddetli çarpması.
istidame   (Devam. dan) Bir halin devamını isteme. Bir şeyin devamını arzu etme.
istidane   (Deyn. den) Borç alma, alınma. Ödünç alma.
istidare   (Devr. den) Dönme, dolaşma. * Daire biçimine girme, yuvarlak olma.
istidarî   Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan.
istidbar   (İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek. * Geri geri gitmek. * Bir kimsenin peşinden gitmek.
istidhak   (Dıhk. den) Alaya alma, eğlenme.
istidkak   İncelemek, dakik olmak.
istidlal   Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. ◊ (Dalâl. den) İman ve İslâmiyet yolundan More…
istidlalat   (İstidlal. C.) İstidlaller. Muhakemeler.
istidlalen   İstidlal suretiyle, delil ile.
istidrac   Derece derece yükselmeyi isteyiş.
istidracî   İstidraca ait, istidrac cinsinden.
istidrak   Nâil olmak, ulaşmak, varmak. * Anlamak. * Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak.
istif   İtl. Muntazam yığın. Sıralanmış eşya. Yığma. Nizam. Sıra. Dizi.
istifa   Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. * Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek. * Seçmek. Ayıklamak. ◊ Alacağını borçludan tamam olarak almak. * Kabz-ı ruh etmek.
iştifa'   İyi olma, şifa bulma.
istifa-gerde   f. Seçilen. Seçilmiş bulunan.
istifade   Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak. * Anlayıp öğrenmek. * Tahsil etmek.
istifaf   Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama.
istifaka   Hastalıktan kurtulup iyileşme. * Sarhoşluktan ayılma.
istifale   Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler  'Müsta'liye' harflerinin zıddıdır. Bu harfler.
istifaname   f. Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı.
istifaza   Feyz alma, feyz bulma, feyizlenme. İlim, irfan ve mânevi zenginlik kazanma.
istifham   Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak. * Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, More…
istifham edatlari   Gr: AraPçada - E, men, keyfe, ma.
istifhamat  (İstifham. C.) İstifhamlar, sualler, sormalar.
istifhamî   İstifhama ait, sormağa dair.
istifkad   (Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma.
istiflah   Felah bulma, kurtulma. Maksada ulaşma.
istifna   Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak.
istifnan   Cins cins ayırma. Mâhirane bölme.
istifra'   Başlama.
istifrad   Ayırma, tek tek yapma. * Yalnız tek başına.
istifrag   (Ferag. dan) Kusma. Kay. * Mümkün olanı sarfetmek.
istifrak   Farkettirmek, ayırdetmeği istemek.
istifrar   Firar etme, gizlice kaçma, savuşma.
istifraş   Yataklık yapma. Odalık alma. Yatağa alıp beraber yatma. * Haremi ile beraber yatma.
istifraz   Ayırıp tefrik etme.
istifsad   (Fesâd. dan) Bir şeyin bozulmasını arzulama, fesâdını isteme.
istifsar   İfade isteme. Sorma. Sorup anlama.
istifta   Fetva istemek. Şeriata ait bir mes'ele hakkında salâhiyetli zatlardan hakikati öğrenmek. (Bak: Fetva)
istiftah   Siftah etmek. Başlamak. Açmak.
istifzal   Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme.
iştigal   Bir iş işlemek. Uğraşmak. Çalışmak. Meşgul olmak.
iştigalat   (İştigal. C.) Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar.
istigase   Medet isteyiş. Yardım istemek.
istigbar   (Gubar. dan) Tozlaşma.
istiğfar   (Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. ' Estağfirullâh' demek.
istiglab   Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme.
istiglak   Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme.
istiglal   (Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi.
istiğlalen   Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle.
istiglaz   Bir şeyi galiz saymak, galiz bilmek. * Satın almaktan vazgeçmek.
istigmam   Sarmak, sarılmak.
istigna   Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür More…
istignam   Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak.
istigrab   Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür.
istigrak   Gark olmak, dalmak. * Dalgınlık. * Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek. * Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî.
istigrakkâr   f. Kendinden geçen, dalgın, müstağrak. Dalgın halde olan.
istigşa'   Bürünme, örtünme.
istigşaş   Nasihat edip öğüt veren ve doğru söyleyen kimseyi düşman sanmak.
istigzab   Öfkelendirme, kızdırma, gazaba getirme, hiddet ettirme.
iştiha   Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu. * Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla isteklilik.
istiha'   Tıraş etme veya ettirme.
iştiha-engiz   f. İştiha açıcı, iştah verici.
istihab   (Hibe. den) Hibe ve hediye olarak isteme. Bağış olarak arzulama. ◊ Saklama, gizleme. * Dostluk kurma. * Konuşma, musâhabe etme.
iştihab   Ağarma, beyazlama, kırlaşma.
istihal   Müstehak olmak, bir şeye ehil olmak. * Kolaylık elde etmek.
istihalat   (İstihale. C.) Değişmeler, başkalaşmalar.
istihale   Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak. * Mümkün olmayış, imkânsızlık.
istiham   Ayak üstüne dikili durmak. ◊ Ok ile fala bakma.
istihane   Hor ve hakir görme.
istihar   Geri bırakılma, geri kalma.
iştihar   Meşhur olma. Tanınma. Ün alma.
istihare   Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek. * Hayırlı olmayı istemek. * Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. * Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere More…
istihase   Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.
istihbab   Bir şeyi iyi ve güzel addetmek. * Dost edinme. * Müstehab etmek ve olmak.
istihbaben   Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak.
istihbar   Haber sormak, haber almayı istemek.
istihbarat   Duyulup öğrenilenler. Alınan haberler. * Haber toplama merkezi.
istihcan   (Hücnet. den) Kötü görme, çirkin sayma, ayıplama.
istihda'   (Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek.
istihdaf   Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek istenilen netice ve gaye.
istihdam   Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek. * Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: 'Avcınızın attığı da, sözleri de saçma…
istihdar   (İstihzar) Hazırlama.
istihdas   Bir şeyi sonradan ve yeniden elde etmek.
istihfa'   Gizlenme, saklanma.
istihfaf   Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek.
istihfafkâr   f. Ehemmiyet vermeyerek. Küçümsemek suretiyle. Tahfif ve tahkir ederek.
istihfafkârane   f. Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek.
istihfaz   Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek.
istihkak   Kazanılan şey, hak edilen. * Hakkını almak. Hakkını istemek.
istihkâm   Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak. * Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
istihkâmat  (İstihkâm. C.) İstihkâmlar. * Siperler.
istihkar   Hakaret etmek. Küçük görmek. * Hakir görülmek. Hor bakılmak.
istihla   Tatlı olmak. * Tatlılık istemek.
istihlab   Tırmalama.
istihlaf   Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek.
istihlâk   Boş yere harcamak. * Yeyip bitirmek. * Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak.
istihlâkat   (İstihlâk. C.) Yenilip içilen şeyler. * Harcamalar.
istihlal   Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi. * Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi. * Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi. * Çocuğun doğar More…
istihlas   (Hulus. dan) Bir şeyi elde etmeğe çalışma. * Kurtarma veya kurtarılma.
istihma'   Himâye isteme, korunma arzulama.
istihmak   Ahmaklık gösterme, salaklık yapma.
istihmal   Havâle etme, havâle edilme. * Yükleme, yükletme.
istihmam   Bir kimse, bağlı olduğu cemâate ait işler için her türlü sıkıntıya düşme. * Ehemmiyet verme. ◊ Hamama girme, yıkanma.
istihrab   Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma.
istihrac   Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. (Bak: Tahric) More…
istihracat   (İstihrac. C.) İstihraclar.
istihsad   Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme.
istihsal   Hasıl etmek. Husule getirmek. Elde etmek. Üretmek.
istihsalat   (İstihsal. C.) Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi faaliyet merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler.
istihsan   Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek. ◊ Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak. * Sağlam bir yere kapanmak.
istihsanen   Beğenerek, istihsan ederek.
istihsar   Usanmak, fütur getirmek, bıkmak.
istihşaş   Zevklenme, eğlenme.
istihva   Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.
istihvaz   Zafer kazanma, muzaffer ve muvaffak olma, galib gelme.
istihya   Utanma, haya etme. * Diriltme, yaşatma.
istihza   Alay etmek, birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.
istihza'   (İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak.
istihzar   Huzura gelme, hazır etme, huzura dâvet etme. * Hazırlama, bir şeyi hatıra getirme. * Konferans verecek olan hatiplerin okumak ve araştırmak suretiyle evvelce hazırlanması.
istihzarat   (İstihzâr. C.) Hazırlıklar.
istika'   (Saky. den) Su isteme. İçmek için su alma. * Kendini zorlıyarak ve sun'i olarak kusma. ◊ Olacak veya vuku bulacak diye endişelenme.
iştikâ'   (Şekva. dan) Şikâyet etme, şekvada bulunma.
istikad   Yakma, ateşi tutuşturma.
istikade   Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme.
istikak   Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları. ◊ Tokuşmak.
iştikak   Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri. * Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak. * Edb: Aynı kökten türemiş olan More…
istikamet   Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek. * Allah'a kulluk etmek. * Bir More…
istikan   Şüphesiz ve zansız olmak.
istikâne   (İstikânet) Alçaklık etmek. * Zillet ve meskenet göstermek. * Tevazu göstermek.
istikâre   Hızlı hızlı yürüme. * Yükleri sırtına yükleyip götürme.
istikaz   Uykudan uyanmak.
istikbah   (Kabih. den) Çirkin görme, ayıplama, kabih sayma.
istikbal   Ati, gelecek zaman. * Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.
istikbal-bîn   f. Geleceği bilen ve gören.
istikbalen   Karşılayarak, karşılamak üzere. * Gelecek zamanda, ilerde.
istikbalî   Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub.
istikbaliyye   Edb: Yeni gelen bir kimsenin karşılanması sebebiyle yazılan manzume.
istikbar   (Kibr. den) Önemseme, ehemmiyet verme. * Kibir, gurur, enaniyet. Kendini büyük görme, mağrurluk.
istikdam   Önde bulunma, öne geçme. * Çok ayaklı olma. Ayaklarının adedi fazla olma.
istikdar   Cenab-ı Allah'dan (C.C.) hayırlı şeylerin olmasını isteme.
istikfa   Yetinme, kâfi bulma, yeter sayma. Mevcud olan ile iktifâ etme. ◊ Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma.
istikfaf   (Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma. * Yetişme. * Dilenci gibi el uzatma.
istikfal   Çekmecede, kasada veya kilitli bir yerde bulundurma. ◊ (Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme.
istikla   Te'hir etme. Sonraya bırakma. * Alıkoyma, mâni olma, engel olma. * Veresiye alma, borç olarak alma.
istiklâl   (Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş. * Az bulma, kâfi görmeme. * Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma. More…
istiklâlcu   f. İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan.
istiklâliyet   İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma.
istikmal   Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.
istiknah   (Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma.
istiknan   Gizlenme, saklanma.
istikra'   Gezmek, dolaşmak, etraflı bilgi edinmek. ◊ Kiralamak, kiraya vermek.
istikrab   Yaklaştırma, yakınlaştırma. * Akraba olma.
istikrah   Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek.
istikraî   Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile.
istikram   Kerem ve lütuf isteme.
istikrar   Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek. ◊ (Tekrar. dan) Tekrarlatmak.
istikraz   Borçlanmak. Ödünç almak. Borç almak.
istikrazat   (İstikraz. C.) Ödünç para almalar, borçlanmalar.
istiksa   Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma. * Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma.
istiksab   Kazanma, kesbetme.
istikşaf   (C: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma. * Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.
istiksam   Yemin teklif etme. * Bölüşme, taksim etme, paylaşma.
istiksar   (Kesret. den) Çok görme, çok görünme. Çoğumsama, çoğumsanma. * Çokluğu isteme. ◊ (Kasr. dan) Kısma. Bir şeyin kısaltılmasını isteme.
istiksas   (Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme.
istiktab   Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme. * Yazısını kontrol etmek için bir kimseye bir kaç satır yazı yazdırma. ◊ (Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba More…
istiktal   Ölümden korkmayarak kendini tehlikeye atma. Tehlikeli işlere yiğitçe atılma.
istiktam   Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma.
istiktar   (Katr. den) Damıtma. Damla damla akıtma. ◊ Damla damla akıtma, damlatma.
istikvas   Kavislenme, kıvrılma, yay gibi eğilme.
istikya   (Kayy. den) Kusma, istifrağ etme.
istikzar   Çirkin, pis ve kötü görmek.
istila   (Vely. den) Kaplamak, yayılmak. * Ele geçirmek. İşgal etmek. * Meydanın sonuna erişmek. * Basmak. Galebe etmek. ◊ Ateşte ısınma.
istilab   (Selb. den) Kapma, kapıp alma, selbetme.
istilac   İçilecek şeylerden pek çok içme.
istilad   Doğurtma. Çocuk isteme.
istiladî   Doğurtucu.
istilah   Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin More…
istilahat   Istılahlar. İlmî tabirler.
istilahî   Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik.
istilal   Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma.
istilam   Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme. * Kâbeyi tavaf esnasında Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak, okşamak. ◊ Kesme, koparma.
istilane   Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak.
istilbas   Geç kalma, gecikme.
istilhak   İlhâk olmağa, katışmağa çalışma.
istilka'   Arka üstü yatarak uyuma.
istilzam   Lüzumlu olmak. Gerektirmek. Lâzım addetmek. İcâbettirmek.
istilzaz   Hoşa gitmek, lezzet almak.
istim   Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu, buhar. ◊ f. Cerahat. Yara.
istima   Birisinin ziyaretine gitmek.
istima'   (Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek.
istimaha   Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek.
iştimal   İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak.
istimale   Avutmak. Meylettirmek. Cezbettirmek. * Gönül almak. Çok mal sahibi olmak.
iştimam   Gereği gibi koklamak. Koku duymak.
istiman   Aman dilemek, himaye istemek. * Teslim olmak.
istimare   ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri. * Baha biçme.
istimaze   Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma.
istimbat   (Bak: İstinbat)
istimbot   ing. Küçük vapur, çatana.
istimdad   Medet ve yardım istemek.
istimhal   (Mehl. den) Zaman isteme, mühlet isteme.
istimla   Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak.
istimlak   İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi. * Mülk More…
istimlal   (Melâl. den) Can sıkılıp usanma, melâl getirme.
istimnan   İhsan isteme.
istimrar   Devam. Sürüp gitmek. * Kavi ve dâim olmak.
istimrarî   İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş.
istimsak   (İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma.
istimsal   Misal edinmek. Örnek tutmak.
istimta'   (Temettü. den) Faydalanma, menfaati olma.
istimtar   Yağmur dileme.
istimzac   Uyuşmak. Beraber karışmak. * Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak. * Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.
iştin   Toprak kandili. ◊ Toprak kandil.
istina'   Seçme, intihab, ayırma. * Adam seçme. * İyilik etmek. * İş işletmek.
istinaa   Yürüyüşte bir kimseyi geçme.
istinabe   Niyabet istemek. * Huk.:Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme More…
istinad   Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek.
istinaden   İstinad ederek. Dayanarak, güvenerek.
istinadgâh   f. Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse.
istinadgerde   İstinad edilmiş. Kendine güvenilmiş veya dayanılmış.
istinadî   İstinad etmekle alâkalı.
istinaf   Baştan başlamak. Yeniden başlamak. * Gr: Sözün başlangıcı. * Huk.:Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi More…
istinafen   İstinaf yolu ile.
istinahe   Yaygarayı basma. * Ağlamak isteme. * Kurdun uluması.
istiname   Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma.
istinan   Misvâk kullanma. Dişleri temizleme. (Misvâk kullanmak, sünnet-i seniyyedendir.)
istinare   Parlatmak. Parlak ve aydınlıklı olmak. * Ateş istemek.
istinas   Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.
istinase   Bir kimseyi beraber götürme. * Depretme.
istinba   Haber sormak. Haber istemek. * Vâkıf olmak. Bilmek.
istinbat   Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak. * Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana More…
istinca   'Birisinden maksadını istihsal etmek. * İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri.
istincad   Yardım isteme.
istincah   İşinin olmasını isteme.
istincas   Bulaşma veya bulaştırma.
istinfad   Bir şeyden bıkkınlık gelme, usanma. * Bir şeyi tüketme, harcama.
istinfak   Malı harcıyarak tüketme. * Nafaka peydâ etme.
istinfar   Ürküp dağılma.
istinfaz   Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.
istinga   İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda.
istinhac   Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme.
istinhas   Haberi iyice inceleme.
istinhaz   Bir kimseye bir iş için kımıldamamasını emretme.
istinka   Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak.
istinkâf   Kabul etmemek. Çekimser kalmak.
istinkâh   (Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme. ◊ Araştırma. Ağız koklama.
istinkâr   Bilmemezlikten gelmek. * İnkâr etmek. * Bilmediği bir şeyi sormak.
istinkas   Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma.
istinkaş   Nakşetme, nakşedilmesini isteme.
istinşa   Güzel koku koklama. * Haber, havâdis araştırma.
istinsa'   Veresiye isteme. * Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme.
istinsab   (Neseb. den) Soyu bildirme. Soy dâvâsı gütme.
istinşad   (Neşd. den) Bir kimseden şiir okumasını isteme. * Birine manzume okutma.
istinsaf   Alacağını alma. Hakkını tamâmen alma, ödeşme.
istinsah   (Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek. * Silinmesini ve iptalini istemek. ◊ (Nush. dan) Nasihat alma. Öğüt isteme.
istinşak   Abdest veyâ gusül esnâsında burun'a (üç defa) su çekmek. * Şiddetle koklamak, koklatmak.
istinsar   Burna su veya başka bir ilâç çekip temizleme. * Püskürme. ◊ (Nasr. dan) Yardım isteme.
istinsaren   Arka çıkarak. * Yardım ümid ederek.
istintac   Netice almak. Netice çıkarmak.
istintak   Söyletmek. * Huk.:Sorguya çekmek. Maznundan işlediği fiile dâir ifade almak.
istintaknâme   Huk: Sorguya çekilen kimsenin ifâdesinin yazıldığı kâğıt.
istinzal   Tenzil etmek. İndirmek. * İnmesini istemek.
istir'a   Riâyet isteme.
iştira   Satın almak. Mübayaa etmek.
istira'   İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma. * Çakmak taşında ateş çıkartma.
istirab   (Bak: Iztırab)
istirabe   Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma.
istirah   Yardım isteme, istimdat.
istirahat   Dinlenmek. Rahatlamak.
istirak   Sirkat etmek. Çalmak. Hırsızlık etmek.
iştirak   Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak. * Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: 'Ayn' kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir.
iştirakî   Ortaklığa ait, ortaklıkla alâkalı. * Komünist.
iştirakiyye   Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik.
iştirakiyyun   Komünist sosyalistler.
istiram   Hürmet etme, saygı gösterme.
iştirat   (Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma.
istirbah   (Rıbh. den) Fâize para yatırma, fazla faizle verme.
istirca   (Recâ. dan) Yalvarma, dileme, rica etme.
istirca'   Geri dönmek. Dönmeği arzulamak. * İlm-i Hâlde: Bir cenaze gördüğü zaMan:  diye söylemek.
istirda'   Çocuk emzirtme.
istirdad   Geri almak. Geri almayı istemek.
istirdaf   Beraber olmayı istemek, beraber gitmeği arzu etmek.
istirfa'   (Ref'. den) Yapılmasını arzulama. * Yukarı kaldırılmasını isteme.
istirfad   Yardım isteme.
istirfah   (Refh. den) Refah, rahatlık ve bolluk isteme. * Rahatlık ve bolluk içinde bulunma.
istirha'   (Rehavet. den) Gevşeme, uyuşma, tembelleşme, rehavet gelme.
istirhab   Korkutma veya korkutulma.
istirham   Merhamet istemek. Yalvarmak. * İzin istemek. Rica etmek.
istirhamat  (İstirhâm. C.) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler.
istirhamname   f. Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub.
istirhan   (Rehn. den) Rehin alma veya rehin alınma.
istirhas   Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma.
istirkab   (Rekabet. den) Çekememe, rekabet yapma.
istirkak   (Rıkk. dan) Harbde düşman tarafından esir alma. * Köle edinme, bir kimseyi kendine köle olarak alma.
istirşa'   Bir işi yapmak için bir şey isteme. * Rüşvet isteme.
istirşad   (Reşad. dan) Hak yoluna gitmek isteme.
istirvah   Rahatlama, istirahat etme. * Şiddetle koklama.
istirzak   (Rızk. dan) Rızk ve nafaka elde etmek için çalışma.
istirzal   (Rezalet. den) Rezil sayma. Kepaze, bayağı ve aşağılık görme.
istis'ab   Zor addetmek. Güç saymak. * Güçlük çekmek.
istis'ad   (Sa'd. dan) Uğurlu sayma. Mes'ud nazarıyla bakma.
istis'al   (Suâl. den) Soruşturma, tahkik etme, araştırma.
istiş'ar   Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek. * Kullanmak. * Ürkmek.
istiş'arat   (İstiş'ar. C.) Yazı ile bildirilmesini istemeler.
istisa'   Bollaşma, bollanma, genişleme.
istisabe   Sevap kazanmak isteme.
istisak   Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma.
istisal   (Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak. * Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.
istisar   Bir şeyden fazla miktarda alma, çoğaltmağa çalışma. ◊ Kolaylaşmak, kolay olmak.
istişarat   (İstişare. C.) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler.
istisare   Toz savurma, tozutmak, toz kaldırma. * Fesatçılık ve fitnecilik yapmak.
istişare   Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak.
istişat(a)   (Şatt. dan) Çok kızma, öfkelenme, gazaba gelme. * Coşma, taşma. * (Kuş) hızla uçma.
istisbat   (Sebt. den) Acele etmeyip tedbirli ve hesaplı davranma.
istisdad   (Sedad. dan) Doğruluk, dürüstlük.
istisfa   Madeni eritip tasfiye etmek, hâlisini almak.
istişfa   Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak.
istişfa'   Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek.
istişfaen   Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle.
istişfaf   (Şeffaf. dan) Şeffaf ve saydam olma.
istisgar   Küçümsemek. Küçük görmek. Kerih görmek.
istishab   Fık: Mazide sabit olup bilâhare zâil olduğu bilinmeyen bir şeyin hâlâ devam ettiği sayılmasıdır. ◊ (Sohbet. den) Yanına alma. Birlikte götürme, beraber götürme.
istishaben   Beraber götürerek, yanına alarak.
istişhad   Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri sürmek. * Şehid olmak.
istişhadat   (İstişhad. C.) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler. * Şehid olmalar.
istişhaden   Şâhid göstererek, şâhid getirerek.
istishal   Kolay saymak. Bir şeyi kolay addetmek.
istishar   Alay etme, zevklenme, eğlenme.
istişhar   Şöhret sahibi olmak. Şöhret kazanmak.
istiska'   (Saky. den) Su isteme. Susama. * Yağmur duasına çıkma. * Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı.
istiskal   Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
istişkal   Zorlaştırma, güçleştirme, müşkülât verme.
istislaf   (Selef. den) Birinin yerine geçme. Selef olma.
istislah   Bir şeyi iyi olarak görmek isteme. Bir şeyin iyi olmasını isteme.
istislal   Çekip çıkarma, sıyırma.
istislam   Uyma, tabi olma. * Müslümanlığı kabul etme. İslâm olma. * Yolun ortasından gitme.
istişmam   Koklamak. Kokusunu almak. * Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak. * Uzaktan haber almak.
istismar   Menfaatine âlet etmek. İşletmek. * Kıymetlendirmek. Sömürmek.
istisna   Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. * Arapçada istisnâ kelimeleri  şunlardır. 
istisna'   San'atlı olarak yapmak. * Bir şey yapmak için san'atkârla anlaşma yapmak.
istisnaat   (İstisna. C.) İstisnalar, müstesna kılmalar, ayırmalar.
istisnaî   İstisnaya âit. Ayırmayla alâkalı.
istisnan   İhtiyarlama, yaşı ilerleme, yaşlılanma.
istişra   Satın alma. Satın almak isteme.
istisra'   (Sür'at. den) Sür'atlendirme, hızlandırma, çabuklaştırma.
istişrab   İmâ ederek ve kapalı olarak anlatmak isteme. * İçmek isteme.
istişraf   Ellerini güneş ışığına siper etme.
istisrar   Odalık alma.
istisvab   (Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme.
istisvaben   Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek.
istisvabgerde   f. Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş.
istit'am   Yemek isteme. Yiyecek şeyler taleb etme.
istitaat   (Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak.
istitabe   Tövbe ettirme. Tövbe teklif etme. ◊ Hoş ve iyi bulma.
istitaf   Kaplama, ihtiva etme.
istital   Gözyaşları inci gibi dökülme. * Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.
istitale   Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek. * Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak. * Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat More…
istitan   Vatan edinme, bir yerde yerleşme, yurt edinme.
istitar   Kapanmak, örtünmek. ◊ Yazma.
istitare   Gönderme veya gönderilme. Yollanma. * Uçurma veya uçurulma. ◊ Örtülecek, perdelenecek şey.
iştitat   Zulmetme. Haksızlık etme. Hükümde ve sair işlerde eziyet etme. ◊ Dağılma. Perişan olma.
istitba'   Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek.
istitbab   (Tıbb. dan) Doktora başvurma, kendini hekime gösterme. * İlâç arama. * Çare isteme, derdine devâ arama.
istitla'   (C.: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme.
istitlak   İç sürgünü olma. Amel olma, ishal olma. * Boşanmayı isteme.
istitmam   (Tamam. dan) Tamamlama, tamamlamağa çalışma. Tamamlamasını isteme. Bitirmek için uğraşma.
istitrab   Neşe arama, eğlence isteme. ◊ Sevinmeyi, süruru istemek.
istitrabî   Sürur ve sevinmeyi istemeğe dâir.
istitrad   Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek.
istitraden   Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de anlatıvermek suretiyle.
istitradî   İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan.
istitradiyat   (İstitrad. C.) İstitrad şeklinde söylenen sözler.
istitraf   (Turfe. den) Hiç görülmemiş bir şey sayma. * Şubelendirme, dallandırma.
istiva   Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek.
iştiva'   Kızarma, pişip yenecek duruma gelme.
istivfa   Vefa istemek.
istiya'   Kötü davranma. Fena muamelede bulunma.
istiyad   Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek.
istiyaf   Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak.
istiyak   Misvâk kullanma.
iştiyak   Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.
istiyas   (Ye's. den) Ye'se düşme, ümitsizlenme.
istiz'af   (Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme.
istiza'   Işıklanma, aydınlanma.
istizade   (Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme.
istizae   (Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.
istizah   Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek. * Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda More…
istizahen   Bir şeyin açıklanmasını isteyerek.
istizale   (İzale. den) Yok edilme, izale olma.
istizan   Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak.
istizare   Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme.
istizhan   Akıl etmek, düşünmek.
istizhar   Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek. * Yardım istemek. Zahîr istemek. * Ezberlemek. * Aşikâr etmek.
istizkâr   (Zikr. den) Hatıra getirme, hatırlama. Tahattur etme. * Ezberleme, ezber etme.
istizlal   (Zıll. dan) Gölgelenme. Gölge altına girme. * Sığınma, himâyesine girme. * Gölgede oturma. ◊ (Zill. den) Aşağılık ve zelil görme. * Bayağı ve âdi görülme. ◊ (Zelle. den) More…
istizmam   Zemmetme, yerme, tenkid etme. * Kötü ve beğenilmeyen işler yapma.
istizmar   (Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.
istizraf   (Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme.
istuh   f. Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare.
isva'   Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma.
işve   Güzellerin gönül çeken naz ve edâsı. Gönül çekici tavır.
işvebaz   f. Naz edici, edâ yapan, cilveli. * Meşhur bir cins lâle.
isvede   Küçük bir böcek adı. * Kuvvetli.
isvidad   Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma.
isyan   İtaatsizlik. Emre karşı gelmek. Ayaklanmak.
it'ab   Yormak. Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek.
it'am   Yemek yedirmek. Doyurmak. Taam vermek. ◊ İkiz doğurma. ◊ (Bak: İt'âm)
it'amiyye   Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat.
it'as   Öldürme, katletme.
ita   Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi.
itaat   Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek.
itab   Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak. ◊ Kolsuz ve yakasız kadın gömleği.
itabe   İyi etmek. * Hoş kokulu etmek.
itabname   f. Azarlama mektubu.
itad   İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip. ◊ Kazık çakma.
itaf   Kaftan.
itaha   Bir şeyi tamamlama, yapıp bitirme, hazır etme.
itak   Hürriyet. * Kuvvet. * şiddet.
itaka   Güç etmek, zorlaştırmak.
itale   Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek. * Birini zemmetmek, ayıplamak.
italik   Fr. Üstten sağa doğru yatık matbaa harfi.
itam   İdrar zorluğu, idrar tutukluğu.
itan   Vatan sayma, yurt kabul etme.
itar   (C.: Utur) Dudak kenarı. * Elin kasnağı. * Diğerlerini ihâta eden nesne.
itar(e)   Bir şeyin peşini bırakmayıp tâkib etme. * Dikkat ve hiddetle bakma.
itare   (Tayerân. dan) Uçurma veya uçurulma. * Hızla gönderme, yollama. * Otomobil tekeri. ◊ Uçurma, uçurulma.
itaş   (Atş. dan) Susuz bırakma, susuz olma. ◊ (Atşân. C.) Susamış olanlar.
itat   Düşmanlık, zıtlık, adavet, muhasame.
itave   (C.: Etâvâ) Rüşvet verme.
itba'   Tâbi' kılmak. Ardına katmak. * Gr: Bir kelimenin sonuna ilâve edilen tekerleme nev'inden mânasız söz. (Yazmak mazmak, Okumak mokumak gibi.)
itbak   (Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak. * İttifak etmek. * Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir. (Bak: İdbak).
itbal   Kederlenme, kederlendirme. Derde, hüzne ve kedere düşürme.
itdan   Islanma veya ıslatma.
iteh   Ahmaklık, bunaklık.
iter   (Itret. C.) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler.
itf   Omuzbaşı.
itfa'   Söndürme. Bastırma. Dindirme. * Bir borcu ödeyerek bitirme. * Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi. ◊ Söndürmek.
itfaiyye   Yangın söndürme birliği, teşkilâtı.
itfak   Maksadına eriştirme, gayesine vardırma.
itfal   İnsan vücudunun fenâ bir şekilde kokması. ◊ Kadının oğlanını getirmesi.
itfet   şefkat, merhamet. * Boncuk.
itga   Azdırma, azdırılma.
ithaf   Hediye etmek. Armağan vermek. * Edb: Birisinin nâmına eser yazmak.
ithafname   f. Bir eserin bir kimse adına olduğunu gösteren yazı.
itham   Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak.
ithamî   İthamla ilgili.
ithamname   f. İddianame.
iti   Keskin, kesen. * Mc: Sert, acı.
itilaf   Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat. * Cem' olmak, birikmek.
itk   Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak. * Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.
itk alâ mal   Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna 'Itk alâ cu'l' da denir. (Ist. More…
itkâ'   Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma. * Yaslanma.
itkan   Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak. ◊ More…
itkname   Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.
itl   (C.: Atâl) Böğür.
itla'   Kokulu şeyler sürünmek. * Hevâiyata heves etme. ◊ Tulu ettirmek, zuhur ettirmek, doğdurmak. ◊ Başkasını geçme. * Te'hir etme.
itlaf   Ziyan etmek. Telef etmek. Bozmak. * Öldürmek.
itlak   Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek.
itlal   Havâle olma, birşey üzerine yüklenme. * Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme. ◊ Hayvanı yedeğinde götürme. * Damlatma.
itlihah   Gözden yaş akma, ağlama.
itlinsa   Çok fazla terleme.
itmah   Yukarı bakma, gözü yukarı dikme.
itmal   Mahvetme, perişan etme.
itmam   Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek.
itmas   Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek.
itminan   Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
itminankârane   f. İtminan göstermek suretiyle.
itna'   Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak.
itnab   Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı) ◊ (Bak: Itnab)
itnabe   Gölgelik, sâyeban. * Keman teli, keman kirişi.
itnan   (Çocuk) hastalıkdan dolayı gelişememe. ◊ Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma.
itr   Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey. * Yaprakları güzel kokulu bir bitki.
itra'   Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek. ◊ Doldurma.
itrab   (Tarab. dan) şevke getirme, keyiflendirme. ◊ Toprak serpme. Topraklama.
itrad   Bir kimseyle birlikte bahse girişme.
itrah   (Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma.
itrak   Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak. ◊ Bırakma, vazgeçme, terkettirme.
itrar   Kandırmak, igra.
itraz   Kurutma veya kurutulma.
itret   Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt. * Gerdanlık. * Güzel kokulu şey.
itrî   Itra mensub, ıtır gibi kokan. * Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi More…
itrif   Habis, hilekâr, kötü, pis.
itrîh   Devenin hörgücü.
itrîs   Hiddetli, cebbar kimse. * Kuvvetli, dayanıklı deve.
itriyyat   (Itr. C.) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler.
itriyye   Erişte aşı.
itrnak   f. Güzel ve hoş kokulu.
ittiad   Randevu verme.
ittias   Öldürme, helâk etme.
ittiaz   (Va'z. dan) Nasihat ve öğüt dinleme.
ittiba'   Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.
ittibaen   Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak.
itticah   Bir cihete gitmek, yönelmek. Teveccüh etmek.
itticar   Ticaret yapma. * İlâç kullanma.İTTİFAK: Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak.
ittifaka   Rast gelme.
ittifakan   Birleşerek, anlaşarak.
ittifakat   (İttifak. C.) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar.
ittifakî   (İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait. Tesadüfle, rastgele.
ittifakiyyat   Tesadüfle olan şeyler.
ittifakpezir   f. İttifak ve ittihad kabul eden.
ittihab   (Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme.
ittihad   Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak. (Bak: İhtilaf)
ittiham   Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)
ittihaz   Edinmek. Kabullenmek. 'Öyle' diye bakmak. Kabul etmek.
ittika   Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih)
ittikâ'   Dayanmak. Yaslanmak. * Oturmak.
ittikâl   Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma.
ittikan   Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek.
ittikar   Vakar, gurur ve büyüklük gelme.
ittila   Kokulu şeyler sürünme.
ittila'   (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma. * Yukarıdan aşağı bakmak.
ittilaat   (Ittılâ'. C.) Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar.
ittilak   İnşirahlı olma, ferahlı ve sevinçli olma.
ittira'   Dolma, nemalanma. * Solma.
ittirad   İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile birbirini takib eden. Ritmik. ◊ (Bak: Ittırad)
ittisa   Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at.
ittisaf   Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak.
ittisafkârane   f. Vasıfları belli olur surette. Bir hal takınarak.
ittisah   Paslanma, kirlenme.
ittisak   Dizilmek. Bir nizam dahilinde sıralanmak. * Beraber olmak. * Tamam olmak. Toplanmak.
ittisal   Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
ittisam   (Vesm. den) Damga ve nişan vurma. * Dağlama, süsleme.
ittitan   Bir memlekette veya bir şehirde yerleşme. Vatan edinme.
ittiza'   Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik. * Devenin, boynuna basarak üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme.
ittizah   Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak.
ittizan   Ölçülü olmak. Vezne girmek.
itval   Uzatmak. Uzatılmak.
itya'   Avdet etmek, dönmek.
ityan   Delil getirmek. * Gelmek. * Vermek. * Vüsul, vasıl. * Vârid olmak. * Zikir ve isbat ve takrir eylemek.
iva'   Barındırma, kondurma. Yerleştirme, oturtma, iskân ettirme.
ivad   İlk işine dönme. * Âdet edinme.
ivar   İkindi vakti, ikindi zamanı.
ivaz   Karşılık olarak verilen şey. Bedel. ◊ f. Hazırlanmış, düzülmüş. ◊ (Bak: İvaz)
ivazan   Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında.
ivec   Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık. * Hakkı ve hakikatı eğri büğrü heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek. ◊ (Bak: İvec)
ivedi   Aceleci, savruk. Çabuk.
ivezze   (C.: İvezz) Kaz. Ördek. * Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan.
ivgen   Koşan, acele eden.
ivz   Ördek. Kaz. * Gövdesi bodur olan kimse.
iy'ad   (Bak: İ'âd)
iyab   Avdet eylemek, geri dönmek.
iyab ü zehab   Gidiş - geliş.
iyad   Kuvvetlendirme, takviye etme. * Takviye eden âlet.
iyadet   Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek. ◊ (Bak: Iyâdet)
iyadeten   Hastaya hatır sorarak.
iyaf   Gönül dönmek. * Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek. * Tiksinmek, iğrenmek.
iyal   Fık: Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler. ◊ (Bak: Iyâl)
iyalet   İdare etme, valilik yapma. * Bir valinin idare ettiği belde. * Vadi.
iyalullah   Halk, insanlar.
iyan   (Bak: Ayân)
iyanî   Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair.
iyas   Yeis hali. Ümidsizlik ve kederli oluş.
iyase   Ye'se düşürme.
iyaz   Sığınma. İltica. ◊ (Bak: Iyâz)
iyazen   Sığınarak.
iyd   (Bak: Îd)
iyn   (Bak: În)
iyş   (Bak: Îş)
iz   (C.: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam. * Dikenli ağaçların küçüğü.
iz (izin)   Hem, vakt, yevm, hîn gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin - O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi. * Mâzi fiillerinden evvel iz gelirse: İzküntü…
iz'ac   Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak. ◊ Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak.
iz'af   Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek. * İki kat etmek. İki misline çıkarmak. ◊ Bir şeyin üstüne bir misli koyma. * Zayıflama.
iz'an   Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ)
iz'an-rüba   f. Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan.
iza   'Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.' ◊ İncitmek, eziyet etmek. İncitilmek. More…
iza'   İyiliğe, iyilikle mukabele etme. * Korkma, havfetme. ◊ Hiza, sıra. * Bolluk ve refah sebebi.
izaa   (Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme. * Yüksek sesle bildirme, ilân etme. * Radyo. ◊ Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek. ◊ (Bak: More…
izaat   İlân etmek, açığa vurmak. Sesle neşriyat yapmak.
izabe   Eritmek, eritilmek. Su gibi akıcı hale koymak. Yumuşatmak. Islah etmek.
izade   Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme.
izae   (İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme. (Bak: Izaet)
izaet   Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek.
izafat   (İzâfet. C.) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları. * Gr: Zincirleme isim tamlaması.
izafe(t)   Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak. * Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak. * Mal etmek. * Gr: İki isimden More…
izafeten   İsnad etmek suretiyle, isnad ederek, ona bağlıyarak.
izafî   İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.
izafiyye   Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık.
izah   Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.
izaha   Bir şeyin çevresini dolaşma.
izahat   (İzah. C.) İzahlar, açıklamalar.
izahe   Bir şeyi ayırma. * Kurtulma. * Yok etme.
izahen   Açıklayarak, izah ederek.
izahet   (C.: Izât) Dikenli büyük ağaç. * Yalan, sihir, bühtan.
izaka   (Zevk. den) Tattırma veya tattırılma. Lezzet ve zevk hissettirme.
izale   Halsiz bırakma. * Uzun etekli elbise. * Kadın yaşmağını açma. * Sarığın ucunu uzatma. ◊ Zevale erdirmek. Gidermek. Ortadan kaldırmak. Mahvetmek.
izam   (Azim. C.) Büyükler. Büyük kimseler. * (Azm. C.) Kemikler. ◊ (Bak: İzâm)
izan   Bildirmek. * Ezan okumak.
izar   Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler. * İsmet, iffet. * Zevce. ◊ Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı. ◊ f. Suyun dibi.
izare   Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme. ◊ Ziyaret ettirme.
izat   Yalan. Sihir. Bühtan. * Dikenli büyük ağaç. ◊ (C.: Izât) Nasihat, öğüt.
izaz   Berk muhkem yer.
izazat   Noksanlık.
izbad   Köpüklenme. * (Ağaç) çiçek açma.
izbandut   Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. * Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. * İri vücutlu, korkunç.
izbar   Yazma. Yazma ile bildirme.
izbe   Kuytu. Loş. Pis ve nemli yer.
izca'   Yırtma. * Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma. ◊ Defetme, kovma.
izdicar   Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma.
izdiham   Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.
izdira'   Tahkir etme, hakir ve âdi görme. ◊ Ekin ekme, zirâat yapma.
izdirad   Yutma.
izdiram   Lokmayı iri iri yutma.İZDİVAC: Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru nikâhla evlenmek.
izdiyad   Ziyadeleşmek. Çoğalmak. Artmak.
izdiyal   Kaybetme, yok etme.
izdiyan   Süslenme, bezenme.
izdiyar   Ziyâret etme, gidip görme.
izem   Büyüklük.
izen   Gr: O halde, o takdirde, öyleyse. (Bak: Huruf-u nasibe)
izfaf   Gelin gönderme.
izfar   Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama.
izhab   Gönderme. * Giydirme veya giydirilme. * Altun kaplama.
izhac   Oturma, ikamet etme.
izhaf   Yalan söyleme. * Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama. * Hayrette bırakma, şaşırtma.
izhak   Yok etme, mahvetme. * Öldürme. * Oku, nişandan ayırma.
izhal   Hatırdan çıkarma, unutma.
izhar   Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu More…
izîn   (İze. C.) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde.
izin   (Bak: İzn)
izinname   f. Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin kâğıdı.
izk   Ağaç dalı. * Hurma salkımı. ◊ (C. Azâk) Hurma salkımı.
izkâm   Zükâm hastalığına yani nezleye uğratma.
izkâr   Hatıra getirmek, andırmak, hatırlatmak.
izlaf   Yakın etmek. Toplamak, cem' etmek.
izlak   Süçtürüp kaydırma. ◊ (Bak: Zelâka)
izlal   (Zıll. dan) Gölge yapmak. Gölge koymak. Gölgelendirmek. ◊ (Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. ◊ Gölgeli olma, gölgelendirme. ◊ (Bak: Idlâl)
izlam   Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak. ◊ Karanlık, zulmet. * Zulmetme, karanlıkta bırakma.
izmam   Bir kimseden söz alma. * Bir insanı kötülenecek bir halde bulma.
izmame   (C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk.
izmar   (İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek. ◊ (Bak: Izmar)
izmihlal   Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
izmihrar   Surat asma. * (Yıldız) parıldama. * Kış mevsiminin şiddetli olması.
izmil   Keskin demir. * Çekiç. * Deri kesmekte kullanılan bıçak.
izn   (İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten çıkarmak.
iznab   Günah işleme. Günahkâr olma. * Kuyruk takma.
iznan   Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.
iznillâh   Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni.
izra'   Korkutma. * Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme. * Altun arama. ◊ Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak. ◊ Arşınlama, ölçme.
izraf   Zarflamak. Zarfa koymak.
izram   Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme.
izrar   Zarar vermek. Zarara uğratmak.
izrat   Yellendirmek.
iztica'   Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme. * Yan üstüne yatma.
iztilam   Koparmak. Kat'etmek, kesmek.
iztimar   Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme. * İnce belli olma.
iztina'   Sıkılma, utanma, kızarma.
iztirab   Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab.
iztirab-âver   f. Iztırab veren, elem çektiren.
iztirabat   (Iztırâb. C.) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler.
iztiram   Saç ve sakala kır düşme. * Alevlenme.
iztirar   Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç.
iztirarî   Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.
iztirariyat   (Iztırarî. C.) Mecburi olarak yapılan şeyler, mecburiyetler.İA'  Bir nesneyi kab içine koyup saklamak.
izyan   Süslenme, donatılma.
izz   Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim.
izz ü şerefle   Güle güle, uğurlar olsun.
izzet   Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey.
izzetlû   Şeref ve itibar sahibi. * Eskiden belirli bir mevki ve rütbe sahiblerine verilen ünvan.
izzî   Tahammüllü, sabırlı kimse.
 Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında ' harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder.
jaje   f. Bâtıl, edebsizce olan söz.
jajha   f. Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan.
jajhayan   f. Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar.
jajhayî   f. Mânâsız söyleyicilik.
jajhor   f. Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan.
jajî   f. Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli.
jaketatay   Fr. Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket.
jale   f. Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem)
jaledar   f. Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış.
jaleriz   f. Çiğ saçan, kırağı saçan.
jandarma   Fr. Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker.
jar   Zaif, takatsiz, bitkin.
jardiniyer   Fr. Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya.
jartiyer   Fr. Çorap bağı.
jean   Dev. Gayet büyük. Dev cüsseli.
jegale   f. Çığlık, nâra. * Darı ekmeği.
jegand   f. Sağlamlık, metanet. * Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi.
jegar   f. Küf, kir, pas. * Yüksek ses, nâra.
jeh   f. Siğil, sivilce.
jelatin   Fr. Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. * Bir cins kâğıt.
jende   f. Yamalı, eski. * Eski-püskü. Pejmürde.
jendepuş   f. Yamalı hırka giyen kimse. Fakir.
jeng   f. Pas, küf, kir.
jeng-bar   f. Pas saçan.
jeng-beste   f. Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş.
jeng-dar   f. Küflü, paslı, kirli.
jeng-yab   f. Paslı, küflü, kirli.
jengar   f. Kir, küf, pas. * Bakır pası.
jengarî   f. Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya.
jengdan   f. Çan. Çıngırak.
jengele   f. Çatal tırnaklı hayvan. * Hayvanda bulunan çatal tırnak.
jenk   Yüzde hâsıl olan buruşukluk.
jeoloğ   yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan.
jeoloji   yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.
jerd   f. Çok yiyen, obur.
jerf (jerfa)   f. Derin. Suyun derin yeri.
jerfbîn   f. Dikkat sâhibi, dikkatli.
jerfî   f. Derinlik.
jerfin   f. Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak.
jest   Fr. Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket.
jeton   Fr. Para yerine kullanılan marka. * Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır.
jey   f. Göl. * Irmak.
jik   f. Yağmur damlası. * Kirpi.
jikase   f. Kirpi.
jile   Yelek.
jimnastik   (Bak: Cimnastik)
jimnaz   Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi.
jir   f. Göl. Havuz.
jirnet   Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet.
jive   f. Civa.
jiyan   f. Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) ◊ f. Kükremiş, kızgın. (Ey yâreli şir-i jiyan, bu hâb-ı gafletten uyan.)
jön türk   Fr. Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim.
jügal   f. Kömür. Maden kömürü.
jülide   f. Dağınık, perişan, karma karışık.
jun   f. Sanem, put.
jüri   ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat.
 Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.
ka'   (C.: Akva') Düz yer.
ka'b   (Ölm: Hic: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri.
ka'berî   Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.
kâ'beteyn   İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ.
ka'd   Çuval.
ka'de   Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire More…
ka'del   Yağhane sepeti.
ka'f   (C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak.
ka'k   Kuru ekmek. Peksimet.
ka'ka   Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.
ka'ka'   Korkak, zayıf kişi.
ka'kaa   Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.
ka'kea   Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek.
ka'm   (C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek.
ka'r   Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak. ◊ Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak.
ka's   (C: Kiâs) Parmak kemiği. ◊ Çirkin kokulu toprak. ◊ Ölüm, mevt.
ka'ş   (C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep.
ka'sa   Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın.
ka'seb   Büyük karınlı, kalın.
ka'sele   Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak.
ka'sere (ka'serâ)   Yoğun, sağlam, kalın, katı.
ka't   Kısa boylu kimse.
ka'va'   İncikleri ince olan kadın.
ka've   Evin ortası.
ka'z   Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.
kaa   Ev avlusu.
kaa'   Acı su.
kaaki'   Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.
kaan   Hükümdar, hâkan.
kaaret   Derinlik.
kaas   Boynu göğüse girmek.
kaat   Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti.
kab   Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her 'yay' da 'iki kab' olan miktar.
kab'   Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı.
kaba'   (C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.
kaba'ser   (C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar.
kabaçe   f. Entari. Hafif giyecek.
kabadayi   Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz More…
kabahat   Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket.
kabahât   (Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
kabaih   (Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
kabail   (Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
kabakulak   Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
kabale   Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.
kabas   Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç.
kabatî   (Kıbtî. C.) Çingeneler.
kabaza   Hız. Sür'at.
kabb   İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç.
kabba   İnce belli, zayıf kadın. (Müz: Akbeb)
kabban   Büyük terazi, baskül.
kâbbe   Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.
kabbe   Yağmur damlası. * Gök gürlemesi.
kabce   (C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.
kabe   Usanmak, bıkmak. * Kırılmak. ◊ Yumurta.
kabele   (C.: Kıbel) Göz boncuğu.
kabes   Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek.
kabet   Kederli ve ıztırablı olma.
kâbi'   Dolu kap.
kabia   Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.
kabih   (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
kabiha   (C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.
kabil   Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. ◊ Kabul eden. Olabilir, istidatlı, More…
kabile   Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar. ◊ Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses More…
kabiliyet   Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.
kabin   f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para.
kabina siğmamak   t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak.
kabine   Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri.
kabir   Büyük, ulu. ◊ (Bak: Kabr)
kabis   Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. ◊ Hızlı giden at. Süratli at.
kabisa   Parmak ucuyla yenen şey.
kâbise   Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.
kabise   Üveyik kuşu.
kabiz   Kabzeden, tutan.
kabkab   Karın, batn.
kabkaba   Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)
kabl   Önce. Evvel. İleride. Evvelki.
kablî   İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.
kablo   Fr. Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü.
kabotaj   Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi.
kabr   (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah)
kabristan   f. Mezarlık.
kabs   Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek. ◊ Parmak ucuyla yemek.
kabsa   Başı büyük ve sivri olan kadın.
kabt   El ile bir şey toplamak.
kabtarî   Yünden dokunan bir elbise.
kâbuk   f. Yuva. Kuş yuvası.
kabuk   Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları.
kâbul   Avcıların kemendi.
kabul   Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab)
kabulgâh   f. Kabul yeri.
kaburga   Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına More…
kabus   Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
kabz   Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
kabz u bast   Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun More…
kabza   Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey.
kabzimal   Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.
kâc   f. Küçük bir çeşit çam.
kâd   Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma. ◊ f. Hırs, tamahkârlık.
kad   Gr: İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye More…
kad'   Men etmek, engel olmak.
kadah   Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu. ◊ Küçük toprak çanak.
kadana   Forsaların ayağına vurulan zincir.
kadastro   Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi.
kadd   Boy, bos.
kadd ü kamet   Boy bos.
kadd-i bâlâ   f. Yüksek, uzun boy.
kadd-i bülend   f. Uzun, yüksek boy.
kadda'   şiddetli.
kaddah   Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren.
kaddahe   Çakmak taşı.
kaddesallah   Allah mübarek ve mukaddes eylesin.
kaddese   Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun.
kade   Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de More…
kadem   Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur.
kadem-bus   f. Ayak öpen.
kademe   Derece, sıra. * Merdiven basamağı.
kademe kademe   Basamak basamak, derece derece.
kademî   Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.
kademiyye   Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.
kademkeş   f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen.
kademnih   f. Ayak basıcı.
kademnihade   f. Gelmiş, ayak basmış olan.
kademran   f. Adım atan, ilerliyen.
kademrence   f. Lütfen kabul, tenezzül.
kader   Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî More…
kaderî   Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
kaderiye   Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
kadh   Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek.
kadî   Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden.
kadî naibi   Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.
kadîb   (C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti.
kadîd   Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
kadîh   Tencere dibinde arta kalan.
kadih(a)   (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.
kadim   (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
kadîm   Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
kadim(a)   Kemirici hayvan.
kadime   Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.
kadîmen   Eskiden beri. Kadim olarak.
kadîmî   Eskiden beri var olan. Eski.
kadir   Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
kadîr   Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi.
kadir alayi   Tar:  Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
kadir gecesi   (Bak: Leyle-i Kadir)
kadir-endaz   f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse.
kadir-şinas   f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen.
kadirdan   f. Kadirbilir. Değerbilir.
kadirga   Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.) More…
kadirî   Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî)
kâdiye   Soğuk. * Afet, belâ.
kadiye   Azlık. Az cemaat.
kadiz   Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.
kadkeşide   f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış.
kadr   İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
kadr suresi   Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir.
kadro   ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.
kadum   (C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı.
kadv   Yemeğin kokusu iyi olmak.
kady   Yemeğin kokusu güzel olmak.
kaf   Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı.
kaf suresi   Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.
kaf'a   Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne. ◊ Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.
kafa   (C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış.
kafadar   f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş.
kafar   Katıksız ekmek.
kafave   Sütten yapılan azık.
kafavî   Kafa ile alâkalı.
kafd   Bileğin eğri olması.
kafder   Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
kafedan   Attarların eczâ koydukları kese veya torba.
kafender   Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
kafer   Zayıf ve etsiz olmak.
kafes   Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * More…
kaff   Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak.
kaffaf   Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.
kaffal   Çilingir. Anahtarcı.
kaffan   Büyük terazi.
kâffe   Hep. Bütün. Cümle.
kâffeten   Bütünü. Hepsi birden.
kafh (kifâh)   Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak.
kâfi   Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
kafî   Birine uyup peşinden giden.
kâfil   Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.
kafîl   Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı.
kafile   (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.
kafile-sâlâr   f. Kafile reisi. Kafile başı.
kafîne   Kafasından kesilen koyun.
kâfir   Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz.
kafîr   Hayvan tersi.
kâfirane   f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi.
kâfirûn   Kâfirler.
kâfirûn suresi   Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir.
kafiye   Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.)
kafiyeperdâz   f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım.
kafiyeperestlik   Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.
kafiyesenc   f. Kafiye dizen. Nâzım, şair.
kafiz   (C: Kufzân-Akfize) Ölçek.
kafkaf   şahtere otu. ◊ şarap, hamr.
kafkafe   Titremek, titretmek.
kafn   Kafa.
kafr   Arz. Çöl. Beyâban.
kafs   Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak. ◊ Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm.
kafş   Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak.
kafsal   Arslan.
kafşelil   Kepçe.
kafta   Cima etmek.
kaftan   Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.
kâfur   Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi.
kafur (kufur)   Hurma çiçeğinin kılıfı.
kafv   Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY: Uymak. * Kafasına vurmak.
kafz (kafazân)   Sıçramak.
kafzea   (C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.
kâgaz   f. Kâğıt.
kağithane   Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.
kağni   (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.
kagşar   Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.
kâh   f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ. ◊ f. Saman. Saman çöpü.
kah   Sultan.
kaha   Ev ortası, saha.
kahal   Koyunların derisini kurutan bir hastalık.
kahame   İlerlemiş yaşlılık.
kahb   Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ.
kâhban   f. Harman bekçisi.
kahbe   Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.
kahd   Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis.
kâhdan   f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda.
kahde   (C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.
kahf   Kap içindeki suyun tamamını içme.
kâhgil   f. Samanlı sıva çamuru.
kahhar   Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.
kahharane   Kahharcasına. Kahredercesine.
kahif   Şiddetli yağmur.
kâhil   Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.
kâhilane   f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette.
kâhin   Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.
kâhinane   f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi.
kâhine   Kadın kâhin.
kahir   (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden.
kahit   Şiddetli kıtlık olan sene.
kahiz   Müşkil, zor nesne.
kahkaha   Yüksek sesle ve çokça gülme.
kahkaha'   Öldürücü bir yılan.
kahkahazen   f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen.
kahkar   Katı, sert, sağlam taş. ◊ Taş.
kahkara   Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.
kahkarî   Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.
kahkariye   Geri dönme. Rücu'.
kahl   Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek. ◊ Göze sürme çekmek.
kahl (kuhul)   Kurumak.
kahlese   Yuvarlak baş.
kahm   (Kuhum) - Düşünmeden kendini bir iş içine atmak.
kahpe   (Bak: Kahbe)
kahr   Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal) ◊ More…
kahraman   (C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi.
kahramanan   (Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler.
kahramanane   f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane.
kahramanî   f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk.
kahreban   Kehribar.
kahrenî   Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.
kaht   Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.
kaht ü galâ   Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık.
kahus   Uzun boylu erkek.
kahvalti   t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek.
kahve   şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane.
kâhya   Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.
kahz   (Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak.
kahz (kihz)   İbrişim karışıklı beyaz bez.
kaib   (C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.
kaibe   Hüzün ve gamdan perişan olmak.
kaîd   (C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi.
kaid   (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve 'Küsem' denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark. ◊ More…
kaidan   (Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.
kaide   Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan More…
kaiden   Oturarak, oturduğu hâlde.
kaideşiken   f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek.
kaideşikenâne   f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak.
kaideten   Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.
kaidevî   Kaide ve kural ile alâkalı. *Mat.: Tabana ait.
kaif   Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.
kail   Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
kaile   (C.: Kavâil) Dağ başı.
kaim   Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.
kaime   Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para.
kaimen   Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak.
kâin   Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut.
kâinat   Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
kâinat-efruz   f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan.
kaîr   Daha derin, çok derin.
kaîs   Çok yağmur.
kâj   f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı.
kak   Uzun, tavil. * Alaca karga.
kakül   (Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç.
kakum   Kürkü makbul bir cins kedi.
kakunc   Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)
kakuze   (C.: Kavâkiz) Boş maşrapa.
kal   (A, uzun okunur) Söz.
kal u kîl   Dedi denildi şeklindeki nakiller.
kal'   Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.
kal'a   Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma More…
kal'a-bend   f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış.
kal'a-dâr   f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar.
kal'a-gir   f. Kale tutan.
kal'a-küşa   f. Kale zapteden.
kal'a-nişin   f. Kalede oturan.
kâla   f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal.
kala   Buğz, adâvet.
kalafat   Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen. ◊ Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.
kalah   Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu.
kalaid   (Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular.
kalail   (Kalil. C.) Az şeyler, kaliller.
kalak   Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat.
kalalib   (Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.
kalânis   Takkeler, külâhlar.
kalânisî   Takkeci.
kalansuve (kulensiye)   (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve)
kalantor   Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam.
kalar   f. Büyük sel yarıntısı.
kalavra   Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.
kalaye   Kilise odası.
kalb   Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme.
kalben   İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine.
kalbgâh   f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi.
kalbî   İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.
kalbolma   t. Başka hâle gelme. Değişme.
kâlbüd   f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi.
kalbzen   f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı.
kald   Gümüş bilezik.
kale   (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi. ◊ f. Kumaş. * Ham kavun, kelek. ◊ Söz söylemek. ◊ (Bak: Kal'a)
kaleb   Dudak dışarıya sarkmak. ◊ (C.: Kavâlib) Kalıp.
kalebe   Hastalık. İllet.
kalehzem   Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz.
kalem   (C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri More…
kalem suresi   Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.
kalemdan   f. Kalem kutusu, kalemlik.
kalemen   Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından.
kalemgir   f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması.
kalemî   (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.
kalemiyye   Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.
kalemkâr   f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş.
kalemkârî   f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış.
kalemkeş   f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan.
kalemrev   f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer.
kalemzede   f. Yazılmış, kaleme alınmış.
kalemzen   f. Yazan, yazıcı, kâtib.
kalen   (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.
kalender   f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof.
kalenderâne   f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette.
kalenderî   'f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri 'mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün' vezninde tanzim ettikleri More…
kalensüve   Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası.
kales   Kusuntu.
kalet   (C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur.
kalfa   Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine 'kız' denilir ve More…
kalgay   Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.
kalh   Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi. ◊ Ferc.
kalheban   Uzun, tavil.
kalhebe   Beyaz bulut.
kâlî   Veresiye satmak.
kali   f. Halı.
kalî   Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.
kali'   (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.
kalib   (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * More…
kalîb   Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu.
kâlib (kelib)   İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse.
kaliçe   f. Küçük halı.
kalif   Sünnet olmamış kimse.
kalîf   Hurma kabuğu.
kalifiye   Fr. Yetişmiş usta, işçi vs.
kâlih   Katı, şiddetli, şedid.
kalil   Az. * Bodur kimse.
kalilen   Az olarak.
kalita   ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.
kalite   Fr. Vasıf.
kaliyye   Tava kebabı. * Kavrulmuş.
kalizem   Kuyu. * Suyu çok olan deniz.
kalkadis   Siyah boya.
kalkal   Deprenmiş, hareket etmiş.
kalkale   Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. 
kalla'   Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.
kallab   (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse.
kallas   Takke dikici, takke diken.
kallaş   Kalleş. Hileci, dönek.
kallavî   Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk.
kalle   Az olmak.
kalleys   San'a şehrinde bir kilise.
kalli   t. Sözlü. Dil ile.
kallidnâ   Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).
kalm   Kesmek.
kalmes   Ulu kişi, seyyid.
kalori   Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
kalp   t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.
kaltaban   f. Namussuz. Pezevenk.
kalû   (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).
kalû belâ   Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: 'Elestü Bi-Rabbiküm' buyurduğunda, ruhlar  'Evet Rabbimizsin' meâlindeki Kalu Belâ diye cevap.
kâluc   f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu.
kâlus   f. Ahmak, ebleh, akılsız.
kalus   (C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.
kâlusane   f. Akılsızcasına, ahmakçasına.
kaluşe   f. Çömlek. * Tencere.
kaly   Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık.
kalyan   f. Nargile.
kalyon   Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.
kâm   f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit.
kâm na kâm   f. İster istemez.
kâm u nâkâm   Elbette, ister istemez.
kam'   Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni. More…
kâm-binan   (Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler.
kâm-binî   f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk.
kama   İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir More…
kamakim   (Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler.
kamame   Süprüntülük.
kamara   Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet More…
kamarî   (Kumriye. C.) Dişi kumrular.
kamarot   Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam.
kamatir (kamtarir)   Katı, sağlam.
kâmbahş   f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici.
kamber   (Bak: Kanber)
kâmbin   f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan.
kamcere   Islah etmek.
kâmcu   f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen.
kâme   f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E  (Kumu'): Hakaret.
kame   (C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar.
kamea   (C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.
kamed   Binanın temeli.
kamel   Bitli kişi. * Karnın büyük olması.
kamen   Lâyık.
kamencer   Yaycı, kavvas.
kamer   Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
kamer suresi   Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir.
kamerî   Ay ile alâkalı.
kamerî sene   Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret)
kameriyye   Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.
kamervari   f. Ay gibi, kamere benzercesine.
kames   Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek.
kamet   (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam.
kamet almak   Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.
kamez   Menfaatsiz, hor hakir nesne.
kâmgüzar   f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen.
kamh   Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması. ◊ Buğday. * Yukarı kaldırmak.
kamha   Kasap merhemi adı verilen ilaç.
kamih   Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden. ◊ Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar. ◊ Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş More…
kâmil   (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
kâmilen   Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen.
kamim   Tere otunun kurusu.
kâmin(e)   Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.
kâminun   (Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar.
kamis   Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar.
kamit   Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil.
kamkam   (C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene.
kamkame   (C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz.
kâmkâr   f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud.
kâmkârane   f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla.
kâmkârî   f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik.
kaml(e)   Bit, kehle.
kamlul   Yabâni hıyar.
kamm   Evi süpürmek.
kammas   Suya dalan.
kammaş   Külhancı.
kamme   Süpürmek.
kamp   Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı.
kampanya   Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.
kamr   Göz kamaşmak.
kamra   Ay ışığı olan gece.
kâmran   f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud.
kâmranî   f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma.
kâmreva   f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan.
kamş   Bir şeyi şundan bundan toplamak.
kams (kimâs)   Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak.
kamt   Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak.
kamtarir   Çatık suratlı.
kamu   (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen.
kamuflaj   Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri.
kâmuran   (Bak: Kâmran)
kamus   Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı. ◊ Arslan, esed.
kâmver   f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar.
kâmverân   (Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar.
kâmyab   İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan.
kân   f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse. ◊ f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz.
kan'ar   Büyük, kaba budaklı ağaç.
kana   Süngüler.
kanaat   Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza More…
kanaatbahş   f. Kanaat verici, inandırıcı.
kanaatkâr   f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden.
kanaatkârane   f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda.
kanadil   (Kandil. C.) Kandiller.
kanafiz   (Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri.
kanah   (C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı.
kanas   Av yeri.
kanat   (C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak.
kanata   ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır.
kanatir   (Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar. ◊ (Kantar. C.) Kantarlar.
kanavat   (Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar.
kanazi'   (Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç.
kanber   Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
kand   Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.
kandal   Büyük başlı.
kandave   Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri.
kandefir   Yaşlı kimse, acuz.
kandî   şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden.
kâne   (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.
kanef   Kulağın küçük ve kalın olması.
kaneme   Kir. * Yağdan gelen pis koku.
kaneşvere   Hayız görmez kadın.
kanfa   Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)
kanfaş   Yaşlı, ihtiyar.
kanfese   Tesbih böceği.
kangren   Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
kanh   Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak.
kâni   (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.
kani'   (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.
kanib   İnsan topluluğu.
kânif   Udul eden, dönen, yoldan çıkan.
kanif   İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça.
kanis   Avcı.
kanisa   (C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.
kanit   (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden. ◊ Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü. ◊ (Bak: Delil)
kanitîn   Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.
kâniz   Defneden, gömen.
kankal   Büyük kile.
kankane   Yol göstermek.
kankaris   Börek.
kânken   f. Madenci. Maden kazıcısı.
kannad   şeker yapan, şekerci.
kannas   Avcı, seyyad.
kannis   Avcı, av.
kannur   Başı büyük kişi.
kans   Av. Av avlama.
kansa   (Kuşlarda) Kursak.
kantar   Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka.
kantara   Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.
kantariyye   Kantar ücreti. Tartma parası.
kantin   Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı.
kanu'   Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.
kânun   Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba.
kanun   (C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu More…
kanunen   Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.
kanuni   Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han)
kanuniyet   Kanunluluk. Kanun haline gelmek.
kanunname   f. Kanun kitabı. Anayasa.
kanunşinas   f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen.
kanva'   Büyük burunlu kadın.
kanzaa   İbik.
kapasite   Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi.
kapçak   Tar:  Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.
kapikulu   Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.
kaplica   Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca.
kapora   (Kaparo) Pey olarak verilen para.
kapris   Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.
kaput   Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak.
kâr   f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. More…
kar   (C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş.
kar'   Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik.
kar' (kur')   (C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat.
kar'uş   İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği.
kâr-âgâh   f. İşbilir, uyanık.
kâr-âgâhî   f. Uyanıklık, iş bilirlik.
kâr-âzmayî   f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş.
kâr-azmude   f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş.
kâr-danî   f. Uyanıklık, iş bilirlik.
kâr-nüma   f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş.
kâr-zâr   (Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe.
kâr-zârgâh   f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası.
kara   (C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt. ◊ (C.: Ekrâ) Arka.
kara'   Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi. ◊ (Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları.
kara'belane   Karnı büyük, yassı bir böcek.
karabasan   t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.
karabe   Kırba. Büyük testi.
karabet   Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
karabin   (Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.
karaborsa   Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.
karafi   (Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir.
karah   (C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.
karaib   (Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba.
karain   (Karine. C.) Karineler, ip uçları.
karakter   yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.
karamil   Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.
karan   Mekke arzı.
karanful (karanfül)   Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.
karanitis   Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu.
karar   Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * More…
karardâde   f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş.
kararet   Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer.
karargâh   f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez.
karargir   f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş.
kararit   (Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar.
kararname   f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı.
kararyab   f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen.
karaşime   Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç.
karatis   (Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.
karavana   Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama.
karavol   f. Karakol.
kârazma   f. Görgülü, tecrübeli.
kârban   f. Kervan.
kârban-saray   f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han.
karbon   Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.
karbonik   Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz.
karbus   (C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç.
kârd   f. Bıçak.
kârdan   f. İşten anlar, iş bilir.
kârdar   f. İşi elinde tutan.
karded   Kaba mekan. Düz arz.
kârdide   (C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü.
kardinal   Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye.
kâre   Arka yükü.
kare   Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü. ◊ (C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi.
karef   Hastalara yakın olmak.
kareh   Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.
karem   Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç.
karen   (C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * 'Yakınlık' mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin More…
karenba   Ayakları uzun bir böcek.
karf   Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.
kârferma   f. Amir, iş buyuran.
kârgâh   f. Fabrika, iş yeri. Atölye.
kârger   f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu.
kârgil   f. Kerpiçten yapılmış bina.
kârgir   f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan.
kargüzar   f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen.
karh   Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.
karha   (C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser.
kârhane   f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası.
karheb   Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi.
kari   (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.
kari'   (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan. ◊ Ulu kişi, seyyid.
karia   (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek More…
karia suresi   Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir.
kariat   (Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar.
karib   Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım.
karib (kareb)   (C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı.
kâriban   f. Kervan.
kariben   Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan.
karie   (C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.
karih   (C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar. ◊ Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı.
kariha   Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su.
kariha-zâd   f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen.
karik   Düz yer.
karikatür   Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim.
karin   Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci. ◊ Kılıcı ve oku More…
karine   Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
karir   Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz.
karis   Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık. ◊ Ekşi yoğurt.
karisa   (C. Kavâris) İncitici söz.
kariye   (C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.
kariyer   Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü.
kark   Tavuk gıdaklaması.
karkaf   şarap, hamr.
karkal   (C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise.
karkar   Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek. ◊ (C: Karâkır) Düz açık yer.
karkara   Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.
karm   (C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.
karmele   Yapraksız küçük ağaç.
karmeşe   Cem'etmek, toplamak.
karn   Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.
karnabit   Karnıbahar.
kârname   f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği.
kârnedaşte   f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz.
karnesa   Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.
karneyn   İki boynuz.
kârperdaz   f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender.
kârperverd   f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen.
karr   Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe.
karra   Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek.
karra'   (C.: Karrâun) Güzel okuyan. ◊ Ağaçkakan kuşu.
karraun   (Karrâ. C.) Güzel okuyanlar.
karre   Soğukluk, soğuk.
kars   İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması. ◊ Şiddetli soğuk. ◊ Küçük ibrik.
karş   Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek.
karsa (karisâ)   Bir hurma cinsi.
karsa'   Deve kuşunun erkeği.
karsaa   Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak.
karşame   Atmaca kuşu.
kârsaz   f. Becerikli, elinden iş gelen.
karsel   Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)
kârşinas   f. İşten anlar, iş bilir.
kart   Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük.
karta'   Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.
kartaban   Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.
kartabus   Zahmet, meşakkat.
kartak   (C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan.
kartale   Eşek yükünün dengi.
karun   (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile More…
karur   Duş yapılacak soğuk su.
karure   (C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe.
karv   Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk More…
karva   Uzun hörgüçlü deve.
karvah   Uzun ağaç. * Uzun deve.
kârvan   f. (Bak: Kervan)
karya   Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.
karye   Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.
karyeteyn   Mekke ile Taif şehirleri.
karz   Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek. ◊ Selem ağacının yaprağı.
karzen   Borç, ödünç olarak.
kâş   f. Çok istek, arzu, özleme.
kas'   Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek.
kaş'   (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam.
kas'a   (C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı.
kaş'arire   Ürpermek, titremek.
kasa   Kabalık. * Şiddet. * Katılık.
kasa'nine   Katı olmak. * Büyük olmak.
kasab   Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi.
kasaba   (C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.
kasabat   (Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar.
kasabe   Kötü hurma.
kaşaği   Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.
kasah   Sırtlan.
kasaid   (Kaside. C.) Kasideler.
kasal   Buğday içinde olan siyah taneler.
kasam   Şiddetli sıcaklık. * Güzellik.
kasame   (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.
kâşâne   f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda.
kasar   Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.
kasara   (C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.
kasaret   Kısalık. Kısa olma.
kasas   Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası. ◊ Arslan.
kâsat   (Ke's. C.) Kadehler, ke'sler.
kasat   Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması.
kasatura   Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.
kasavet   Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet)
kasavise   (Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.
kasb   Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert. ◊ Kat'etmek, kesmek.
kaşb   Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek.
kasba   Kamış. Kamışlık.
kaşbe   Hasis kişi. * Maymunun dişisi.
kasd   Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak.
kasden   Bile bile, isteyerek.
kasdî   İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan.
kâse   f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik.
kaşe   Mühür, imza. * Bir nevi kumaş.
kâse-bend   f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse.
kâse-ger   f. Kâseci, kâse yapan.
kâse-i fağfur   f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse.
kâse-lis   (Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci.
kased   şahyar dedikleri nesne.
kâseha   (Kâse. C.) Kâseler.
kasem   Yemin. Ahdetme.
kaşem   Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu.
kasemât   Ahdler, yeminler.
kaşer   Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.
kases   Hidayet edici delil.
kasf   Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması.
kasfe   (C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını.
kash   Kuruluk, katılık.
kashab   Kalın, yoğun, büyük.
kasî   (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı.
kaşî   f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini.
kasi'   Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse.
kaşi'   Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik.
kasi'a   Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka)
kâsib   Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
kasib   (C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül. ◊ Düdük çalan.
kaşib   (C.: Kuşbâ) Yeni veya eski.
kâsid   Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan.
kasid   (C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı. ◊ Kasd eden, niyet eden, isteyen. ◊ Kaside.
kaside   (C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı More…
kaside-gû   f. Kaside yazan, kaside söyliyen.
kaside-perdaz   f. Kaside yazan, kaside düzenliyen.
kaside-serâ   f. Kaside söyliyen, kaside yazan.
kâşif   Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
kasif   Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen. ◊ Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey.
kasîf   Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi.
kâşiger   f. Çinici, çini yapan san'atkâr.
kâşih   Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse.
kasik   t. Karnın alt tarafı.
kasîl   Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne.
kasim   (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen. ◊ (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.
kasîm   Güzel kimse. * Taksim eden, bölen.
kasîme   (C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.
kâsir   (Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu. ◊ Çok olan, kesir, bol olan.
kasir   (A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu. ◊ (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
kasîr   (Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
kasirane   Âcizane, beceriksizcesine.
kasire   Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.
kaşire   Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.
kasirga   Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.
kasis   Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı.
kasisa   (C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot.
kasitîn   (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler.
kasiyy   Uzak, baid. Irak.
kasiyy (kisiyy)   Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise.
kaskas   Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot.
kaşkaşa   Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak.
kaskase   Yol göstermek. * Köpeği 'kuçu kuçu' diye çağırmak. ◊ Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston.
kaşki   f. 'Keşke, ne olurdu' gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder.
kasl   Kesmek.
kasm   Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek. ◊ Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek.
kaşm   Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak.
kasma   Ufak boynuzlu dişi koyun.
kasme   Yüz, çehre, vech. ◊ Merdiven ayağı.
kasmel   Arslan, esed.
kaşmeş   Kuş üzümü.
kasr   Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak. More…
kaşr   Bir şeyin kabuğunu soyma.
kasrî   Zorla, cebren.
kasriyyet   Zorlama hâli.
kass   Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak. ◊ Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün. ◊ Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
kaşş   Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek.
kassa   Kireç.
kassab   Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı.
kassabiyye   Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti.
kassam   Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden. ◊ Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * More…
kassar   Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı.
kassî   Göğüsle alâkalı. Sadrî.
kast   f. Noksan, eksik, kusur.
kaşt   Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak.
kasta'   Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.
kastal   Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz. ◊ şeker tozu.
kastalanî   (Hic: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir. ◊ Ok More…
kâstar   f. Yalancı, hilekâr.
kastar   (C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.
kâste   f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB: Mestler. KASUS: Yalnız otlayan deve. KASV:  Deve kulağının kenarı.
kaşur   (C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni.
kaşv   Kabuğu soyulmuş olan.
kasva   Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.
kaşvan   Zayıf erkek.
kasvere   Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi.
kasvet   Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet)
kasvet-bahş   f. Kasvet ve sıkıntı veren.
kasvet-efza   f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
kasvet-engiz   f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
kasvet-nâk   f. İç sıkan, sıkıntı veren.
kat'   Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden More…
kat'a   Aslâ, hiçbir zaman.
kat'an   Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen.
kat'î   Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz.
kat'î delalet   şüphesiz, kat'i delil.
kat'iyyen   Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman.
kat'iyyet   Kesinlik, kat'ilik.
katade   (C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni.
kataif   '(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı.'
katalog   Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi.
katam   Cimâ arzulamak. * Et arzulamak. ◊ Toz, gubar.
katan   Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi.
katane   Az yemeklik.
katar   Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır. More…
katarat   (Katre. C.) Katreler, su damlaları.
katare   Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.
katat   Kısa, kıvırcık saç.
katb   (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan.
katea   (C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu.
kateb   (C.: Aktâb) Deve palanı.
kated   (C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.
katedral   Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.
kategori   Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup.
katel   Nefs. Cismin bakiyyesi.
katele   (Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.
kater   (Katre. C.) Katreler, damlalar.
katere   Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması.
katf   Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi.
kati'   (Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç. ◊ (C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri.
kati'a   Kesen, kesici.
katia   (C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi.
kâtib   Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı.
kâtibane   Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine.
katibe   (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde.
katibeten   Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ.
katife   (C.: Katâif) Kadife.
katil   (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan. ◊ Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul.
katile   Su silmede kullanılan bez parçası.
kâtim   (Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan.
katim   Toz çokluğundan karanlık olan.
katin   (C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı. ◊ Kene. * Az yiyen kimse. * Testi.
katir   İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları.
katl   (C.: Mekâtıl) Kesmek. ◊ Öldürmek.
katlâ   (Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler.
katlgâh   f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli.
katm   Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi.
katmer   t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.)
katne   Kırkbayır. * Boş.
katolik   Fr. Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar.
katr   Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur. ◊ Darlık.
katran   (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.
katre   Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
katrecu   f. Bir damla arıyan.
katred (katârid)   Koyunu ve kuzusu çok olan kişi.
katrefeşan   f. Damla saçan.
katt   Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak. ◊ Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, More…
katta'   Çok kat'eden, adah çok kesen.
kattal   (Katl. den) Çok öldüren, çok katleden.
kattan   Pamuk satan.
kattat   Hokkalar yapan, çıkrıkçı.
katub   (Bak: Katb)
katube   Arkasında semeri olan deve.
katuf   Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan.
katv   Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak. ◊ Hizmet.
kaud   Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.) ◊ Yavaş giden at.
kaur   Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar.
kaus   Yaşlı, koca, ihtiyar.
kav'   (C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.
kava'   Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer.
kavabil   (Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler.
kavad   Katili maktul yerine kısas etmek. ◊ Kaltaban. Arsız, gayretsiz.
kavadih   (Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler.
kavadim   (Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri.
kavaf   Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan.
kavafî   (Kafiye. C.) Kafiyeler.
kavafil   (Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler.
kavaid   (Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.
kavaim   (Kaime. C.) Kaimeler.
kavakiz   (Kakuze. C.) Boş maşrapalar.
kavalib   (Kalıb. C.) Kalıplar.
kavam   Adâlet. * Güzel ve uzun boy.
kavanin   (Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi.
kavari'   (Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.
kavarir   (Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS: Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar.
kavasif   (Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar.
kavasim   (Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler.
kavayim   Davarın ayakları. * Evin direkleri.
kavb   Kesmek. * Çukur kazmak.
kavd   Boy uzunluğu. * At sürüsü.
kavda   (C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı.
kaveme   (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere 'Sübhâne Rabbiyel Azim' diyecek kadar durmak.
kavf   Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı.
kâvî   (Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci.
kavi   Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.
kavim   Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel. ◊ (Bak: Kavm)
kâviş   f. Eşme, kazma.
kâvişger   f. Kazıcı, eşici, kazan.
kavisname   f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser.
kaviyyen   Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.
kaviyyen me'mul   Çok kuvvetle ümid edilen.
kâviyyet   Yakıcılık, dağlayıcılık.
kavkaa   Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.
kavkah   Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.
kavkal   Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu.
kavl   Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham.
kavl-i şârih   Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.
kavlen   Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
kavlî   Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.
kavliyyat   Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.
kavm   (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak.
kavmî   Kavme âit, kavimle alâkalı.
kavmiyet   Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.
kavmiyetçilik   İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)
kavnes   (C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi.
kavra   Geniş yer.
kavs   Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı.
kavs-pare   f. Küçük yay, küçük kavs.
kavsaf   Kadife.
kavsarra   Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü.
kavseyn   İki yay.
kavsî   Yay biçiminde olan, yay gibi olan.
kavt   İhtiyaç miktarı yemek vermek. ◊ (C.: Akvât) Koyun sürüsü.
kavvad   Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.
kavval   (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.
kavvam   Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.
kavvas   (Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu.
kavz   (C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak. ◊ Bozmak. Yıkmak.
kay   Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi. ◊ Yağmurlu hava.
kay'   Kedi, sinnevr.
kay'am   (C.: Kayâım) Kedi.
kayane   Demircilik.
kayasire   (Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları.
kayd   Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.
kaydahr   Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve.
kaydehur   Yaramaz huylu.
kaydetmek   Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak.
kaydiyye   Deftere kaydetme ücreti.
kaydum   Her nesnenin önü.
kayh   (C.: Kuyuh) İrin.
kayid   (C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen 'kösem' dedikleri koyun.
kayif   Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.
kayile   (Bak: Kaylule)
kayim   Durucu, duran. * Kılıç kabzası.
kayin   Kadının veya kocanın erkek kardeşi.
kayinço   Kayın. Kayınbirader.
kayisa   (C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.
kayka'   Tavuk avazı, tavuk sesi.
kaykaban   İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.
kayl   (C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek.
kaylule   Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.
kayn   (C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle.
kaynan   At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.
kaynata   Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder.
kays   Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı. ◊ Düşmek, sukut.
kayser   Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı.
kayserî   (C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve. ◊ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.
kaysum   Marsama denilen ot.
kaytas   Balina balığı. * Kadırga balığı.
kaytun   (C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.
kaytus   Bir yıldız kümesi.
kayy   Fakirlik.
kayyim   'İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve More…
kayyime   Müstakim, âdil. Çok değerli.
kayyum   (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.
kayyumiyet   Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)
kayz   Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.
kâz   (Gâz) f. Makas.
kaz'   Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek.
kaza   Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.
kaza'   Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.
kazaa   Bulut parçası.
kazab   Katılık, şiddet.
kazabe   Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.
kazaen   Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
kazaet   Ayıp, âr. * Fesad.
kazaha   (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.
kazaî   Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.
kazak   Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.
kazal   (C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.
kazam   şey.
kazan (kevzân)   Semiz şişman kimse.
kazanfer   (Bak: Gazanfer)
kazar   Kirlenme, pislenme.
kazara   f. Kazâ olarak. Rastlayarak.
kazaret   Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.
kazasker   İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de More…
kazaya   (Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler.
kazaz   Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne.
kazb   Kesmek. * Yonca otu. ◊ Çok nikâh.
kazbe   (C: Kuzub) Yonca otu.
kâze   Uyluk dibi.
kazef   Irak, baid, uzak.
kazein   Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler.
kazel   Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)
kazem   Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık. ◊ Tez, seri, acele.
kazer   Nezafetsizlik, temiz olmamak.
kazez   Pire.
kazf   Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna 'kazf-ı muhsenat' da denir. (Bak: Kebair)
kazf (kazâfe)   (C.: Kızâf) İncelik, zayıflık.
kazh   Atmak, saçmak.
kazi   (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren.
kazib   Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. ◊ (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen. ◊ (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı.
kâzib(e)   Yalancı. Yalan söyleyen.
kazife   Sövdükleri söz. * Attıkları nesne.
kâzim   Öfkesini yenen, meydana vurmayan.
kazim   (C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa.
kazim(a)   Kemirici hayvan.
kâzime   (C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir.
kazime   (Bak: Kâzıme)
kâzimûn (kâzimîn)   Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.
kaziye   Ölüm.
kaziye (kaziyye)   Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet.
kaziz   Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat.
kazkaz   Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan.
kazkaza   Kemiği parçalamak.
kazm   Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.
kazr   Bir kimsenin peşinden gitmek.
kazuf (kazif)   Irak, uzak, baid.
kazulet   Kocaman.
kazur   Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.
kazurat   Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.
kazure   (C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük.
kazuze   Maşrapa.
kazz   Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak. ◊ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat. ◊ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd.
kazzabe   Çok keskin.
kazzafe   Sapan.
kazzan   Pire.
kazzaz   İpekçi. İpek yapan veya satan kimse.
kazze   (C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı.
ke   Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin.
ke'kee   Zorla reddetmek, def'etmek.
ke's   Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh.
ke'sen dihak   (Kulpsuz) dolu kadehler.
keb'   Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem.
kebab   Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.
kebabe   Bir ot ismi.
kebad   İri limon.
kebade   f. Tâlim yayı.
kebade-keş   f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken.
kebade-keşî   f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme.
kebair   (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar.
kebas (kebes)   Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması.
kebb   Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.
kebbah   Gönden bardak ve matara diken kimse.
kebban   Büyük terâzi. Kantar.
kebbe   İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.
kebc   Davarı durdurmak için dizginini çekmek.
kebe   Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.
kebed   Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi.
kebel   Kısa.
kebg   f. Keklik.
kebib   Darı.
kebicek   Kış otu.
kebir   Büyük, âli, yüce.
kebire   (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair)
kebise   Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene.
kebit   Deve avazı. Sığır avazı.
kebkeb(e)   f. Ayak patırtısı.
kebkebe   Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme.
kebl   Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.
kebn   Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek.
kebs   Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası.
kebş   (C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç.
kebse   Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu.
kebt   Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak.
kebud   f. Mavi. Gök rengi.
kebudfâm   f. Gök renginde olan. Mavi renkli.
kebudî   f. Mâvilik.
kebuter   f. Güvercin.
kebuter-bâz   f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse.
kebuterân   (Kebuter. C.) Güvercinler.
kebv (kebve)   Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek.
kec   f. Eğri, çarpık.
kecabe   f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan.
kecave   f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan.
kecbaz   f. Oyunda hile yapan.
kecbin   f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren.
kecçeşm   f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan.
keçel   f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse.
keçeli   Tar:  Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.
kecfehm   f. Yanlış anlıyan.
kechulk   Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.
keckülah   f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa.
kecmizac   f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz.
kecnazar   f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı.
kecnigâh   f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse.
kecnihad   f. Aksi ve ters huylu olan.
kecre'y   f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan.
kecreftar   f. Ters yürüyen. Gidişi eğri. KECREV: f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.
kectab'   f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi.
ked   f. Ev, hâne, mesken.
ked-banu   f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın.
keda   Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.
keda'   Defetmek, kovmak.
kedad   Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip 'benat-ul kedad' derler.)
kedb   Tâze kan.
kedd   Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.
keddere   Bulandırdı (meâlinde fiil).
kede   f. 'Mahal, ev, yer' anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi.
kedeme   Hareket.
keden   Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.
keder   Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
kederefzâ   f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici.
kederengiz   f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren.
kedernâk   Keder verici, kederli.
kedeven   Palan atı.
kedh   Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.
kedhüda   f. Kâhya.
kedid   Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.
kedin   Etli ve yağlı kişi.
kedir (kedirâ)   İçinde hurma ıslanmış süt.
kedkede   Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.
kedm   Isırma.
kedme   Yara izi, bere.
keds   Tez tez yürütmek.
kedş   şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak.
kedu   f. Kabak. * Mc: Kafatası.
keduh   Amel ve sa'yedici, çalışan.
kedum   Adam ısıran eşek.
keduret   Bulanıklık. * Gam, tasa, keder.
kef   Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu. ◊ f. Köpük.
kefa   f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet.
kefa'   Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.
kefaet   Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş.
kefaf   Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik.
kefaleten   Kefil olarak. Kefillik suretiyle.
kefaletname   f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi.
kefaret   (Bak: Keffaret)
kefc   f. Ağızdan gelen köpük.
kefçe   f. Kepçe.
kefe   (Keffe) Terazinin bir gözü.
kefef   (Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları.
kefel   Dip, ard, kıç.
kefenbeduş   (Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış.
kefenpuş   f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş.
kefere   (Kâfir. C.) Kâfirler.
kefeş   (Bak: Kafş)
kefeteyn   Terâzinin iki tarafı.
keff   Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet.
keffaret   (Masdar gibi kullanılıyorsa da 'keffâr' mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı.
keffe   (C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası.
kefgir   f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap.
kefh   Karşı karşıya savaşma.
kefi   Nazir, misil, benzer, denk, eş.
kefil   (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
kefit   Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet.
kefiye   Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.
kefkefe   Men'etmek, engel olmak.
kefl   Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan.
kefn   Yün eğirmek.
kefr   (C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye.
kefş   (Bak: Kafş)
keft   Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek.
keftar   f. Sırtlan.
kefter   f. Güvercin, kebuter.
kefur   Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen.
keh   f. Saman. Saman çöpü.
keha   f. Mahcub, utangaç.
kehail   (Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.
keham (kihâm)   'Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca 'seyf-i kihâm'; peltek lisana 'lisan-ı kihâm'; ağır yürüyüşlü ata 'feres-i kihâm' derler.)'
kehanet   Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek.
kehat   Büyük, semiz dişi deve.
kehb   Koruk.
kehd   Ayağı yere vurmak.
kehdel   Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)
kehene   (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
kehf   Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.
kehf suresi   Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
kehhal   Gözlere sürme süren. * Göz doktoru.
kehib   Patlıcan.
kehil   (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
kehila   Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.
kehire   Kısa boylu kadın.
kehkah   Zayıf erkek.
kehkeşan   f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
kehl   Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl)
kehl(e)   Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit.
kehlâ'   Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot.
kehm   Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak.
kehmel   Ağır ve kaba.
kehmes   Boyu kısa olan.
kehr (kührüre)   Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak.
kehreba   Bir şeffaf zamk ismi.
kehribar   Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen.
kehrüba   f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek 'Kehribâr' denilir.)
kehrübaî   Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan.
kehs   Bir şeyi eliyle almak.
kehulet   (Bak: Kühulet)
kehvare   f. Beşik.
keib   Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)
kej   f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi.
kejçeşm   f. Şaşı, eğri bakışlı.
kejdüm   f. Akrep.
kejdümî   f. Akrep gibi, akreple ilgili.
kekeme   t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan.
kekre   t. Ekşi, acımtırak.
kela   Yeşil ot.
kelab   Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı.
kelacu   f. Kadeh.
kelaet   (Bak: Kilaet)
kelah   Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı.
kelâl   Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.
kelâl-âver   f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu.
kelâl-bahş   f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren.
kelâlet   Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan.
kelâlib   (Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.
kelâm   Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, More…
kelâm-i tünd   f. Sert söz.
kelâmî   Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.
kelâmiyyun   Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn)
kelâmullah   Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim.
kelan   f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş.
kelânî   (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).
kelanter   f. Çok iri. Daha büyük.
kelaseng   f. Sapan.
kelave   İpek veya iplik saracak çark.
kelb   (C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs.
kelb-ül mâ'   f. Köpek balığı. * Kunduz.
kelbetan   f. Kerpeten.
kelbî   Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.
kelbiyyun   Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.
kelce   Kile, mikyâl.
kelde   (C.: Külud) Bir parça kaba yer.
kele   f. Yanak.
kele'   Ayakta olan yarıklar. * Kir.
keleb   (C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek.
kelebçe   Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.
kelef   Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi.
kelendi   Bir para. * Sağlam ve sert yer.
kelepçe   (Bak: Kelebçe)
kelepir   Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık.
kelfa   Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
kelh   Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. ◊ Katı yüzlülük.
kelif   Haris kimse.
kelil(e)   Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse.
kelim   Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse. ◊ (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, More…
kelim-dest   f. Olgun kimse.
kelimat  (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
kelime   Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. 'Bir tek söze' More…
keling   f. Şaşı.
kelk   f. Koltuk (insanda).
kelkâhya   Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.
kelkel (kelkâl)   (C.: Kelâkil) Göğüs, sadr.
kell   (C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü.
kella   Geminin durup demirlediği yer.
kellâ   Öyle değil. Aslâ.
kellab   İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse.
kelle   f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne.
kellepuş   f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü.
kellit (killit)   Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.
kellub   (C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel.
kelm   (C.: Külum-Kilâm) Cerâhat.
kels   Hamle etmek. Cür'et etmek.
kelseme   Cem'olmak, toplanmak.
kelt   Ahmaklık. * Toplamak.
kelz   Cem'etmek, toplamak.
kem   Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend) ◊ f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
kem göz   Kötü niyetle bakan göz.
kem'e   Yer mantarı.
kem-asl   f. Aslı ve nesli bozuk.
kem-ayar   f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp.
kem-baha   f. Kıymetsiz, değersiz, âdi.
kem-baht   f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız.
kem-bidaa   f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş.
kem-güftar   f. Az konuşan. Az söyliyen.
kem-harf   f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi.
kem-havsala   f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse.
kem-iyar   f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş.
kemâ   (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) 'Gibi' mânâsına gelir.
kemâ biş   f. Aşağı yukarı. Takriben.
kemâ hiye   (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi.
kemâ hiye hakkuhâ   Gereği gibi.
kemâ kâne   Eskiden olduğu gibi, eski tarzda.
kema yenbagî   İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.
kemain   (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar.
kemakl   (Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh.
kemal   Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.
kemalât   (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.
kemalât-perver   f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi.
keman   f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman.
keman-dâr   f. Yay tutan, yay tutucu.
keman-ger   f. Yay yapan san'atkâr.
keman-keş   f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken.
kemane   f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun.
kemanî   f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı.
kemc (kemh)   Atı dizgini ile durdurmak.
kemed   Gam, tasa.
kemenan   (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular.
kemençe   f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti.
kemend   f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * More…
kemer   f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı.
kemerbend   f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş.
kemerbeste   f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan.
kemerdece   Yab yab yürümek.
kemergâh   f. Kemer takılan yer. Bel.
kemgû   f. Az konuşan. Az söyleyen.
kemh   Gözsüzlük.
kemha   f. Bir cins ipek kumaş.
kemî   (C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.
kemi'   Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer.
kemin   (C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer. ◊ f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.
kemine   Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.
kemingâh   f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer.
kemingüşa   Pusu kuran. Tuzak kuran.
keminsaz   f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan.
kemiş   Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun.
kemişe   Küçük emzikli deve.
kemiyet   (Bak: Kemmiyet)
kemiyy   Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ.
kemkadr   f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı.
kemkaim   f. Anlayışsız. İdrakten âciz.
kemkâm   Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
kemkiymet   f. Değersiz, kıymetsiz.
kemlul   Yabâni hıyar.
kemmen   Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
kemmî   Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.
kemmiyat   (Kemmiyet. C.) Kemiyetler.
kemmiyet   (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
kemmun   Kimyon.
kemn   Gizlemek, gizlenmek.
kemnam   f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz.
kemne   Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.
kempaye   f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan.
kemra   f. Mandıra, ağıl.
kemre   Gübre. * Pul pul kalkmış deri.
kemş   Kesmek.
kemsal   f. Genç. Yaşı küçük.
kemsere   Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek.
kemsuhan   f. Az konuşan. Az söyleyen.
kemter   f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik.
kemterane   f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
kemterîn   f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik.
kemy   Gizlemek, ketmetmek.
kemyab   Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
kemzeban   f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi.
kemzede   f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
kemzen   f. Tâlihsiz, şanssız.
ken   f. 'Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken.' anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi.
ken'   (C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak.
ken'ad   (C.: Kenâıd) Balık kılçığı.
ken'an   Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi.
ken'at   Bir balık cinsi.
kena'   Parmakların sinirleri çekilip yumulmak.
kenain   (Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
kenais   Keniseler, kiliseler.
kenak   f. Karın ağrısı. Buruntu.
kenane (kinâne)   (C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.
kenar   f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma.
kenar-gir   f. Fıçı çemberi.
kenare   f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel.
kenaz   Zahire vakti.
kenb   İş yapmaktan ellerin iri iri olması.
kenbur   (Kenbure) f. Yalan, hile.
kend   Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek.
kende   f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu.
kende-hâye   f. 'Hayası kesilmiş: Hadım ağası.
kendeş   Bir nevi devâ.
kendide   f. Kokmuş.
kendu   f. Epey genişçe toprak.
kenduc   Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda.
kendüm   f. Buğday.
kendure   f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra.
kene   Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.
kenef   (C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu.
kenehbül   Bir cins ağaç.
kenehver   Büyük beyaz bulut.
kenet   (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.
kenf   Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek.
kenfile (kenfelik)   Kaba ve uzun sakal.
kenif   (C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet.
kenin   Örtülü, gizli, mahfuz.
kenisa   (Kenise) (C.: Kenâis) Kilise.
keniz   f. Esir kadın. Hayalık, câriye.
kenizek   f. Küçük cariye.
kenker   Enginar.
kenn   Örtülüp gizlenme.
kennas   Süpürgeci.
kenne   (C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.
kennî   (C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.
kens   Süpürge ile süpürme.
kenta   Bir ot cinsi.
kental   Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi.
kenud   Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden More…
kenz   Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler. ◊ şiddet, zorluk, meşakkat.
kenz suresi   Fâtiha Suresi.
kepade-keş   f. Okçuluğa yeni başlıyan.
kepan   f. Büyük terazi.
kepaze   İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay.
kepenek   f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek.
ker   f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram. KERA': Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu.
ker'   (C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek.
ker'a   Çocuk seven kadın.
kera   Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku. ◊ Uyku, nevm.
kerabis   (Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler.
kerad(e)   f. Yırtık ve eski elbise.
kerahe   (Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet.
kerahet   İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: More…
kerahet vakti   Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.
keraheten   Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek.
kerahiyyet   Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli.
keraih   (Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler.
keraker   f. Kuzgun. * Karga.
keramat  (Keramet. C.) Kerametler.
kerame   İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak.
keramend   f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste.
keramet   Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir More…
keran   f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet. ◊ Sabah.
keran tâ keran   Bir uçtan bir uca.
kerar   Arap kadınlarının takındıkları boncuk.
keraris   (Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları.
keras   Hilyon ve marulca dedikleri ot.
keraste   f. Kereste.
kerb   (C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe.
kerbe (kürbe)   Gam, tasa, endişe.
kerbela   Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım)
kerbele   Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.
kerd   Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun.
kerdem   Şişman ve kısa boylu olan adam.
kerdeme   Kısa düşman.
kerdese   Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü.
kereb   Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü.
kerebbe   Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı.
kerebe   (C.: Kirâb) Suyun aktığı yer.
kerefs   Kereviz otu.
kerem   'Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî More…
kerem etmek   Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak.
keremgüster   f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi.
keremkâr   f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan.
kerempe   Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı.
kerempe burnu   Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.
keremperver   f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim.
kerev   f. Örümcek, ankebut.
kerevet   Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.
kerf   Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.
kerh   İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak. ◊ Bağdat şehrinde bir mevziin adı.
kerhen   İstemiyerek, tiksinerek, zoraki.
kerî   f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. ◊ Kazmak.
keribe   (C.: Kerâyib) Katı, sert.
kerih   İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat.
kerihe   (C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey.
kerihet   Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan.
kerim   Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr.
kerimane   f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde.
kerime   Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.
kerir   Boğulmuş ses gibi bir ses.
keriş   (C.: Küruş) İşkembe.
keriyy   Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.)
keriz   Yoğurtan yapılan keş.
kerkeç   Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.
kerker   Karındaş sığır.
kerkere   Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.
kerkes   f. Akbaba (kuş).
kerkese   Tereddüt etmek, karar verememek.
kerküz   f. Delil, işâret, alâmet.
kerm   (C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.
kermarik   Ilgın ağacının koruğu.
kerme   Etli ve yuvarlak olan uyluk başı.
kernaf   (C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)
kernafe   (C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.
kernebe   Zengin kadın. KERR: Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
kerr u ferr   Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.
kerram   Bağcı.
kerrar   Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak.
kerrat   Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli.
kerraz   Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç.
kerre   Bir defa. Bir adet. Bir.
kerretan   Sabah ve akşam.
kerrubî   Meleklerin büyüğü.
kerrubiyyun   (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de More…
kerrus   Büyük başlı.
kers   Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak.
kerş   Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.
kerşa   Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban.
kerşeb   Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur.
kerub   Allah'a en yakın olan melekler.
kerubiyyun   (Bak: Kerrubiyyun)
kerv   Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek.
kervan   f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. ◊ (C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.
kery   Kazmak.
keryan   Uyuyan kişi, nâim.
kerye   Tam olmak, tamam olmak.
kes   f. İnsan. Kişi.
keş   f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş  - Cefâ çeken. Esrar-keş   Esrar çeken, esrar içen serseri. ◊ Yoğurt peyniri, yağsız.
kes'   El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı. ◊ Uzun olmak. * Çok olmak.
keş'   Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.
kes'am   Pars (canavar).
kes'e   Bitmek. * Yüksek olmak.
kesad   Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik.
kesafet   Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
keşah   Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)
keşakeş   f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından More…
kesalet   Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet.
kesan   f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler.
keşan   (Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke. ◊ Zincirden yular.
keşan ber keşan   Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek.
keşan keşan   f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek.
kesane   f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette.
keşaverz   f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik.
kesb   Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
kesbî   Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
kesd   Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek.
kese   Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)
keşe'   Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak.
keseb   Yakınlık, kurbiyet.
keşef   Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması. ◊ f. Kaplumbağa.
kesel   Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık.
keselan   Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk.
keşende   f. 'Çeken, çekici' mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil.
keser   Hurma çiçeği.
keses   Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak.
kesf   (Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak.
keşf   Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
keşf-i râz   f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek.
keşfî   Keşifle alâkalı.
keşfiyat   (Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
kesh   Aksaklık.
keşhan (kişhân)   Deyyus.
kesî   f. Bir kimse.
kesib   Kum tepesi.
kesid   Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı.
keşide   f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış.
keşide-kamet   f. Uzun boylu.
kesif   Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.
keşih   (C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf.
kesil (keslân)   (C.: Küsâlâ) Tenbel kimse.
kesir   Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli. ◊ (C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.
kesis   Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et. ◊ Titremek. Deprenmek. * Eğrilik.
keşiş   f. Papaz. Manastır rahibi. (Arapçası: Kıssis) ◊ Ayı avazı. * Deve avazı.
kesisa   Avcıların tuzağı.
keşişân   (Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri.
keşişâne   f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette.
keşişhâne   f. Kilise, manastır.
keşk   Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi.
keşkek   Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday.
keskese   Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek.
keşkeşe   Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü.
keslan   Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun.
kesm   (C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar. ◊ Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak.
keşmekeş   f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme.
keşni   f. Koruluk, orman.
kesr   Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. *Mat.: Bir bütünün parçalarından her biri.
keşr   Gülünce dişlerin görünmesi.
kesra   (C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı.
kesre   Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi 'İ' veya 'I' diye okutan ve bir adı da 'esre' olan işâret.
kesret   'Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye More…
kess   Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması. ◊ Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
keşşaf   Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci.
kessare   Çoğaltan. Artıran.
keşt   Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak. ◊ Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale.
kestel   itl. Küçük kale. Hisarcık.
keştî   f. Gemi, sefine.
keştîban   f. Gemici, kaptan.
keştîgâh   f. Liman. Gemilerin barındığı yer.
keştîger   f. Gemi yapan veya tamir eden kimse.
keştînişin   f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse.
keştite   Yuvarlak karpuz.
kesub   Çok kazanan ve kesbeden.
ketaib   (Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler.
ketb   Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme.
ketd (kitd)   Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası.
ketebe   'Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde 'Ketebehu; Onu yazdı' mânasında kulllanılır.'
keter   (C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece.
ketf   Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak.
keth   Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek.
ketib   Dikici, diken.
ketibe   Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.
ketibeperver   f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren.
ketif   (Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği.
ketife   Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit.
ketit   Deve avazı. * Sığır avazı.
ketite   Sinir.
ketiz   Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi.
ketkat   Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan.
ketkete   Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi.
ketm   Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
ketn   Kir, pas.
kett   Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan.
kettan   Keten.
ketum   Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen.
ketumane   f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette.
ketumiyyet   Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik.
keu'   Korkak olmak.
keûd   Meşakkatli sarp yokuş.
kev'   Vurmak. * Korkmak.
kev'a   Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ)
keva'   Bileğin çıkması. * Bilek kemiği.
kevahil   (Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller.
kevahin   (Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler.
kevaib   (Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar.
kevakib   (Kevkeb. C.) Yıldızlar.
kevakib-şinâs   f. Müneccim.
kevalik   Kısa boylu.
kevar(e)   f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis.
kevd   Yakın olmak.
kevden   (C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz.
kevh   Gâlip olmak.
kevkeb   Yıldız. * Parıldamak.
kevkebe   f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. ◊ Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı.
kevkebî   Yıldıza ait, yıldızla ilgili.
kevlan   Kandıra adı verilen ot.
kevlem   Fülfül denilen karabiber cinsi.
kevma   Büyük ökçeli dişi deve.
kevmah   Dübürü büyük kimse.
kevme   Küme.
kevn   Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet.
kevn ü fesâd   Var olup sonra bozulmak.
kevn ü mekân   Kâinat, âlem, dünya.
kevneyn   İki âlem. Dünya ve Ahiret.
kevnî   Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
kevniyyat   Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.
kevr   Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi.
kevs   (C.: Ekvâs) Pabuç.
kevsec   Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.
kevsel   Geminin kıç tarafı.
kevser   Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. More…
kevser suresi   Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.
kevter   Fülfül dedikleri karabiber cinsi.
key   Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve 'İçin, tâ ki, hangi, nasıl?' yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe) ◊ f. Ne vakit, ne zaman? More…
key'   Yaramaz gönüllü olmak.
keyan   (Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar.
keyanî   f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı.
keyd   Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi.
keyf   Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
keyfe   Arabçada sual cümlesinin başına gelir. 'Nasıl? Nice?' mânalarınadır.
keyfe hâlük   Hâlin nasıl? Nasılsın?
keyfe mettefak   Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.
keyfemâ   Her nasıl?
keyfemâ yeşâ'   Nasıl isterse, istediği gibi.
keyfer   f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza.
keyfî (keyfiyye)   Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.
keyfiyyet   Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
keyhan   f. Dünya, arz.
keyl   Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek.
keylekan   Bir pırasa cinsi.
keylî   Kile ile ölçülen şeyler.
keylus   Hazmı kolay olan gıda.
keymus   yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.
keynunet   Varlık, var olma.
keys   Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk. ◊ Yaramaz huylu kişi.
keysan   Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret.
keysaniyye   Revâfiz tâifesinden bir sınıf.
keysum   Çok miktar olan kuru ot.
keyt   (Keyte) şöyle, şöylece, kezâ.
keyul   Muharebe gününde dizilen safların son safı.
keyvan   f. Satürn (Zuhal) gezegeni.
keyy (keyye)   Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama.
keyyal   Kile ile ölçen kimse. Kileci.
keyyefe   (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.
keyyis   (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif.
keza   Böyle, böylece. Bu dahi öyle.
kezalik   Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle.
kezame   (C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.
kezan   Küfeki taşı.
kezaz   (Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.
kezaze   Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık.
kezb   Tırnakta görünen beyazca yer.
kezbere   Kanbel otu. * Baldırıkara otu.
kezeb   (Kezub. C.) Yalancılar.
kezîm   Öfke ve kızgınlığını yenen.
kezkaz   Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek.
kezkez   Kenger otu zamkı.
kezkeza   Kırbanın dolu olması.
kezkeze   Çok fazla kırmızılık.
kezm   Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması. ◊ Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti More…
kezma   Parmakları kısacık olan kadın.
kezmazic (kezmâzil)   İlgın ağacının koruğu.
kezub   Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.
kezum   Sükut etmek. Susmak.
kezv   Çokluk, kesret, fazlalık. ◊ Çok olmak.
kezz   Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak. ◊ Dar. * Münkabız, katı.
kezzab   Yalancı. Çok yalan söyleyen.
kezze   Katı sesli. * Kısa.
ki'de   Halı. * Bir oturma tarzı.
kiba   Süprüntü.
kibab   (Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.
kibah   (Kabih. C.) Çirkinler, kabihler.
kibal   (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri.
kibal(e)   Ebelik bilgisi ve işi.
kibar   (Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.
kibarane   f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette.
kibare   Ululuk, büyüklük.
kibaş   (Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar.
kibase   Bütün olan hurma salkımı.
kibb   Kişinin arkasında yumrulanan kemik.
kibbe   (C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.
kibel   Yan, taraf, yön, cihet, cânib.
kiber   Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık.
kibir   (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük.
kible   Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.
kiblegâh   f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer.
kiblenüma   (Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.
kibrit   Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde.
kibritî   Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.
kibritiyet   Kükürt niteliği.
kibriya   Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
kibs   Çok adet, çok miktar. ◊ Menzil, mekân.
kibt   Mısır'ın eski yerli halkı. ◊ f. Bal arısı, nahl.
kibtî   (C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı.
kibtiyan   (Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler.
kic   Dağın yüksek ve yüce yeri.
kidad   Perâkende olup dağılmak.
kidah   Temrensiz ok.
kidd   Kayış.
kidde   Tarikat. * Bölük.
kidem   'Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın 'Kıdem' sıfatı, More…
kidemen   Kıdemce, kıdem yoluyla.
kidn   Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.
kidne   Et. * Yağ.
kidr   (C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.
kidve   İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.
kifa   Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât.
kifaf   (Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri.
kifah   Din için muharebe.
kifar   Çöller. Susuz, otsuz yerler.
kifat   Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.
kifayet   Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık.
kiffe   (C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne.
kifl   Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri.
kifr   Büyük dağ.
kift   (C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap.
kifve   Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek.
kig   f. Göz çapağı.
kih   (C.: Kihân) f. Küçük, sagir. ◊ İrin, cerahat.
kihal   (Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.
kihalet   Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.
kihan   (Kih. C.) Küçükler.
kihan ü mihan   Küçükler ve büyükler.
kihanet   (Bak: Kehânet)
kihf   (C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.
kihin   f. Küçük, sagir.
kihter   f. Yaşça en küçük olan.
kihterî   f. Yaşça küçüklük.
kik   Uzun ve dar sandal.
kîl   Söz, kelâm, denilen.
kîl u kal   Dedikodu.
kil ü kal   (I ve A, uzun okunur) Dedikodu.
kil'   (C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse.
kilâ   Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).
kila'   (Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar.
kilâ'   Saklamak, korumak.
kilaa   Yelken.
kilâb   (Kelb. C.) Köpekler.
kilade   Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu.
kilaet   Korumak. Gözlemek. Muhafaza.
kilafet   Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık.
kilar   f. Kiler.
kilavuz   Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât More…
kilaz   Bodur, tıknaz kimse.
kilde   Yağ tortusu.
kile   40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü. ◊ (C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.
kilece   (C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal.
kilem   (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
kiler   Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar)
kilevb   Kurt, zi'b.
kilhim   Yaşlı hayvan.
kilibik   Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.
kilisa   f. Kilise.
kilise   Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
kilk   f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok.
kilkal   Hareket ettirmek.
kilkil   Siyah tohumlu bir ot.
kille   Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh.
kille(t)   Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.
killîb   Eski kuyu. * Kurt.
kils   (C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek. ◊ Kireç, kireçtaşı.
kilsî   Kireçtaşı yapısında olan.
kilte   Deste, demet.
kilv   Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak.
kilvaz   Tevrat'ın mukaddes sandığı.
kilyan   Beyaz nohut.
kilye   Böbrek.
kilyeteyn   İki böbrek.
kilyevî   Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili.
kimad   Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.
kimah   Sudan başını kaldırmak.
kimam   (Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.
kimar   Kumâr.
kimat  Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.
kimatr   Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.
kimcar   Bıçak kını.
kimiz   Ekşimiş kısrak sütü.
kimkim   İyi cins olmıyan kuru hurma.
kimme   (C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk.
kimn   Saman.
kimt   Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.
kimya   Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * More…
kimyager   Kimyacı.
kimyevî   Kimyâ ile alâkalı
kin   f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.
kin'ar   Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.
kin'as   Büyük deve.
kina   Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı. ◊ Râzı olmak, kabul etmek.
kina'   Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak.
kinaf   Büyük burunlu kişi.
kinaiyyat   (Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.
kinan   (C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü.
kinane   (C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.
kinas   (C.: Künüs) Geyik yatağı.
kinaye   Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
kincer   f. Büyük fil.
kindar   f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün.
kindarane   f. Kinci olarak, kindarcasına.
kindare   Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.
kindîd   şarap, hamr.
kindir   Kaba eşek.
kine   f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık.
kinecu   f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan.
kinedâr   f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen.
kinegâh   f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası.
kinehâh   f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci.
kinekeş   f. Düşmandan öc ve intikam alan.
kinemeşhun   f. Kinle, intikamla dolu.
kinetik   Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli.
kinever   f. Kin besleyen, hased eden, kinci.
kinf   Zenbil. * Çoban dağarcığı.
kinfire   Burun ucu.
kinkin   Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.
kinn   (C.: Aknân-Akınne) Köle. ◊ (C.: Eknân) Perde, örtü.
kinnar   Bez ve keten parçası.
kinnarat   Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler.
kinnare   Mezbaha.
kinne   (C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ. ◊ Erkek görmüş kadın.
kinneb   Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim.
kinnesrin   Şam diyârında bir mekân adı.
kinnîne   Büyük şişe. * Şarap kabı.
kins   Her nesnenin aslı ve bitecek yeri.
kintar   (C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş. ◊ Belâ, meşakkat, zahmet.
kinve (kunve)   Koyunu döl için saklamak.
kipti   Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.
kîr   Katran, zift.
kir'av   Çorak tarla.
kira   Konaklık etmek. * İhsan etmek.
kira'   Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para. ◊ Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.
kiraat (kiraet)   Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.
kiraathane   Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.
kirab   (Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler. ◊ Kılıç veya bıçak kını.
kirabe   Yeri sürüp aktarmak.
kiraf   Cima etmek. * Karışmak.
kiraği   (Bak: Şebnem)
kiram   Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler. ◊ Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.
kiramen kâtibîn   İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
kiran   (C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması.
kirar   Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak. ◊ Bir daha, tekrar. Tekerrür.
kiraren   Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle.
kirat   Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.
kiraz   Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni. ◊ Evmek, acele.
kirba   (C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.
kirbal   (C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur.
kirban   Yakınlık. * Cimadan kinâye olur. ◊ Dolu kap.
kirbas   (C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez.
kirbasî   Bez satıcı kimse.
kird   Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun.
kirdar   Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç.
kirdide   (C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma.
kirdikâr   f. Sâni. Yapan Allah (C.C.).
kirf   Kabuk.
kîrfam   f. Simsiyah, katran renginde.
kirfe   Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın.
kirfî   Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu.
kiris   f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma.
kirişek   f. Savaşçı, cengâver, muharib.
kirişte   f. Çerçöp.
kiritik   (Bak: Kritik)
kirkanbar   İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi.
kirkbayir   Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.
kirkire   (C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü.
kirkis   Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık.
kirla   'Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.'
kirm   (C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi. ◊ f. Böcek kurdu.
kirmaz   Beyaz ekmek.
kirmeta   Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.
kirmîd   (C.: Karâmid) Pişmiş kiremit.
kirmil   (C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve.
kirn   Korkak.
kirnak   Halayık, cariye, esir kadın.
kirnas   Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.
kirpas   f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne.
kirpik   Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.
kirra   Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık.
kirrîs   Sazan balığı.
kirs   (C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.
kirş   İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide.
kirşib   Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı.
kirta'be   Bez parçası.
kirtab   Kafası üstüne yıkmak.
kirtale   (C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.
kirtas   (C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı.
kirtasiye   Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.
kirtibiyy   Bir nevi oyun.
kirtît   Zahmet meşakkat.
kirvan   Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.
kirzab   (C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız.
kirzam   Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.
kirzim   (C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta.
kirzîn (kirzin)   (C.: Kerâzin) Büyük balta.
kis   (C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar. ◊ Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! More…
kiş   f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir.
kiş'   (Bak: Kaş')
kiş'a   Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.
kiş'ame   Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene.
kisa   Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.
kisa'   (Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.
kişa'   (C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev.
kisabe   Kesicilik, kasaplık.
kişaf (küşâf)   Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.
kişah   Davarın böğrüne yapılan işaret.
kisal   Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.
kisar   (Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar.
kisas   Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı More…
kisasen   Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
kisb   (Bak: Kesb)
kisb ü kâr   Kazanç, iş güç.
kişbar   Ağaç parçası.
kisbî   Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.
kisde   (C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.
kişde   Yağın tortusu. * Maymunun dişisi.
kise   (Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol.
kisebür   f.Yankesici, hırsız.
kisedar   f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç.
kisef   (Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar.
kisfe   (C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.
kisim   (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar.
kisir   Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.
kiskis   Taşın ve toprağın ufağı.
kisl   Zayıf kişi.
kişla   Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.
kişlak   Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.
kislam   Isırıcı hayvan.
kişm   Et. * İç yağı.
kismal   Kesmek.
kisme   Kırık parçası. * Misvak parçası.
kismen   Bir kısım olarak. Bir parça olarak.
kismet   Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.
kismî   Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.
kişmiş   f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm.
kişniş   Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.
kisr   Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği.
kişr (kişir)   Kabuk. Dış taraf. * Libâs.
kisra   Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin More…
kisra (kusâre)   Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.
kisre   (C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası.
kişre   Yüzüne gülmek.
kişrî   Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.
kiss   Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı.
kissa   Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.
kissagû   f. Hikâye ve kıssa anlatan.
kissagüzâr   f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi.
kissahân   f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan.
kissaperdâz   f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı.
kissât   (Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler.
kişşebe   Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız.
kissis   Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.
kist   Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek. ◊ f. Kimdir? (mânâsına More…
kişt   f. Ekin. * Tarla.
kistas   Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey.
kisteyn   İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça.
kiştkâr   f. Çiftçi, ekinci.
kiştzar   f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla.
kisve   Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
kisved   Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.
kişver   f. Memleket, ülke. * İklim.
kişvergir   f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar.
kişvergüşa   f. Ülke açan, cihangir.
kişverhüda   f. Hükümdar, pâdişah.
kişverküşa   Memleket fetheden.
kisvet   Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.
kit'   (C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni.
kit'a   (C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. *Mat.: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Aks: Çok More…
kita'   Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey.
kitaat   (Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler.
kitab   Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân.
kitab (kutub)   Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan.
kitab-hane   f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer.
kitabe   Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı.
kitabet   Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak.
kitabî   Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
kitade   Geven, dikenli ot.
kitaf   Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit. ◊ İp.
kital   Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.
kitar   (C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı.
kitb (kitbe)   (C.: Aktâb) Bağırsak.
kitbe   Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek.
kîte   Bir gün veya bir gece yenecek yemek.
kitf   Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş.
kitfeyn   İki omuz küreği.
kitfir   Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.
kiti   (Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem.
kitkit   Ufak taneli yağmur.
kitl   (C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş.
kitle   Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey.
kitlik   Kahtlık. (Bak: Kaht)
kitman   Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
kitmir   Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.
kitr   Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü. ◊ Nişan oku. * İblisin ismi. ◊ Erimiş bakır.
kitt   (C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi.
kitta   Dişi kedi.
kittavş   Kedi.
kivam   Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.
kivare   Petek.
kivra'   Horozların birbiriyle döğüşmesi.
kiy'a   Düz yer, arz-ı müstevi.
kiya'   Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer.
kiyad (kiyâde)   Çekmek.
kiyadet   Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.
kiyae   Zayıflık. * Korkaklık.
kiyafet   Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak.
kiyah   f. Ot.
kiyahbeste   f. Ot bitmiş, ot yetişmiş.
kiyam   Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * More…
kıyamet   Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı.
kiyamet suresi   Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup 'Lâ Uksimu' Suresi de denir. Mekkidir.
kiyan   f. Merkez. * Yıldız, seyyâre. ◊ Tabiat.
kiyane   Kefâlet, kefil olma.
kiyas   Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki More…
kiyasen   Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek.
kiyaset   Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
kiyasî   (Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan.
kiyasiyyat   (Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar.
kiyate   Azık vermek.
kiyem   (Kıymet. C.) Kıymetler, değerler.
kiyemî   (C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey.
kiyemiyyat   (Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.
kiyfal   Baş damarı.
kiyfe (kife)   Bez parçası.
kiymet   Değer, baha, semen, bedel.
kiymet-agâh   f. Kıymetten anlar, değer bilir.
kiymet-dâr   f. Değerli, kıymetli, pahalı.
kiymet-nâ-şinâs   f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen.
kiymet-şinas   f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir.
kiyr   Demirciler körüğü. * Dağ, cebel.
kiytas   Balina balığı, kadırga balığı.
kiyya   Sakız.
kiyye   Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye) ◊ Sakız.
kîz   Küçük kap.
kiza   Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık. ◊ Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.
kizaf   Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
kizan   Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç.
kizb   Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)
kizban   (Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.
kizbere   Baldırıkara adı verilen ot.
kizil   t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit.
kizil tehlike   Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.
kizilbaş   Râfizîlere verilen bir isim.
kizilelma   Tar:  Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.)
kizilhaç   Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.
kizir   Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası.
kizm   Katı, şiddetli, şedit.
kizr   Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey.
kizyun   Toprak parçası.
kizze   Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet.
klasik   Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.
klasör   Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya.
klinik   yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu.
klişe   Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha.
klüp   ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.
koalisyon   ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu.
koç yiğit   Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.
koçkar   Dövüş için terbiye olunmuş iri koç.
kodaman   İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir.
kodes   Tavuk yeri, kümes. * Hapishane.
kof   İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil.
köftehor   (Bak: Kuftehar)
köhne   f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş.
köhnebahar   Sonbahar.
kokona   Yaşlı rum kadını.
kolağasi   t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.
köle   t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek.
kolon   Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu.
koloni   Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * More…
kolordu   t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik.
komando   (Portekizce) Aks: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.
kombinezon   Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği.
komedi   yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler.
komediyen   İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.
komiser   Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur.
komisyon   Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti.
komita   (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
komitaci   Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.
komite   Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et.
kompartiman   Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri.
kompetan   Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse.
kompleks   Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı More…
komplo   Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast.
komprime   Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç.
konak   Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire.
kondüktör   Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse.
konferans   Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma.
kongre   Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı.
konsey   Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer.
konsolit   (Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili.
konsolos   İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.
kontenjan   Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı.
konvoy   ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı.
kopil   Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani.
kor   t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu.
korsan   itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
korsan gemisi   Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.
körük   Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.
köşe   (Bak: Kuşe)
köşeli parantez   t. Cümleden tamamıyla ayrı 'haşiye' gibi bir sözü içine alır.
kostantiniyye   İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.
kotra   ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi.
koy   Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.
kozmoğrafya   yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et.
kozmopolit   Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan.
kozmoz   (Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.
kramp   Fr. Adalenin kasılması.
krater   (Bak: Atmiye)
kritik   yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR: Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla More…
ku'bere   Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.
ku'ku'   Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.
kual   Üzüm çiçeği.
kuas   Koyunun burnunda olan bir hastalık. ◊ Bir hastalık (ki göğüsü tutar.) ◊ Boynun içine geçik olması.
küayt   (C: Ki'tân) Bülbül.
kub   f. 'Vuran, vurucu, döven' mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran)
kuba'   Hınzır avazı. * Büyük ölçek.
kubaa   Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka.
kübab   Bir yere toplanmış kum.
kübad   Tıb: Karaciğer iltihabı.
kubakib   Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl.
kubale   Mukabele. * Kapı önü.
kuban   (Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
kübas   Başı büyük olan erkek.
kubb   Kürk.
kubbe   Yarım küre şeklinde yapılan bina damı.
kübbe   (C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı.
kubbe alti   Tar:  Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
kubbe-nişin   f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri.
kübbene   Bahil kişi.
kubbere   (C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse.
kubbitî   Beyaz helva satan kimse.
kubeb   (Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.
kübera   (Kebir. C.) Büyükler. Ulular.
kubh   Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.
kubhiyyat   (Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler.
kubkuba   Acele etmek.
kübkübe   İnsan topluluğu. * At sürüsü.
kuble   Öpme.
kübr   Yakınlık.
kübra   (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber).
kubtiyye (kibtiyye)   (C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.
kubu'   Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.
kubub   Kuruluk.
kübud   (Kebed. C.) Karaciğerler.
kubul   Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk.
kubun   Gitmek.
kubur   (Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler.
kubus   Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.
kubza (kabza)   (C: Kubzât) Bir tutam nesne.
küca   f. Nereye? Nasıl?
kuçe   f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı.
küda   Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu.
küdade   Çömlek dibinde kalan yemek.
kudahis   Bahâdır, kahraman, şucâ.
kudam   f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur)
küdame   Her nesnenin bakiyyesi.
kudar   Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı.
kudas   Gümüş boncuk.
küdas   Hayvan aksırığı.
kudat   (Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler.
kuddam   Ön taraf. İleri taraf.
kuddamî   Ön.
kuddise   Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir.
kuddus   Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. 'En More…
kuddusî   Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.
kudegî   f. Çocukluk.
kudek   (C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi.
kudek-meniş   f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı.
kudema   (Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar.
kudeyh   Küçük kadeh, kadehcik.
kudmus   Kadim nesne, eski.
kudret   Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet.
kudretyâb   f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan.
kuds   Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.
küds   Dövülmemiş harman.
kudsî   (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
kudsiyan   Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi.
kudsiyet   Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık.
kudsüman   Erkek örümcek.
küdû   Yerin otu geç bitmek.
küdu'   Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR: (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
kudum   Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
kudumiyye   Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.
kudur   (Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.
küduret   (Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik.
kudurî   (Hic: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.
küdürr   Azâsı çok şişmiş olan yiğit.
kudve   Halkın uyup tâbi oldukları kimse.
küdye   Kazılması güç olan sert yer.
kuf   f. Baykuş denen bir kuş cinsi.
küf   Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.
küfae   Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.
kufahir (kufâhirî)   Büyük ve iri cüsseli kimse.
kufaî   Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse.
küfale   Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak.
kufan   Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı.
kufar   (Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar.
küfat   (Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler.
kûfe   Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten 'Kûfe' diye isim verilmiştir. ◊ f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet.
küfe   f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet.
kuff   Yüksek yer.
küffar   (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
kuffaz   Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven.
kuffe   (C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç.
küffe   (C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.
kufî   Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı.
küfiyyun   Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi.
kufl   (C.: Akfâl) Kilit, sürgü.
küfne   Ağaç, şecer.
küfr   Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene 'kâfir' denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. More…
küfr ü dalal   Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik.
küfran   Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek.
küfriyyat   Küfre sebep olan işler ve sözler.
kûfte   f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte.
kuftehar   f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın.
kufuf   Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.
küfuf   (Keff. C.) Avuçlar, el ayaları.
kuful   (Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme.
küfürbaz   f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan.
küfüv (küfv)   şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet)
küfye   Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.
kûh   f. Dağ.
küh   (Bak: Kûh)
küh-sar   f. Dağ tepesi. Dağlık.
kuhab   At ve deve öksürüğü.
kuhamun   f. Tepesi düz olan dağ.
kuhan   f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü.
kuhariye   Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan.
kuhaz   Koyunlara ârız olan bir hastalık.
kühbe   Kırmızılığa yakın olan beyaz renk.
kuhbeden   f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi.
kuhciğer   f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit.
kuhe   f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri.
kühen   f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış.
kühenpir   f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar.
kühensâl   f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş.
küheylan   Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)
kuhh   Halis, saf, katıksız.
kühhan   (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
kuhî   f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı.
kuhistan   f. Dağlık bölge, dağlık yer.
kühistan   f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki.
kuhken   f. Dağ kazan, dağ deviren.
kuhkub   f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top.
kühküm   Oturak yeri kemiği.
kuhl   Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme.
kühl   Sürme. Göz için sürme boyası.
kühle   Sığırdili denilen ot.
kuhlî   Sürme gibi siyah olan.
kuhme   Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş.
kuhnümun   f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen.
kuhpare   f. Kuvvetli at. * Dağ parçası.
kuhpaye   f. Dağlık arazi.
kuhpüşt   f. Kanbur.
kuhsar   f. Dağ tepesi. * Dağlık yer.
kühuf   (Kehf. C.) Mağaralar.
kühul   (Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.
kühulet   Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.
kühure   Yüzünü pörtürmek.
kuhut   Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme.
kuknas   Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş.
kul   De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)('Kul' kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. 'Kul' emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede More…
kül'a   Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü.
kul'a(t)   (C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.
küla   Kuş kanadının sonunda olan dört telek.
kula'   Ağız ağrısı.
kulaa   Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş.
kulab   f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz. ◊ Bir çeşit deve hastalığı.
külae   Tehir etmek, sonraya bırakmak.
kulafe   Kılıf, kın, kabuk. Zarf.
külah   Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek.
kulakil   İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri.
kulal   Az, kalil.
külale   f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle.
külam   Kaba, muhkem ve sağlam yer.
kulame   Tırnak kesintisi. Kesinti.
kulameteyn   İki tırnak kesintisi. Parantez. ( )
kulb   Bilezik. * Bir yılan cinsi.
külbe   f. Kulübe.
külbe(t)   Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış.
külçe   Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden.
kule   (C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.
külef   (Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler.
kulel   (Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri.
küleng   f. Turna kuşu.
kulfe   Zeker ucundaki sünnet edilecek deri.
külfet   Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim.
külhan   f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer.
külhani   f. Serseri, çapkın, âvâre.
küliçe   f. Külçe.
kulis faaliyeti   Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.
kulkalan   Bir nevi ot.
kulkul   Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at.
külkül (külkâl)   Kısa boylu bodur adam.
kulkulani   Üveyik kuşuna benzer bir kuş.
küll   Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.
kullab   (C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.
küllab   (C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir.
kullam   Çöğene benzer bir otun adı.
kulle   (C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.
külle   f. Topuk. * Kâhkül.
külle yevm   Her gün.
küllî   'Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın More…
külliyat   (Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri.
külliye   (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.
külliyen   Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.
küllü amm   Her sene, bütün sene.
küllü dain   Bütün hastalıklar. Bütün dertler.
kulmuh   Bir ot.
küls   Kireç.
külse   (C.: Ekles) Kireç renginde olmak.
külsum   Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan. KÜLTÜR: Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe.
kulub   (Kalb. C.) Kalbler, gönüller.
kuluce   Ekin ekmek için yeri ıslah etmek.
küluh   Katı yüzlülük.
kulunç   Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.
külüng   f. Taşçı kazması.
külve   (C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış.
kulzüm   Deniz, bahr. * Kızıldeniz.
kum (kumi)   (Kavm. den) Kalk (mânasına emir).
küm'   Ev, beyt.
kümahe   f. Nazarlık.
kumame   (C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü.
küman   f. (Bak: Gümân)
kumanya   ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa More…
kumar   Para vs. karşılığında oynanılan oyun.
kumar-hane   f. Devamlı olarak kumar oynanan yer.
kumarbaz   Kumar oynayan. Kumarcı.
kümaşe   Sürat, hız.
kümat  (Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar.
kümdet   Renk değiştirme.
kume   Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer.
kümeyt   Koyu doru at. * Kırmızı şarap.
kumistan   f. Kumluk çöl veya arâzi.
kumkuma   (C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik.
kümm   (C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni.
kumme   Arslanın, ağzı ile aldığı şey.
kümme   Kavuk.
kummehan   Za'ferân. * Şarap köpüğü.
kümmel   (Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
kummele   (C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek.
kümmelîn   (Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller.
kümmî   Konik. Koni biçiminde olan.
kumpanya   Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre.
kumrî   (C: Kamâri) Kumru. Dişisine 'kumriye', erkeğine 'sakhar' derler.
kümserat   (C.: Kümsereyât) Armut.
kümte   Kızıllık, kırmızılık, humret.
kümter   (C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar.
kumudd   Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil.
kümun   Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde 'gümne' denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.
kumus   Suya batıp kaybolmak.
kumze   Toplanmış hurma.
kümze   Bir yere toplanmış hurma.
kûn   Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.
kün   'Ol mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.'
kün feyekûn   (Bak: Emr-i kün)
küna   f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer.
kunabe   Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.)
kunah   Çomak.
kunais   (C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.
künam   f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer.
kunan   Koltuk kokusu. * Gömlek yeni.
künan   f. 'Ederek, yaparak, eden, yapan' manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek)
künasat   (Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler.
künase   Süprüntü, zibil, çöp.
künat   (Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler.
künbed   f. Kubbe.
kunbua   (C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)
künbül   Sağlam, dayanıklı, sert, katı.
kunbul(e)   (C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba.
kunbura   (C: Kanâbir) Çökük kuşu.
kunbuza   (C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)
künc   (Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum.
küncüd   f. Susam.
künd   Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.
kundak   Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
kundak sokmak   Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak.
künde   f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç.
kündekâr   f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz.
kündgûş   f. Sağır, işitmez.
kündür   (C: Kenadir) 'Günlük' denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval.
kündüs   Saksağan kuşu.
kunefhar   Büyük cüsseli, iri vücutlu.
künende   f. 'Edici, yapıcı' mânâlarına gelerek kelimelere eklenir.
kunfuz(e)   (C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer.
küngân   f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu.
küngüre   f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi.
künh   Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman.
küniş(t)   f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası.
kunn   Gömlek yeni.
künnaşe   (C.: Künnâşât) Kök.
künne   Ev kapısı üstüne yapılan sundurma.
kunne(t)   (C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.
kunneb   Kendir. Kenevir.
kunnebit   (C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.
künnes   (Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes)
kunta   Karalık.
küntan   Kısa boylu.
kunu'   Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül.
künu'   Yakın olmak.
künübdür   Kaba nesne.
künud   Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik.
künun   Birşeyi gizleme, saklı tutma. ◊ f. şimdi. El'an.
kunut   Ümidsizlik. Ye'se kapılma.
künuz   (Kenz. C.) Hazineler. Defineler.
künuzât   Kenzler. Hazineler.
kunv   (C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.
kunyan (kinyân)   Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
künye   Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt.
kunye (kinye)   Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
kunzua   (C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.
kûpal   f. Gürz. Demir topuz.
küpeşte   Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta.
kûr   (C.: Kûrân) f. Kör, âmâ.
kur'a   Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.
kur'an   Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son More…
kûr-boğaz   f. Obur, körboğaz.
kura   (Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar.
kura'   İbâdet eden.
küra'   '(C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı.'
kuraa   Kalem kesintisi. Kalem yongası.
kurab   (Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar.
kûrabe   f. Kubbeli mezar, türbe.
kürabe   Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.
kurad   (C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek.
küraiyy   Paça satan.
kurakir   Güzel sesli kimse.
kûrân   (Kur. C.) f. Körler. âmâlar.
küran   f. Al renkli at.
kûrâne   f. Körcesine.
kurare   Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.
kurat   Fitil ucundan yanmış yer.
kürat   (Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler.
küraz   Ağzı dar bardak.
kuraz (kariza)   Isırgan otu.
kuraze   Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları.
kurb   Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.
kürbak   Dükkân.
kurban   Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir More…
kürbe   f. Dükkân.
kurbet   Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih.
kürbet   (Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet.
kurbiyyet   Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak.
kurbuk   Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân.
kürdabe   Büyük su içinde olan çürüntü.
kurdah   Maymun.
kürde   (C: Kürüd) Sürülmüş tarla.
kürdevs   (C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü.
kûrdil   f. Câhil. Gönlü kör.
kürdistan   Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı.
kurduh   Maymun. * Küçük karınca.
kûre   f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre.
küre   (Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim. * Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan 'Küre-i arz' denilmiştir. 'Küre-i zemin' de More…
kürek cezasi   Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu More…
kürema   (Kerim. C.) Kerimler.
kurena   Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.
kürend   (Küreng) f. Al at.
kureng   f. Al at.
kurevî   (Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir.
kürevî   Yuvarlak. Küre şeklinde.
küreviyat   (Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar.
küreviyet   Yuvarlaklık. Küre gibi oluş.
küreyc   Dükkân.
kureyş   Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi.
kureyş suresi   Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir.
kureyşî   Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub.
küreyvat   Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.
küreyve   (C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak.
kureyza   Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim.
kürh   Sıkıntı, meşakkat, zahmet.
kurha   (C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban.
kurhane   (C: Kurhân) Bir cins mantar.
kûrî   f. Körlük, âmâlık.
küriz   f. Hizmetkâr, hâdim, hademe.
kürizî   f. Beli bükük ve sefil ihtiyar.
kürk   Kızıl, kırmızı, ahmer.
kürkî   (C: Kürâki) Turna kuşu.
kurkube   Et, lahm.
kurkul   Çekirge.
kurkur   Büyük gemi.
kurkus   Geniş, bol, vâsi.
kurmay   Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli.
kurme   İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.
kürmih   f. Çivi, mıh.
kurmud   Dağ keçisinin erkeği.
kurmus   (C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.
kurnas   Dağın burnu.
kurne   Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna.
kurneve   Boya otu.
kürnüb   Kelem dedikleri lahana.
kurnuk   Yumuşak bedenli delikanlı.
kurr   Karar. * Soğukluk.
kürr   (C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek.
kurra   (Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
kürras   Pırasa.
kurrasa   (C: Kırâs) Papatya çiçeği.
kürrase   (C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.
kurre   Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa.
kürre   Deve ve koyun terslerinin parçası. ◊ f. Hayvan yavrusu. Sıpa. Tay. ◊ (Bak: Küre)
kürrec   Top.
kürrez   İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse.
kurs (kursa)   Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan.
kürsi   Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet More…
kürsi-nişin   f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden.
kürsu'   Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı.
kürsüb   Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç.
kürsüf   (C: Kerâsif) Pamuk.
kurşum (kirşâm)   Büyük kene.
kurt(a)   (C.: Kırta-Kırat) Küpe.
kürtaj   Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.
kurtan   At'ın arkasına vurdukları keçe.
kurtat   Eyer altına konan bir nesne. * Boyun.
kurtubî   Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı.
kurtum   (C: Karâtım) Usfur otunun tohumu. ◊ Mestin burnu.
kürub   (Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar.
kuruh   (Kurha. C.) Yaralar.
kürük   f. Deve yavrusu.
kurultay   (Bak: Meclis)
kurum   (Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.
kürum   (Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri.
kurun   (Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar.
kurune   Nefis.
kurur   Gözün parlak olması.
kürur   Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak.
küruş   (Keriş. C.) İşkembeler.
kurut   Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler. ◊ Kuruluk.
kuruz   (Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar.
küruz   Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak.
kürz   (C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba.
kurzub   Fakir kimse.
kurzül   Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb.
kurzum   Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.
kûs   f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul.
küş   f. 'Öldüren, öldürücü' mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş - Düşman öldüren.
küs'   Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak.
kuş'am   (C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası.
kuş'aman   Büyük erkek akbaba.
kuş'ar   Hıyar.
kus'ul   Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği.
kusa   Zayıflık. * Nâhiye.
küşa   f. 'Açan, açıcı' mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ - Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren.
kuşa'rire   Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.
küşad   (Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması.
küşade   (Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı.
küşadetmek   Açmak. Açış merâsimi.
küsaha   Süprüntü.
kusakis   Çok acı olan sarmısak.
kusale   Buğday ve arpa kesmiği.
kuşam (kuşâme)   Sofrada artan yemekler.
kusame   Kassamlara verilen taksim ücreti.
kusara   İsteğin ve arzunun son derecesi.
kusare   Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.
kusas   Saçın önünde ve ardında nihayeti.
kusasa   Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey.
küşayiş   f. Açıklık. Ferahlık.
kusb   (C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.
kusbe   (C: Kuseb) Göden bağırsak.
küsbe   Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne. ◊ Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.
küsbüre   Kanbel otu.
kuse   f. Köse.
kuşe   Köşe.
kusec   f. Köse.
küşende   f. Öldüren, katil, öldürücü.
kuseybe   Bronşcuk.
kuseyra   İyeği kemiklerinin altındaki kemik.
küseyra   Bir dikenli ağacın zamkı.
küseyre   Hurma koruğu.
kusfend   f. Koyun.
küsfüre   Kanbel otunun tohumu.
kuşiş   f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma.
küşiş   f. Öldürme, öldürüş. Katletme.
küsiste   (Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş.
kuskus (kuskusa)   (C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.
küşle   Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü.
kuslub   Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.
küsr   Çok mal.
kusre   Yakın, karib.
kussa   Alın saçı.
küssab   Küçük ok.
kussabe   (C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük.
küssar(e)   Kırılan şeyin parçaları.
kussas   Bir demir madeninin adı.
küsse   Kaba sakal.
kust   Topalak dedikleri ot.
küştar   f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et.
kustar (kistâr)   Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse.
kustas   Büyük terazi.
küşte   (C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul.
küştegân   (Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar.
küşten   f. Öldürmek.
küsterde   f. Döşenmiş, yayılmış.
küştere   f. Uzun dülger rendesi.
küştî   f. Pehlivanlık, güreşme.
küstic   (C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı.
küştîgir   f. Pehlivan, güreşçi.
küştîgirî   f. Pehlivanlık.
kusu   Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık.
küsud   Çekilme, vaz geçme. Ric'at. Gayeye varmadan geri dönme. ◊ Az nesne. ◊ Kesad.
küşud   Memesi küçük davar.
küsuf   Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
küsul   Tembel, uyuşuk, gevşek.
kusur   Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', More…
kuşur   (Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar.
küsur   (Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık.
küsurât   (Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar.
kusure   Acizlik, güçsüzlük.
kusut   Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.
kuşuta   Burnun çökük ve yassı olması.
küsv   Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil.
kusva   Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta.
küsve   Az, kalil.
kut   Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek.
kut'a   Bir hurma cinsi.
kuta'   (C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu.
küta'   (C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak.
kuta' (kutu')   Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek.
kutaa   Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.
kutafe   Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.
kûtah   (Kuteh) Kısa, boysuz.
kûtah-âstin   f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse.
kûtah-bîn   f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü.
kûtah-terin   f. En çok kısa.
kûtahter   f. Pek kısa, çok ufak.
kütale   Ağırlık, sıklet.
kutar   Kebap kokusu. Ot kokusu.
kütar   Kereviz.
kutb   (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya More…
kutbe   Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok.
kütbe   Dikiş.
kutbeyn   İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.
kutbî   (Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.
kutbiye   Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.
kutbiyet   (Bak: Kutb-ul aktab)
kûteh   (Kutâh) f. Kısa, boysuz.
küteh   (Kutah) f. Kısa.
kûtehbâl   f. Kısa boylu.
kûtehbîn   f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez.
kûtehdest   f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz.
kûtehendiş   f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü.
kutela'   (Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller.
kütfane   (C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.
kûtî   Kısa boylu adam.
kutile   (Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir.
kütle   (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.
kutme   Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana 'aktem' derler.) (Müe: Katmâ)
kutn   (C: Aktân) Pamuk.
kutne   Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.
kutniye   Aşure tatlısı.
kutre   Avcılar kümesi.
kutrenî   Kutur itibariyle, çap olarak.
kutrub   Bir kuş.
kutrutî   Kısa boylu küçük adam.
kütt   Malı kazanıp yığan kimse.
kutta'   (Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler.
küttab   (Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)
kuttal   (Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.
kuttan   (Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler.
kutu'   Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler. ◊ Zelil olmak. Hakarete uğramak.
kutub   (Kutb. C.) Kutublar.
kütüb   (Kitâb. C.) Kitablar.
kütübhane   Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.
kütüm   'Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)'
kutur   Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.
kûtval   f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası.
küub   (Küubet) Kızın memesinin büyümesi.
kuud   Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak.
küul   İspirto. Alkol.
kuule   Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak.
kuur   (Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler.
küus   (Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar.
küv'   Bileğin başparmak tarafı.
kuvâ   (Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü.
kuva'   Erkek tavşan.
kuvam   Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık.
küvar   (Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare)
kuvare   Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.)
kuvb   Yavru.
küvb   (C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp.
küvbe   Tavla oyunu. * Dümbelek.
küvet   Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı.
küvh   (C.: Ekvâh) Penceresiz ev.
küvm   Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik.
küvr   (C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı.
küvre   (C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir.
küvs   Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı.
küvsiyy   Küçük yürügen at.
kuvvad   Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.
küvvare   (C: Küvvârât) Arı kovanı.
kuvve   Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı)
küvve (kivve)   (C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere.
kuvve-i azm   f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti.
kuvve-i bâsira   f. Görme duygusu, görme kuvveti.
kuvve-i hâfiza   f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti.
kuvvet   Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb.
küvviret   (Tekvir. den) Toplandı, dürüldü.
küvz   (C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak.
kuy   f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt.
kuya   Çok kusmak.
kuydaş   f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler.
kuyud   (Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.
kuyudat   Kayıtlar.
küyy   Pencere.
kuz   Bardak, kadeh. * Tas, çanak. ◊ f. Kambur.
kuza'   Hırka parçası. ◊ Ağız ağrısı.
kuza'mel   Büyük şişman deve.
kuza'mele   Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey.
kuzah   Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh)
kuzakiz   Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan.
kuzat   Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât)
küzaz   Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi.
kuzazat   Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları.
küzaze   Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık.
küzb   Küsbe.
kuze   f. Su testisi.
kuze-ger   f. Çömlekçi, bardakçı.
küzebzib   Çok yalancı.
kuzeh   Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi.
kuzehiye   Gözün renkli olan tabakası. İris.
kuzfe   (C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.
kuzha   (C: Kuzeh) Yol, tarik.
küzinyak   Bez yıkayanların tokmağı.
küzr   Yay gezi.
kuzu'   Evmek, acele.
küzum   Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.
kuzz   Yeleksiz oklar.
kuzze   (C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus.
lâ   Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. 'Yoktur, değildir' gibi.
lâ ve neam   Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)
lâ yezalî   Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.
la'   Korkak.
la'b   Ağızdan salya akmak.
la'be   Bir kere oynamak.
la'c   (C.: Levâıc) Halecan etmek. * Acı vermek, elem vermek. * Yakmak. * Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet.
la'k   Yalamak.
la'l   Kırmızı. Al renk. * Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı.
la'l-fam   f. Kırmızı renkli, al.
la'l-gun   f. Al renkli. Kırmızı renkli.
la'l-reng   f. Kırmızı renkli. Al renkte.
la'laa   Kırmak.
la'lus   Kurt, zi'b.
la'n   Lânet etme. Lânetleme.
la'net   Nefret. Tiksinti.
la'netullah   Allah lânet eylesin mânâsında beddua.
la'netullahi aleyh   Allah'ın lâneti onun üzerine olsun.
la'sa   Dudağının rengi az siyâha yakın olan kadın. (Müz: El'as)
la't   Sakınmak, sakındırmak.
la'v   Ahlâkı yaramaz kişi. * Haris adam.
laahlâkî   Ahlâk dışı. Terbiye hârici.
laakall   'En az. Hiç olmazsa.(Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı, yarın ise; senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise; hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakall günün bir More…
laalettayin   Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele.
laalgun   f. Kırmızı renkte. Al renkte.
laalik   Doğrulukla kalkıp durmak.
laalle   Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder. (Bak: İnne)
laanallah   Allah lânet etsin.
laane   Lânet etti. (mânâsına fiil.)
laas   Dudağın rengi açık siyâha yakın olmak. ◊ Çok yemek, çok içmek.
labe   f. Yalvarma, yaltaklanma, dalkavukluk etme. Acz gösterme. * Bu yolda söylenen söz.
labe's   Beis yok, zararsız.
labirent   Fr. Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. * Çok karışık ve birbirini kesen yol.
labis   Giyinmiş. Giyen.
labişartin   (Lâ bişartın) Kayıtsız şartsız. Bir şarta dayanmaksızın. LABORATUVAR: Fr. İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer.
labüdd   Çok lâzım. Elzem. Gerekli. * Her halde. Mutlaka. Muhakkak. * Ayrılık yok.
lac   Dar şey. Geniş ve bol olmayan nesne. ◊ f. Çıplak.
laç   f. Oyun etme, aldatma, hile yapma.
lacerem   şüphesiz, elbette, besbelli. * Nâçar, zaruri.
lacevab   Cevapsız. Cevapdışı.
laceverd   Lacivert. * Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı.
laceverdî   f. Lacivert renkte.
lacî   Muslih, ıslah eden, terbiye eden.
lacin   Ağaçtan dökülen yaprak. * Ağaçtan yaprak indirme.
lad   f. Duvar.
lade   f. Ahmak, akılsız, ebleh.
laden   f. Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk.
ladine   f. Kendir.
ladinî   Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı. (Bak: Lâik)
laedrî   Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm. (Bak: Sofizm)
laf   f. Konuşma, tekellüm. * Söz, lâkırdı.
laf-i güzaf   f. Boş yere söz. Boş lâkırdı.
lafahr   Fahirsiz. İftiharsız. İftihar etmeksizin. * Fahrolmasın.
lafiyun   Sütleğen cinsinden bir ot.
lafk   İki şeyi birbirine çarpma.
lafz (lafiz)   Ağızdan çıkan söz, kelime. * Bir şeyi atmak.
lafz-perdazane   f. Çeşitli ve çok söyleyerek.
lafza   Bir tek söz veya kelime.
lafzan   Lafız itibariyle. Söz olarak. Söyleyerek. Yazılı olmıyarak.
lafzen   f. Geveze, çok konuşan. * Övünen, kendini medheden.
lafzî   Lafza ait ve müteallik. * Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.
lafziye   Sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri.
lag   f. Lâtife, şaka. * Oyun.
lagar   f. Cılız ve zayıf hayvan.
lagarî   f. Cılızlık, zayıflık.
lagb (lügâb)   Zahmet, meşakkat. * Güve yemiş kuş kanadı. * Zayıf adam.
lagib   Acıkmış ve yorulmuş kişi.
lağim   Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara 'lâğımcı' denilirdi. Sonradan bu türlü More…
lagiye   Edebe aykırı ve fena söz.
laglaga   (C.: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.
lagm   İnanmayacak söz söylemek. * Bulaşmak.
lagt   Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma.
lagv   Faydasız çirkin söz. * Köpeğin ürkmesi. * Deve avazı. * Rağbet olunmayan nesne. * Hükümsüz. * Kaldırmak. * Hata etmek. * İbtâl etmek.
lagviyyat   (Lagv. C.) Lağvlar. Boş sözler.
lagy   Avaz, ses, savt. * Yaramaz fuhuş sözler.
lagz   Kayma, sürçme.
lagzan   f. Kayan, sürçen.
lagzide   f. Kaymış, sürçmüş.
lagzide-pâ(y)   f. Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş.
lagziş   f. Sürçme, kayma. * Kayış, sürçüş.- Lah: f. Kelimenin sonuna ilâve olunarak 'yer' mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.)
lah'   (Gövde) sülpük ve sarkık olmak.
laha   Boş ve faydasız sözler konuşmak. * Ekmeği ıslatıp yemek. * Gıda. * Aldatıp kandırmak. * Karnın sarkık ve sülpük olması. ◊ f. Yama.
lahamet   Semizlik, etlilik, şişmanlık.
lahan   Bozulup kokmak.
lâhavle   (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim' cümlesinin kısaltılmışı ki, 'Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır.' meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında More…
lâhayr   Uğursuz, hayırsız.
lâhayre fih   Bu işte hayır ve uğur yok.
lahb   Sür'atle gitmek. * Eti kemikten ayırıp soymak.
lahc   Dar olmak. * Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak.
lahd (luhd)   (C.: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar. * Eğilmek. * Bir tarafına meyilli olan çukur.
lahe   f. Yama.
lahf   Örtmek, setr etmek. ◊ şiddetli vuruş.
lahh   Ulaşmak, varmak. * Yağmuru kesilmeyen bulut. ◊ Göz yaşının çok olması.
lahham   Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.
lahi   (Bak: Lahâ')
lahî   Oyuncu. * Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.
lahib   Açık yol.
lahif   Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş.
lâhik   Yetişen, ulaşan, erişen. Eklenen, katılan. * Fık: Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan.
lahik   Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık)
lâhika   Ek, ilâve, katılan şey. Zeyl. Sonradan ilâve edilen, eklenen.
lahike   (C.: Levâhik) Gr: Ek, ilâve. (Bak: Lâhıka)
lahim   Et yediren. * Devamlı olarak et yiyen.
lahîm   Semiz, etli, şişman.
lahime   Et yiyen hayvan.
lahin   Telâffuz esnasında hususan Kur'ân okurken yanlışlık yapan.
lahis   Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.
lahîs   Örülmüş. Dizilmiş. ◊ Dar nesne.
lahiyane ta'zib   f. Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek.
lahiz   f. Sel suyu.
lahîz   Benzer, misil, nazir.
lahk   (Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek. * Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.
lahlaha   Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku. * Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.
lahlahaniye   Pelteklik, kekemelik.
lahm   Et. Her şeyin içi ve üzeri. * Bir işi sağlam kılmak. * Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek. * Bir yerde ilişip kalmak.
lahm ü şahm   Et ve yağ.
lahme   Et parçası.
lahn   Güzel ve kaideli ses. * Nağme. * Kaideye uymayan yanlış okuyuş. * Usulüne uygun okumak. * Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek. * Meyl. * Fehmeylemek. * Lisan. * Lügat. More…
lahs   Gözün üst kapağının etli olması. ◊ Yalamak.
lahs (lihâs)   Darlık. * Şiddet. * Meşakkat, zahmet.
laht   f. Bir şeyin parçası, cüz'ü. ◊ İri cüsseli kimse.
lahus   Uğursuz, meş'um.
lahut   İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem.
lahutî   Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.
lahutiyan   Uluhiyet âlemine girebilen melekler.
lahv   Kabuğunu soymak.
lahva   Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ)
lahy   Sakalın bittiği yer.
lahz   (Lahzân) Göz ucu ile bakma. ◊ Ahlâkı yaramaz kimse.
lahza   Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.
laic(e)   (C.: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse.
laiha   (Bak: Lâyıha)
lâilaç   Çâresiz, dermansız, imkânsız.
lâim   (Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen.
lâime   (C.: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama.
lâin   Lânet eden. Lânetleyen. * Herkesin kınadığı.
laîn   Lânetlenmiş, kovulmuş, merdud. Allahın rahmetinden mahrum.
lajverd   f. Lâciverd.
lak   f. Hakir, zelil, aşağı. * Tahta kadeh.
lak'   Atmak.
laka'   (C.: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne.
lakab   Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.
lakaf   Duvar yıkılmak.
lakane   Zeki ve seri anlayışlı olmak.
lakanik   Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.
lakat   Yabandan toplanan nesne. * Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.
lâkayd   Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.
lâkaydane   Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek.
lâkaydî   Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık.
lâkelâm   Hiçbir diyecek yok.
lakf   Yutmak, bel etmek.
lakh (lakâh)   Davar yüklü olmak.
lakî   (Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse. * Önemsiz ve kıymetsiz şey.
lâkih   (C: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr. * Yağmur yağdıran rüzgâr. * Karnında yavrusu olan hamile deve.
lakîm   Yontulmuş veya yonulmuş.
lâkin   Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
lâkinne   İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için More…
lâkis   Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse.
lâkişe   Tutmaç aşı.
lakît(a)   Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para. * Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk. (Bak: Lukata) * Üzerine ansızın gelinen kuyu.
lakk   Vurmak.
laklak   (C.: Lekâlik) Leylek.
laklaka   Leylek sesi. * Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses. * Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak. * Boş ve mânasız söz.
laklakiyyat   '(Laklaka. C.) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler.'
lakm   Çabuk çabuk yemek yemek. Yutmak. * Seddetmek.
lakn   Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.
lakpüşte   f. Kaplumbağa.
laks   Lâkab takmak. * Ayıplamak. * Yaramaz olmak. ◊ Yakmak. * Almak.
lakt   Dermek, toplamak, cem'etmek. * Ansızdan bir nesneye yetişmek.
lakve   Ağız çarpılması.
lâl   f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen.
lâl ü ebkem   Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş.
lala   'f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında 'Atabek' karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya More…
lale   Lâle denen meşhur çiçek. * Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka. * İncir koparmak için ucu çatallı değnek.
lalefam   f. Lâle renginde. Rengi lâlenin rengine benzeyen.
lalegun   f. Lâle renkli. Pembe.
lalehadd   f. Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan.
lalek   (Lâlekâ) f. Taç. * Papuç, ayakkabı. * Horoz ibiği.
lalerenk   f. Lâle renginde olan. Lâle renkli. Pembe.
laleruh   f. Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan.
laleruhsar   f. Lâle yanaklı, al yanaklı.
lalesar   f. Lâlelik. Lâlebahçesi. * Sığırcık kuşu.
laleveş   f. Lâleye benziyen. Lâle gibi.
lalezar   f. Lâle bahçesi. Lâlelik.
lâm   Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur.
lâmehale   Hilesiz. * Çaresiz, imkânsız, ister istemez.
lâmeşru   Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici.
lâmi'   Parlak. Parlayan.
lâmia   Parlak. Parlayan. Parıldayan.
lâmih   (Lâmiha) (Lemh. den) Parlıyan, parıldıyan. Parlak.
lâmis   El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden.
lâmise   Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.
lamme   Cin çarpması. Çarpıklık. * Yaramaz nesne.
lâmüdrik   Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.
lâmüsellim   Hayır! Hiç teslim etmem!
lân   f. Hakikatsızlık, vefasızlık.
lânazîr   Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan.
lando   Fr. Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında 'Landon' şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır More…
lâne   f. Yuva, ev.
lânegir   f. Yuva tutan.
lârayb   şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz.
lâraybe fih   Onda hiçbir şüphe yoktur.
larkî   Keçiboynuzu.
las   f. Köpek, kelb. * Adi ipek. * Dişi hayvan.
laş   f. Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. * Çapul, yağma.
lasaf   Bir cins hurma. * Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne. * Yapışmak. * Kurumak. * Parlamak.
lasaga   Hindibâ denilen ot.
lâsani   Tek, vâhid. İkincisi olmayan.
lasb   Yapışmak. * Dar olmak.
laşe   Cife. Kokmuş et parçası. * Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri. * More…
lâşehâr   f. Leş yiyen.
lâşek   şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette.
lâşey   Bir şey değil. Değersiz.
lasg (lüsug)   Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması.
lasib   (C.: Levâsıb) Yapışkan. * Dar ve derin kuyu.
lasîf   Parlayan, parıldayan. Parlayıcı.
lasik   Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.
lasiyyema   Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok.
lask   Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.
lass   (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
lasta   ing. Bir geminin alabildiği yük.
lasv (lasy)   Sövmek, şetm etmek.
lât   İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri.
lat'   Yalamak. * Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak.
lat' (lutû')   Yapışmak. * Ulaşmak, varmak.
lat'a   Dudaklarının içi beyaz olan kadın. * Çok yaşamış, ihtiyar kadın.
lat'e   Alın, cebhe.
lata'   Dudak içinde olan beyazlık.
latafe   Hediye, armağan.
lâtail   Boş, faydasız, abes, mânâsız.
lâtaknetu   Ayet-i Kerimeden bir kısım olup, Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.)
latenahi   Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen.
lateşbih   Benzetmeksizin. Benzetmek olmasın.
lath   Her şeyin azı. * Bulaşmak ve karışmak. * Birine iftira atmak. ◊ El ayasıyla vurmak.
latha   Leke.
latif   Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip. * Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden. * Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. * Çok lutf edici. * Derin, gizli.
latife   Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir) (Bak: Letâif)
latifegu   f. Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen.
latifeperdaz   f. Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan.
latifeperdazan   (Lâtifeperdâz. C.) f. Şakacılar, lâtifeciler.
latîm   Babası ve annesi olmayan kişi. * Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. * Yarış atlarının dokuzuncusu.
latîme   (C: Letâyim) Misk. * Güzel kokular konulan kap. *Attarlar pazarı. * Güzel kokulu nesneleri götüren deve.
latin   Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir. * Eski Roma. * Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.
latince   Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.
latm   Karıştırmak. Yapıştırmak. * Tokat vurmak.
latma   şamar, tokat.
latmahâr   f. Tokat yiyen. Şamar atılan kimse.
lats   Dövmek. * şiddetle basmak.
latt   (C: Litât) Gerdanlık. * Lâzım olmak. * İnkâr etmek. * Sarkıtmak. * Örtmek.
lâtuhsa   Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz.
lâubali   Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ('Lâ' harfi ile' Ubâli' muzari fiilinden müteşekkildir.)
lâubaliyane   f. Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak.
lauk   Yalanmış nesne. * Az, kalil.
lav   Fr. Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde.
lâvallah   Vallahi hayır.
lavanta   Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.
lay   f. Tortu, posa. * Kül. * Çamur. ◊ f. Söyleyen, söyleyici.
lâya'kil   Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez.
lâyebgiyan   Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)
lâyecuz   Câiz değil, olamaz, müsaade verilmez.
lâyefhem   Anlayışsız, idrakten âciz.
lâyefna   Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.
lâyemut   Ölmez. Mahvolmaz. Hayatı sona ermez.
lâyenbagî   Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz.
lâyenfekk   Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz.
lâyenkati'   Aralıksız. Kesilmeksizin.
lâyetecezza   Bölünmez. Parçalanmaz. Ayrılmaz. Tecezzi kabul etmez.
lâyetegayyer   Değişmez, bozulmaz.
lâyetenahî   Sonsuz. Nihayetsiz.
lâyetenahiyet   Lâyetenahilik, sonsuzluk, nihayetsizlik.
layetezelzel   Sarsılmaz. Tezelzül etmez.
lâyezal   Zeval bulmaz. Yok olmaz.
lâyih (lâyih)   Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen.
lâyiha   Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı.
lâyik   (Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
lâyim   Azarlayan.
lâyu'kal   Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz.
lâyu'la   Üstüne çıkılmaz, çok yüksek. * Galip ve üstün gelinemez.
lâyu'ref   Bilinmez. Tarif edilmez.
lâyuad   Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.
lâyüfhem   Anlaşılmaz. Fehmedilmez.
lâyüfna   Tüketilmez, yok edilmez.
lâyuhsa   Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok.
lâyuhtî   Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz.
lâyülhîhi   (İlhâ. dan) Ona gaflet vermez. Onu boş şeyler meşgul etmez. Boşuna iş yapmaz.
lâyüs'el   Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz.
lâyutak   Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez.
lâyuzal   İzale edilmez, tükenmez, zeval bulmaz.
laz   Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim. * Bu kavimden olan kimse.
laza   Ateş. Alev. * Cehennem'in altıncı katı.
lâzâle   (Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın. * Olsun!
lâzâle âliyen   Yüce ve âli olsun.
lâzeval   Zevalsiz. Sonu gelmez. Zeval bulmaz.
lazî   (Bak: Lazâ)
lazib   Sâbit olan, yapışan.
lâzik   Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan.
lâzim   Lüzumlu, gerekli. * Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey. * Gr: Müteaddi olmayan.
lâzim-amed   f. Lâzım gelir, lüzum eder. Lâzım geldi.
lazistan   Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad.
lazlaz   Yol gösterici, kılavuz.
lazlaza   Yılanın deprenmesi.
lazuk   Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ. ◊ Yapışkan nesne. * Yapışkan balçık.
lazz   Devamlı yağan yağmur. * Men'etmek, engel olmak.
le'va   Şiddet. * Maişet darlığı, geçim zorluğu.
leal   İnci.
leali   (Leâl. C.) İnciler. Lü'lüler.
leali-feşan   f. İnciler saçan.
lealle   (Bak: Laalle-İnne)
leamet   Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.
leb   f. Dudak. Şefe. * Kenar. * Sahil. Kıyı.
lebab   Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot.
lebabe(t)   Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma.
lebaçe   f. Önü açık elbise. Hırka.
lebad(e)   f. Yağmurluk.
lebaleb   Ağzına kadar dopdolu. * Ağızdan ağıza.
leban   Göğüs.
lebb   Lâzım olmak. * Akıllı olmak.
lebban   Sütçü.
lebbe   Göğsün gerdanlık takılan yeri. * Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri. * Evlâdını ve erkeğini seven kadın.
lebbeleb   (Leb-beleb) f. Dudak dudağa.
lebbeste   (Leb-beste) f. Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan.
lebbeyk   Buyurunuz. Emredersiniz.
lebbeyk-zen   f. Lebbeyk diye söyleyen. Emre hâzır olan. Râzı olan.
lebc   Güreşmek. * Sar'a tutup düşmek.
lebcünban   f. Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan.
lebdeğmez   t. Dudak değmez. * Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan 'B-F-M-P-V' sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler.
lebeb   (C: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer. * Atın göğsüne yapılan sinebend. * Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne. * Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.
lebed   Yünden yapılan keçe. * Bir yerde mukim olmak. * Bir şeye yapışmak.
lebeke   Şerit parçası.
leben   Süt. * Boyun ağrısı. (Bak: Libâ')
lebenî   (Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü.
lebeniyyât   (Lebeniyye. C.) Sütlü nesneler.
lebgüşa   f. Dudağı açık. Söyleyen, konuşan.
lebh   'Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl More…
lebî   f. Dilim. Ekmek, kavun, karpuz vs. dilimi.
lebid   Küçük çuval.
lebik   Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan. * Zeki, anlayışlı, akıllı.
lebine (libne)   (C.: Lebin) Kerpiç.
lebk (lebâka)   Akıllı olmak. * Islah etmek, terbiye etmek. * Karıştırmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
lebkus   Mürr denilen acı Yemen zamkının adı.
lebküşa   f. Dudağı açık. Konuşan, söyleyen.
leblab   Sarmaşık denen bir bitki.
leblebe   Esirgemek. * Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak.
lebn   Vurmak.
lebriz   f. Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın.
lebs   Giyecek şey. * Giyme. Giyinme. * Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek. ◊ Bir yerde eğlenip durma. Vakit More…
lebsan   Hardala benzer bir ot. * Yabani hardal.
lebt   Güreşmek.
lebteşne   (C.: Lebteşnegân) f. Susamış.
lebun   Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.
lebus   Her giyecek ve örtünecek nesne.
lebve   Dişi arslan.
lebz   Vurmak. * Yemek.
lec   f. Tepme.
leç   f. Yanak. * Yüz.
leca   Su boğası.
leca'   Sığınmak. * Saklanmak, gizlenmek. * Zaruret.
lecac   (Lecâcet) Çekişme, inad etme, ayak direme (düşmanlıkta). Taannüd.
lecc   Dar şey. * Düşmanlıkta ve husumette inad edip ayak direme.
leccac   İnatçılık. Muannidlik. * İnatçı, inad edip ayak direten. Muannid.
lecce   Avaz, ses, savt.
leceb   Avaz, ses, savt.
lecebe   (C.: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar.
lecem   Cemaat, topluluk.
lecen   Bir şeye musallat olmak, ilişmek.
lecin   Ağaçtan yaprak dökmek.
leclac   Sözü tutuk söyliyen. * Satranç oyununun icatçısı. * Bir harfi iki kere söyliyen.
leclec   Tereddüt olunan.
leclece   (Sözde) karasızlık, tereddüt. * Lokmayı ağızda döndürmek ve çiğnemek.
lecm   Şahmed-ül arzdan büyük bir tepenin adı.
lecn   Yalamak. * Deve için yem yapmak.
lecne   Bir mes'ele için toplanan cemaat.
lecüc   Pek inadçı ve hasım olan. * Suyu çok olan yer.
lecun   Halsiz, yaşlı davar.
lecz   Ulaşmak, varmak. * Yapışmak. ◊ Köpeğin kab kacak yalaması.
leda   Beden.
leda (lede)   Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır). * Yan, nezd. (Bak: Ledün)
ledd   Düşmana galip olmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
leddam   Eski elbiseleri yamalıyan.
leded   Katı husumet, şiddetli düşmanlık.
ledem   Akrabadan nikâhı haram olan.
ledeyk   Senin yanında. Senin indinde.
ledg   (Teldag) Yılan veya akrep sokması. * Mc: Sözle birini incitmek. * Ekşilik.
ledîd   Derenin iki tarafı.
ledîg   Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse.
ledîm   Yamanmış eski elbise.
ledîs   Tenbel kimse.
ledm   Taşı taşla vurmak. * Yere düşen taştan çıkan ses. * Kaftana yama vurmak. * Defetmek, kovmak.
ledn   (C.: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı.
leds   Yalamak. * Davarın ayağına nal vurmak. * Yırtık dikmek.
ledüd   (C.: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç. * Çok husumet, şiddetli düşmanlık.
ledün   İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.
ledünn   (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin More…
ledünnî   Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.
lef'   Örtmek, setr etmek. * şâmil olmak.
lef'e   Kemiksiz et.
lefa   Vurmak. * Soymak.
lefaif   (Lifafe. C.) Sargılar, örtüler. Zarflar.
lefaz   Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler.
lefc   (Lefce) Kalın dudak.
lefef   Pelteklik, kekemelik. * Yorgunluk. * Besililik, semizlik.LEFEHAN: Vurmak.
leff   Sarma. Dürme. İçine toplama. İliştirme. Rabtetme.
leffaf   Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan.
leffat   Yaramaz huylu, ahmak adam.
leffen   Beraber sararak. İliştirilmiş olarak. Rabtedilmiş olarak.
lefh   Yakmak. * Vurmak. * Fakirlik, fakir. * İflas. * Tavşancıl kuşu. * Karga.
lefif   Sarılmış, dürülmüş. * Gr: Kökü üç harfli olduğunda iki harfi 'elif' veya 'yâ' nın yan yana olduğu kelime.
lefk   Giymek. * Örtünmek. * İki parçayı birbiri üstüne koyup dikmek. ◊ Hamâkat, ahmaklık.
left   Yüz döndürmek.
leftiye   Şalgam.
lefüt   Evvelki kocasından çocuğu olan ve daima çocuğuna iltifat eden evli kadın.
lefz   (C.: Elfâz) Atmak. * Söz.
legabe   Hamâkat, ahmaklık. * Zayıflık, zaaf.
legat   Sesler kelâmla karışık olmak.
legorn   ing. Çok yumurtlayan bir tavuk cinsi.
legub   Fikri, re'yi zayıf olan. Ahmak.
leh (lehu)   Hakkında, onun için, onun faydasına veya zararına.
leha   (Lehu. nun müennesidir) Hakkında. O kadın için. ◊ (Lehât. C.) Küçük diller.
lehaa   Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması.
lehak   Çok beyaz. * Öküz, sevr. ◊ Çok beyaz olan. ◊ Yetişmek.
lehame   Etlilik, semizlik.
lehan   Akıllılık.
lehas   Susuz kişi.
lehat   (C.: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil.
lehaz   Gözucu.
lehaza   Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak.
lehban   Susuz kişi. (Müe: Lehbâ)
lehbet   Susuzluk.
lehc   Haris olmak.
lehce   Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı.
lehcem   Geniş yol. * Büyük kadeh.
lehd   Def'etmek, kovmak. * Ağır etmek, ağırlaştırmak.
leheb   Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz.
leheb suresi   Kur'an-ı Kerim'in 111. suresi olup 'Tebbet, Mesed' Suresi de denir. Mekkîdir.
leheban   Ateşin alevlenmesi.
lehef   Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme.
lehesan   Susuzluk.
lehevat   (Lehât. C.) Küçük diller.
lehf   Yok olan şey için hasret çekip üzülmek.
lehfan   Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen.
lehhan   Okurken çok yanlışlık yapan kimse.
lehib   Açık yol.
lehîb   Eti az deve, zayıf deve.
lehîd   Götürdüğü yük ağır olduğundan eziyet çeken deve.
lehîde   Koyu olan bulamaç.
lehîf   (Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli.
lehinde   t. Onun faydasına, aleyhinde olmadan. Onun için, iyiliğine.
lehîre   Kısa boylu kötü huylu kadın.
lehiv   (Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması. * Eğlence, oyun.
lehk   şiddet. * Meşakkat, zahmet. * Birbiri içine girmek.
lehle   Süst ve zayıf nesne. * Seyrek dokunmuş bez. * Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz.
lehm   Bir şeyi hemen yutma.
lehs   Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma. ◊ Yalamak.
lehsan   Susuz.
leht   f. Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası. ◊ Bir nevi yürüyüş. ◊ Vurmak. * Atmak.
lehu   (Bak: Leh)
lehum   Obur, çok yiyici.
lehüm   Onlar için. Onlara.
lehüma   (Tesniye) O ikisi için. İkisi hakkında. LEHV: (Bak: Lehiv)
lehviyyat   f. (Lehv. C.) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler.
lehz   Vurmak. * Dürtmek. * Karıştırmak.
leim   Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. * Mayası bozuk ve kötü.
leiman   (Leim. C.) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar.
leimane   Alçakça. Zelilane bir tarzda.
lein   Vallahi eğer.
lek   f. Ahmak, ebleh, sersem. * Yüzbin. * Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden.
lek (leke)   Sana, senin için, senin hakkında.
lek'   Isırmak. * Yapışmak. * Kir. ◊ Vurmak.
leka'   (Lek'â): Yaramaz, hakire kadın.
lekalik   Büyük, etli, şişman kadın. * Büyük deve. ◊ (Laklak. C.) Leylekler.
lekanet   Zeki ve anlayışlı olma.
leke   t. Benek. Kir izi. * Kusur.
leked   Yapışmak. * Lâzım olmak. ◊ f. Çifte, tepme.
lekedar   f. Lekeli, ayıplanmış. * Pislenmiş. * İttiham edilmiş.
lekedhar   f. Çifte yiyen.
lekedkub   f. Çifte yiyen. Hayvanların ayakları altında ezilen.
lekedzede   f. Çifte yiyen.
lekedzen   f. Tepme veya çifte vuran. Çifte atan.
leken   (C.: Elkân) Leğen.
leki'   Hor ve hakir kimse.
lekîf   Dolu havuz.
lekîk   (C.: Likâk) Zayıf ağaç. * Kemik aralarında olan et.
lekîta   (Bak: Lakita)
lekleke   Yoğun gövdeli ve şişman olmak, etli olmak.
lekm   Yumrukla vurmak.
lekz   Vurmak.
lem   (Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. 'Gelir' fiilini 'gelmedi' yaptığı gibi. (Bak: Lem-yezel)
lem'   Parıldama, parlama. Parlayış. ◊ Terk etmek, bırakmak.
lem'a   (C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.
lem'a-paş   f. Parıldayan, parlayan.
lem'a-riz   f. Parlayan, parıldayan.
lemean   Parlama, parıldama.
lemeat   (Lem'a. C.) Parlayışlar, parıltılar.
lemehat   (Lemha. C.) Bir defa göz atmalar. * Parıltılar, çakmalar.
lemem   Günaha yakın olmak. * Küçük günahlar. * Delilik, cünun. * Musibete yakın olmak.
lemh   Göz atma, bir defa bakış. * Parlama, parıltı.
lemha   Bir göz atmak. * Şimşeğin bir defa çakışı.
lemîs   Câriye ismi.
lemk   Yazmak. * Bozmak, mahvetmek. * Vurmak.
lemleme   Bir şeyi evvel yapmak.
lemm   Parça parça şeyleri toplamak, cem' etmek. * Islâh etmek. * Bulduğu şeyi, haram helâl demeyip yemek. * Şiddet ve meşakkat. * Az şey. * Konmak. Nâzil olmak.
lemma   (Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: 'İllâ' yerinde de olur.
lemme   (C.: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk. * Az şey.
lems   Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak. * Beş duygudan biri, dokunma duygusu. ◊ Yalamak.
lemsa   Pürüzsüz, düz.
lemsî   Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik.
lemsiyet   Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his.
lemy   Dudak içinde olan siyahlık.
lemz   Ağızda olan yemek artığını dil ile araştırmak. ◊ Ayıplamak. Dil ile tân etmek.
lemze   Göz veya kaşla işaret etmek.
len   'Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder. cümlesinde; kâfirler aslâ Cennete giremezler, derken olduğu gibi. (Bak: Huruf-u nâsibe)' More…
lenc   f. Edâ, naz ve cilve ile salınma.
lenf   '(Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı. * Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi. (Bak: Hılt)'
lenfisam   Aslâ kırılmaz, kopmaz.
leng   f. Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. * Tenasül organı.
leng-fahte   f. Topal güvercin.
lengâne   f. Topalcasına. Topallıyarak.
lenger   f. Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. * Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi.
lenger-endaz   f. Lenger atan, demir atan. Demir atmış olan gemi.
lenger-hane   f. Lenger yapılan yer. Lenger imal edilen yer.
lengerî   f. Büyük bakır sahan, lenger.
lengî   f. Aksaklık, topallık.
lerzan   f. Titrek, titreyerek.
lerze   f. Titreme, titreyiş. Sallantı.
lerzebahş   f. Titreme veren, titreten.
lerzedâr   f. Titrek, titreyici.
lerzenâk   f. Titrek, titreyici. Titremeğe tutulmuş.
lerzende   f. Titreyen, titrek.
lerzeresan   f. Titreme veren, titreten.
lerziş   f. Titreme, titreyiş.
les'   Yılan ve akrep gibi hayvanların sokması.
lesa   Islak ayakla bir şeye basmak. * Yaş olmak, ıslanmak.
lesa'   Kolayca çocuk doğurmak.
lesak   Yaşlık, ıslaklık.
lesas   Hırsızlık yapma. Sirkat.
lesaset   Hırsızlık.
lesb   Vurmak. * Yalamak. * Yapışmak. Cem'etmek, toplamak.
lesd   Yalamak. Emmek.
lesen   Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma.
lesin   Ülfet, alışkanlık.
lesk   Yapışmak.
leşker   f. Asker.
leşkergâh   f. Ordu yeri.
leşkerî   f. Askere ait. Askerle alâkalı.
leşkeriyan   (Leşker. C.) f. Askerler, leşkerler.
leşkerkeş   f. Asker çeken. Askerleri idare eden. Kumandan.
leşkerşikâf   f. Düşman askerini kıran.
leşkerşiken   f. Düşman askerini kıran.
leşkerşükûf   f. Düşman askerini kıran.
leslese   Men'etmek, engel olmak.
lesm   Ağzını örtmek. * Öpmek. * Kırmak. ◊ İlzam etmek, susturmak.
lesme   Yüzörtüsü, peçe.
less   Dâim olan. Devamlı olan. ◊ Yemek. * Yalamak.
lest   f. Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi.
lesu'   (Akrep veya yılan gibi hayvanlar) sokmuş.
lesus   (Lesusiyet) Hırsızlık, sirkat. Hırsızlık yapmak.
let   f. Dayak, kötek. * Dövme, vurma. * şiddetle çarpma.
let'   Atmak. * Doğurmak. * Cima etmek.
letac   Vahşi sığır, yabani sığır.
letafet   Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
letaif   Lâtif duygular.
letb   Gitmek. * Devretmek. * Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak.
leteyya   Büyük emir.
letf   Sık olmak. * Bahçede ağaçların sık bitmesi. * Yaraşıklı olmak.
lethan   Karnı aç olan kişi.
lethurde   f. Dayak yemiş, dövülmüş, kötek yemiş.
letm   Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak.
letre   f. Parça parça. Paramparça. * Eski, yırtık.
lett   Bağlama. * Karıştırma. * Vurma, dövme, dayak atma. * Yanaşma, yaklaşma.
letta   Büyük emir.
leüm (leim)   (C.: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi.
leus   Çok yeyici kişi, obur.
lev   Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) 'İnne' gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ More…
lev'   Yanma. * Yakma.
lev'a   (C.: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı.
leva   Bulgar parası.
levahik   (Lâhık. Lâhıka. C.) İlâveler, ekler. Lâhıkalar.
levaic   (Lâice. C.) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar.
levaih   (Levâyih) (Lâyiha. C.) Lâyihalar.
levaim   (Lâime. C.) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.
levami'   (Lâmia. C.) Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar.
levazim   İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde. * Aks: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi More…
levazimat  (Levazım. C.) Lüzumlu maddeler.
levban   Siyah taşlı yer.
levc   Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme.
levca'   Hâcet, ihtiyaç.
leveat   (Lev'a. C.) Sevgiden ve mecazî aşktan gelen iç yanıklıkları. Yürekten gelen acılar.
levend   (Levent) f. Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. * Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse.
levendân   (Levend. C.) f. Leventler, askerler.
levendâne   f. Leventçesine, hızla, süratle.
levg   Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek. * Yalamak.
levh   Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * More…
levha   Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt. * Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.
levid   f. Çok büyük tencere. Kazan.
levîse   Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler.
leviyye   Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek.
levk   Çiğnemek.
levka   Ceviz ağacı.
levlake   Eğer sen olmasaydın (meâlindedir).
levleb   Makara deliğine soktukları ip.
levm   Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.
levma   (C.: Levâyim) Azarlama.
levme   Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey.
levn   Renk, boya. Sıfat, nev', çeşit, tür. Bir şeyi diğerinden ayıran alâmet.
levs   Pislik, murdarlık. Kir. * Zor. Kuvvet. * Tam olmayan, zayıf beyyine. * Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek. * Deprenmek. * Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık. * Cerâhet, yara. More…
levşeb   Kurt, zi'b.
levsiyyât   Kirli ve pis şeyler.
levt   Gizlemek, saklamak. * Sorduklarını değil de başkasını haber vermek. ◊ Yapışmak. * Varmak, ulaşmak.
levv (lüvv)   Mürr dedikleri acı Yemen zamkı.
levvah   Yakıcı ve bozucu.
levvam   (Levvâme) Levm ve itâbedici. Zemmeden, çekiştiren, dedikodu yapan. Serzenişte bulunan. Başa kakan, paylayan.
levy   Bükmek. * Eğmek, meylettirmek. * Karın ağrısı. * Mide fesadı.
levz   Sığınma, himâyesine girme. LEVZ: Bâdem.
levzaî   Akıllı, zarif kimse.
levze   Bir tek bâdem. * Tıb: Bâdemcik.
levzetân   İki bâdemcik, bâdemcikler.
levzeteyn   Bâdemcikler, iki bâdemcik.
levzîne   f. Bâdemli helva. * Bâdem helvası.
levzînec   Bâdemli helva.
levziyyat   Bademle yapılmış tatlılar.
ley   f. Kab, zarf, mahfaza. * Çamur.
leyail   (Leyl. C.) Geceler.
leyal   (Leyâli-Leyâil) (Leyl. C.) Geceler.
leyan   f. Parlıyan, parıldıyan. Parlayıcı. ◊ Huzur ve rahatta olan.
leyg   İyi huylu olmak. * Sözü açık ve fasih söyleyememek.
leyh   Örtünmek, bürünmek.
leyk   f. Ammâ, lâkin, fakat. ◊ Lâyık olmak.
leykin   f. Lâkin, ammâ, fakat.
leyl   Gece. (Bak: Leyle)
leyl suresi   Kur'an-ı Kerim'in 92. Suresinin ismidir.
leyl ü nehar   Gece ve gündüz.
leyla   Çok karanlık gece. * Arabi ayların son gecesi. * Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı.
leylak   Salkım şeklinde mor ve beyaz renkli çiçekleri olan bir nebat adı.
leylakî   f. Leylak renginde olan. Mor renk.
leyle   Bir tek gece, bir gece. * Gece. (Bak: Leyl)
leylen   Geceleyin, gece vakti.
leylî   Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub.
leym   İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak. * Salâh. * Bir nârenciye meyvesi.
leymun   (Leymon) Limon.
leynet   Yumuşak koltuk yastığı.
leys   Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı 'lâyese' idi. Yâ'yı tahfif için 'leyse' oldu.) Hükemâlar arasında 'eys' vücud, 'leys' adem mânâsında More…
leys (lâyis)   (C.: Lüyus) Arslan. * Sinek avlayan örümcek. * Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot. * Birbirine girmiş ot. * Semiz ve şişman kimse.
leyse   Olmadı (meâlinde fiil-i müşebbehtir)
leyse kemislihi şey'ün   Ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef'âlinde naziri yoktur, şebihi olamaz!.
leyt   Sarfetmek, harcamak. * Hapsetmek. ◊ Ulaşmak, varmak.
leytan   şeytan.
leyte   Keşke olsa idi. Ne olaydı meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur). (Bak: İnne)
leyy   Def'etmek, kovmak. * Harcamak, sarfetmek. * İlaç yapmak. * Aciz olmak. * Bir nesneyi dürüp boğazına tıkmak.
leyya   Sudan uzak olan yer.
leyyan   Def'etmek, kovmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek.
leyyin   Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan.
lez'   Davarı iyi gütmek. ◊ Yakmak.
leza   (Bak: Lazâ)
lezaiz   Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler.
lezam   Lâzım ve gerekli olma. * Hiç ayrılmama.
lezbe   (C: Lezbât) Şiddet. * Kıtlık.
lezc   Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak.
lezc (lüzuce)   Kaypak olmak. * Çekilip uzamak.
lezen   Şiddet. * Darlık. * Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.
lezez   Yapışmak.
lezim   (Bak: Lizâm)
lezîr   f. Akıllı, zeki.
leziz   (Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.)
lezk   Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması. ◊ Yaranın iyileşmesi, onulması.
lezlaz   Kurt. (Canavar)
lezn   Darlık. Şiddet. Sıkıntı.
lezz   Uyku, nevm. * Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi. * Tatlı, leziz, lezzetli. ◊ Bağlamak.
lezzat   (Lezzet. C.) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler.
lezzaz(e)   Lezzetli, tatlı, leziz.
lezzet   (C.: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.
lezzet-şinas   f. Tad alan, lezzet alan.
lezzet-yâb   f. Lezzet bulan, tad bulan, lezzetlenen.
li   Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, 'için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden' gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine More…
liab   (Bak: Lüâb)
liam   (Leim. C.) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar.
liame   (C.: Liem-Lüum) Kadın gömleği.
lian   Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi. * Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab More…
lib'e   (C: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.)
liba'   Hayvan doğurduktan sonra gelen süt. Avuz (Ağuz)
libab   (Lebib. C.) Akıllılar, zeki kimseler.
libaçe   f. Elbise, libâs.
liban   Kadın sütü, insan sütü. * Süt emzirme.
libas   Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz.
libd   (C.: Lübud) Yün. * Keçe.
liberal   Fr. Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. More…
libs   Kâbe-i Muazzama'ya örtülen örtü.
libse   Elbise giyme. Giyiş.
licac   İnat ve düşmanlığı devam ettirme. Hasımlığı sürdürme.
licaf   Kapının üst eşiği.
licam   (Ligâm) f. Dizgin. Gem.
lidad   Husumet etme. Dâvacı olma.
lidam   Eski elbiseye yapılan yama.
lider   Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı.
lif   Hurma çöpü.
lifa'   Örtünecek nesne. Yorgan.
lifafe   (C.: Lefâif) Sargı. * Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri. * Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.
lifam   Eskiden kadınların burun örtüsü.
liff   (C: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç.
lift   Şalgam. * Parça, bölük.
ligam   f. Dizgin, gem.
ligat   Ses, sedâ.
liha   Ağaç kabuğu, kışr. * Çekişmek, niza edişmek, kavga etmek. ◊ (Lihye. C.) Lihyeler, sakallar.
liha'   (Lehât. C.) Küçük diller.
lihaf   (C.: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey. * Yorgan. Sargı. * Kabuk, zar. ◊ (Lahfe. C.) Yumuşak beyaz taşlar. * Yufka kaymak.
lihak   Yetişip ulaşma. Erişme. Vâsıl olma.
liham   Lehimleme. * Lehim. * (Lahm. C.) Etler.
lihat (lehât)   (C: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik.
lihaz   Düşünme, mülâhaza etme. * Riâyet etme, uyma. Söylenen sözü kabul edip yerine getirme.
lihaza   Bundan dolayı, buna binaen, bunun için.
lihevî   Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı.
lihikmetin   Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı.
lihyanî   Uzun ve kaba sakallı olan.
lihye   Sakal.
lihyedâr   f. Sakallı.
liîn   Bostanlarda dikilen ve höyük denilen suret.
lîk   f. Lâkin, amma, ancak, fakat.
lîka   Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham ipek.
lika   Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek. * Yüz, sima, çehre.
likaf   Semer, palan.
likah   (Lükuh. C.) Süt veren dişi develer.
likam   f. Hayvanın ağzına takılan gem. Dizgin.
likat   Tarlada kalan başakları toplama. * Hizada olma.
likaullah   Allah'a kavuşmak. * Kıyamet günü, Cennet'te Allah'ı görmek.
likf   Kuyu ve havuz kenarları.
likha   Yeni doğurmuş ve sağılır deve.
lîkin   f. Lâkin, eğer, amma, fakat.
liks   Boğazına düşkün, obur. * Lokma sezdiği yere can atan kimse.
likve   Cimanın evvelinde gebe olan kadın. * Tez yüklü olan deve. * Kova.
lillahi   Allah için. Allah yoluna. Allah aşkına.
lime   f. Parça, uzun dilim. ◊ Niçin?
lime lime   Parça parça.
limited   Mes'uliyetleri, koydukları sermayeye göre hudutlu olan ortaklık.
limmî   (limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki 'lime' den) Aleni. Açık. * Nazari. Akla dayanan. (Bak: Bürhan)
lîmu   f. Limon.
lîn   Yumuşaklık ve mülayim olmak. * Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir.
linç   Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi.
lîne   (C.: Lun-Elvan) Hurma ağacı.
lînet   (Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık.
lirik   Heyecan ve ahenge fazla ehemmiyet verilen şiir. * Bu tarzda şiir yazan şair.
lis   f. Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis  - Çanak yalayıcı. Dalkavuk.
lisam   Yüz örtüsü, yaşmak. Nikab.
lisan   Dil. Konuşma dili. Lehçe. (Bak: Dil)
lisan-âşnâ   f. Lisan bilir. Yabancı dil bilen.
lisanen   Konuşarak. Dil ile. Söz söyleyerek.
lisanî   Lisanla ilgili, dile ait.
lisanullah   Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim.
lisat   (Lise. C.) Tıb: Diş etleri.
lisb   Küçük kaya yarığı. * Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde. * İçi zorla çıkan ceviz.
lise   (C.: Lisât) Diş eti.
lisevî   Diş etleriyle ilgili, diş etlerine ait.
lisme   Azarlamak, paylamak.
liss   (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız.
lisse   (C.: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti.
list   Hırsız.
lît   Boyunun bir tarafı. * Boyun. * Baş. ◊ Her nesnenin rengi.
lîta   (C.: Lit) Kamış kabuğu. * Karnın dışarısındaki derisi.
litaf   (Latif. C.) Yumuşaklıklar.
litam   Tokat atma. Elin ayası ile vurma.
litat   Dağın sivri ve yüksek olan yeri.
litlit   Kokar çürük diş. * Yaşlı kadın.
litosfer   yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre.
litre   İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi.
liv   f. Güneş, şems.
liva   Bayrak. Sancak. * Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay. * Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak.
livae   Sancak, âlem.
livata   Lutilik. * Erkekler arasındaki cinsi sapıklık. (Bak: Kebair)
livaz   Sığınma, iltica etme. * Birbirinin arkasına gizlenme.
lîve   f. Aldatıcı, dolandırıcı. * Şakacı, lâtifeci. * Çevik, atılgan.
liyakat   İktidar. Ehliyet. Hüner. Lâyık olmak. Fazilet. Kıymetlilik.
liyakatmend   (C.: Liyâkatmendân) f. Değerli, liyâkatli. * Faziletli.
liyakatmendân   (Liyâkatmend. C.) f. Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler.
liyan   (Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek.
lizam   (Lezm) Lazım olmak. İcâbetmek. Lüzumluluk. * Ölüm. * Kıyamet günü hesabı.
lizaz   (Leziz. C.) Lezzetli ve tatlı şeyler. ◊ Kapı ardına konulan ağaç sürgü.
loca   İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar. * Hücre, küçük bölme. * Masonların toplandıkları yeri.
loça   Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler.
lodos   Güneyden esen ılık yel, rüzgâr.
lohusa   (Bak: Lühusa)
lojistik   Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid.
lokavt   ing. Bir işverenin, isteklerini kabul ettirmek gayesiyle işyerini kapaması.
lokman hekîm   Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya More…
lokman suresi   Kur'an-ı Kerim'in 31. Suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
lombar   ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği.
lu'b   Oyun. Eğlence. (Bak: Sefâhet)
lu'bbazân   f. Oyuncular.
lu'be   Oyuncu.
lu'bet   Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak. * Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.
lu'betbâz   f. Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu.
lu'betgâh   f. Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri.
lu'bî   Oyun ile ilgili olan.
lu'biyyât   Oyunlar, eğlenceler.
lü'ka   Kaşıkla alınan şey.
lu'lu'   Serap. * Bir mevzi ismi. * Kurt.
lü'lü'   İnci. * Parlak. Ziyalı. Kıymetli.
lü'lü'-bâr   f. İnci yağmuru. İnci yağdıran.
lü'lü'-feşan   f. İnci saçan, inci dağıtan.
lü'lü'-pâş   f. İnci dağıtan, inci saçan.
lu'muz   Çok yiyen kişi, obur.
lu'ta   Koyunun boynunda olan karalık. * Siyah hat.
luaa   Yumuşak yaş ot.
lüab   (Liâb) Salya. Tükrük. Hazmolmamış, ağızdan geri gelen gıda.
lüabî   Tükrük ve salya ile alâkalı. * Salya gibi yapışkan.
lüane   Halka çok lânet eden kişi.
lübab   Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini.
lübade   Yağmur için giydikleri kepenk.
lübahiye   Mükemmel hilkatli kadın.
lüban   Kendir.
lübane   (C.: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç. * Önemli ve ehemmiyetli iş.
lübata   Kepenk.
lübb   İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. * Akıl, içli şeyin içi.
lübbî   Öz ile alâkalı. Lübbe ait.
lübce   Çatal demir.
lübde (libde)   Çokluk. * Karıştırmak. * Yıkamak.
lübed   Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.
lübna   Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç.
lübs   Giyme.
lübse   Sözün karışıklığı.
lübub   (Lübb. C.) Her şeyin hâlisleri. Özler.
lübud   Kuşun göğsü üstüne çöküp yatması. * Yapışmak.
lübus   (Libâs. C.) Esvaplar, elbiseler. * Savaş elbisesi.
luç   f. Şaşı.
lüç   f. Çıplak.
lücc(e)   Engin sular. * Gümüş. * Ayna. * Kalabalık cemaat.
lüccî   Büyük deniz.
lücec   (Lücce. C.) Engin denizler. * Kalabalık topluluklar, cemaatler.
lüceyn   Gümüş.
lücme   Irmak ağzı.
lücube   Davarın sütünün çekilip azalması.
lücüm   (Licâm. C.) Gemler, at dizginleri.
lüdane   Yumuşaklık.
lüdd   Çuval.
lüdune   Yumuşaklık.
lüfaze   Değirmenin öğüttüğü un. * Ağızdan çıkan söz.
lüffah   Kokulu geniş yapraklı bir ot.
lüffan   Ekşi nar.
lüga   (C.: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz.
lugat   (A, uzun okunur) (Lügat. C.) Lügatlar, kelimeler. * Lügat kitapları. ◊ Kelime. Söz. * Her milletin dili. * Lügat kitabı, sözlük.
lügat   (Bak: Lugat)
lugatnüvis   f. Lügat yazan.
lugatşinas   f. İyi lügat bilen.
lugavî   Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.
lugaviyyun   Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler.
lügaz   Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap More…
lügd (lügdud)   Çene ile boyun arasında olan et.
lügeyza   Kertenkelenin bir yeri kazıp giderken bir tarafını da kazıp eğri çapraşık yollar yapması.
lügnun   (C.: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et.
lügub   Yorgunluk, açlık, meşakkat. Ta'b.
lüha   Gümüş. * Bahşiş, atâ, hediye.
lühab   Ateş alevlenmek. * Işıklanmak, şule vermek. * Ateşi yakıp tutuşturmak.
lüham   Her şeyi yutan. * Çok miktar asker.
lühaza   (Bak: Lehâza)
lühbe   Sütü azalmış davar.
lühce   Kuşluk vaktinde yenen yemek.
lüheym   Zahmet, meşakkat.
lühkuk   (C.: Lehâkik) Yer yarığı.
lühle   (C.: Lehalih) Serap görünen geniş çöl.
lühm   Kevsec dedikleri balık. * Yemen diyârında bir kabile. * Etli ve kaba olmak.
lühme   Bez ırgacı. * Hısımlık, yakınlık.
lühmum   (C.: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar. * Sütü çok olan deve.
lühne   Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan. * Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey. * Kahvaltı.
luhud   (Bak: Lühud)
lühud   (Lahd. C.) Çukurlar, kabirler, mezarlar.
lühuf   (Lihâf. C.) Örtüler, sargılar. Örtünecek şeyler.
lühuk   Ulaşmak. Yaklaşmak. Sonradan yetişmek.
lühum   Cömertler. İyiler. İyi insanlar. ◊ (Lahm. C.) Etler.
lühusa   Yeni doğurmuş kadın. Henüz yataktan kalkmamış kadın. Bu hâl 9 ilâ 40 gün kadar devam eder.
lühve   (C.: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)
luk   f. Kısa tüylü yük devesi.
lük   f. Kalın ve yoğun şey. * Kırmızı boya.
luka   Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mil: 70) More…
lüka'   Hor ve hakir kimse. * Ufak çocuk. * At.
lükaa   Zahmet, meşakkat. * Ahmak, akılsız kişi.
lükat   Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne.
lükata   Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir.
lükata-çin   f. Değersiz ve artık şeyleri toplıyan.
lükk   Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı. * Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne.
lükkaa   Hazırcevap olan.
lükkah   Hoş kokulu bir ot.
lükkam   Şam diyârında yüksek bir dağın adı.
lukme   Yutmak. * Bir yudum taam, lokma.
lukme-şümar   f. Herkesin lokmasını sayan. * Mc: Pinti, hasis, cimri.
lüknet   Pelteklik, dil tutukluğu, kekeleme.
lüknunet   Kekeleme, pelteklik, dildeki tutukluk.
lüks   Lât: Aşırı süs. * Işık ölçü birimi. * Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası.
lukta   Yerden toplanan şey.
lükunet   Dildeki tutukluk, pelteklik, kekeleme.
lükya (lükyâne)   Birbirini görmek.
lükzuf   Üzüm çöpü.
lul   (Luli) f. Utanmaz, hayasız ve namussuz kadın. * Nâzik ve zarif. * Şarkı söyleyip oynayan fahişe kadın.
lule   f. Çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. * Lüle. Halka gibi dürülmüş şey.
lüm'a   (C: Limâ') El ayası miktarı. * İnsan topluluğu. * Kuruması gelmiş olan bir parça ot.
lümah (limâh)   Tokatla vurmak.
lümaze   Ağızda geri kalan nesne.
lümey'a   Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.
lümeze   Bir kimsenin arkasından ayıplarını söyliyen. Gıybet eden.
lümme   Nişan. Alâmet. Damga. Nokta. * Vesvese, kuruntu. * Çok cemaat, çok kalabalık.
lümmî   Toplanmaya dâir. * Nazarî ve aklî delil. (Bak: Limmî)
lümmiyet   (Limmiyet) İllet ve sebebiyet.
lümta   şiddet. Mihnet.
lümza   Bir parça yiyecek. * Beyaz nokta. * Atın alt dudağında olan beyazlık.
lünc   f. Ağzın içi. * Dudak. * Çolak.
lurî   f. Cüzzâm veya miskinlik denilen hastalık. * Fare avlıyan bir kuş.
lüsat   Diş etleri.
lüseyn   Küçük dil. Dilcik.
lüsga   'Söylerken rı'yı gayn'a veya lâm'a; ve sin'i te'ye kalbetmek.'
lüsn   (Lisân. C.) Diller, lisanlar.
luss   (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
lüss (liss)   (C.: Lüsus) Hırsız.
lüsub (lesb)   Yapışmak.
lüsuk   Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma. * Ulaşma, vâsıl olma, erişme.
lüsün   (Lisân. C.) Lisânlar, diller.
lüsus   (Luss. C.) Hırsızlar, sârıklar.
lüsuset   (Lüsusiyet) Hırsızlık, sirkat.
lüsusiyyet   Hırsızlık yapma, sirkat.
lut   f. Tatlı yemekler. Lezzetli yiyecekler. * Çıplak.
lut'e   Tutmaç aşı.
lutf   (Bak: Lütuf)
lütîn   Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)
lütne   Kirpi.
lütre   f. Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. * Boşboğaz.
lütuf   Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi. * Güzellik, hoşluk. * İyilik, iyi muâmele.
lütut   Sâbit ve lâzım olmak, gerekmek.
lüuka   Sür'at, hız.
lüüme   Öküz. * Çiftçilikte kullanılan bazı âletler.
lüüse   Uyku ağırlığı.
lüvab (lüvabâ)   Susamak. * Kulpsuz bardak.
lüvam   Melâmetlik, rüsvaylık, rezil kepaze olmaklık.
lüvase   Bir lokma yiyecek.
lüvb   Çokluk, kalabalık, izdihamlık.
lüvbe   (C.: Lüeb-Lub) Kara taşlı yer.
lüvbiya   Börülce.
lüvka   Kaymak, zübde. * Yapışmak.
lüvse   Zayıflık. * Eğlenmek. * İsabet etmek.
lüzk   (Lâzık) Yapışmak. * Ulaşmak varmak.
lüzub   Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma. * Sâbit olma.
lüzucet   Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali.
lüzucî   Yapışkan. * Kopmadan uzayan.
lüzuciyyet   Çekilip uzayış.
lüzum   Lâzım olmak. Bir şey bir şeyden aslâ ayrı olmayıp onunla sâbit ve dâim olmak. Gereklilik.
mâ'   Su. Ab.
ma'   Yer yüzüne yayılıp döşenmek.
ma'bed   (Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi)
ma'bed-i fersude   f. Eskimiş, yıpranmış mâbed.
ma'ber   (C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer.
ma'bud   (Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.)
ma'bude   Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put.
ma'c   Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak.
ma'cel   (C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol.
ma'ceme   Sabırlı, tahammüllü kimse.
ma'ces   Yay kabzası.
ma'cez   Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer.
ma'd   Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. * Çekmek.
ma'dele(t)   (Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri.
ma'deletgüster   f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse.
ma'deletkâr   f. Âdil, adaletli.
ma'deletperver   f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse.
ma'den   Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden More…
ma'denî   Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı.
ma'deniyat   Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi.
ma'dil   Sapılacak yer. Ma'dul.
ma'din   (C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi.
ma'dud   Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli.
ma'dudat   Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler.
ma'dum   Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
ma'dumat  Yok olanlar. Yokluklar.
ma'dumiyet   Yokluk, ma'dumluk, yok olma.
ma'fuc   Dübürüne vurulmuş.
ma'fun   Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et.
ma'füvv   Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.
ma'hed   (C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri.
ma'hud(e)   Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena bilinen kadın.
ma'hudiyyet   (Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma.
ma'k   (C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf. ◊ Ovmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
ma'kad   Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.
ma'kal   (C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale.
ma'ked   (C: Meâkıd) Akdedecek yer.
ma'kes   Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.)
ma'kid   Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer.
ma'kil   Melce'. Sığınacak yer.
ma'kud   (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.
ma'kul   Akla yakın, aklın kabul edeceği.
ma'kulat   (Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat)
ma'kule   Diyet.
ma'kuliyet   Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış.
ma'kum   Kapalı.
ma'kus(e)   Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz.
ma'kusen   Ters olarak, aksine, zıddına olarak.
ma'kusiyet   Terslik, zıdlık, aksilik.
ma'l   Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak.
ma'lat   (C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar.
ma'leb   (C.: Meâlib) Oyun yeri.
ma'lef   (C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık.
ma'lem   (C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet.
ma'lufe   Yulaf verilen davar.
ma'lul   İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
ma'lulen   Mâlul olarak, sakat olarak.
ma'lulîn   (Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.
ma'luliyet   Hastalıklı olma, illetlilik.
ma'lum   Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona More…
ma'lumat  Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
ma'lumatfüruş   f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan.
ma'lumiyet   Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı.
ma'ma'   Kimseye birşey vermeyen kadın.
ma'maa   (C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.
ma'mafih   Öyle olmakla beraber.
ma'mean   Çok fazla sıcaklık.
ma'mer   Geniş menzil.
ma'mul   (Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı.
ma'mulât   İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya.
ma'mulün bih   Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)
ma'mur   İ'mar edilen, tamir edilmiş.
ma'mure   İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.
ma'muriyet   Bayındırlık, ma'murluk.
ma'n   Az miktar. * Kolay.
ma'na   (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade.
ma'nat   Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne.
ma'ne   Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey.
ma'nidar (mânidar)   'f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.)'
ma'nidarane   f. Mânâlı şekilde.
ma'ra   Vücudun çok zaman çıplak olan yeri.
ma'raz   (Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher.
ma'razgâh   Arzolunan yer, sergi.
ma'rec   Çıkacak yer, merdiven.
ma'ref   Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.
ma'refe   Atın yelesi bittiği yer.
ma'reke   Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk.
ma'ret   Kabahat, suç, ayıp, günah.
ma'ric   Merdiven, yükseliş yeri.
ma'rife   Gr: Arabçada mübhem olmayan ' ' harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif)
ma'rifet   Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: More…
ma'rifet mertebeleri   (Bak: Yakin)
ma'rifetperver   f. Hünerli, marifetli.
ma'riz   (Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.
ma'ruf   Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf)
ma'rufat   Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar.
ma'rufiyet   Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık.
ma'rur   Uyuz.
ma'ruş   Üstü çardak şeklinde yapılı bina.
ma'ruz   Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan.
ma'ruzât   (Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.
ma's   Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp. ◊ Ovmak. * Dürtmek.
ma'sara   (Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer.
ma'şeb   Otlu yer.
ma'şer   Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. * Bölük, topluluk.
ma'sere   (Ma'seret) Zorluk, güçlük.
ma'şerî   Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok.
ma'siyyet   İtaatsizlik, günah, isyan.
ma'şuk(a)   Aşk ile sevilen, sevgili.
ma'şukiyet   Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli.
ma'sum   Günahsız, suçsuz.
ma'sumâne   Günahsızcasına, suçsuz olarak.
ma'sume   Suçsuz kadın veya kız.
ma'sumiyet   Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.
ma'sur   Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış. ◊ Zor, güç, zorlaştırılmış.
ma'şuş   Zayıf ve cılız adam.
ma'tab   (C: Meâtıb) Helâk olacak yer.
ma'tebe   Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek.
ma'tuf   Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen. Yöneltilmiş.
ma'tufun aleyh   f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf)
ma'tuh(e)   (Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde.
ma'tuhane   Bunakçasına, bunamışçasına.
ma'tuk(a)   (C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı.
ma'tut   Mağlup, yenilmiş.
ma'v   Olmuş taze hurma. * Ses, avaz.
ma'vel   Ağıt edecek yer.
ma'y   Su arkı. Su mecrâsı.
ma'yub   Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan.
ma'yubat   (Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar.
ma'yuben   Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak.
ma'z   Keçi. Karaca. ◊ Çekmek.
ma'zad   Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise.
ma'zel   (C: Meâzil) Irak, uzak, baid.
ma'zeret   Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.
ma'zeretcu   f. Özür arıyan.
ma'zerethâh   f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen.
ma'zeretmend   f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli.
ma'zil   Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid.
ma'zire   (C: Meâzir) Özür etmek.
ma'zub   Kötürüm kimse.
ma'zul   (Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.
ma'zulen   Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.
ma'zulîn   (Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.
ma'zuliyet   Azledilme hâli. Açıkta kalınış.
ma'zur   Özürlü. Özrü olan.
ma'zuriyyet   Ma'zurluk. Özürlülük.
ma'zuz   Katı, şiddetli, şedid.
maa   (Beraber) mânasında bir kelimedir
maab   Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri.
maabid   (Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.) Hizmetçiler. Kullar.
maabîd   (Ma'bud. C.) Ma'budlar.
maabir   (Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler.
maacil   (Ma'cel. C.) Yollar,
maacîn   (Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler.
maad   (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret işleri. Uhrevi işler.
maada   Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
maadin   (Maden. C.) Madenler.
maafir   Hemedan'da bir kabilenin adı.
maahid   (Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler.
maahu   Onunla beraber. Onunla.
maak   Meslek, mezheb. * Sığınacak yer.
maakat   Derinlik.
maakid   (Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. * Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları.
maakil   (Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları.
maakim   (Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler.
maakka   Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.
maal   Yükseklik. İlerilik. Şereflilik.
maal-esef   Yazık ki. Maalesef.
maalcemaa   (Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte.
maalem   İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele.
maalî   şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler.
maalif   (Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar.
maalim   (Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler. Nişanlar. Eserler.
maaliyat   İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
maami'   (Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları.
maan   Birlikte. Beraber. ◊ Menzil, mekân.
maanî   (Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat)
maar   Ar ve hayâya sebep olacak şeyler.
maarî   İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası.
maarîc   (Mi'rac. C.) Merdivenler.
maarif   Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil More…
maarif-mend   (C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü.
maarif-perver   f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden.
maarik   (Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları.
maarîz   (Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler.
maariz (meâriz)   (Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler.
maas   Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması.
maaş   Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para.
maaşat   (Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar.
maaşen   Yaşayış bakımından.
maasî   (Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar.
maasir   (Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler.
maaşir   (Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce').
maatif   (Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler.
maatîr   (Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler.
maavil   (Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.
maavin   (Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar.
maayib   Ayıplar. Lekeler. Kusurlar.
maayir   Ayıplanmış.
maayiş   (Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler.
maaz   Şiddetle gadap etmek, çok fazlasıyla hiddetlenmek. * Bir nesne güç gelmek, zor gelmek. ◊ Sığınacak yer. Penah.
maazalik   Şu var ki. Bununla berâber.
maazallah   Allaha sığındık. Allah korusun.
maazim   (Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar.
maazir   (Bak: Meâzir)
maaziyadetin   Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol.
maba'di   (Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası.
mabaki   Geri kalan, kalan, artan.
mabeyn   Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. * Padişah yakınlarının bulunduğu oda.
mabguz   (Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş.
mabsara   Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.
mabtaha   (C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer.
mac   Tuzlu su.
maç   f. Öpüş.
macc   Ağzından sular akan yaşlı deve.
macera   Olup geçen şey. Baştan geçen hadise.
maceraperest   f. Maceracı. Macera meraklısı.
macid   Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb.
macin   (C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten.
maçin   'Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb More…
macun   Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey.
macuşun   Gemi, sefine. * Boyanmış elbise.
mad   Yumuşak taze ot.
madahik   (Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar.
madak   Sıkıntı, darlık.
madalle   Yolun kaybolduğu yer.
madalya   İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli More…
madarib   (Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler.
madca'   Yatılan yer. * Kabir. Mezar.
madde   Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât.
maddeten   Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.
maddî   (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler. More…
maddiyat   (Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.
maddiyet   (C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.
maddiyyun   (Maddiyun) Maddeciler.
made   f. Dişi. Erkeğin zıddı.
mâder   f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm.
mâderane   f. Annece. Anaya yakışır surette.
mâderender   f. Üvey ana.
mâderî   f. Analık. Annelik.
mâderzâd   f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi.
madg   Çiğneme. Ağızda çiğneyiş.
madgare   Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş.
madhek   Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik.
madih   (Medh. den) Öven, medheden. ◊ Keskin.
madiyan   f. Dişi at. Kısrak.
madreb (madrib)   (C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri.
madrebe   Kılıncın ağzı.
madrub   Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. *Mat.: Darbedilen (çarpılan) sayı.
madrubeyn   Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
madrus   Örülerek yapılmış. Örülmüş şey.
mafsal   Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem.
maftur   (Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış.
magabbe   Akıbet, son, netice.
magabin   (Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri.
magabit   İmrenilme. Gıpta edilme.
magafir   (Miğfer. C.) Çelik başlıklar, miğferler. ◊ Çirkin kokulu bir zamk.
magak   f. Çukur.
magakçe   f. Küçük çukur. Çukurcuk.
magale   şer, kötü.
magalib   Üstün gelen, galebe eden.
magalik   (Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler.
magamiz   (Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler. ◊ Ayıplı, ayıplanmış.
magani   (Magni. C.) Evler, hâneler, menziller.
maganim   (Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.
magarat   (Magare. C.) Mağaralar.
magare   (C.: Magarât) Mağara.
magarib   (Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar.
magarim   (Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar.
magaris   (Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri.
magas   (C: Emgâs) Kıymetli iyi deve.
magasil   (Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.
magavir   (Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.
magazi   Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler, gazalar.
magazin   Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua.
magbat   (C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer.
magben   (C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık.
magbun   (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış.
magbuniyet   Şaşkınlık.
magbut   (C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş.
magd   Kurutan otu. * Yerüç otu.
magdub   Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal.
magduben   (Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile.
magdubun minh   Fık: Malı gasbolan kimse.
magdur   (Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş.
magdure   Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız.
magduriyyet   Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali.
magfele   Dudak altında biten kılların çevresi.
magfiret   (Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.
magfur   (Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse.
magib   Kaybolma.
magin   Mazaryon otu.
magiz   İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.
magl   Yürek ağrısı, kalp ağrısı.
maglak   Kilitlenecek yer.
maglata   Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz.
magle   Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi.
maglub   (Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse.
maglubane   f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde.
maglubiyyet   Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş.
magluk   Kapalı. Kilitli.
maglul   Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse. * Hapsedilmiş olan.
magma   yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.
magmag   Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak.
magmaga   Karışmak, ihtilat.
magmas   (C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer.
magmum   Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı.
magmumâne   Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak.
magmumiyet   Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma.
magmur   Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık.
magmuriyet   Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş.
magmuz   Kabâhatli, suçlu.
magn   (C: Megân) Menzil.
magna   Durmak.
magnatis   Mıknatıs.
magnem   (C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.
magnetik   yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan.
magre   (C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık.
magrefe   Geniş yer.
magrem   Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar, ziyan. * Cürüm, cinayet.
magres   Fidan bahçesi. Fidanlık.
magrib   (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.
magruk   Gark olmuş. Suda batmış olan.
magrukîn   (Mağruk. C.) Suda Boğulanlar.
magrur   (Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım.
magrurane   f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına.
magruren   Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak.
magruriyet   Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. * Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür.
magrus(e)   (Gars. dan) Toprağa dikilmiş.
magruz   Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış.
mags   Bağırsak ağrısı.
magsel   (C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer.
magşi   (Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş.
magşiyane   f. Bayılmış gibi, baygıncasına.
magşiyy   Aklı gitmiş hayran kimse.
magşiyyen   Bayılmış olarak, baygın bir halde.
magşiyyün aleyh   Bayılmış, baygın.
magsub(e)   (Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş.
magsul   Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş.
magşuş   Katışık. Karışık. Saf olmayan.
magşuşe   Gümüş ve bakır karışığı akçe.
magşuşiyyet   Halis ve saf olmayış. Karışıklık.
magt   Çekmek.
magtus   Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış.
magtuş   Karanlık yer.
maguse   Medet gelmek, yardım gelmek.
magv   Kedi miyavlaması.
magz   Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ.
magza   Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb.
magzab   Gazap edecek yer.
magzebe   Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey.
magzub   (Bak: Magdub)
mah   Mahveden. * Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bazı kitablarda geçen bir ismidir. Nübüvvet ve risaletinin nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden bu isim verilmiştir. ◊ (Meh) f. More…
mah be mah   Aydan aya.
mahabib   (Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar.
mahabir   (Mahber. C.) Mürekkep hokkaları.
mahabis   (Mahbus. C.) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar. ◊ (Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.
mahabiz   (Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları.
mahacce   Geniş yol.
mahacir   (Mahcer. C.) Göz çukurları.
mahadim   (Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar.
mahafet   Korku. Korkmak.
mahafetullah   Allah korkusu.
mahaffe   Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.
mahafil   (Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler.
mahafir   (Mihfer. C.) Beller, kazmalar.
mahak   Her arabî ayın son üç gecesi.
mahakim   Mahkemeler.
mahakk   Mehenk. Ayar taşı.
mahale   Çare, tedbir. * Hile.
mahalib   (Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.
mahall   Yer. Mekân. Cây.
mahâll   (Mahall. C.) Yerler. Mekânlar.
mahalle   (C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.
mahalletan   Çömlek ve değirmen.
mahallî   Bir yere mahsus. Yerli.
mahamid   (Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar.
mahamil   Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ askıları. * İhtimâller.
mahane   f. Aylık maaş.
maharet   (Bak: Mehâret)
maharib   (Mihrâb. C.) Mihrâblar.
maharic   Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler.
maharim   (Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler.
maharit   (Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler.
mahas   Udul etmek, dönmek.
mâhasal   Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç.
mahasin   (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.
mahaşşe   Kıç, dübür, makad.
mahatim   (Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler.
mahatt   Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer.
mahatta   İstasyon.
mahavif   (Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler.
mahavir   (Mihver. C.) Mihverler, eksenler.
mahayil   Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri.
mahaz   Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.
mâhâzâ   Bu nedir? * Bu değil.
mâhazar   Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa.
mahazi   Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar.
mahazil   (Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler.
mahazin   (Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar.
mahazir   (Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller. ◊ (Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar.
mahazz   Kat'edecek, kesecek yer.
mahba   (C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.
mahbel   Hayvanın gebelik zamanı.
mahber   (Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit.
mahbes   Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi.
mahbez   (C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.
mahbub   Muhabbet edilen. Sevilen.
mahbubat   Sevilenler. Sevgililer.
mahbube   (Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek.
mahbubiyyet   Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş.
mahbuk   Katı, şiddetli, şedid.
mahbun   Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.
mahbus   Hapsedilmiş olan.
mahbushane   f. Cezaevi, hapishâne, zindan.
mahbusîn   (Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.
mahbusiyet   Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet.
mahc   Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak. ◊ Soymak. * Yontmak.
mahcah   Lâyık olacak mevzi.
mahçe   f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl.
mahçehre   f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.)
mahcer   Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru.
mahcir   (C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler. * Bahçe.
mahcub   Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde ile mestur olan.
mahcubâne   f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla.
mahcube   Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına konulan ağaç.
mahcubiyet   Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk.
mahcuc   Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş olan.
mahcucun anh   (Bak: İhcac)
mahcur   (Hacr. den) Huk.:Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş.
mahcuz   (Hacz. den) Huk.:Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış.
mahdem   Baldırın köstek takacak yeri.
mahdu'   Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi.
mahdud   Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün. * Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş. ◊ Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış. ◊ Dikeni kesilmiş ağaç.
mahdudiyet   Sınırlılık. Darlık.
mahdum   Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi.
mahdumiyet   Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik.
mahdure   Örtülü ve kapalı kadın veya kız.
mahduş   Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış.
mahe   f. Matkap, burgu.
mahfas   Yuva.
mahfaza   (Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf.
mahfed   (C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi.
mahfel   (C: Mehâfil) Dernek yeri.
mahfî   Gizli, saklı.
mahfil   (C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.
mahfiyyen   Gizlice. Gizli ve saklı olarak.
mahfuf   Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış.
mahfuk   Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan.
mahfur   Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş.
mahfuz   (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. * Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış. ◊ Alçalmış veya alçatılmış.
mahfuz liman   Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.
mahfuzat   (Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler.
mahfuzen   Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak.
mahh   Yumurtanın akı.
mahi   (Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden. ◊ f. Balık. Semek.
mahic   Sâfi, saf, katıksız.
mahiciyy   Palan vurdukları at.
mahidan   f. Balık havuzu.
mahifüruş   f. Balık satan. Balıkçı.
mahigir   f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan.
mahihar   f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl.
mahik   (Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran.
mahile   (C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet.
mahin   (C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr.
mahir   Becerikli, hünerli, san'atkâr.
mahirane   f. Ustaca, ustalıkla, maharetle.
mahîs   Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak.
mahiyan   (Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler.
mahiyane   f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık.
mahiyat   Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.
mahiyet   Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
mahiyye   Aylık.
mahiz   (C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.
mahîz   Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız)
mahîza   (C: Mehâyız) Hayız bezi.
mahk   Gidermek. * İptal etmek, saymamak. * Eksik, noksan. ◊ İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek.
mahkede   İkamet mevzii, oturulan yer.
mahkeme   (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
mahkî   Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan.
mahkiyyun anh   Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan.
mahkud   Hased edilen, hased olunan.
mahkuk   Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış.
mahkûm   Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.
mahkun   Suçsuz, masum.
mahkur   (Bak: Muhakkar)
mahl   Kıtlık, kaht.
mahlas   Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer.
mahlasname   şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume.
mahleb   (C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi. ◊ Bal. * Süt sağacak kap. * Bir cins ot.
mahlece   (C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer.
mahlefe   Söğütlük.
mahlu   Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan.
mahlub   Sağılmış hayvan.
mahluc   (Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış.
mahluce   Rey ve fikri doğru olmak.
mahluf   Yemin etme, and içme, kasem etme.
mahluk   Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan. ◊ Traş olmuş.
mahluka   Başkasının olup da benimsenen manzum parça.
mahlukat   (Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.
mahlul   Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras. ◊ Delinmiş. * Öbür tarafına işlenmiş olan şey.
mahlulat   Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar.
mahluliyet   Mahlul olma hali, mahlulluk.
mahlut   (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
mahluta   Bulgurla karışık mercimek çorbası.
mahmasa   Azlık. * Açlıktan zayıf düşme.
mahmel   Üzerine yük konulan şey.
mahmi   Korunan, himaye gören. Hıfzolan.
mahmidet   (C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme.
mahmidetsâz   f. Senâ ve medheden.
mahmil   Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
mahmiye   (Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı) büyük şehir.
mahmud   Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. * Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.
mahmudiye   Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın. * Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş More…
mahmul   Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. * Man: Müsned, haber. 'İnsan More…
mahmule   Yük. Hamule.
mahmulen   Mahmul olarak, yüklü olarak.
mahmum   Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.
mahmumane   f. Sayıklarcasına, sayıklıyarak. * Ateşler içinde, ateşli olarak.
mahmur   (Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz.
mahmurane   f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına.
mahmuz   (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet. * Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek More…
mahn   Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak. ◊ Cima etmek. * Ağlamak. * Kuyudan su çekmek. * Uzun boylu adam.
mahnak   Boğazın boğacak yeri.
mahniye   (C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.
mahnuk   Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk.
mahnukan   Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak.
mahnun   Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.
mahpare   f. Pek güzel kimse. * Ay parçası.
mahperver   f. Mehtaplı.
mahpeyker   (Bak: Mehpeyker)
mahr (muhur)   (C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü.
mahra   Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey.
mahrab   (C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer.
mahref   Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti.
mahrefe   Yol.
mahrek   Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu. ◊ (Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer.
mahrem   Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve More…
mahreman   (Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar.
mahremane   f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda.
mahremiyyet   Gizlilik. Mahrem olma hali.
mahru   (C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel.
mahrub   Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış. ◊ Harabedilmiş, dağıtılmış.
mahruf   Toplanılmış devşirilmiş meyve.
mahruk   Yanan. Yanmış.
mahrukat   Yakılacak madde. Yanan şeyler.
mahrum   Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
mahrumane   Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine.
mahrumiyyet   Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe.
mahrur   Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan.
mahrurâne   f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette.
mahrus   Himâye edilen. Korunan. Gözetilen. ◊ Hırsla istenilmiş.
mahrusa   Büyük şehir.
mahrut   Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni. ◊ Kasnı denilen zamkın ağacı.
mahrutî   Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik.
mahrutiyyet   Mahrutilik, konik olma hâli.
mahruyan   f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler.
mahruz   Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız.
mahs   Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak. ◊ Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.
mahş   Yakmak.
mahsad   Ekini biçilmiş yer.
mahsebe   şüphe etme, şüphelenme, sanma.
mahser   Huy, tabiat.
mahşer   Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık.
mahsub   Sayılmış. Hesaplanmış. Hesabına kaydedilmiş. * Bir zata mensub kabul edilen. ◊ Kızamık çıkarmış kişi.
mahşub   Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç.
mahsubât   (Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler.
mahsuben   Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek.
mahsubiyet   Mahsubluk, mensubluk.
mahsud   Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse. ◊ Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla.
mahşud   Toplanmış. Yığılmış.
mahsuf   Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş.
mahsul   Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey.
mahsulât   (Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri.
mahsuldar   f. Verimli, bereketli. Mahsul veren.
mahsun   İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış.
mahsur   Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış. Kuşatılmış. ◊ Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz.
mahşur   Toplanmış.
mahsus   Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. * Yalandan, şakadan, lâtife olarak. More…
mahşuş   (Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş. * Karalanmış. ◊ Kuru ot.
mahsusa   Mahsus, hususi.
mahsusat   Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)
mahsusen   Ayrıca, bile bile, mahsus olarak.
mahsusiyet   Mahsusluk. Hususi olma hâli.
mahşüv   Fazla. * İçi doldurulmuş.
maht   Çıkarmak. * Çekmek. ◊ şiddetli.
mahtab   (C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk. ◊ (Bak: Mehtâb)
mahtam   (C: Mehâtım) Burun.
mahtid   Kişinin durduğu mekân.
mahtube   Evlenmek için istenilen kadın.
mahtum   Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış.
mahtumane   f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet.
mahtun   Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş.
mahtur   (Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe.
mahtut   (Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış.
mahudane   Bir ot adı.
mahuf   Korkulu. Tehlikeli.
mahule   Kocası ölmüş kadın.
mahur   f. Kumarhâne. Meyhâne.
mahuza   Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız.
mahv   Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.
mahv ve sekir   Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.
mahva   Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse.
mahvar   f. Ay gibi.
mahvare   f. Aylık maaş.
mahve   Kuzey rüzgârı.
mahveş   f. Ay gibi.
mahviyyet   Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.
mahy   Gidermek.
mahya   Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim. * Dam çatısında iki eğik More…
mahyane   f. Aylık. Aydan aya verilen maaş.
mahyere   Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik.
mahz   Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. * Sadece. * Su katılmamış hâlis süt. ◊ Yoğurdu çalkalayıp yağını almak. ◊ Nikâh.
mahza   Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.
mahzan   Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.
mahzane   Güvercinlik.
mahzar   (Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili.
mahzem   (C.: Mehazim) Atın kolan yeri.
mahzen   Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum. Yeraltı. ◊ Yalnız, ancak, tek.
mahzî   Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren kötü huy.
mahzu'   Boyun eğmiş.
mahzub   Boyanmış.
mahzud   (Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.
mahzuf   Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred)
mahzul   Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay.
mahzulen   Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak.
mahzum   Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne.
mahzun   Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı. ◊ Hazinede saklanan şey.
mahzunane   f. Kederlice, düşünceli, üzgünce.
mahzuniyet   Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma.
mahzur   Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey. ◊ (Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey.
mahzurat   Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller. ◊ Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler.
mahzure   (C.: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey. ◊ Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe.
mahzuz   Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş.
mahzuzât   Hoşa giden şeyler. Hazlar.
mahzuziyet   Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme.
maî   Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.
maîb   (C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış.
maic   Dalgalı deniz.
maide   Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
maidesâlâr   f. Sofracı başı.
maika   Derin, amik.
mâil   Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün. * Benzer.
maîl   Ehil, iyal, çoluk çocuk.
mâile   Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. * Eğri, eğilmiş.
mâiliyyet   Eğiklik. Meyillik.
main   Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen. * Göz değmiş, nazar değmiş.
main mehin   Zayıf, hakir su. * Meni.
mais   Ağaçları sık bitmiş olan yer.
maişet   (Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.
maişetgâh   f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer.
maiyyet   Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. * Yan. Nezd.
maiz   Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü. ◊ (C.: Mevâız) Keçi.
majüskül   Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler.
mak   (C: Amâk-Emâık) Göz pınarı.
mak'   Atmak. * Emmek.
mak'ad   Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç.
mak'ade   Kurbağa.
maka   Hıyarşenber denilen nebat.
makabih   (Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.
makabir   (Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar.
makade   Davar yedmek.
makadim   (Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler.
makadir   Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler. * Muayyen ve mâlum olan kısımlar. ◊ (Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler.
makal   Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş.
makalat   (Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler.
makale   Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme alınışı.
makalid   (Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar.
makalim   (Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler.
makam   Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo.
makamat  (Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar.
makame   (C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk tarzında söylenen sözler.
makami'   (Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar.
makani'   (Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar.
makariz   (Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler.
makarr   (Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht.
makasid   Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler.
makasim   (Maksim. C.) Su taksim edilen yer.
makasir   (Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer.
makass   Makas.
makati'   (Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.) Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.
makatil   (Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler, makteller.
makatir   (Maktar. C.) Damlalar, katreler.
makavid   (Mekud. C.) Yularlar.
makavil   Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.
makazz   Başın arka tarafından iki kulağın arası.
makbah   (C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer.
makbaha   (C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.
makber(e)   (C.: Mekabir) Mezar. Kabir.
makbiz   Kılıcın ve yayın kabzası.
makbuh   Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen.
makbuha   Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.
makbul   (Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı. ◊ Ayağı bağlı olan.
makbuliyet   Beğenilmişlik, makbullük.
makbur   (Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş.
makbuz   (Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. * Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt.
makbuzat   (Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar.
makdem   (C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme.
makderet   (Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor.
makdis   Mukaddes yer.
makdud   Uzun boylu kişi.
makduh(e)   (Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.
makdunis   Maydanoz.
makdur   Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş.
makdurat   (Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler.
maket   Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli.
makh   Sür'at, hız.
makhur   (Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş.
makhurane   Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.
makhuriyet   Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama.
maki   Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi.
makid   Kesilmeyen ve daimi olan.
makîl   Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu.
makinist   Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi.
makir   Hile yapan. Mekreden.
makis   (Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen. ◊ Öşür ve vergi toplayan kimse.
makîs   (Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen.
makit   Dar yer.
makît   Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur.
makiyan   f. Tavuk.
makk   Yarmak.
makl   Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak.
makleb   Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek veya değişecek yer.
maklete   Helâk olacak yer.
maklu'   Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.
makluan   Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.
maklub   (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi More…
maklubiyet   Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli.
maklud   Fitil gibi bükülmüş olan.
maklum   Yontulmuş ve kesilmiş olan.
makluv (makliyy)   Pişirilmiş kebap.
makmaka   Sözü boğazı içinden söylemek.
makmene   Lâyık ve münâsip olacak yer.
makna'   Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi.
maknat   Ümit kesecek yer.
maknee (makneut)   Güneş görmeyen yer.
makr   Çok acı olmak.
makrebe   Hısımlık, yakınlık. Karâbet.
makreme   (Bak: Mikrame)
makru'   Okunan. Okunmuş olan.
makruf   Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne.
makruh   Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh.
makrun   (Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı olmak.
makruniyet   Yaklaşma. Yakınlık.
makrut   Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan.
makruz   (Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş.
maks   Suya dalmak. Daldırmak.
maksad   (C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye.
maksal   Mahsul ekilen yer.
maksar   Nihâyet, son, netice.
maksara   (C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr.
maksebe   Sazlık, kamışlık.
maksee   Hıyar tarlası.
maksim   (C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.
maksud   Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye.
maksüe   Hıyar tarlası.
maksum   Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib.
maksur   (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus. * Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, More…
makşur   Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.
maksure   (C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer.
maksus   Kesilmiş, kırpılmış.
maksuv (maksiyy)   Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.
makşuvv   Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış.
makt   Kin, hiddet. İğrençlik. Şiddetli buğz. ◊ Vurmak.
makta'   'Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', More…
maktaa   Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.
maktane   Pamuk tarlası.
maktar   Damla, katre.
maktel   Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer.
maktem   Tozlu yer.
maktu'   (Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. * Götürü.
maktuan   Götürü olarak, toptan.
maktul   Öldürülmüş, katledilmiş olan.
maktulen   Öldürülerek, katledilerek.
maktulîn   (Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler.
maktur   Katranlı. Katran sürülmüş.
makul   (Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz.
makulat   (Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler.
makule   Takım, çeşit. Kategori.
makv   Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak.
makya   Kusmak. * Kusma yeri.
makye   Duracak yer, konak yeri.
makzaba   Yonca ekilen yer.
makzî   Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere More…
makzuf   (Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş. Atılmış.
mal   f. 'Süren, sürülen, sarılan, takılan' anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal - Ayak altında çiğnenen) ◊ Fık: Bir kimsenin tasarrufunda bulunan More…
mal müdürü   Kazâ mâliye memuru.
mal-i hulya   f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller.
malak   Manda yavrusu. Buzağı.
malakelam   Diyecek yok. Söz götürmez.
malamal   Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu.
malanihaye   Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız.
malarya   ing. Sıtma.
malaya'ni   (Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.
mâlâya'niyyât   Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık.
malayutak   Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.
malaz   Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla.
maldar   f. Malı mülkü çok olan. Zengin.
maldarî   Zenginlik, servet.
male   f. Duvarcı malası.
malemyekün   Sözden ibâret.
malezim   (Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme.
malî   (Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait. ◊ f. Dolu. * Fazla, çok.
malide   f. Sürülmüş, sürmüş.
malih   Tuzlu.
malihulya   (Bak: Mâl-i hulya)
malik   Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.
malikane   'f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi.'
malikî   (Bak: İmam-ı Mâlik)
malikiyet   Malik ve sahib olma.
maliş   f. Sürme, sürüştürme.
malişgâh   f. Yüz sürülecek yer.
malişger   f. Sürtücü, oğucu. * Tellak.
maliyat   Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.
maliye   Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire.
maliyet   Kıymet. Mâlolma değeri.
maliyyun   Maliyeci.
malizme   Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.
malkoç   Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan.
malperest   f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan.
mamelek   Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk.:Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.
mameza   Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi.
mamhuran   Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.
mamisa   Bir ot cinsi.
mamizan   Vers denilen ot.
manahnü fîh   Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.
mancinik   Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.
manda   Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş.
mande   f. Kalmış, gitmemiş olan.
mandira   'yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.'
manen   Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.
manend   f. Benzer. Denk. Eş. Gibi.
manende   Benzeyen, mümâsil.
manevî   (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
maneviyyat   Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar.
maneviyyun   Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.
manevra   Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Aks: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir More…
manga   Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca More…
mâni'   Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.
mânia   Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk.
manivela   Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.
manken   Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli.
mansab   (Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb)
manşet   Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası.
mansib   (Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'.
mansibdâr   f. Mansıbda bulunan.
mansub   Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan.
mansubîn   (Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar.
mansur   Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur)
mansuriyyet   Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.
mansus   Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış.
mantik   (İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.
mantikan   Mantığa göre. Mantıkça.
mantikî   Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun.
mantikî kirâet   Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini More…
mantikiyyât   Mantıkla alâkalı mes'eleler.
mantikiyyun   Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri.
mantuh   Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen.
mantuk   Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. ' Şu kitabı satın aldım', sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, More…
manyatizma   Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma)
manyetik   (Bak: Magnetik)
manzam   (C.: Menâzım) Sıra, dizi.
manzar   (Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş.
manzara   Dışarıyı görecek pencere.
manzaranî   Gösterişli ve güzel adam.
manzarî   Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.
manzud   Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş.
manzum   Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.
manzumat  Manzumeler.
manzume   Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem.
manzur   Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen.
manzure   Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.
mar   f. Yılan.
mar-efsa   f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi.
mar-gir   f. Yılan tutan, yılan tutucu.
maran   (Mâr. C.) f. Yılanlar.
maraton   yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.
maraz   Hastalık, illet, dert. Belâ.
marazî   (Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı.
maraziyyât   Hastalıklar ilmi, patoloji.
mareşal   Fr. (Bak: Müşir)
marhic   Yılan balığı.
marhuk   Kuşkonmaz bitkisi.
maric   Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut.
marid   Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.
marik   Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan.
marin   (Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak. ◊ Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.
maristan   f. Hastahâne.
mariz   (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli. ◊ Hasta, alil, mariz.
marizane   f. Hasta olarak.
mârr   Geçen, geçmiş, yürüyen.
mârre   Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen.
mârrîn   (Mâr. dan) Geçenler.
mârrin ü âbirîn   Gelip geçenler. Gelen giden.
marsus   (Bak: Mersus)
martulos   (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi More…
marzat   Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk.
marzî   Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı.
marziyat   Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.
marziye   Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet.
mas   Yeyni, hafif kimse.
mas'   Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak.
mas'ad   (C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.
masa'   Kılıçla vuruşmak.
maşaallah   Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.)
masabak   (Bak: Masebak)
masad   (C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.
masadak   Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. 'Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı' gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de More…
masadir   (Masdar. C.) Masdarlar.
masaff   Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri.
masaha   Sıhhat mevzii. * Kamer, ay.
masaib   (Bak: Mesaib)
masaid   (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
masaif   (Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.
masak   Darlık.
masal   Az miktar olan şey.
masale   Sızıntı.
masam   Duracak yer.
masame   Duracak yer.
masan   Eşya saklanacak yer.
masani'   (Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri.
masari'   (Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları.
masarif   (Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.) ◊ (Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar.
masarifat   (Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar.
masarîn   Bağırsaklar.
masbah   Doğacak zaman ve yer.
masbu'   Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş.
masbug   (C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.
masd   Cima etmek. * Emmek.
masda'   Taşlık yerlerden geçen düz yol.
masdar   'Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i More…
masdu'   Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.
masduk   Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş.
masduka   (C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.
masdum   Çarpılmış. Kendisine vurulmuş.
masdur   Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan.
maşe   f. Maşa.
masebak   Geçen, geçmiş olan, geçmişteki.
maselef   Evvelki, geçmiş.
masfuf   (Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.
mash   Tutmak. * Çekmek.
mash (musuh)   Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak.
mashara   Maskara, soytarı. * Tuhaflıklar yapan kimse. * Komik, gülünç. * Zevklenme, eğlenme. * Kepaze, utanmaz, rezil. ◊ (C: Mesâhır) Büyük taşlı yer.
mashub   (C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış.
mashuben   Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak.
masî   f. Pervasız, korkusuz.
maşî   (Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü.
masi'   Sağlam vücutlu kimse.
masif   (C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri.
masik   Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan.
masile   Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan.
masir   Mâni, engel.
masîr   (C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer.
masit   Acı su. * Bir ot cinsi.
maşita   (Meşşâta) Baş tarayan.
masiva   Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.
maşiye   (C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın.
maşiyen   Yaya olarak, yürüyerek.
mask   Muhkem, sağlam. (Müe: Maske)
maskat   Düşülen yer.
masku'   Kırağı düşmüş yer.
maskul   Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ.
masl   Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.
maslahat   'İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)'
maslahatbîn   f. İş yapabilen. İş görmesini bilen.
maslahatgüzâr   f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse.
maslahatkârâne   f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette.
maslahatşinâs   f. İşten anlıyan, iş bilen.
maslak   Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük yalak.
masliye   Tarhana çorbası. * Koruk aşı.
maslub   Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş.
masluben   Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle.
masmasa   Ağzın önü.
masna'   (Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak, köşe.
masnea   İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz.
masnu'   (Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık.
masnuat   San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
masnuk   Nezleli kimse.
mason   Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir.
masr   Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)
masra'   Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı.
masraf   Sarfedilen, harcanan. Gider.
masrif   (Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli.
maşrik   (Bak: Meşrık)
masru'   Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı.
masruan   Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak.
masruf   Sarfolunmuş, harcanılmış olan.
mass   Emmek. Bir şeyi eme eme içmek. ◊ Yakın olan. * Dokunan. Değen. ◊ (Mâssa) Emici, massedici.
massa   Maraz, hastalık. * Zahmet.
massetmek   Emmek, emerek içmek.
mast   f. Yoğurt.
mastaba   (C.: Masâtıb) Sedir, peyke.
mastaki   Sakız.
mastihi   Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı.
mastub   Damarlardan taşmış kan.
mastur   (Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış.
masube   İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet).
masug   Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz.
masun   Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam.
masuniyet   Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık.
masur   Birbirine katılmış şey. Mümtezic.
masus   Sirke ile pişmiş güvercin.
masvat   Çok bağıran.
masver   Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve.
masyef   (C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri.
mat'am   (C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası.
mat'um   (C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam.
mat'umat  (Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler.
mat'un   (Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n. dan) Ayıplanmış.
mat'unen   Vebâya tutularak.
mata   (C.: Emtâ) Arka.
matabi'   (Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
matabih   (Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
matabîh   (Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.
mataf   (C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.
matahir   (Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.
mataif   (Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler.
mataim   (Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları.
mataîm   (Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler.
matain   (Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler.
mataîn   (Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan.
matalil   (Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler.
matamih   (Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler.
matamîr   (Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.
matar   (C.: Emtâr) Yağmur.
matara   Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
matare   Kuşu çok olan yer.
matarid   (Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar.
matarih   (Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler.
matarik   (Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri.
matavi   (Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler.
mataya   (Matiyye. C.) Binek hayvanları.
matbaa   (Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı yerler. Basımevi.
matbah(a)   Mutbah. Yemek pişirilen yer.
matbu'   Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.
matbuat   Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi)
matbuh   (C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). * Pişirilmiş yemek.
matbuhat   (Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler.
mate   Öldü.
mateahhar   (Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen.
matekaddem   (Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri.
mâtem   Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.
mâtemdâr   f. Mâtemli, acılı, yaslı.
mâtemengiz   f. Mâtemi ve yası iktiza eden.
mâtemfezâ   f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran.
mâtemhane   f. Ağlanılan, yas tutulan yer.
mâtemî   Yaslı, mâtemli, üzüntülü.
mâtemkünân   f. Yas tutup mâtem ederek.
mâtemzede   Mâtemli. Yaslı.
materyal   Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler.
materyalist   Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun)
materyalizm   Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği.
matfa   (İtfâ. dan) Söndürülmüş.
math   El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak.
mathare   (C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su kabı, matara.
mathum   Dolu, dolmuş.
mati'   Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi.
matîn   (C: Metâyın) Balçıklı yer.
matir   (Matar. dan) Yağan, yağıcı.
matîr   Yağmurlu gün.
matîrat   Tehlikeli yerler.
matîta   (C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.
matiyye   Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen.
matl   Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme.
matla'   Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra')
matlab   İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye.
matlub   İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
matlubat   (Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler.
matlul   (C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş.
matma'   Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey.
matmah   Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer.
matmazel   Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız.
matmu'   (Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey.
matmur   Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş.
matmure   Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar.
matmus   Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam.
matneb   (C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası.
matrah   (C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne. * Bir şey atılan yer.
matran   Taç giymiş piskopos.
matred(e)   Irak eden, uzaklaştıran.
matris   Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. * Dizme makinelerinde harf kalıbı.
matrud   Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan.
matrudîn   Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar.
matruh   Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli atılmış (Binâ).
matruk   Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş.
matruş   Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse.
matt   Çekmek.
matta   İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari)
mattal   (Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren.
matte   Vesile, sebep.
matv   Çekmek.
matvî   Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey.
matviyy   Dürülmüş nesne.
matviyyât   Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.
matviyyen   Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak.
mauk   şer, yaramaz.
maul   Üstün gelinmiş.
maun   Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. * Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey. ◊ Yardım, imdat. * More…
mâun suresi   Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. 'Eraeyte Suresi' de denir.
maune   Mavna. Yük taşıyan büyük kayık.
maunet   Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti. * Huk.:Masarif.
maviye   Billur taşı.
mavna   Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.
mavtin   (C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer.
mavzer   Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.
maye   Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.
mayedar   f. Kudretli, paralı.
mayhoş   f. Biraz ekşice lezzetli tatlı.
mâyi'   Akıcı. Akıcı madde.
mâyiât   (Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler.
mayih   (C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ eden.
mâyiiyyet   Mâyilik, akıcılık, sıvılık.
mayin   ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba.
mayir   (C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren.
mayu'kal   Anlaşılır.
mayu'ref   Bilinmez. * Minder altında saklanan şey.
mayuhdes   Sonradan olan.
maz'   Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak. ◊ Çiğnemek.
maz'a   Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
maz'uf   Zayıf ve cılız. Zayıflamış.
maza   (Mezâ) Geçti (mânasına fiil).
maza ma maza   Olan oldu. Geçen geçti.
mazaci'   (Mazca. C.) Kabirler, mezârlar.
mazacir   (Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
mazağ   Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek.
mazahir   (Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil olmalar. * Şereflenmeler.
mazak   Darlık.
mazalim   (Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi.
mazalle   (C.: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer. ◊ Yol aranılan yer.
mazallenişin   f. Gölgelikte oturan.
mazamîn   (Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler. * Cinaslı, nükteli sözler.
mazanne   (Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan.
mazarr   Zararlar, ziyanlar. Mazarrât.
mazarra   Meşakkat, zahmet. * Ziyân.
mazarrat   Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
mazayik   (Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler.
mazaz   Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme.
mazbata   Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.
mazbut   Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş.
mazbutât   '(Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler.'
mazca'   (Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir.
mazcer   (C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
mazem   İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer.
mazfuf   Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse.
mazg   Ağızda çiğneme.
mazgal   yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.
mazhak   (C: Mezâhık) Gülünç kimse.
mazhar   Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
mazhariyet   Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet.
mazi   Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.
mazif   Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.
mazife   İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam.
mazig   Çiğneyen, çiğneyici.
mazîk   Dar yer.
mazille   Kıldan yapılma büyük çadır.
mazîm   Mazlum.
mazin   Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı.
mazinne   (C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.
mazir   Ekşi, hâmız.
mazîr   Ekşi, hâmız.
mazîre   Ayran.
maziryun   Şahtere otu.
maziyan   Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı.
maziyat   Geçmişler. Geçen zamanlar.
maziye   Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek.
mazîz   Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.
mazleme   (C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma.
mazlum   Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz.
mazlumane   Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle.
mazlumîn   Zulüm görmüş kimseler.
mazlumiyyet   Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık.
mazmaz   (İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi.
mazmaza   Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu su alıp ağızda çalkalamak.
mazmi   Sulanan ekin.
mazmum   (Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan.
mazmun   Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.
maznuk   Nezle olmuş. Nezleli.
maznun   (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. * Huk.:Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.
maznunîn   (Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler.
mazra   Ayran. Bir nevi yemek.
mazrac   (C: Mezaric) Eski elbise.
mazrahî   Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne.
mazreb   Vuracak yer. * İlikli kemik.
mazrub   (Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış. *Mat.: Çarpılan. (Bak: Madrub)
mazrubeyn   Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
mazruf   Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
mazrufât   (Mazruf. C.) Zarflı olanlar.
mazrufen   Zarf içinde olarak. Zarflı surette.
mazrur   Zarar etmiş. Ziyan görmüş.
mazrus   Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı.
mazufe   İzâfe olunmuş.
mazz   Gönlün gamdan ve tasadan yanması. * İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek. ◊ Nar.
me'baz   (C: Meâbiz) Diz altındaki çukur.
me'bele   Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer.
me'cel   (C: Meâcil) Su toplanan yer.
me'cur   Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen.
me'd   Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak.
me'dübe   Ziyafet. Düğün.
me'haz   Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.
me'hazî   Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili.
me'hul   Ma'mur, imar edilmiş.
me'huz   Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
me'huzât   Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı.
me'k (mü'k)   (Amâk-Emâk) Göz pınarı.
me'kel   (Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek.
me'kele   (C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey.
me'kul   Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek.
me'kulât   (Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri.
me'kum   Tilki ve tavşan ini ve yatağı.
me'le   (C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe.
me'luf   Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş.
me'lufiyet   Alışıklık, ünsiyet.
me'luk   Deli. Divâne.
me'lum   Kederli. Eleme, derde tutulmuş.
me'men   Sağlam. Güvenilir. Emin yer.
me'mul   Umulan. Ümid edilen. Beklenilen.
me'mum   İmama uyan kimse. İlerdekine uyan.
me'mume   Beyine ulaşan yara.
me'mun   Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.
me'mur   Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.
me'muren   Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek.
me'murîn   (Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar.
me'muriyet   Me'murluk. Vazife, görev, hizmet.
me'n   (C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.
me'ne   Böğür, hâsıra.
me'nub   (Bak: İhcâc)
me'nuf   Burunda hastalığı olup koku alamayan.
me'nus   Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub.
me'nuse   Ateş.
me'nusiyet   Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.
me'nut   Hased olunmuş kişi, mahsud.
me'r   Katı, şiddetli, şedid. * Fesad.
me'ruş   Yer. Arz. Yeryüzü.
me'ruza   Ağaç kurdunun yediği ağaç.
me's   İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.
me'sar   (C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer.
me'sede   Arslanlı yer.
me'sem   (Me'seme) Günah. Kabahat, suç.
me'sere   (Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve fiil.
me'sum   Günahlı, suçlu, maznun.
me'sur   Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan.
me'sur(e)   Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. * Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi.
me'tem   (C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti.
me'tî   Gelecek yer.
me'v   Çekmek.
me'va   Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer.
me'vum   Koca başlı ve gövdeli kimse.
me'yus   Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.
me'yusâne   Ümidsizlikle. (Bak: Ye's)
me'zak   (Me'zel): Dar yer.
me'zem   (C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.
me'zene   (C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.
me'zer   (C: Meâzir) Sığınacak yer, melce.
me'zun   İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.
me'zunen   İzinli olarak.
me'zunîn   (Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.
me'zuniyet   Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.
me-ra   f. Beni. Benim. Bana.
meab   Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'. ◊ Ayıp yeri. * Ayıp.
meabid   (Bak: Maâbid)
mead   Ahiret. (Bak: Maâd)
meadib   (Me'debe. C.) Ziyâfetler.
meadin   (Bak: Maâdin)
meahiz   (Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar.
meakil   (Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk.
meâl   (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. * Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son, sonuç.
meâlen   Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak: Te'vil)
meâlî   Kısaca mânasına ait.
mealî   (Bak: Maâlî)
mealim   (Bak: Maalim)
mealperver   f. Mânâlı. * Mâna anlatan.
meân   Mekân, menzil.
meann   Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip.
mear   Arlanacak, utandıracak şey. ◊ Saç ve sakalın dökülmesi.
mearib   İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler.
mearic   (Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
mearic suresi   Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir.
mearre   Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah.
measi   (Bak: Maâsi)
measim   Günahlar. * Günah işlenecek yerler.
measir   (Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.
meass   Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen. ◊ Talep mevzii, isteme yeri.
meayib   Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib)
meaz   (Bak: Maâz)
meazib   (Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları.
meazif   Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri.
meazin   (Me'zene. C.) Ezan okunan yerler.
meazir   Perdeler. Hicablar. * Özürler. ◊ (Mi'zer. C.) Peştemallar.
meb'as   (C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme.
meb'at   Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil.
meb'uc   Karnı delinmiş.
meb'us   Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen.
meb'usân   f. Meb'uslar. Milletvekilleri.
meb'usiyet   Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi.
mebad   (Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki...
mebadi   (Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler.
mebahis   Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri.
mebal   (Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer.
mebaliğ   (Meblâğ. C.) Paralar, akçeler.
mebani   Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar.
mebde'   Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas.
mebdeiyet   Başlangıç olma işi.
meberrat   (Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler.
meberre   (C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş.
meberret   Nöbet şekeri.
mebga   Talep mevzii, isteme yeri.
mebguz   Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş.
mebhas   Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. * Bir şeyin arandığı yer.
mebhur   Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan.
mebhus   Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş.
mebhut   Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
mebi'   (Bey'. den) Satılmış şey.
mebit   (Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.
mebiz   (C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık.
mebkale   (C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer.
meblağ   Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek.
meblevle (mibvele)   İçine bevledilen kap.
meblu'   (Bel'. den) Yutulmuş.
meblul   Nemli, yaş. Islak, ıslanmış.
mebna   Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas.
mebni   Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine More…
mebrade   Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan.
mebrez   Abdesthâne.
mebrud   Soğuk, soğumuş.
mebruk   Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne.
mebrur   Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan.
mebruz   Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub.
mebsem   (C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek.
mebşure   Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.
mebsus   Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş.
mebşuş   (C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış.
mebsut   Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış.
mebsuten   Mebsut olarak.
mebtun   Karnı hasta olan kimse.
mebtuş   Tutulmuş. * Hışım olunmuş.
mebtut   Kesilmiş ve ayrılmış.
mebtute   Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın.
mebyet   Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.
mebzul   Bol. Çok sarf olunan. Ucuz.
mebzulî   Bolluk, çokluk, kesret.
mebzuliyyet   Ucuzluk. Bolluk.
meç   Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.
mec'   Hurmayı sütle ıslatıp yemek.
mec'ul   Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
meca'   Açlık.
mecaa   Hilebazlık etmek, hile yapmak.
mecadif   (Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri.
mecadil   (Micdel. C.) Köşkler, kasırlar.
mecae   (Mecâet) Açlık. Acıkma.
mecal   Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat.
mecalî   (Meclâ. C.) Aynalar.
mecalis   Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri.
mecami'   (Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler.
mecamir   (Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar.
mecane   Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk.
mecanik   (Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık)
mecanin   Mecnunlar. Deliler.
mecarî   (Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları.
mecaz   Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime More…
mecaze   Cevizlik yer.
mecazen   Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle.
mecazî   Mecazla ilgili.
mecazib   (Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.
mecbe   Geniş ve işlek yol.
mecbee   Mantar yetişen yer.
mecbub   Hayası ve zekeri kesilmiş.
mecbul(e)   (Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan.
mecbur   Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)
mecburen   İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla.
mecburî   Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde.
mecburiyet   Zora tutulma. Mecburluk.
mecc   Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak.
meccan   Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen.
meccanen   Ücretsiz, parasız.
meccanî   Bedavacı. Parasız.
meccaniyet   Ücretsizlik, meccanilik.
mecd   Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar.
mecdere   Lâyık olacak mekân.
mecdeye   Kıtlık yeri.
mecdud   Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu.
mecdul   Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş.
mecdur   Tıb: Çiçek çıkarmış kimse.
mecellat   (Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler.
mecelle   Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.
mecenne   Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik.
mecer   Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük asker. * Susuzluk.
mecerre   (Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi.
mecfer   Beli kalın olan at.
mechel   (C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan çöl.
mechele   Birini câhilliğe sevkeden şey.
mechud   (Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret, güç.
mechul   Bilinmeyen. Belli olmayan.
mechulat   (Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler.
mechuliyet   Bilinmezlik, mechullük.
mechure   Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.
mechuriye   Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.
meci   (Meciyyen) Gelme, geliş.
mecid   Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
mecidiye   Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.
mecl   Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.
mecla   (C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.
mecleb   Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye benzer.)
meclis   Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.
meclis-ara   f. Meclisi süsleyen.
meclis-efruz   f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
meclis-füruz   f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
meclisî   Meclisle alâkalı. Meclise ait.
meclisiyan   Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar.
meclub   Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun.
meclubiyet   Tutkunluk, meclubluk.
meclüvv   Parlak, cilâlı. Mücellâ.
mecma'   Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.
mecmece   Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.
mecmede   Buzluk, karlık.
mecmu'   Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
mecmua   Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon.
mecmuan   Toptan, birden, toplu olarak.
mecmuiyyet   Topluluk. Bütünlük. Tamlık.
mecneb   Çok şey.
mecnub   Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi.
mecnun   Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık.
mecnunane   f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette.
mecnuniyet   Delilik. Mecnunluk.
mecr   Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl.
mecra   Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer.
mecruh   Yaralı. Yaralanmış. * Huk.:İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.
mecruhîn   (Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar.
mecrur   Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)
mecs   Ovmak. Dibagat etmek.
mecube   Cevap.
mecus   Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi.
mecusi   Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan 'Ateşperestlere' bu isim verilmiştir. * Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse. More…
mecusiyân   (Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar.
mecusiyet   Mecusilik.
mecved   Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim.
meczir   (C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer.
meczub   Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun.
meczubîn   (Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar.
meczum   Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş. * Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.) More…
meczur   Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)
meczuz   Kesilmiş, münkatı'.
med   Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı More…
med'î   Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış.
med'uv   Davet olunan. Çağırılmış. Davetli.
med'uvven   Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak.
med'uvvîn   (Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar.
meda   Mesafe, nihâyet. Son.
medaci'   Yatacak yerler. (Bak: Madcâ')
medafi'   (Medfa. C.) Aks: Toplar.
medafin   (Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler.
medahek   (Bak: Madhek-Mudhike)
medahil   (Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler.
medaih   Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler.
medain   (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber More…
medak   Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.
medami'   Göz yaşları. * Gözler.
medar   Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire.
medare   Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri.
medaric   (Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar.
medaris   Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.
medas   Harman yeri.
medase   Harman yeri.
medayih   Medhe lâyık işler ve hareketler.
medayin   (Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler.
medbee (medbe)   Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd.
medbug   Dibâgat olunmuş, tabaklanmış.
medbur   Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh.
medcen   Bulutlu gün.
medd işareti   Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin birleşmesi.
medd ü cezir   Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.
meddah   (Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci.
meded   İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah.
mededcu   f. Meded isteyen, yardım arayan.
mededcuyane   f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette.
mededhâh   f. Meded isteyen, yardım bekleyen.
mededhâhî   f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik.
mededkâr   f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren.
mededkârane   f. Medet ve yardım edercesine.
mededkârî   f. Yardımcılık.
mededres   f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir.
mededresanî   Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik.
medeni   Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri.
medeniyet   Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.
medenk   f. Kapı sürgüsü. Kilit.
meder   Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle.
medfa'   (C.: Medâfi') Aks: Top.
medfee   Deve sürüsü. Çok miktar deve.
medfen   Mezar. Defnedilen, gömülen yer.
medfu'   Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden çıkarılmış.
medfuat   (Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.
medfun   Defnedilmiş. Gömülmüş.
medh   Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek. ◊ Büyük bahşiş.
medha   Deve kuşunun yumurtladığı yer. ◊ Övmek, medhetmek.
medhal   Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
medhaldar   f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan.
medhaza   (C: Medâhız) Ayak kayacak yer.
medhene   Yağhâne.
medhiyat   (Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler.
medhiye   Birini medhetmek için yazılan yazı.
medhul   (Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey girmiş olan.
medhun   f. Tabaklanmış deri.
medhur   Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan.
medhuş   Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş.
medhuşâne   Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde.
medi   (C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.
medibb   Selin aktığı yer.
medid   Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş.
medîh   (Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu. ◊ Keskin.
mediha   Medih için yazılan kaside, övme.
medihagû   f. Medheden, öven.
medihasenc   f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan.
medîn   Borçlu. * Kul, köle, abd.
medine   Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi 'Yesrib' idi.
medkuk   Döğülmüş, toz hâline getirilmiş.
medl   Zayıf, yeyni kimse.
medlebe   Çınarlık.
medlul   Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
medluliyyet   İşâret ve delil olma hâli.
medma'   (C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı.
medmec   Kadeh.
medmum   Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş.
medn   Durmak, ikamet.
medr   Havuzun içini sıvamak. * Düzmek.
medraa   Ferâce, kaftan, çarşaf.
medrec(e)   (C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol. Dağ yolu.
medrese   (Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ.
medresenişin   Medreseli. Medresede oturan.
medruk   Anlaşılmış, derk olunmuş.
medrus   Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş.
medş   Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.
medsus   Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey.
meduf   Islanmış. * Dövülmüş.
medyum   (Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden.
medyun   Borçlu. Vereceği bulunan.
meeka   Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek.
meenne   Alâmet, nişan, işaret.
mef'at   Yılanlı yer.
mef'em   Karnı geniş olan kişi.
mef'ul   Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. 'Nuri kitabı okudu' cümlesinde, kitab mef'uldür.
mefad   Fayda vermek.
mefafun   Aklı ve fikri zayıf olan.
mefahim   Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
mefahir   İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler.
mefahis   (Mefhas. C.) Kuş yuvaları.
mefail   (Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler.
mefaka   Ansızın tutmak.
mefalis   (Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler.
mefarik   (Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar.
mefariş   (Mefruş. C.) Kadın eşler.
mefasid   (Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar.
mefasil   (Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri.
mefat   (Bak: Müfad)
mefatih   (Miftah. C.) Anahtarlar.
mefatir   Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar. ◊ (Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler.
mefaviz   (Mefâze. C.) Sahralar, çöller.
mefaz   Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.
mefaze   (C.: Mefâviz) Çöl, sahra.
mefdere   Dağ keçisinin durağı.
meferr   Kaçılacak yer.
mefhar   İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey.
mefharet   Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey.
mefhas   (C.: Mefâhis) Kuş yuvası.
mefhum   Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ. ◊ Kömürleşmiş olan.
mefîs   Kaçacak yer.
mefkad   Kaybolacak yer.
mefkaret   İhtiyaç, zaruret.
mefkud   Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse.
mefkudiyet   Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk.
mefkuk   (C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış.
mefkur   (C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.
mefkure   (Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl.
mefluc   Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş.
meflucen   Felce uğramış olarak. Mefluc olarak.
mefluk   Yoksul, zavallı, biçare, miskin.
meflul   Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli.
mefrah   Kuluçka çıkarma yeri. Folluk.
mefrak   (C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.
mefrat   Çok büyük.
mefred   Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri.
mefreş   Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.
mefrug   (C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş.
mefrugün bih   Bir kimseye bırakılan şey.
mefrugün leh   Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse.
mefruk   Ovulmuş nesne. * Zâ'ferân ile boyanmış nesne. ◊ Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş.
mefruş   Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı.
mefruşat   (Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s.
mefruz   (Farz. dan) Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş. * Var sayılan. ◊ İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş.
mefsah   Bozma. * Feshedecek, bozacak yer. ◊ Geniş olacak yer.
mefsaka   (Fısk. dan) Günah işlenen yer.
mefsedet   Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık.
mefsil   (C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal.
mefsud   Kendinden kan alınmış kimse.
mefsuh   Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş.
mefsuhiyet   Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük.
meftah   Hazine.
meftuh   Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf.
meftuhane   f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.
meftuk   Fıtıklı.
meftul   (Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş.
meftum   Sütten ve memeden kesilmiş çocuk.
meftun   Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne.
meftunane   Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.
meftuniyet   Tutkunluk. Aşıklık.
meftur   Füturlu, kederli, üzgün, bezgin.
mefturane   f. Bitkin bir halde, bezmişcesine.
mefturiyet   Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik.
meftut   Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış.
mefza'   Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer.
mefzaha   Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey.
mefzul   Üstün gelen. Fazla gelmiş olan.
mefzur   Eskimiş. * Parçalanmış.
megad   'Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.'
megafir   (Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar.
megafon   Sesi yükseltip büyüten alet.
megak   Mezar, kabir, çukur.
meganim   Ganimet malları. Harbde alınan mallar.
megavil   (Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar.
meger   f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki.
meges   f. Sinek.
megesgir   f. Örümcek ağı.
megesran   f. Yelpâze.
megesvar   f. Sinek gibi. Sinek şeklinde.
meglul   (Bak: Maglul)
megmum   (Bak: Magmum)
megs   (Bak: Meges)
megz   (Bak: Magz)
meh   f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay.
meh-ru   (C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel.
meh-ruyan   f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar.
meh-şid   f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb.
mehab   Dehşetli ve heybetli yer.
mehabb   (Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler.
mehabbet   (Bak: Muhabbet)
mehabet   Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük.
mehabil   (Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları.
mehacim   (Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler.
mehafet   (Bak: Mahafet)
mehah   Tazelik, güzellik.
mehail   (Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler.
mehak   Durgun suyun yeşilliği.
mehakim   (Bak: Mahâkim)
mehal   Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri.
mehalik   (Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.
mehamid   Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler.
mehamil   Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil)
mehamm   (Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü şeyler.
mehammşinâs   f. İşinin ehli. İşden anlıyan.
mehan   Ağızdan akan su, ağız suyu. ◊ (Bak: Mühan)
mehane   Hakaret.
mehanen   Küçümsenerek, hafifsenerek.
mehanet   Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. * Tedbiri azca olmak.
mehanne   Burun.
mehar   f. Dizgin, yular. * Devenin burnuna takılan burunluk. ◊ Noksan, eksik. * Merci.
meharet   Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda meharet  Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir.
meharic   (Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.
mehaş   Ev eşyası. Mal, mülk, metâ.
mehasin   (Bak: Mahasin)
mehat   (C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. * Güzellik.
mehatt   Menzil, konak.
mehave   Doğru. * İnce olmak.
mehavi   (Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası.
mehavif   Korkulu yerler.
mehaz   Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe deve.
mehaza   İşlek yol.
mehazin   Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler.
mehbel   Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu.
mehbil   (C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı.
mehbit   Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.
mehbut   Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan. ◊ Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış.
mehc   Cömert, eli açık.
mehcebin   f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan.
mehcenet   Küçük hurma ağacı.
mehcur(e)   (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.
mehcuriyet   Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet.
mehcüv   Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş.
mehd   Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr kazanmak. * Hazırlanmak.
mehd-ara   f. Beşik süsleyen.
mehded   Hindibâ otu. * Acı marul.
mehdiyye   Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye. Armağan.
mehdum(e)   (Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık.
mehdur   (Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş.
mehebb   (C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer.
mehel   (C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek.
mehenk   Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.
mehere   (Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler.
mehfak   Bol nesne.
mehîb   İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. * Arslan, esed, gazanfer.
mehîl   Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.
mehîn   Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak.
mehîr   f. Ay, kamer.
mehîre   Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın.
mehist   f. Ağır, sakil.
mehîz   Ayran. * Yağı alınmış yoğurt.
mehk   Suyun rengi yeşil olmak. ◊ İyice ezme.
mehl   Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme.
mehleke   (C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş.
mehlika   f. Güzel. Ay yüzlü.
mehme   (C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl.
mehmed   Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.
mehmedcik   Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.
mehmum   Endişeli. Düşünceli.
mehmuse   Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı 'Huruf-u mechure' dir.
mehmusen   Gizli olarak.
mehmuz   Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir.
mehn (mihn)   Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik.
mehpare   f. Ay parçası. * Çok güzel kimse.
mehpeyker   Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan.
mehr   Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk.:Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli.
mehrak   (C: Mehârik) Sahife, sayfa.
mehreb   Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma.
mehrec   (Bak: Mahrec)
mehrecan   Eylül ayının onaltıncı günü.
mehru'   Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi.
mehtab   f. Mâhtâb. Ay ışığı.
mehter   (Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. * More…
mehterân   (Mehter. C.) Mehterler.
mehterhane   f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı.
mehtuk   (Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş.
mehub   Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan.
mehul   Benli, benekli. ◊ Yumuşak yay.
mehv   İnce kılıç. * Sulu süt.
mehva   (C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin arası.
mehvare   f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret.
mehvat   Çöl, sahra. * İki şeyin arası.
mehveş   f. Ay gibi. * Mc: Güzel.
mehyum   Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş.
mehzul   Düşkün. Zayıf. Arık.
mehzum   Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan.
meik   Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse.
mein   Ağlanacak ve inlenecek yer.
mejeng   f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen.
mek'um   Ağzı bağlı deve.
meka   (C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların inleri ve yatakları.
mekabir   (Bak: Makabir)
mekad(e)   Yakın olmak, yakınlık.
mekadir   (Bak: Makadir)
mekahil   (Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller.
mekaid   (Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.
mekal   (Bak: Makal)
mekamin   (Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular.
mekân   (Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal.
mekâne   (C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç.
mekânen   Mahal ve yer bakımından.
mekânet   Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç.
mekanik   Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası. * Kafa yormaksızın el veya makina ile More…
mekânis   (Miknese. C.) Süpürgeler.
mekanizma   Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.
mekâre   Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan More…
mekârib   (Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar.
mekârih   (Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler.
mekârim   (Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.
mekârimkâr   f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi.
mekarîs   (Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler.
mekâsib   (Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler.
mekâtib   (Mekteb. C.) Mektebler, okullar.
mekâtîb   (Mektub. C.) Mektublar.
mekâyid   (Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar.
mekâyil   (Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler.
mekayîs   Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler.
mekâza   Şiddetli mümârese. Alışkanlık.
mekbir   İhtiyarlama, yaşlanma.
mekbud   Ciğerinde hastalık olan.
mekbut   Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse.
mekd   Azlık. * İkamet, oturmak.
mekdur   Kederlenmiş, kederli.
mekene   Kertenkele yumurtası.
meker   (C.: Mükur) Bir ağaç cinsi.
mekerr   Cenk edecek yer, savaş meydanı.
mekfere   Örtecek, sertredecek yer.
mekfuf   Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. * Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş.
mekful   (Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş.
mekhul(e)   (Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli.
mekîd   Tuzağa düşen veya düşecek olan.
mekîde   (C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere.
mekîdet   Düzen, hile, fesat.
mekîl   Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey.
mekîlât   (Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler.
mekîn   Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. * Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem.
mekînet   Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık.
mekir   (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
mekîs   Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse.
mekk   Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek.
mekkâr   Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan.
mekkârî   Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık.
mekke   Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir.
mekkî   Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet veya sure.
mekkuk   (C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile.
mekla'   Otlu yer.
meklum   Yaralı, mecruh. Yaralanmış.
mekmen   (C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri.
mekmene   Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine.
mekmun   Gizli. Saklı.
mekn   Kudret, kuvvet, güç.
meknan   Bir ot cinsi.
mekne   (C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası.
mekniyyat   (Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler.
meknun   Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum.
meknus   Süpürülmüş.
meknuz   Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
mekr   (Bak: Mekir)
mekre   (C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik.
mekreme   İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik.
mekrub   Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan.
mekrubiyet   Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.
mekruh   İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet.
mekruha   Keder, mihnet. şiddet.
mekruhat   (Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler.
mekruhiyet   İğrençlik, mekruhluk.
mekrume   (Bak: Mekreme)
meks   (C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak. ◊ Durma, eğlenme, bekleme.
mekseb   (C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç vasıtası.
meksefe   (Bak: Miksefe)
meksub(e)   Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. * Yüksekten dökülen. * Çağlayan.
meksuf   Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış. ◊ Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu.
mekşuf   Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.
meksur   (Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: 'İ' şeklinde kesreli okunan harf. ◊ Çoğaltılan, çoğaltılmış.
mekteb   (C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul.
mektub   Yazılı, yazılmış kâğıt.
mektubat   Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. * Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi.
mektuf   İki eli arkasına bağlanmış olan.
mektum   Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan.
mektumat  (Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir.
mekur   Hileci, yalancı, dolandırıcı.
mekyes   Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse.
mekyul   Kile ile ölçülmüş.
mekzebe   Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.
mekzube   Palavra, yalan söz.
mekzum   Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı.
mel'   Seri seyr.
mel'ab   (La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri.
mel'abe   (La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.
mel'abegâh   f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri.
mel'an   Dolu olan, taşkın.
mel'ane(t)   (La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve insan menzili.
mel'anet-piş   f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan.
mel'anetkârane   f. Lânete müstehak surette.
mel'em (mil'em)   Ölçüsünde cimrilik yapan.
mel'eme   Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara yırtığını bağlamak.
mel'ub   Salyalı ağız.
mel'un   Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş.
mela   (C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â: Meşveret. * Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy, ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak.
mela'   Otu olmayan yer.
melab   Bir cins güzel koku.
melabis   Elbiseler. Giyecek şeyler.
melace   Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak.
melaci'   (Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler.
melagim   Ağız çevresi.
melah   Atın ayağında olan verem. ◊ f. Çekirge.
melaha (müluha)   Tuzluluk. * Güzellik. ◊ Tatsızlık, tuzsuzluk.
melahat   Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su.
melahi   Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.
melahide   Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar.
melahif   (Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar.
melahim   Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame)
melaib   (Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.
melaik   (Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar.
melaik(e)   (Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.
melain   (Mel'un. C.) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar. ◊ (Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler.
melak   Lütuf, muhabbet, sevgi. ◊ Mala.
melal   Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.
melal-aver   f. Usanç verici, usandıran, sıkan.
melam   Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik.
melamet   Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.
melamet-zedegân   (Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar.
melametzede   (C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış.
melamî   Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak: Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan.
melami'   (Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar.
melamih   (Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri.
melamiyyun   (Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar.
melas   Saracak ve dürecek yer. ◊ Kaypakça olmak.
melaset   Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet)
melassa   Hırsız ve haydut yatağı.
melavet   Vakit, zaman.
melaz   Sığınılacak yer. Melce'.
melaze   Badem ağaçları olan yer. ◊ f. Küçük dil.
melazib   (Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar.
melazz   Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler.
melbes   Giyecek şey. Elbise.
melbes ü me'kel   Giyecek ve yiyecek.
melbus   Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş.
melbusât   Giyilecek şeyler. Elbiseler.
melc(e)   Emmek.
melce'   Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer.
meld   Yumuşak olmak.
melda   Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.
meldug   (Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.
mele'   (C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. * Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu More…
meled   Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.
melek   Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve güzel olan kimse. (Bak: Melâike)
meleka   Düz kayacak nesne.
melekât   (Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.
meleke   Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese.
melekî   (Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. * Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı.
melekut   Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.
melekutiyân   Melekut âleminden olanlar.
melel   Bıkma, usanma, bezme.
melem   Yaramaz tenbel kimse.
melevan   Gece ve gündüz.
melez   (Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık.
melfuf   Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan.
melfufat   (Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.
melfufen   Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey.
melfuha   (C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk.
melfuz   (Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf.
melfuzât   (Melfuz. C.) Konuşulan şeyler.
melh   Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir. ◊ Yemeğe tuz koymak. * Çocuk emzirmek.
melhame   Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası.
melhec   (C: Melâhic) Darlık.
melhed   Kabrin çukur açılacak yeri.
melhem   Hurma ağacı çok olan yer.
melhez   (C: Melâhız) Darlık çekecek yer.
melhub   (Lehb. den) Alevli, alevlenmiş.
melhud   (Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş.
melhuf   Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen.
melhufân   (Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette kalanlar.
melhufîn   Hasrette kalıp yardım isteyenler.
melhuk   Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş.
melhuz   Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir.
melhuzât   (Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller.
meli'   Otu olmayan yer.
melîh   (C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu. ◊ Tatsız tuzsuz yemek.
melik   Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
melîk   Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)
melîkâne   f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı.
melîke   Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.
melîl (melile)   Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli. Melul.
melîs   şişman ve tenbel olan kişi. ◊ Bir şeyi şiddetle tutmak.
melît   Cenin.
meliyy   Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.
melk   Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. * Vurmak. ◊ Kudret, kuvvet. Şiddet. * Mübalağa.
melkean   Kötü, yaramaz kimse.
melkeme   El ile vurulan yerin yarası.
melkuha   (C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk.
melkut   Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.
mell   Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak, kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek.
mella   Zengin kimse.
mellah   Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen. ◊ (C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci.
mellaha   Tuz çıkan yer.
mellahan   (Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler.
mellahe   Tuzla.
mellahîn   (Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar.
mellase   Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.
melle   Çukur.
melmus   (C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş.
melmusat   (Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.
mels   Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek. ◊ Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün.
melsa'   Pürüzsüz ve düz yer. * şarap.
melsuk   Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş.
melsun   (C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb.
meltafa   Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf.
meltem   Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr.
meltut   Karışmış, mahlut.
melul   Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun.
melulâne   Acıklı ve mahzun bir hâlde.
melum   Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş.
melvan   Gece ve gündüz.
melyene   Yumuşaklık.
melze   At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile ta'n eylemek.
melzum   Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış.
melzumiyet   Lüzumlu kılma. Melzumluk.
mem'ud   Midesinde hastalık olan.
memalik   (Memleket. C.) Memleketler.
memalîk   (Memluk. C.) Köleler. kullar.
memat  Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt)
memdud   (Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş.
memdude   Balçıklı ve kesekli yer.
memdudî   Tel çeken.
memduh(a)   Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş.
memduhat   (Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer şeyler.
memduhiyyet   Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş.
memedd   (Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer.
memerr   Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri.
memhur   Mühürlenmiş. Damgalanmış.
memhure   Nikâh bedeli verilmiş olan kadın. ◊ Sürülüp nadas olmuş yer.
memhus   Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan.
memhuvv   (Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş.
memhuz   Yağı alınmış yoğurt.
memîl   Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme.
memkûr   (C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış.
memkure   Sirkeli ve sarmısaklı balık.
memkûre   Uysal, yakışıklı.
memkut   Düşmanlık edilen, hased edilen.
memlaha   (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.
memleket   (C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. * Bir insanın doğup büyüdüğü yer.
memlu   Doldurulmuş. Dolu.
memluh   Tuzlanmış. Tuzlu.
memluhat   (Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler.
memluk   Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan.
memlukâne   f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı.
memlukiyyet   Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik.
memlul   (Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş.
memnu'   Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş.
memnuat   (Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler.
memnuiyyet   Yasaklık. Haram veya yasak oluş.
memnun   (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. * Kesilmiş.
memnunen   Sevinerek, memnun olarak.
memnuniyyet   Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet.
memru'   Otlu yer.
memşa   (Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer.
memsud   Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan.
memsude   Devrik yüzlü, münkabız kimse.
memsuh   Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan. ◊ El ile sıvanmış, mesh olunmuş. Temas edilmiş.
memşuk   Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at.
memsun   Mesâne hastalığına tutulmuş kimse.
memsus   Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik. ◊ Dokunulmuş.
memtul   Çekiçle döğülerek işlenmiş.
memtur   Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış.
memut   Meyyit. Ölmüş.
memzuc   Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. * Şakalaşmak. * Oynamak.
men   (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. 'O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki' gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi More…
men dakka dukka   Kapı çalanın kapısı çalınır.' Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: 'Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur.'
men ene   Ben kimim?
men hüve   O kimdir?
men lehül hakk   Fık: Hak sahibi olan kimse.
men lem yezuk lem yedri   'Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez.'
men'   Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.
men'a   Ölüm haberi. Vefat haberi.
men'ab   Cömert. * Hızlı yürüyen.
men'af   (C.: Menâif) Dağın sivri tepesi.
men'at   Ölüm haberi.
men'e   Dibâgat için ısladıkları deri.
men'uş   Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş.
men'ut   Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan.
mena   İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem)
menaat   Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük.
menab   Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.
menabi'   (Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler.
menabik   Batman.
menabir   (Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler.
menabit   (Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar.
menacil   (Mincel. C.) Ekin orakları.
menacim   (Mencem. C.) Terâzi kolları.
menadif   (Mindef. C.) Hallaç yayları.
menadil   (Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.
menafi'   (Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar.
menafih   (Minfâh. C.) Körükler.
menafiz   (Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler.
menah   f. Geniş, bol, ferâh. * Dar.
menahe   (C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.
menahi   (Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler.
menahic   (Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar.
menahil   (Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan yerler.
menahir   (Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler. ◊ (Menhir. C.) Burun delikleri.
menahis   (Minhas. C.) Uğursuz şeyler.
menahit   (Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri.
menahiz   (Minhaz. C.) Burun delikleri.
menaî   (Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler.
menaif   Dağların sivri tepeleri.
menaih   (Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.
menair   (Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet.
menakib   (Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri. ◊ (Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar.
menakir   (Münker. C.) Günah ve kötü şeyler.
menakîr   (Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı kalemleri.
menal   Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey.
menam   Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası.
mename   Yatak, döşek.
menamen   Uyuyarak. Uykuda olarak.
menar   Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri.
menare   (C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare.
menas   Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt.
menasi'   (Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer.
menasib   (Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler.
menasik   (Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz.
menasim   (Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.
menasir   (Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri.
menaşir   (Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları. *Mat.: Prizmalar.
menassa   Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak.
menat   İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı. ◊ Dönecek yer, merci'. * İlişip asacak yer.
menatik   Mıntıkalar, bölgeler.
menavir   (Minare. C.) Minareler.
menaya   (Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler.
menazi'   (Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler.
menazil   (Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri.
menazim   (Manzam. C.) Sıralar, diziler.
menazir   Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler.
menba'   Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
menbat   Suyun çıktığı yer. Menba'.
menbel   Tembel, uyuşuk.
menber   (C: Menâbir) Yüksek olacak yer.
menbic   Mevzi ismi. (Oraya nisbetle 'menbicâni' derler.)
menbit   Otlu yer, otlak, çayır.
menbuş   Açılmış, soyulmuş.
menbuz   Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk.
menca   (Bak: Mence')
mencat   Kurtulma, necât bulma. Halâs olma.
mence   (Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma.
menced   (C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık.
mencem   (C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden.
mencenik   (Bak: Mancınık)
mencenun   (C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı.
mencinik   (C: Mencınıkât) Mancınık.
mencub   Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh.
mencud   Kederli, tasalı, gamlı.
mencuk   f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak, bayrak. * Şemsiye.
mend   f. Kelimelerin sonuna getirilerek 'sahip' mânasına edattır.
mendeb   Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama.
mendeme   Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer.
mendil   (Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete.
mendub   Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. * İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp More…
mendud   Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.
menduf   Didilmiş, atılmış.
menduha   Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas.
menea   (Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat.
menend   (Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih.
menfa   Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri.
menfaat   Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.
menfaatbahş   f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren.
menfaatdâr   f. Menfaat ve fayda gören.
menfaatperest   f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse.
menfed   Tükenmek, yok olup gitmek.
menfer   Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer.
menfes   (Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer.
menfez   Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer.
menfî   Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya More…
menfiyyen   Sürgün olarak.
menfuh   Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş.
menfur   Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz.
menfus   Yeni doğmuş çocuk.
menfuş   (Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş.
mengene   Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.
menguş   f. Küpe.
menh   Verme, ihsan etme. ◊ Burun deliği.
menhar   (C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.
menhat   Mâni, nehyedici, engel.
menheb   Yağma etmek. Yağma edecek yer.
menhec   (C.: Menâhic) Geniş, açık yol.
menhel   (C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer.
menhere   (C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük.
menhî   Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey.
menhir   (C.: Menâhir) Burun deliği.
menhiyyat   Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.
menhub   Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin.
menhub(e)   (Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş.
menhum   Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren kişi.
menhus   Kuyruğunun yanları uyuz olan deve. ◊ Uğursuz. Kötü. Meş'um. ◊ Zayıf, etsiz.
menhuş   Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş.
menhut   Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç.
meni   Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.
menî   f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik.
meni'   Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor.
menie   Ölüm, mevt.
meniha   Hediye, armağan, bahşiş.
menin   Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip.
meniş   f. Tabiat, huy, mizac.
meniyye   Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan.
menka'   Su toplanan çukur.
menkab (menkabe)   (C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil. * Delik açılacak yer.
menkabe   Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.
menkal   Nakledecek mekân.
menkase   Eksiklik, noksanlık.
menkel   Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.
menkib   (C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer.
menku'   (Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış.
menkub   (Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan. ◊ (U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş.
menkuha   Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın.
menkul   Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan.
menkulat   Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel)
menkur   Delinmiş. Oyulmuş. ◊ İnkâr olunmuş.
menkus   (Nüks. den) Tersine çevrilmiş. Baş aşağı edilmiş. ◊ (Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan.
menkuş   (Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş.
menkuşe   Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı.
menkut   (Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı.
menkuz   Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış.
menmul   (Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey.
menn   Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak. * İki batman ağırlık. * Kudret helvası.
mennâ'   (Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici.
mennac   Çok bahşiş veren. İhsan eden.
mennan   İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah)
mennane   Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın.
mensaf   (C: Menâsıf) Her şeyin yarısı.
menşar   Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer.
menşat   (C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe.
menşe'   (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
mensea   (C: Menâsi') Otu tez biten yer.
mensec   (Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.
menşed   İsteme, talebetme.
mensek   (C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban kesecek yer.
menşele   Küçük parmağın yüzük takılan yeri.
menşer   Neşredilip dağıtılan yer.
mensî   (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.
mensib   (C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece.
mensic (mensec)   (C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası.
mensik (mensek)   (C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş kurban.
mensim   (C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve tırnağı.
mensiyat   (Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler.
mensiyet   Unutulma, hatırdan çıkma.
mensiyy   Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne.
mensub   Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan. ◊ (Bak: Mansub)
mensubât   (Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları.
mensubîn   (Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları.
mensubiyyet   Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.
mensuc   (Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş.
mensucât   Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar.
menşud   Matlup, istenen şey.
mensuh   (Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış.
mensuk   (Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan.
mensur   (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek. * Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına 'mensur More…
menşur   (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. * İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. * Bayrak. *Mat.: Alt ve üst tabanları birbirine More…
mensus   (Bak: Mansus)
mentec   Doğuracak vakit.
menuat   Men'etmeler. Yasaklar.
menuc   Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.
menun   (Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır.
menut   Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.
menvî   Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram.
meny   Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek.
menzam   (C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.
menzehe   Gezinti yeri.
menzil   İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe.
menzilet   Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek yer. Hane, ev.
menzilgâh   f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer.
menzilhane   f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer.
menzilnişin   f. Yerinde oturan.
menzu'   (Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış.
menzuf   Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan.
menzul   (Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli.
menzur   (Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş.
menzut   Haris kimse.
mer   f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50)
mer'   (C: Müru') Er, erkek. * Güzel manzara. ◊ Ot çok olmak.
mer'a   Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak. ◊ Aynalar.
mer'abe   Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer.
mer'e   (Mer'et) Kadın. Zen.
mer'î   (Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen. ◊ Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara.
mer'iyyat   (Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler.
mer'iyyet   Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma.
mer'ub   (Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş.
mer'uben   Ürkerek, korkarak, korku ile.
mera   (C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve. ◊ Boş yer. * Otsuz yer.
meraa   Ucuzluk.
merabi'   (Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan evler.
merabih   (Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar.
meraci'   (Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler.
merad   Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri.
meradet   Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet.
merae   Hazmetmek. * Güzel manzara.
merafik   (Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar.
merag   Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak.
merah   Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv kitabının ismi. ◊ (C.: Merahân) Aşırı derecede sevinme.
merahil   (Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar.
merahilpeyma   f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse.
merahim   (Merhamet. C.) Acımalar, merhametler. ◊ (Merhem. C.) Merhemler.
meraî   (Mer'a. C.) Otlaklar, çayırlıklar. ◊ (Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar.
merak   Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. * Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı. ◊ Etsuyu. * Çorba.
merakâver   f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı.
merakî   Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler, basamaklar.
merakib   (Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler.
merakid   (Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar.
merakim   (Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.
merakiz   Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri.
meral   (Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik.
meram   Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan.
merambahş   f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren.
merami   (Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları.
meramir   Çok etli, şişman kişi.
meranet   Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı.
merare   (C: Merâir) Öd kesesi.
meraret   Acılık. Tatsızlık.
meraset   şiddet.
merasî   (Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler. ◊ (Mersiye. C.) Mersiyeler, ağıtlar.
merasid   (Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri.
meraşid   (Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar.
merasim   (Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler. * Şiveler. Âdetler.
merati'   (Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar.
meratib   Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
meravih   (Mirvaha. C.) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar. ◊ (Mirvaha. C.) Yelpâzeler.
meraya   Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları.
merazibe   (Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi.
merba'   (C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken.
merba'-nişin   f. Yazlıkta oturan.
merbaa (murabbaa)   Dört bucaklı. * Dört katlı.
merbat   Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke.
merbu'   Köle, kul, memlük. ◊ Orta boylu olan.
merbub   Köle, kul.
merbut   Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
merbutan   Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak.
merbutât   (Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler.
merbutiyyet   Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.
merc   (Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak.
mercan   Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi More…
mercane   Mercan tanesi. (Bak: Mercan)
mercefan   Leğen ve ibrik.
merci'   Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.
mercu   Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan.
mercu'   Geri döndürülmüş olan.
mercuh   (Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede More…
mercum(e)   (Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş.
merd   Misvak ağacının yemişi. * Emmek. * Silmek. Mesh etmek. ◊ f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri.
merda   Yaralılar. Hastalar.
merda'   (C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer.
merdan   (Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler.
merdane   'f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi More…
merdanegî   f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik.
merdbaz   f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu.
merdbeçe   f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd.
merdega   (C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası.
merdekuş   Merzencüş otu.
merdî   f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet.
merdiven   (Bak: Nerdbân)
merdiye   (Bak: Marziye)
merdud   Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.)
merdudiyet   Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik.
merdüm   f. İnsan. Adam.
merdüm-azar   f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren.
merdüman   (Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar.
merdüme   f. Gözbebeği.
merdümek   f. Küçük adam. Bebek.
merdümgiriz   İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.
merdümhar   f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan.
merdümî   f. Adamlık, insanlık.
merdümküş   f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden.
merdümzad   f. İnsan oğlu. Beni Adem.
mereb   İnsan toplanan yer. ME'REBE (Me'ribe) - (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli bulunma. Ümitvar olmak.
merec   Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma.
mered   Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak.
merede   (Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler.
merehan   Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak.
merek   Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık.
meremmet   Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma.
merere   (C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa.
merese   (C: Mires-Emrâs) İp.
merfak   Yumuşak yer.
merfu'   Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) 'u, ü, o, ö şeklinde' 
merfuât   Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.
merfud   İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey.
merg   f. Çayır. * Sebze. ◊ Tükrük. * Salya. ◊ f. Ölüm, mevt.
mergâ merg   f. Umumi vebâ hastalığı.
mergâ mergî   Hastalıktan dolayı umumi ölüm.
mergam   (C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer.
mergame   Kahretmek. * Galip olmak.
mergub(e)   Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen.
mergul   (Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. * Kuş sesi.
mergzar   f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a.
merh   Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir yeşil ağaç. ◊ Fesâd.
merha   Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın. ◊ (C: Merâhi) Değirmen yeri.
merhaba   Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, 'rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz' mânasında söylenir. * Nazımda More…
merhale   (Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe.
merhalenişin   f. Seyyah, yolcu, turist.
merhamet   (Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.
merhametbahş   f. Merhamet eden. Merhametli.
merhameten   Acıyarak, merhamet ederek.
merhametgüster   f. Merhametli, merhamet edip acıyan.
merhametpenah   f. Merhametli.
merhametperver   f. Merhametli, esirgeyici, acıyan.
merhametperverane   f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle.
merhametperverî   f. Merhametlilik, esirgeyicilik.
merhametşiar   f. Çok merhametli.
merhametşiarî   f. Merhametlilik, merhametli oluş.
merhaz   (C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer.
merheb   (C: Merahib) Kaçacak yer.
merhem   Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. * Kederi, derdi gideren.
merhemsâ(y)   f. Merhem süren. Çare ve deva bulan.
merhemsâz   f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan.
merhemsâzî   f. Çare buluculuk.
merhesa   (C: Merâhis) Mertebe, derece.
merhub   Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan.
merhum   (Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa More…
merhume   Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın.
merhun   (Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile More…
merhuz   Yıkanmış, gusül etmiş.
meri'   (C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer.
meric   Çalkantılı, dalgalı.
merîc   Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.
merîd   Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri More…
meridyen   (Bak: Hatt-ı nısf-un nehar)
merih   Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.) * Mars. ◊ Beyaz servi.
merik   Usfur otu.
merin   Hal, durum. * Ahlâk.
merir   (C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.
merira (marure)   Buğday arasında olan acı bir tohum.
merire   Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır)
meriş   Üzerinde kuş tüyü olan nesne.
merk   Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine işlemek. ◊ f. (Bak: Merg)
merkaan   Ahmak kimse.
merkab   Gözetleme yeri.
merkad   Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir.
merkaş   Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması.
merkat   (Bak: Mirkat)
merkeb   (Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek.
merkel   (C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer.
merkez   (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan More…
merkezî   (Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı.
merkeziyyet   İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.
merku'   Eski, yırtılmış elbise.
merkub   (Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.
merkum   (Rakam. dan) Yazılmış. Adı geçmiş. Rakamla söylenmiş. Sayılmış. * Basit ve âdi insan. (Bak: Mezbur) ◊ Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş.
merkun   Büyük havuz.
merkuz   (Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış. ◊ Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş.
merkuziyet   Dikilme, saplanma.
merma(t)   Etli, şişman kadın.
mermahur   Bir cins güzel koku.
mermak   Yaramaz nesne.
mermare (mermure)   Yumuşak vücutlu kadın.
mermaz   (C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.
mermerîs   Zahmet, meşakkat.
mermi   (Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek.
mermiyat   (Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler.
mermuk   Mahfuz, hıfzolunmuş.
mermuz   (Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.
mermuzat   (Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler.
mermuze   (C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz)
mern   (C: Emrân) Kürek.
mernea   Ucuzluk.
mernusa   Mübârek.
merr   Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk.
merrat   Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar.
merre   Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre.
merreten ba'de uhrâ   Diğerinden sonra, tekrar.
mers   Ekmeği suyla ıslatmak.
merş (marş)   (C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz.
mersa   (C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer.
merşa'   Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer.
mersad   Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd)
merşe   Yuvarlak cisim.
mersed   Arslan, esed.
merşed   Hakiki maksada ulaştıran doğru yol.
mersen   Burun.
mersin (mersinî)   Mersin ağacı.
mersiye   Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
mersiyehân   f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen.
mersiyekâr   f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan.
mersud   Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş. ◊ Birbiri üstüne yığılmış kumaş.
mersum   (Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek, örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş.
mersus   Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.
merşuş   Saçılmış, dağılmış.
mert   f. Çevik, zinde, hareketli.
merta   Sür'atle yelmek. Seğirtmek.
merta'   Otlak, çayır, mer'a, çimen.
merteba'   Dağ üstünde olan yüksek yer.
mertebe   Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
mertub   (Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş.
mertum   Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış. ◊ Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan.
mertus   Bir fesleğen çeşidi.
merue   Hazmetmek.
merv   Bir cins güzel koku.
mervaha   (C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer.
merve   Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye 'sa'y' denir. More…
merveb   (C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı.
merveha   (C.: Merâvih) Ova, sahrâ.
mervî   Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen.
merviyat   (Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler.
mery   Sağılır davarın memesini meshedip sağmak.
meryem   İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak: Zekeriyya)
meryem suresi   Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir.
merz   Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak. ◊ f. Toprak, yer. * Sınır, hudut.
merza   (Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar.
merza'   Meme.
merzaga   Bataklık, çamur.
merzat   Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme.
merzban   f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli.
merzbum   f. Hududu belli olan memleket.
merze   Hamur parçası.
merzegan   f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık.
merzencuş   Bir ot cinsi.
merzgun   f. Tenâsül organı.
merzî   (Bak: Marzi)
merzih   Şiddetli ses.
merzuban   (C: Merazibe) Mecusiler reisi.
merzübum   f. İklim.
merzuf   Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.
merzuk   Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu.
merzukiyyet   Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali.
merzul   Rezil ve kepaze edilmiş.
merzuz   Dövülmüş. * Parçalanmış.
merzvan   f. Hudut muhafızı, sınır beyi.
meş'   Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak.
mes'a   (C. Mesâi) 'Sa'y: Çalışma' manasına mimli masdar. ◊ Çirkin yürümek.
meş'ab   Yol, tarik.
mes'ad   Merdiven. İp merdiven.
mes'adet   Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik.
mes'al   Boğazda öksürecek yer.
meş'ale   Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.
meş'alkeş   f. Meş'aleci.
meş'ar   (C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri yerler.
mes'ele   Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp.
meş'eme   Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz.
mes'ud   Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.
mes'udane   f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla.
mes'udiyet   Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık.
mes'ul   Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan.
mes'uliyet   Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.
meş'um   Kötü. Uğursuz. Bedbaht.
meş'umâne   f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına.
meş'un   Dağınık saç.
meş'ur   Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak.
meş'urat   (Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler.
mesa   Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş batıncaya kadarki vakit.
meşa   Havuç.
mesa'   Kuyumcu eşyası.
meşa'   Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. * Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan. ◊ Evlad çokluğu.
mesa'lebe   Tilkisi çok olan yer.
mesab   Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer.
mesabe   Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'.
mesabih   (Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar.
mesacid   Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri.
meşacir   (Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler.
meşad   Mukavemet ve galebe yeri.
mesaet   Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme.
meşaet   Taleb etme, isteme, dileme, arzulama.
mesafat   (Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar.
mesafe   Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü.
mesaff   (Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri.
mesafir   (Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları.
mesag   Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.
meşagil   Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler.
mesah (müsuha)   Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması.
mesaha   Genişlik. * Genişlik ölçme.
meşahat   (Bak: Müşahha)
meşahid   Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler.
mesahif   Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar.
meşahir   Meşherler. Teşhir olunan yerler.
meşahîr   Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.
mesai   Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı.
meşaî   Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun)
mesaib   Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler. ◊ Musibetler. * Güçlükler.
mesaid   (Mesâdet. C.) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar. ◊ (Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri. ◊ (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
mesail   Mes'eleler.
meşail   (Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler.
meşaim   (Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri.
meşaîm   (Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler.
meşain   (Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler.
mesair   (Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler.
meşair   (Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar.
meşaiyyun   (Bak: Meşşâiyyun)
mesaj   Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber.
mesak   Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer.
meşaki   (Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.
mesakib   (Miskab C.) Delme âletleri, matkablar.
mesakil   (Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler.
mesakîl   (Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri.
mesakin   Meskenler. Oturacak yerler.
mesakîn   (Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler. * Oturanlar.
mesakit   (Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu yerler.
meşâkk   Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.
meşâkka   Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak.
meşakkat   Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)
mesalib   Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar.
mesalih   (Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler.
mesalik   (Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar.
mesall   Kabından çıkmış nesne.
mesam   (Mesâmet) Duracak yer.
mesamat  (Bak: Mesammât)
mesami'   (Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri.
mesamir   (Mismar. C.) Mıhlar, çiviler.
mesamm   (Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.
meşamm   (şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz.
mesammât   (Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler.
mesane   Sidik torbası. Sidik kavuğu.
mesanî   (Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer.
mesanid   (Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler.
meşare   Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer.
meşari'   Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar.
mesarib   (Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar.
meşarib   Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler.
mesarih   (Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar.
meşarik   Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları.
meşarit   (Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.
mesarr   (Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler.
mesas   Esas, asıl, kök.
meşaş   Beyaz servi.
meşatî   (Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler.
mesatir   (Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.
mesavi   (Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.) ◊ (Mesvâ. C.) Meskenler. Haneler. Evler.
mesavik   Misvaklar.
meşavîz   (Mişvâz. C.) Sarıklar.
meşayih   Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar.
mesbaa   Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer.
mesbah   Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit.
mesbe'   Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol.
mesbere   Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer.
meşbu'   Tok. Doymuş. Kanmış.
meşbub   (C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne.
mesbuk   Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. * İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan. ◊ (Sebk. den) Kalıba dökülmüş.
mesbut   Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş.
meşc   Karıştırmak. Haltetmek.
mescen   Cezaevi, zindan, hapishâne.
meşcer   (Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan.
mescid   Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.
meşcuc   Yüzü gözü yaralanmış olan.
mescud   Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.)
mescum   Saçılmış, dökülmüş.
mescun   Hapsedilmiş.
meşcun   Yarılmış.
mescur   Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. * Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. * Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz.
mesd   İp bükmek.
meşden   (C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.
mesdud   Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış.
meşdud   (Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı.
meşduh   Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.
mesdul   Salıverilmiş, serbest bırakılmış.
meşe   Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur.
mesed   Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ.
meşegâh   f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer.
meseke   (C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik.
mesel   Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye. * Dokunaklı ve mânalı söz. * Benzer. Misil. * Delil. Hüccet. ◊ Suyun aktığı yer.
mesela   Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.
mesele   Gölgelik.
meselen   Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ.
mesemm   (C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.
mesemme   (C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.
mesen   Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması.
meser   f. Soğuk, berd. * Buz.
meşere   Dış kısım.
meserrat   (Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar.
meşerre   Eyerin içine konulan yastık.
meserret   Sevinç. şenlik. Sürur.
meserretâver   f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici.
meserretefzâ   f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran.
meserretengiz   f. Sevindiren. Meserret meydana getiren.
meşfer   (C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.
mesfiyy   Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına 'mesfiye' derler.)
mesfu'   Nazar değmiş.
meşfu'   Müşterek sınırlı gayrimenkul.
mesfuh   Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği.
mesfuk   (Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan.
mesfur   Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)
mesgabe   Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.
meşgale   İş. Meşguliyyet. Boş durmayış.
meşgel   f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ.
meşguf(e)   (Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.
meşgul   (Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş.
meşguliyet   Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey.
mesgur   Dişi düşmüş kimse.
mesh   Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek. ◊ El sürme. * Silme. * Abdest alırken başı ıslâk temiz More…
mesha'   İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. * Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve zayıf olan kadın.
meshara   (C.: Mesâhir) Maskara.
meşhed   Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. * İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda More…
meshek   Yel gidecek yer.
meshele   Yumuşak yer. * Alçak yer.
meşher   Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi.
meşhergâh   f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri. Sergi.
meşhud   Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş More…
meşhudât   Görünenler. Seyredilenler.
meşhudiyyet   Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik.
meshuf   Susamış. Suya kanamamış.
meshuk   (Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş.
meşhum   Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş. Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at.
meshun   Isıtılmış.
meşhun   Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu.
meshur   Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun.
meşhur   Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.
meşhurat   (Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler.
meshut   Beğenilmeyen iş.
meşî   Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek.
meşîb   İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması.
meşîd   Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina.
meşiet   Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.
mesih   Bir şey üzerinde eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir. * İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak 'İsa More…
meşih   Göğsü çukur, kanbur.
mesiha   (C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay.
meşihat   Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi.
mesihî   (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.
mesihiyyun   Hristiyanlar.
mesik   Pinti, hasis, cimri.
meşik   İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan.
mesil   Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru. ◊ Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir.
meşim   Benli kimse.
meşime   (C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.
mesir   Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise.
mesire   Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir.
mesiregâh   f. Seyir yeri. Seyrangâh.
mesis   Cimâ etmek. * Yapışmak.
mesit   Küçük sel.
meşiyyet   (Bak: Meşiet)
mesk   (C: Müsuk) Deri.
meşk   Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. * Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız. ◊ f. Kırba. Tulumdan yapılmış su kabı.
meşka   Fark edip ayıracak yer.
meşkâ   şikâyet etmek.
meskab   Yakın olacak yer.
meskat   (C: Mesâk-Mesâki) Su maslağı. ◊ Doğum yeri. * Düşecek yer.
mesken   Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne.
meskene   Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek.
meskenet   Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
meskenet-fiken   f. Miskinliği gideren.
meskeniyet   Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak.
meskit   Düşecek yer.
meşkû   Şikâyet etmek.
meskub   Kalıba dökülmüş. Akıtılmış. ◊ Delikli. Delinmiş.
meskuk   (Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş.
meşkuk   şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen. ◊ Yarılmış. Yarık.
meskukat   (Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.
meşkukiyet   Şüphelilik. Şüpheli oluş.
meşkul   Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.
meskum   Hasta ve yoksul kimse.
meskun   İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer.
meskur   Sarhoş olan.
meşkur   Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden.
meskut   Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş.
meşküvv   Kendinden şikâyet olunan.
mesl   (C: Mislân) Yer yarığı.
meslah   (C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek yer. ◊ Mezbaha. Davar kesilen yer.
meşlah   Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise.
meslaha   Sınır kalesi. Derbent.
mesleb   Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri.
meslebe   (C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp.
meslec   Karlık.
meslek   Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol.
meslekî   (Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait.
mesles   (C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur.
meslu'   Vücudunda ur bulunan kimse.
meslub   Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş.
mesluc   Yutulmuş, bel'olunmuş.
meslufe   Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday.
mesluh   Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş.
mesluk   Kaynamış.
meslul   Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden kahraman. * Tıb: Verem.
meslus   Üç kat olan nesne. * Üçte biri alınmış. ◊ Deli, divane.
meslut   Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş. ◊ Mağlub. Yenilmiş. * Zayıf, cılız, arık.
mesmel   Sığınacak yer.
mesmese   Karıştırmak.
mesmese (mismâs)   Karışık ve mültebis olmak.
meşmeşiye   Tas:  Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât)
mesmu'   Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş.
mesmua   Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan.
mesmuât   İşitilenler. Duyulanlar.
mesmud   Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.
meşmul   (Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin içinde bulunan.
meşmule   şarap.
mesmum   Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli.
meşmum   Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey.
mesmumen   Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak.
mesmur   Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam.
mesmus   Zehirli.
meşn   Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek.
mesna   İkişer ikişer. * Derenin büklüm ve boğaz yeri. * Çalgının ikinci teli. ◊ Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen)
mesned   Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
mesnednişin   f. Bir mesned veya makamda bulunan.
mesnevî   İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume.
mesneviyyat   (Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler.
meşnu'   Çirkin kimse. * Buğzolunmuş.
meşnuf   Uzun başlı at.
mesnun   Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. * Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. * Kokusu değişmiş.
mesra   Gece vakti yola çıkma.
meşra'   Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu.
mesra(t)   Çok olmak. Çok olacak yer.
mesrah   (C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a.
mesrat   Adet çokluğu.
meşreb   Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.
mesrebe   (C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. * Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.
meşrebe   (C: Meşârib) Maşrapa.
mesrece   Gece kandili konulan şişe.
meşref   İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır.
meşreka   Güneşte oturacak yer.
meşrik   Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı.
meşru'   Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan.
meşrua   Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan.
meşruat   (Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. * Şeriatla alâkalı şeyler.
meşrub   (Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş.
meşrubat   İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. ('Hamr' denen içkiye de şarap denir.)
mesrube   Uzun saç. * Saç kesecek âlet.
meşrube   İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer.
mesrud   (Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş. ◊ f. Sihir, efsun, büyü.
mesrudat   (Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler.
mesrude   Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi.
mesrue   Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer.
meşruh   Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.
meşruhât   Açıklama ve izahlar.
meşruiyyet   Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış.
mesruk   Çalınmış, sirkat edilmiş olan.
meşrum   Yarılmış.
mesrur   Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
mesruriyet   Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.
meşrut   Şartlı. Şart ile bağlı.
meşruta   Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. * Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire.
meşrutî   Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
meşrutiyyet   Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
mess   Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek.
meşş   Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.
messah   Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk.
meşşaiyyun   Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi More…
meşşat(a)   Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan.
mest   Ayakkabı. * Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında 'mest olmak' şeklinde kullanılır. ◊ Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı More…
meşt   Baş tarama. * Tarak.
meşta   (C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla.
mestan   (Mest. C.) f. Sarhoşlar.
mestane   Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
meştat   (C: Meşâti) Kışlak.
mestî   f. Sarhoşluk.
mestî-âver   f. Bayıltıcı, sarhoş edici.
mestî-bahş   f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı.
meştum   Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış.
mestur   Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür) ◊ Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış.
mesture   Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın. * Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para.
meşub   Karışmış.
mesubat   (Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar.
mesube   (C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat.
mesube (musibe)   (C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir.
mesuk   (Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen.
meşuk   Âşık, tutkun.
mesulat   Azab, ukubet. Cezâ çekme.
mesule   (C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.
meşum   Vücudu benekli adam.
mesünn   (Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn)
mesus   Yavan su. * Panzehir taşı.
meşuş   Mendil.
meşüvv   Müshil.
mesv   Mürr dedikleri acı yemen zamkı.
mesva   (Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt.
mesvere   (C: Mesâvir) Minder.
meşveret   Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre)
meşy   Yürüme.
meşyen   Yayan olarak, yürüyerek.
meşyuha   Yavşan otunun yetiştiği yer.
meşyum   Bedeninde beni olan, benli adam.
met'   Uzun ve yüce olmak. ◊ Vurmak. * Çekmek.
met'abe   (C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk.
met'ub   (Ta'b. dan) Bitkin, yorgun.
meta   Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan 'Min' harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.
meta'   Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı.
metab   Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek.
metabi'   (Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
metabih   (Matbah. C.) Mutfaklar.
metaf   Tavaf edecek yer.
metafizik   (Bak: Mâba'det tabia)
metaib   Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler. ◊ Seçilmiş ve güzel şeyler.
metal   Lât. Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.
metali'   Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde.
metalib   İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler.
metanet   Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması.
metarik   (Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler, sopalar.
metavi'   (Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler.
metbene   Samanlık.
metbu'   Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. * Hükümdar.
metbuiyyet   Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.
meters   f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç.
meth   Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak. ◊ Kuyudan su çekmek ve sulamak.
methaf   Müze.
metin   Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet)
metinâne   f. Metanetle, sağlamlıkla.
metit   Çulha tarağı.
metk   İğne ucu. Zeker ucu.
metl   Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek.
metn   Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası. * 'Vurmak ve seyr' mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.
metod   Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem.
metr   Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.)
metrebe   Fakirlik, miskinlik.
metrud   (Bak: Matrud)
metruk   Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin bıraktığı eşya.
metrukat   (Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar.
metruke   (Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın.
metrukiyyet   (Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık, kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama.
mets   Necisle atmak.
mett   Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak.
metta   Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
mette   f. Burgu.
mettiha (metyiha)   Hafif sopa. * Yaş çubuk.
metuh   Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu.
metvî   (Bak: Matvî)
mety   Çekmek.
meunet   Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.
mev'a   Her nesnenin evveli.
mev'id   Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek.
mev'il   Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer.
mev'iza   Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek.
mev'izakâr   f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih.
mev'ud   Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. * Evvelden takdir olunmuş.
mev'ude   Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.
mev'üf   Afete uğramış nesne.
mevacib   (C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri.
mevacibat   (Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar.
mevacid   Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd)
mevadd   (Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.
mevahib   Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube) ◊ Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler.
mevahif   Zayıf deve.
mevahir   Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi)
mevaid   (Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar. ◊ (Mâide. C.) Sofralar, mâideler.
mevaiz   (Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar.
mevaka   Hamâkat, ahmaklık.
mevaki'   Mevkiler. Duracak yerler.
mevakib   (Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar.
mevakif   Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri.
mevakin   (Mevkin. C.) Kuş yuvaları.
mevakit   (Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin edilen vakitler. ◊ (Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler.
mevalî   Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar.
mevalid   (Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar. ◊ Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar.
mevamit   Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi.
mevani'   Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar.
mevarid   Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.
mevarîs   Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar.
mevaşi   Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar.
mevasik   Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.
mevasim   Mevsimler. * Pazar yerleri.
mevat   (Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler.
mevati   (Mevti. C.) Ayak basılan yerler.
mevatî   Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait.
mevatin   (Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler.
mevazi'   (Mevzi. C.) Mevziler, yerler.
mevazin   (Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.
mevbed   Mecusiler reisinin ulusu.
mevbik   (C.: Mevbikat) Korkulu yer.
mevbikat   (Mevbik. C.) Korkulu yerler.
mevbil   Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun.
mevc   Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre.
mevc-hîz   f. Dalga kaldıran.
mevc-zen   f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran.
mevce   Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri.
mevcedar   f. Dalgalı.
mevcenümud   f. Dalga gibi.
mevcub   Kendisine bir şey vâcib kılınmış.
mevcud   Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat.
mevcudat   Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler.
mevcuden   Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak.
mevcudîn   (Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât.
mevcudiyet   Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma.
mevdu   (Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş.
mevduat   (Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle olduğundan haramdır. (Bak: Riba)
mevdud(e)   Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.
mevdune   (Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa.
mevecat   (Mevce. C.) Dalgalar.
meveddet   Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek.
mevetan   Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.
mevfur   (Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. * Edb: Aruz kalıblarından biri.
mevh   Kuyunun suyu çok olmak. ◊ Avucuyla su içmek.
mevhibe   İhsan. Sevgi. Hediye.
mevhil   (Vahl. den) Çamurlu yer.
mevhin   Gece yarısına yakın vakit.
mevhub   (C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.
mevhubat   (Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler.
mevhube   Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.
mevhum   Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim.
mevhumât   Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler.
mevhume   Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey.
mevhun   Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse.
mevk   Bir şeyin ucuz olması. ◊ Örümcek, ankebut.
mevki'   Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.
mevkib   Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat.
mevkid   Ateş ocağı.
mevkif   Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon.
mevkin   (C.: Mevâkin) Kuş yuvası.
mevkit   (C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman.
mevkud   (İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan.
mevkuf   Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı.
mevkufat   (Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. * Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.
mevkufen   Mevkuf olarak.
mevkufîn   (Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar.
mevkufiyyet   Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı olma.
mevkûl   (Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen.
mevkûlün ileyh   Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil.
mevkum   Hüznü şiddetli olan.
mevkut   Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit.
mevkute   Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler.
mevkuze   Ağaçla vurulmuş.
mevla   Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. * Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. * Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd More…
mevlana   Efendimiz, mevlâmız' mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.
mevlana cami   (Bak: Câmi)
mevlevî   Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman.
mevleviyyet   'Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil More…
mevlid   Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume. (Bak: Süleyman Çelebi)
mevlim   İncitip acıtan. Elem veren.
mevlud   Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden herbiri.
mevludat   (Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar.
mevludün leh   Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.
mevmat  (C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı.
mevn   Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek.
mevr   Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. * Rücu etmek, döndürmek.
mevrid   Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik.
mevrud   (C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen.
mevrudât   (Mevrude. C.) Gelen şeyler.
mevrude   (C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş.
mevrus(e)   Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya.
mevrusat   Mirastan gelenler.
mevs   Ekmeği suyla ıslatmak. ◊ Yolmak. Traş etmek. ◊ Yıkamak.
mevsik   İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme.
mevsil   (Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri.
mevsim   (C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından biri. * Zaman. Vakit. Alâmet.
mevsim be mevsim   Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe.
mevsuf   Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
mevsuk   Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
mevsukan   Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.
mevsukiyet   Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.
mevsul   Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş.
mevsule   Bitiştirilmiş.
mevsum   (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş, isimlendirilmiş.
mevsume   Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak.
mevsut   Ortada. Vasat olan.
mevt   Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek.
mevt-alud   f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi.
mevta   Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler.
mevta'   Ayağın bastığı yer.
mevtaî   Ölü gibi, ölüye benzer.
mevtan   (Mevetan) Cansız. * Baygın.
mevtî   Ölümle ilgili, mevte ait.
mevtin   (C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer.
mevvac   Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo.
mevvar   Seri, çabuk, hızlı, sür'atli.
mevz   Muz ağacı.
mevzi'   Bir şey konulacak yer.
mevzu'   Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.
mevzua   Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.
mevzuat   Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler.
mevzun   Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.
mevzunat   (Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler.
mevzunen   Vezinli olarak. Ölçülü olarak.
mevzuniyet   Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli.
mey   f. şarap, içki. (Bak: şarab)
mey'   Eriyip akma.
mey'a   (Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.
mey-aşam   f. İçki içen. Şarap içen.
mey-füruş   f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı.
mey-gun   f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan.
mey-güsar   f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen.
mey-hane   f. İçki satılan ve içilen yer.
mey-har   (Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş.
mey-hoş   f. Ekşimtrak, mayhoş.
mey-keş   f. İçki içen, şarap içen.
mey-perest   (C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen.
meyadin   (Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.
meyamin   (Meymun. C.) Bereketliler, uğurlular. * Maymunlar. ◊ (Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar.
meyan   (Bak: Miyân)
meyasir   (Meysere. C.) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar. * Zenginlikler, servetler. ◊ Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.) ◊ (Meysur. C.) Kolaylaştırılmış More…
meyazib   Oluklar. Su yolları.
meyd   Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak.
meydan   Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer.
meydan dayaği   'Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi More…
meyeh   Su, mâ.
meyelan   Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.
meyezd   f. Düğün veya işret meclisi.
meyh   şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek. ◊ Kuyunun suyunun çok olması.
meyhem   Hâlin nedir, nasılsın?' mânasına kullanılır.
meyl   Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.
meyla   Çok budaklı ağaç.
meyla'   Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri.
meylab   Za'ferân.
meylak   Seri ve aceleci kimse.
meylen   Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak.
meyletmek   Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek.
meyliyat   Bir tarafa meyleden istekler.
meymene   Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik. Uğurluluk. Kutluluk.
meymum   Denize atılmış olan.
meymun   Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu.
meyn   (C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.
meys   Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek.
meyş   Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.
meysa   (C: Miyes) Yumuşak yer.
meysan   Sallana sallana yürümek.
meyseme   (Vesm. den) Damga, damgalanmış.
meysere   (C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet.
meysir   Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan.
meysur   Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey.
meysurat   (Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler.
meyt   (Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz.
meyt (miyât)   Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak.
meyte   Hayvan leşi.
meytehâr   Hayvan leşi yiyen.
meyve   (C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş.
meyvebar   f. Yemiş veren, meyveli.
meyvecat   (Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler.
meyvedar   f. Yemişli, meyveli, meyve veren.
meyvefüruş   f. Meyve satan, yemiş satan. Manav.
meyveha   (Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler.
meyyal   Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün.
meyyan   Yalancı.
meyyit   (Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş.
meyyit-i sâmite   f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz.
meyyitâne   f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine.
meyyite   Hayvan leşi. * Kadın cenazesi.
meyz   Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere geçmek.
meyzer   (C: Meyâzir) Peştemal.
mez'   Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek. ◊ Evmek, acele, sür'at. * Kesmek.
mez'ub   Koyununa kurt gelen.
mez'uk   Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu.
mez'ur   (Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.
meza   Geçti' mânâsına mâzi fiilidir.
meza ma meza   Geçen geçti. Giden gitti.
mezabbe   Keleri çok olan yer.
mezabî   Yer yarmak, kazmak.
mezabih   Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler.
mezabil   (Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler.
mezabir   (Mizber. C.) Kalemler, kamışlar.
mezabit   (Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar.
mezad   Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık.
mezade   (C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık.
mezahib   Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar. (Bak: Müctehid)
mezahim   Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar.
mezahir   Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir) ◊ Çiçekli yerler.
mezak   Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma. ◊ Sür'atli yürüyen deve.
mezalik   (Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler.
mezalim   Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler.
mezamir   Zebur kitabının sureleri. * Düdükler. ◊ (Mızmar. C.) Koşu meydanları.
mezamm   Zemmetmek. Ayıplamak.
mezan   Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler.
mezar   Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber.
mezar-i zâr   f. Ağlayan mezar.
mezarat   (Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar.
mezare   Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet.
mezaret   Kalbin şiddeti.
mezari'   (Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar. ◊ (Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.
mezarib   (Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri.
mezarik   (Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar.
mezaristan   f. Mezarlık.
mezarre   Isırmak.
mezaya   Meziyyetler. İyilikler. Hasletler.
mezayik   Dar ve sıkıntılı yerler.
mezbaha   Hayvanları kesecek yer.
mezbele   (C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer. ◊ Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri.
mezbub   Sinekli.
mezbube   Sineği çok olan yer.
mezbuh   Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş.
mezbuhâne   f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle.
mezbul   Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan.
mezbur(e)   Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu.
mezc   Katma. Karıştırma.
mezcen   Karıştırmakla. Katma suretiyle.
mezcetmek   Katmak. Karıştırmak.
mezcî   Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.
mezcuc   Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş.
mezd   Misvak ağacının yemişi.
meze   Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife.
mezebbe   Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
mezellet   Alçaklık. Zelillik.
mezemmet   Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş.
mezen   Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf.
mezfufe   Gönderilmiş.
mezg   Yemeği ağızda çiğnemek.
mezh   (Müzâh-Müzâha-Mizâh) Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma.
mezhar   (C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar.
mezheb   Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı More…
mezher   Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi.
mezhere   Çiçek yeri. Çiçek bahçesi.
mezhüvv   Kibirli, gururlu.
mezi   İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)
mezîd   Çoğalma. Ziyade etme.
mezîk   Su ile karışık süt.
mezil   Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.
mezillet   Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer.
mezir   Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan. ◊ Fâsid olmak, fesatçılık yapmak.
meziyyat   (Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.
meziyyet   İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.
mezk   (Mezâk-Mezka) Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer. ◊ Yarma, yırtma. Kesme.
mezkum   Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli.
mezkûr   Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: Mezbur-Merkum)
mezl   Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek.
mezlaka   Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal.
mezmere   Çok şiddetli hareket ettirmek.
mezmum   Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
mezmun   (Bak: Mazmun)
mezmur   Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen 'Zebur'un Surelerinden herbiri.
mezneb   (C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer.
mezr   (Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek. ◊ Fâsit olma. Bozuk More…
mezraa   Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
mezrevan   Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
mezru'   (C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş. ◊ Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer.
mezruat   (Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler. ◊ Ekili olan şeyler. Ekili yerler.
mezz(e)   Emmek, mass.
mezza'   (C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi.
mezzah   Lâtifeci, şakacı.
mezzer   Halep vilâyetinden getirilen siyah taş.
mi'ber   Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi. ◊ (Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı.
mi'caz   Mak'adı büyük olan.
mi'cer   Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp.
mi'de   (C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.
mi'kab   Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran.
mi'la   Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne.
mi'lak (ma'luk)   (C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel.
mi'lat   (C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.
mi'mar   İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis.
mi'marân   f. Mimarlar.
mi'marî   (Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para.
mi'nas   Kız doğuran kadın.
mi'rac   Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam.
mi'rac gecesi   Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir.
mi'raciyye   Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser.
mi'raz   (C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz. ◊ Süs için giyilen güzel elbiseler.
mi're   (C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık.
mi'şab   Otu bol olan çayırlık yer.
mi'sam   (C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri. ◊ Nabız yeri. Bilek.
mi'sar   (C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız. ◊ (Mi'sara) Mengene.
mi'şar   Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir.
mi'şar (mişâr)   (C: Meâşir) Dülger testeresi.
mi'sele   (Asel. den) Arı kovanı.
mi'ta   (C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.
mi'tar   (C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.
mi'tîr   Güzel kokular sürünen.
mi'van   Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse.
mi'vel   (C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma. ◊ (C: Meâvi) Sivri külünk ve balta.
mi'vez(e)   (C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan.
mi'yar   Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
mi'za   Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.
mi'zab   (C: Meâzib) Dam oluğu.
mi'zad   Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak.
mi'zal   (C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.
mi'zar   (C.: Meâzir) Örtü, perde.
mi'zef   (Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s.
mi'zene (mizene)   Ezan okunacak yer.
mi'zer   (C.: Meâzir) Peştemal.
mi-zenend   (f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. Zeden' vurmak' masdarındandır.
mia   Günlük adı verilen zamk.
miâ'   (C.: Em'â) Bağırsak.
miad   Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
miâî   (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.
miat   (Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları.
mibla'   (Bel'. den) Obur.
mibnah   Heybe.
mibred   Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti.
mibree   Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.
mibtan   Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi.
mibvel   (Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk.
mibza'   Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
mibzag   Nişter, kan alacak âlet.
mibzel   (C: Mebâzil) Süzgeç.
mibzele   (C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise.
mibzer   Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.
micdaf   (C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği.
micdah   (C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız.
micdar   Bostan korkuluğu. Korkuluk.
micdel   (C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne.
micene   (C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı.
micenn   Kalkan, siper.
micerr   Gem çenberi. * Matkap kayışı.
micerre   (C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ('Bel' denir)
miceşş   El değirmeni.
micesse   Ağaç budamada kullanılan keskin demir.
michar   Yüksek sesle konuşan.
miclat   Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.
micmer   İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. 'Buhurdan' da denilir.
micr   Çenber.
micrefe   (C: Micref-Mecarif) Ateş küreği.
micsed   Cesede yapışık olan elbise.
micvad   Güzel şiirler söyliyen şâir.
micveb   Bir şey kesmeye yarıyan demir.
micvel   Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan.
miczaf   (C: Mecâzif) Gemi küreği.
miczam   Pek keskin kılıç.
miczem   Çok keskin kılıç.
mid'a(t)   Şehrin burcu.
mid'as   Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol.
mida'   Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri.
mida' (midea)   (C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise.
midad   Yazı mürekkebi. Mürekkeb.
midadiye   Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası.
midae   Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer.
midaka (midakka)   Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.
midanem   f. Biliyorum.
midare   Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.)
midas   Pabuç.
midde   Cerahat, irin.
midevî   Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar.
midfa'   (C.: Medâfi') Aks: Top.
midhane   Buhurdan.
midhat   Medhetme, övme.
midhatger   f. Övücü, medhedici.
midilli   At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.
midkas   İpek.
midles   (C: Medâlis) Def'edecek yer.
midmak   Binanın iskeleti.
midmek   (C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne.
midra   Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.)
midrar   Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken.
midras   Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev.
midre   Bahadır, kahraman.
midrebe   Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü.
midvek   Bir şey ezmekte kullanılan taş.
midyan   (C.: Medâyin) Daima borç eden kimse.
mie   Yüz. Yüz sayısı.
mieteyn   İki yüz. (200)
mifad   Kebap demiri.
mifer   Hizmetkâr, hizmetçi.
mifezza   Tokmak.
mifrak   (C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.)
mifras (mifrâs)   (C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir.
mifsad   Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
mifsal   Dil, lisan.
miftah   Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
miftele   Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.
mifzal   Fazilet ve şeref sahibi. ◊ Gündelik iş elbisesi.
mig   f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut.
migdad   Çok gadaplı, çok kızgın.
migfer   'Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil More…
migferî   Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili.
miglak   (C.: Megalik) Kilit, mandal.
mignak   f. Dumanlı, sisli. Bulutlu.
migrefe   (C: Megârif) Kepçe.
migşa   Bahadır, kahraman.
migsel   Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.
migtas   Burun, göz çanağı.
migvel   (C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer.
migzel   (C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.
mîh   f. Çivi, mıh. Kazık.
mih   (C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir.
miha   Yaş değnek.
mihad   Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek.
mihadde   Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta.
mihaffe   Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.
mihah   (Muhh. C.) Beyinler. * İlikler.
mihak   (Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
mihal   Kuvvet. Azab. Ukubet.
mihamme   Küçük bakır ibrik. ◊ Yer süpürgesi.
mihan   (Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar. ◊ (Mih. C.) Ulular, büyükler.
mihanikiyyet   yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
mihar   (Mühür. C.) At yavruları. Taylar.
mihaşş(e)   Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap.
mihatt   Deriden kıl ve yün yolacak demir.
mihaz   Çizme mahmuzu.
mihbasa   (C: Mehâbıs) Helva küreği.
mihbat   Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.
mihbaz   (C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı. ◊ (C: Mehâbız) Hallaç tokmağı.
mihbeb   Tâne tâne kesecek âlet.
mihbere   (C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap.
mihcem(e)   (C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet.
mihcen   (C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç.
mihda   İçine hediye konulan kap.
mihdame   Hizmeti çok olan kişi.
mihek   f. Küçük çivi. * Karanfil.
mihen   (Bak: Mihan)
mihenk   (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
mihfak   Enli yassı kılıç.
mihfar   Toprak kazan âlet. Kazma.
mihfen   Değirmen sepeti.
mihfer(e)   (C.: Mahâfir) Kazma. Bel.
mîhî   f. Çivi şeklinde. Çiviye âit.
mihîn   (Mihine) Daha büyük, daha ulu.
mîhkadem   f. Ayağı kırık.
mihkan   (Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.
mihla(t)   İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.
mihlac   Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.
mihlaf   Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.
mihlak   Ustura.
mihleb   (C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak. ◊ İçine süt sağılan kap.
mihman   f. Misafir.
mihmandar   f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan.
mihmandarî   f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık.
mihmanhane   f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya.
mihmanî   f. Mihmanlık, misafirlik.
mihmannevaz   f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan.
mihmanperver   f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven.
mihmanperverî   f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık.
mihmanseray   f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya.
mihmel   (C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe.
mihmer   (C.: Mehâmir) Semer atı.
mihmez (mihmâz)   Çizme mahmuzu.
mihneka   (C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet.
mihnet   Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak.
mihnet-âbâd   f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya.
mihnetdide   f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş.
mihnetgâh   f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya.
mihnetkede   f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya.
mihnetkeş   f. Keder, eziyet ve mihnet çeken.
mihnetzede   f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş.
mihr   (Bak: Mehr)
mihrab   Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * More…
mihrace   (Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral.
mihraf   Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.
mihrak   Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi. ◊ Çok hareket eden. * More…
mihrakî   Mihrak noktasına âit.
mihras   (C.: Mehâris) Dibek taşı.
mihrat   (C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan. ◊ Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı.
mihrban   f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü.
mihrbanî   f. Dostluk, muhabbet, sevgi.
mihre   f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek.
mihref   (C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap.
mihrez   İğne, ibre.
mihrgan   f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı.
mihrnaz   f. Naz güneşi. Çok nazlı.
mihsad   Ekin orağı.
mihsaf   (C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.
mihşah   (C.: Mehâşi) Kaba kilim.
mihsal   Ok yapılan demir. ◊ Kilit. * Zenbil. ◊ Keskin kılıç.
mihsarre   Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek.
mihsere   Süpürge.
mihtab   Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet. ◊ Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.
mihtat   Cetvel tahtası.
mihter   (C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu.
mihterân   (Mihter. C.) f. Daha büyükler.
mihterî   f. Büyüklük, ululuk, azimlik.
mihval   Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.
mihveka   Süpürge.
mihver   Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi More…
mihyac   Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla.
mihyaf   Tez susayan davar.
mihyal   Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi.
mihyat   İğne.
mihza (mihzab)   Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.
mihzab   Boyacıların elbise boyadıkları küp.
mihzac   Çamaşır tokacı.
mihzak   Çok gülen kadın. ◊ Makat.
mihzar   Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.
mîk   Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan. ◊ f. Çekirge.
mik'ab   Geo: Küb. *Mat.: İki defa kendisi ile çarpılan sayı. ◊ (C.: Mekâıb) Topuk mesti.
mika   Muhabbet, sevgi.
mikaa   Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse.
mikâil   Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike)
mikamme   Süpürge.
mikass   (C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.
mikat   Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer. ◊ Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme More…
mikat sünneti   Hacca niyet edenin ihrama girmesi.
mikatî   Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.
mikatt   (C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.
mikatta   Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.
mikbes (mikbâs)   (C: Mekâbis) Ateş parçası.
mikdad   Demir kesme âleti.
mikdam   (C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.
mikdar   Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece.
mikdeha   (C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak.
mikele   Sofra takımı.
mikhal   (C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.
mikla'   (Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası. ◊ Sapan.
miklad   (C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine.
miklat   Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve.
mikleb   Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri. ◊ Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın More…
miklem (mikleme)   (C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.
mikleme   Kalemlik, kalem konacak âlet.
mikma'   (C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak.
mikmaa   (C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.
mikna'   (Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü.
miknatis   yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu More…
miknatisiyyet   Mıknatıs kuvveti ve hassası.
mikne   (C: Mekenât) Süpürge.
mikneb   (C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası.
miknese   Süpürge.
miknet   Güç, kudret, kuvvet.
mikneva   Hizmet eden, hizmetçi.
mikra'   Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar. ◊ Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır. ◊ Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.
mikraa   (C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği.
mikram   Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden.
mikram (mikrame)   (C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.
mikrame   Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal.
mikrat   (C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak.
mikraz   (C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet. ◊ (C.: Mekariz) Makas.
mikreb   (C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.
mikron   Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri.
mikroskop   Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet.
miksaha   (C.: Mekâsih) Süpürge.
miksal   Çok keskin kılıç.
miksar   Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden.
mikşat   Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.
miksefe   (Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)
mikseha   (C.: Mekâsih) Süpürge.
miksir   Çok söyleyici, çok konuşan.
mikta'   Kesecek âlet.
miktal   (C.: Mekâtıl) Bıçkı.
miktare   Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe.
miktebe   Tabak üstüne örttükleri nesne.
miktel   Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek.
mikval   Çok konuşan.
mikved   (C.: Mekavid) Yular.
mikvel   Lisan. Dil.
mikvem   (C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.
mikves   Yay kabı.
mikyal   (C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği.
mikyas   Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.
mikzaf   Kayık küreği.
mikzef   Tanbur.
mil   İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet More…
mil'aka   (C.: Melâik) Tahta kaşık.
mil'aka-tiraş   f. Tahta kaşık yapan.
mil'e   Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz.
mila   Bir kap dolusu nesne.
milad   (Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
miladî   Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.
milah   (Milh. C.) Milhler, tuzlar.
milahat   Gemicilik. Gemicilik bilgisi.
milak   Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne.
milat   Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı.
milben   Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap.
mildem (mildâm)   Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse.
mildes   Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş.
milel   (Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar.
milezz   Katı, şiddetli, şedid.
milg   Ahmak.
milh   (C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz.
milha   (Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş. ◊ (Milh. C.) Tuzlar. ◊ Kutu. Dağarcık.
milhab   (C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.
milhafe   Bürünecek şey. Yorgan.
milhe   Güzel kelâm, lâtif söz.
milhez   Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.
milhî   (Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan.
mili   f. Kedi.
milis   Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti.
milk   Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.
milka   Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik.
milkat   (C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet. ◊ Cerrah cımbızı.
milkdar   f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi.
milked   Nesne dövecek âlet.
millet   Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber More…
millî   (Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.
milliyet   Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf.
milliyetperver   f. Milliyetini seven.
milsah   (C.: Melâsıh) Keten tarağı.
milt   Nesebi bilinmeyen.
miltan   Yağ değirmeni.
miltat   Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı.
milvah   Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan.
milvat   Mala.
milzab   (C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.
mim   Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin More…
mimha   Meni silmeye mahsus bez parçası.
mimhaza   Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)
mimî   (Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.
mimlaka   Yer düzeltecek taş.
mimleha   Tuzlu yer.
mimraz   Hastalıklı, illetli.
mimsah   Yalancı.
mimsaha   Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil.
mimtar   Yağmurluk.
min'am   Çok in'am ve ihsan eden.
min.. ila   den... ye kadar.
mina   Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
mina'   (C.: Miyâni) Liman.
mina-renk   f. Gök mavisi.
minafam   f. Cam mavisi, sırça renkli.
minarat   (Minare. C.) Minareler.
minare   (C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii.
minbaz   Hallaç tokmağı.
minber   Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.)
minbeze   Yastık.
mincab   Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok.
mincar   Havan. Havan eli.
mincede   Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu.
mincel   (C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı.
mincem   (C.: Menâcim) Terâzi kolu.
mincere   Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya 'necire' derler.)
mincilab   Murdar su, pis su.
mindag   Hücum edecek âlet.
mindas   Yeyni avret, hafif kadın.
mindef   (C.: Menâdif) Hallaç yayı.
mindel   Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya.
mindif   Atılmış pamuk.
mindil   (C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.
minen   (Minnet. C.) Minnetler.
minessera ilessüreyya   (Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar.
minfah   (C.: Menâfih) Körük.
minfak   Çok fazla nafaka veren.
minfeha   Peynir mayası.
minh (minhü)   (C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)
minha   (C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli) ◊ (C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş.
minhac   Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde.
minhar   Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.
minhas   (C.: Menâhis) Uğursuz şey.
minhat   (C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.
minhüm   Onlardan.
minkaa   Küçük taş çömlek.
minkab   Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.
minkal   (C: Menâkıl) Çamur teknesi.
minkale   Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.
minkar   (C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem.
minkarî   Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı. ◊ Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.
minkaş   (Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem.
minkaz   Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş.
minmas   Kıl yolacak âlet.
minnet   İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
minnetdar   f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet.
minnetdarane   f. Minnetli olarak. Minnet eder surette.
minnetdarî   f. Minnetdarlık.
minnetdide   f. Minnet ve iyilik görmüş.
minnetkeş   (C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken.
minnetkeşân   (Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler.
minnetşinâs   (C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.
minnetşinâsî   f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik.
minşaa   Çulha mekiği.
minsaf   (C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi.
minşakka   Yarık, çukur, oyuk.
minşar   (C.: Menâşir) Testere, biçki.
minsar (minsir)   Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet.
minsec   (C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı.
minsee (minessee)   Asâ, sopa.
minsef   (C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.
minşefe   Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne.
minsega   (C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı.
minşega   Ot ve yem koydukları kap.
minşel (minşâl)   (C: Menâşil) Yemek çatalı.
minser   '(C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. More…
mintaka   (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
mintaş   (C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.
mintîk   Çok düzgün konuşan.
minu   Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs.
minval   Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
minyatür   Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca 'minyatura' kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış More…
minzar   Ayna. Bakma âleti. Gözlük. ◊ Röntgen. * Bakma âleti.
mir   Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli.
mir'aş (mer'aş)   Çok yüksekten uçan güvercin.
mir'at   Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle.
mir'izza (mir'izâ)   Keçi kılının altında olan tiftik.
mir-ab   f. Bir kentin su işlerine bakan kişi.
mir-ahur   f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır.
mira'   (Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme.
mirade   Mancınık taşı.
mirades   (C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni.
mirah   Sürur, neşat, sevinç.
miralay   Alay kumandanı. Albay.
miran   (C: Mârin) Vahşi canavar yatağı. ◊ (Mir. C.) Beyler.
miran aşireti   Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.
mirar   Kerreler. Def'alar.
miraren   Defalarca, birçok kere.
miras   Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.
mirashar   f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor.
mirazza   Harmanı sürecek döven.
mirba   Ganimet malının dörtte biri.
mirba (mirbâe)   Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.
mirbaa   Asâ, değnek, sopa.
mirbat   Davar bağlanacak bağ.
mirbed   (C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer.
mircel   (C.: Merâcil) Kazan.
mirda   Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.
mirdiyan   (Mirdiyane) Mersin ağacı.
miremme   Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.
mirfa(t)   İttifak etmek, bir olmak, birleşmek.
mirfak   Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
mirfaka   Dirsek yastığı.
mirfed   Büyük kâse.
mirfeşe   Kürek.
mirgah   Kaymak alacak âlet.
mirha   İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at.
mirha(t)   Salıverilmiş, bırakılmış perde. ◊ (C.: Merâhâ) Yürüyücü at.
mirhaz (mirhâza)   Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı.
mirî   Devlete âid. Devlet hazinesine mensub.
mirkak   Oklava.
mirkam   (C.: Merâkım) Kalem.
mirkat   Merdiven. Basamak. Derece.
mirken   (C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen.
mirliva   Tugay kumandanı. Tuğgeneral.
mirma(t)   (C: Merâmâ) Nişan oku.
mirre   Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık.
mirrid   Müfsid, kötü ve şerir kimse.
mirrih   Uzun ok. ('Pertev oku' derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı. ◊ Şâd, neşeli ve mesrur kimse.
mirsad   Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen. ◊ (C: Merâsıd) Geniş yol.
mirşah   (Mirşaha) Süzgeç.
mirşaha   Eyer altına konulan keçeyi davardan almak.
mirsal   (C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok.
mirsat   Gemi demiri. Lenger.
mirşeka   (C: Merâşik) Terzi yüksüğü.
mirşem   Ekmek tozunu silecek tüy süpürge.
mirt   (C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.
mirtac   Yarış atlarının beşincisi. ◊ Kapı kilidi. * Dar yol.
mirtal (mirtale)   Bulaşmak.
mirtaz   Dinin yasaklarından sakınan kimse.
mirvaha   (C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze.
mirvaha cünbân   f. Yelpaze sallıyan.
mirved   (C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver.
mirye   Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri)
mirza   Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca More…
mirzab   (C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi.
mirzah   (C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş. ◊ Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.
mirzaz   Havan eli.
mirzebe   (C: Merâzib) Tokmak.
mis   f. Bakır.
miş   f. Koyun, ganem.
mis'   Şimal yeli, kuzey rüzgârı.
miş'   Aşı dedikleri kızıl balçık.
mis'ab   (C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu.
mis'ad   Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.
miş'al   (C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp.
miş'ar   Şan, şeref, haysiyet ve vakar.
mis'ar (mis'âr)   (C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.
miş'at   (C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.
mis'eb   Bal konulan tulum, bal tulumu.
mişa'   Kumsuz yer.
misafir   Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim)
misaha   Ölçmek, miktarını bilmek.
mişail   (Bak: Mihâil)
misak   Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin. ◊ Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.
misal   'Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav More…
misaliyye   Misale dair.
misane   Dizgin kayışı.
mişar   Testere.
misas   El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak.
mişat   (Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar. ◊ (Mışt. C.) Taraklar.
mişatiye   Tarak kılıfı.
misbah   Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. ◊ Lâmba. (Bak: Mısbah) ◊ Yüzgeç.
misbar   (C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.
misbeke   Mâden eritilip dökülecek kap.
mişceb   (C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.
mişcer   (C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık.
misdaga   Yüz yastığı.
misdak   (Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü. ◊ (Bak: Mısdak)
misdakiyyât   Mısdak ilmi.
miselle   (C: Misâl) Çuvaldız.
misellî   Çuvaldızcı kimse.
misem   Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri.
misenn   Bileği taşı.
mişezar   f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik.
misfat   Süzgeç. Tasfiye âleti.
misfen   Törpü.
misfere   Süpürge.
misgar   Sarı yüzlü.
misha(t)   (C: Mesâhi) Demir kürek, bel.
mishab   (C: Mesâhib) Sacayak. ◊ Bel âletinin sapı.
mishal   Eğe, törpü gibi yontma aletleri.
mishane   Taş parçaladıkları nesne.
mishat   Şarap koyacak kap.
mişhaz   Bileği taşı.
misheb   Siyah at.
mishel   Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin.
mishelân   Geminin iki tarafındaki iki halka.
misil   (Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.
misilli   (Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.
mişin   f. Meşin.
misk   Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)
mişk   Aşı dedikleri kızıl toprak.
misk ile anber   Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir).
mişka   Tarak.
miska'   (C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.
miskâ'   Sıklık vermek.
miska(t)   (C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.
miskab   (C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap. ◊ Delme âleti.
miskal   Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.) ◊ Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif. ◊ More…
miskam   Hastalıklı, illetli.
mişkas   (C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.
miskat   Su kovası.
mişkat   İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil.
miskata   Düşürtücü ilâç veya sebep.
misket   Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm More…
miskin   Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
miskinâne   f. Tenbelcesine, miskincesine.
misl   (Bak: Misil)
mislah   Ham iken hurması dökülen hurma ağacı.
mislak   Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam. ◊ Fesih, beliğ konuşan kimse.
mislat   (C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.
misliyet   Benzeri ve misli olmak. Benzerlik.
misma'   (C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.
mişmaa   Şamdan.
mismak   Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.
mişmak   Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba.
mismar   Ensiz çivi, mıh. Demir kazık.
mismas   Karıştırmak.
mismaz   Deyyus kimse.
mişmel   Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.
mişmiş   Zerdali, erik veya kayısı. ◊ Zerdali yemişi.
misr   (C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı.
misra'   Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.
mişrak   Her zaman güneşli olan yer. ◊ Güneşi bol olan yer.
misram   (C: Mesârim) Orak.
misran   Basra ile Kufe şehirleri.
mişrat   (C.: Meşârit) Keskin bıçak.
misred   Büyük taş, çanak.
misrî   (Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı.
missik   Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr.
mistaba   (C.: Mesâtıb) Peyke, sedir.
mistabanişin   f. Sedirde oturan.
mistah   Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer.
mistar   Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti. ◊ (Bak: More…
miştat   Kış günlerinde oturulacak yer.
mistik   Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi.
misva   Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın.
misvak   Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından More…
mişvar   Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer.
mişvare   Testi, çömlek.
mişvargâh   f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan.
misvat   Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti. ◊ Ekincilerin sürgüsü. ◊ Kazan kepçesi.
mişvaz   Sarık.
mişvel   Orak.
misvele   (C: Mesâvil) Harman süpürgesi.
mişvere   Minder.
mişvez   (C: Meşâviz) Tülbend.
mişya'   Boşboğaz. Çok konuşan.
misyaf   Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.
mişye   Bir yürüme çeşidi.
misyed(e)   Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.
misyon   Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife.
misyoner   Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse.
mişzeb   Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.
mit'am   (C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan. ◊ Çok yeyici, fazla yiyen. ◊ Çok yemek yediren.
mit'an   (C.: Metâin) At sürücüsü.
mit'em   Bir defalık ikiz doğuran kadın.
mita'   Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer.
mitade   Matkap başı.
mitam   Her zaman ikiz doğuran kadın.
mitan   (C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer.
mitat   (Bak: Midhat)
mite   Bir nevi ölmek.
mitfeha   Kevgir.
mithan   Değirmen.
mithar   Uzağa giden ok.
mithara   (Tahâret. den) Matara.
mithere   Su kabı. Matara.
mitin   f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç.
miting   İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı.
mitla   (C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.
mitlak   Sık sık kadın boşayan erkek.
mitmer   Yapı ipi.
mitoloji   Fr. Efsane bilgisi.
mitrab   Neşeli adam. Neşesi bol kimse.
mitrak(a)   (C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç.
mitralyöz   Fr. Makinalı tüfek.
mitred   (C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.
mitrede   Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.
mitres   Kapı ardınca koydukları ağaç.
mitrî   Cendereci.
mitv   (C: Mitâ) Hurma salkımı.
mitva'   Çok muti', çok itaatli.
miv   f. Kıl.
mive   Meyve kelimesinin aslıdır.
miyah   (Mâ. C.) Sular.
miyan   f. Orta, ara, vasat, meyan.
miyanbend   f. Kemer, kuşak.
miyanbeste   f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır.
miyane   f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci.
miyanî   (Minâ. C.) Limanlar.
miyanser   f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç.
miyansera   (Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.
miyere   Taam, yemek.
miysere   (C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak.
miz   Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak.
miz'a   Ayıracak alet. Kesecek alet.
miz'ac   Bir yerde karar etmeyen kadın.
mizab   (C.: Meâzib) Oluk, su yolu.
mizac   Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
mizac-dan   f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan.
mizacgir   f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden.
mizad   Sürur, sevinç, neşe.
mizae   Abdest alacak kap.
mizah   Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
mizah-nüvis   f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan.
mizahî   Mizahlı, eğlenceli.
mizan   Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. *Mat.: Yapılan More…
mizbah   Bıçak.
mizban   (C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse.
mizbanân   (Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.
mizbed   (C: Mezâbid) Hayvan ahırı.
mizber   (C.: Mezâbir) Kamış kalem.
mizcel   Harbe' denilen küçük kılıç.
mizdea   Yüz yastığı.
mizebbe   Yelpaze.
mizec   Küçük süngü.
mizeffe   Gelin mahfesi.
mizek   f. İdrar, sidik.
mizfar   Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz.
mizkâr   Dâima erkek doğuran dişi.
mizlac (mizlâk)   El ile açılan kilit.
mizlaka   Uzun burunlu ışık fitili makası.
mizman   f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi.
mizmar   Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir) ◊ (C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli at. More…
mizmar-zen   f. Düdük çalan.
mizr   Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse.
mizra   (C: Mezâri) Yaba, kürek.
mizrab (mizrâb)   (C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).
mizrak   Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı. ◊ (C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.
mizraka   Küçük şırınga.
mizreb   Büyük çadır, oba.
mizvac   Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın.
mizved   (C: Mezâvid) Azık koyacak kab. ◊ Dil, lisan.
mizya'   Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.
mizz   Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü. ◊ Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
moda   Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır.
model   Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs.
modern   Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet)
moğol   Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş More…
mola   İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır.
molekül   Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası.
molla   Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi.
molla câmi   (Bak: Câmi)
mollayane   Mollaya yakışır şekilde. Mollaca.
moloz   Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan.
mu'bile   (C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.
mu'bir   Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş.
mu'cem   İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir. More…
mu'cib   (Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.
mu'cibe   Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
mu'cir   Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.
mu'ciz   İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
mu'ciz-eda   f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
mu'cizat   Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
mu'cizbeyan   f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim.
mu'cize   İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından More…
mu'cizegu(y)   f. Mu'cize gibi söz söyleyen.
mu'cizekâr   f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
mu'ciznüma   f. Mu'cize gösteren.
mu'dal   (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.
mu'dem   Bir şeyi yitiren, kaybeden.
mu'dî   Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.
mu'dil(e)   (C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.
mu'dilat   (Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler.
mu'dim   Öldüren, idam eden.
mu'kib   Ökçeli ayakkabı.
mu'kir   Malı mülkü çok olan kimse.
mu'lat   (C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece.
mu'lem   (İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş.
mu'lin   İlân eden. Herkese bildiren.
mu'nan   Su arkı, su mecrâsı.
mu'reb   Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime.
mu'rib   İzhar edici, izhar eden, gösteren.
mu'riz   İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.
mu'sade   (İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan.
mu-sa(y)   f. Ustura.
muabbir   (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
muabbirîn   (Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.
muaccel   Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
muaccelâne   Acele olarak. Peşin olarak.
muaccelat   (Muaccel. C.) Peşin ödemeler.
muaccele   Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.
muaccelen   Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak.
muacciz   Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
muad   Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş.
muadadat   Yardım etme, muvavenet etme.
muadat   Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.
muadd   Hazırlanmış. İdâd olunmuş.
muaddel   Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.
muaddil   Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren. ◊ (Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan.
muadelat   (Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler.
muadele   Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.
muadelet   Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
muadil   Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer.
muaf   Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
muafat   Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.
muafese   Tedavi etmek.
muafî   Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden.
muafir   Yavaş yürüyen kişi.
muafiyyet   Bir hastalığa karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.
muafname   f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt.
muahat   Kardeşlik edinme.
muahed   Zimmi kâfir.
muahedat   (Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar.
muahede   Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
muahede-name   f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt.
muahez   Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen.
muahezat   (Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.
muaheze   Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
muahezekâr   f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan.
muahhar   Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan.
muahharen   Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak.
muahid   Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab More…
muahiz   (Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden.
muakab   Cezalandırılmış.
muakabe   Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.
muakade   (Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma.
muakara   Nefret etmek.
muakib   Cezalandıran. * Takibeden.
muakid   Birbiriyle akid yapan, sözleşen.
muakkab   (Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş.
muakkad   İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü.
muakkib   Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden.
muakkibât   Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih)
muakkibîn   Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.
muakkid   Düğümleyen, sihir yapan, cadı.
mualebe   Erkeğin, karısı ile oynaması.
mualecat   Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar.
mualece   Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
mualla   Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
muallak   Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned)
mualleka   (C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler. More…
muallekiyyet   Muallak olma, askıda oluş, boşta durma.
muallel   Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli.
muallem   Ta'lim görmüş, ta'limli.
muallem asker   Tâlim görmüş asker.
muallî   Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.
muallil   Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün.
muallim   Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
muallimât   Öğretici kadınlar, kadın hocalar.
muallime   Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız.
muallimîn   Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler.
muamelat   (Muâmele. C.) Muameleler.
muamele   (C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
muamere   İmaret etmek.
muamil   (Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci.
muamma   (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
muammem   Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan.
muammer   Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı.
muammerîn   (Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.
muan'an   An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.
muanaka   Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
muanat   Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.
muanber   (Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.
muanede   (Anud. dan) İnad etme, ayak direme.
muanid   İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen.
muanik   (Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan. ◊ Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.
muanne   Muhâlefet etmek, karşı gelmek.
muannid   İnadcı. Muânid.
muannif   Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan.
muanven   İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.
muar   Ödünç alınmış olan mal.
muaraza   Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
muare   Zarar etmek.
muarefe   Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm)
muarekat   (Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar.
muareke   (C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme.
muariz   Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa)
muarizîn   (Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler.
muarra   Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak.
muarreb   Arablaştırılmış. Arablaşmış.
muarref   Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. *Mat.: Sınırlı. Hududlu.
muarres   Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer.
muarrif   Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
muarrifân   (Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler.
muarrik   (Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç.
muarriye   Hekim bıçağı.
muarriz   Dokunaklı söz söyliyen.
muaşaka   Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
muasame   Hıfzetmek, korumak.
muasara   (Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama.
muasat   İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme.
muasere   Fakirlik. * Zorluk, güçlük.
muaşere   Karışmak.
muaşeret   Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
muasfer   Usfur ile boyanmış nesne.
muasî   İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran.
muaşik   (Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden.
muasir   Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
muaşir   Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan.
muaşirân   (Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler.
muasirîn   (Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar.
muasker   (Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer.
muassel   İçine bal katılmış. Ballı.
muaşşer   (Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.
muaşşeş   Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer.
muaşşir   (Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru.
muatat   Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek.
muateb(e)   Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak.
muatib   (İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan.
muattal   Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
muattar   Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
muattil   Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren.
muattila   Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
muattis   (Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı.
muattiş   (Atş. dan) Susatan, susatıcı.
muâvaza   İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile More…
muâvazaten   Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli.
muavede(t)   (Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme.
muaveme   (Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma.
muavenat   (Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler.
muavenet   Yardımcılık. Yardım. Teâvün.
muavid   Geri dönen, avdet eden.
muavin   Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru.
muaviye   Tilki eniği.
muavvak   (Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş.
muavvec   (İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş.
muavvez   Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a.
muavvik   Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.
muavvizat   (Bak: Felak)
muayede   (Îd. den) Bayramlaşmak.
muayene   Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.
muayenehane   f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer.
muayere   Ayarlama.
muayeşe   Beraberce hoşça geçinme.
muayin   (Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan.
muayyeb   (C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış.
muayyebat   (Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler.
muayyen   Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
muayyin   (Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici.
muazade   Yardım etme.
muazale   Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.
muazere   İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek. ◊ Ma'zeret, özür dileme.
muazid   Yardım eden.
muazzam   Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.
muazzamât   Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler.
muazzeb   Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
muazzef   Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi.
muazzel   Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış.
muazzez   Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş.
muazzezen   İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak.
muazzi   Sabredici.
muazzib   Ta'zib edin, azapla eziyet veren.
muazzir   (Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren.
mubadil   (Bak: Mübâdil)
mubah   (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey.
mubahase   (Bak: Mübâhese)
mubahat   (Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.
mubahhal   Cimri, tamahkâr, pinti.
mubahhar   Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış.
mubarek   (Bak: Mübârek)
mubareze   (Bak: Mübâreze)
mubasara   Görme yarışına çıkma. İki kişinin, 'hangimiz evvel görüyor' diye bir yere bakması.
mubaşeret   (Bak: Mübâşeret)
mubassir   Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.
mubataşa   İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.
mubattin   Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan.
mubemu   f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle.
mubend   f. Saç bağı.
mubid   Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam.
mubik   (C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah.
mubikat   (Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik.
mubsir   Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.
mubsirât   (Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
mubtal   İptal edilmiş.
mubtil   İptal eden.
muceb   İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.
mucer   (Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey.
mucez   (İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
mucî   (Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan.
muci'   (Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
mucib   (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
mucîb   (Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.
mucibat   (Mucib. C.) Sebepler.
mucid   Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.
muçine   f. Cımbız.
mucir   (Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir)
muciz   Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
mucîz   İcâzet veren, izin veren.
muda'   Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.
mudarebat   (Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.
mudarebe   (Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi.
mudarib   (Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.
mudcer   (Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.
mudcir   (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.
mudga   Et parçası, bir çiğnem et.
mudhak   Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.
mudhik   Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.
mudhikât   (Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.
mudhike   Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
mudî   Işık verici, parlak ve ruşen olan.
mudi'   Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
mudîk   (Bak: Muzîk)
mudill   İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
mudille   (Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.
mudiyyen   Giderek, geçerek.
mufad   (Bak: Müfad)
mufadala   (Bak: Mufâzala)
mufaddel   Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
mufaddil   Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren.
mufaddilîn   Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.
mufahham   Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük. ◊ (Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış.
mufarakat   Ayrılık, ayrılmak.
mufarrit   (Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.
mufasala   Ayrılma.
mufassal   Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
mufassalan   Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.
mufassil   Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.
mufavvaz   Yapılması ısmarlanmış.
mufavviz   Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.
mufaz   Çok, bol. Bereketli, feyizli.
mufazala   Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.
mufazzal   (Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
mufazzaz   Gümüş kaplamalı, gümüşlü.
mufazzih   Rezil eden.
mufî   İfa eden, ödeyen, yerine getiren.
mufsih   Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.
muftir   (Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden.
mug   (C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.
mug-beçegân   (Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları.
mug-kede   f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi.
mugabber   Tozlu nesne.
mugabene   (Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.
mugabese   Karıştırmak.
mugaddî   (Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
mugadere   (Mugaderet) Bırakmak, salıvermek.
mugafaza   Ansızdan tutmak.
mugalaka   Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.
mugalata   (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
mugalatat   (Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.
mugalaza   Düşmanlık, husumet, adâvet.
mugalebe   Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.
mugalgal   Haber.
mugallat(a)   (Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
mugalleb   Defâlarca mağlup olan kişi.
mugallî   (Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu.
mugamere   (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.
mugamese   Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.
mugameze   Birini göz işaretiyle zemmetme.
mugamir   Nefsini tehlikeye koyan kişi.
mugammed   (Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş.
mugammer   İşten anlamıyan bön kimse.
mugan   (Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler.
mugane   Ateşe tapan mecusilerin âyini.
mugannî   Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten.
muganniye   Şarkıcı kadın.
mugar   Düşman üzerine hücum etmek.
mugarrak   (Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü.
mugarrid   Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.
mugas   Yaban narının kökü.
mugasmer   Kaba dokunmuş kötü bez.
mugassas   Kalıba dökülmüş.
mugaşşî   (Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan.
mugattî   Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü.
mugavele   Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek.
mugavere   Yağma, çapul.
mugayebe   Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme.
mugayeret   (Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
mugayir   Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
mugaylan   Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
mugaylangâh   f. Dünya.
mugaylanzar   f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik.
mugayyeb   (C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.
mugayyebat   (Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.
mugayyebe   Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.
mugayyer   (Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
mugayyir   Tağyir eden, değiştiren.
mugazane   Gözün yanlarında olan büklüm.
mugazebe   Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.
mugazele   (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.
mugazib   Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek.
mugbeçe   (C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu.
mugber   (Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu.
mugbir   Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan.
mugf   Uyuyan.
mugfel   (Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.
mugfil   Aldatan, iğfal eden.
mugidd   Gadap edici, kızgın, hiddetlenici.
mugîs   Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin.
mugişş   Birisini fenalığa bırakan, aldatan.
muglak   (Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz.
muğlakat   (Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.
muğlakiyyet   Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.
mugliyy   Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.
mugnat   İhtiyaç.
mugnî   Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden.
mugrak   (Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.
mugre   Bulanıklık.
mugrem   Âşık, tutkun.
mugremun   Ağır borca uğratılmış olanlar.
mugrib   Anka kuşu.
mugrîl   şişmiş maktul.
mugşa   (Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş.
mugtab   Gıybet söyleyici, gıybet eden.
mugtanem   Ganimet olarak alınmış olan, alınan.
mugtasib   Gasb eden, zorla alan.
mugtebit   Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse.
mugtedî   (Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.
mugtelim   Hırs ve şehveti çok olan.
mugtemiz   Gammazlıyan.
mugtenem   (Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.
mugtenim   Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.
mugterib   (Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.
mugterif   Elini daldırarak avucuyla su alan.
mugterik   Batan, suda boğulan, garkolan.
mugtesil   (Gusl. den) Yıkanan, gusleden.
mugve   (C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.
mugzib   (Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.
muhab   Kendisinden ürkülüp korkulan.
muhaba   Korku, perva, havf, çekingenlik.
muhabbet   Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi.
muhabbetdarane   Muhabbete yakışır şekilde.
muhabbetkâr   Muhabbetli, sevgi gösteren.
muhabbetname   f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı.
muhaberat   Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
muhabere   Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.
muhabere memuru   Telgrafçı.
muhabir   Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse.
muhacat   (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme. ◊ Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.
muhacce   (Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.
muhacceb   Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış.
muhaccel   Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş.
muhaccil   (Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.
muhacemat  Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.
muhaceme   Hücum etme, saldırma.
muhacerat   Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
muhacere   Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.
muhaceret   (Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme.
muhacet   (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.
muhaceze   Fısıldamak.
muhacim   Hücum eden, saldıran.
muhacimîn   (Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.
muhacir   Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
muhacirîn   Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar)
muhadaa(t)   (Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.
muhadat   Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.
muhadda'   Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.
muhaddab   Boyanmış.
muhaddar   Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış.
muhadde   (Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış. ◊ Muhâlefet, uyuşmazlık.
muhaddeb   Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan.
muhadded   Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş. ◊ Eti buruşmuş olan.
muhadder   (Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını.
muhaddes   Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan.
muhaddid   Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.
muhaddir   Şişiren, kabartan.
muhaddir(e)   Uyuşturucu ilâç.
muhaddirat   (Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar.
muhaddis   Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
muhaddiş   Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.
muhaddisîn   Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız)
muhadea   Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.
muhademe   Hizmet etmek.
muhadenet   Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk. ◊ Barışma. * Veda etme.
muhadere   Sür'at etmek.
muhadese   (Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.
muhadeşe   Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.
muhadi'   (Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.
muhadiane   f. Aldatarak, hile yaparak.
muhadiş   Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.
muhafaza   Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak.
muhafazakâr   f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan.
muhafazat   Muhafızlık, koruyuculuk.
muhafete   Söyleme, yavaş okuma.
muhaffef   Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan.
muhaffif   (Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici.
muhafiz   Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
muhafizîn   (Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.
muhaha   Kemikten çıkan nesne.
muhak   (Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
muhakat   Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye söylemek. ◊ Bir kimseyi ahmak yerine koyma.
muhakemat  (Muhakeme. C.) Muhakemeler.
muhakeme   (C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * More…
muhakî   Benzeyen, benzer olan.
muhakka   Çekişme. * Hak iddia etme.
muhakkak(a)   (Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun.
muhakkar   Hakir görülen. Hakarete uğramış.
muhakkik   Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
muhakkikane   f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde.
muhakkikîn   Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
muhakkir   Hakir gören, zelil ve hor gören.
muhakkirâne   f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına.
muhal   İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.
muhalaa   (Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.)
muhalat   (Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.
muhalata   (Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.
muhalatât   Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.
muhale   Dostluk, sadâkat.
muhalebe   Beraberce süt sağmak.
muhalefet   Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
muhalese   Bir şeyi alıp kaçmak.
muhaleset   (Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme.
muhalhil   Havayı hafifleten.
muhalib   Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden.
muhalif   Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran. ◊ Yardımcı.
muhalifîn   Muhalif olanlar. Muhalifler.
muhalla   Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış. ◊ Süslenmiş. Süs yapılmış.
muhallak   Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer.
muhallasa   Mevruz otu denilen bir nevi ot.
muhalleb   Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış.
muhalled   (Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan.
muhalledat   (Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler.
muhalledîn   (Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler.
muhalledûn   Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.
muhallef   Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan.
muhallefat   (Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât.
muhallefe   Ölen bir adamın dul kalan karısı.
muhalles   Kurtarılmış. Tahlis olunmuş.
muhallî   Süslendiren, yaldızlayan. ◊ Boşaltan. Tahliye eden.
muhallid   (Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan.
muhallik   Tıraş eden. * Tıraş olan.
muhallil   (Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, More…
muhallim   Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.
muhallis   (Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden.
muhallit   (Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden.
muhalün aleyh   Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs.
muhalün bih   Fık: Birine havale olunan mal.
muhalün leh   Lehine gönderilen' Alacaklı olan kişi.
muhamat  Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek.
muhamere   Karışmak. * Gizlemek.
muhamese   Fısıldaşma.
muhamî   Avukat. * Himaye eden.
muhammat  Kızdırılmış nesne.
muhammed   Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir.
muhammed suresi   Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
muhammedî   Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman.
muhammediyyun   Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar.
muhammen   (Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan.
muhammer   (Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş. ◊ (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş.
muhammere   Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne.
muhammes   Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden More…
muhammez   (Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış.
muhammin   Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.
muhammir   (Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran. ◊ Kızdırıcı ilâç.
muhammis   Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava.
muhan   Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse.
muhanna   Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış.
muhannes   Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş.
muhannet   Mumyalanmış, tahnit edilmiş.
muhannit   Mumyalayan, tahnit eden.
muharebat   (Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
muharebe   (C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.
muharece   Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek.
muharede   Men'etmek, engel olmak.
muharef   Fakir.
muhareşe   Kışkırtma, halkı birbirine düşürme.
muharese(t)   (Hirâset. den) Muhâfaza, koruma.
muhareze   Saklamak.
muharib   Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen.
muharibeyn   İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib.
muharrak   (Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş.
muharrece   Boynunda tasması olan köpek.
muharref   (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
muharrefat   (Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler.
muharrem   Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim More…
muharremât   Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler.
muharrer   Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.Muharrer. İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir.
muharrerât   Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar.
muharrib   Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.
muharribîn   (Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler.
muharric   (Bak: Tahric)
muharrif   Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan.
muharrik   (Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan. ◊ Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
muharrike   Hareket veren duygu.
muharrir   Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan.
muharrirîn   (Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler.
muharris   Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran.
muharriş   Tırmalayan, azdıran, tahriş eden.
muharrisâne   f. Hırslandırırcasına.
muharrit   İshâl verici bir ilâç.
muharriz   Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden.
muhaş   Yanmış nesne.
muhasama   (Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.
muhasamat  (Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet.
muhasamet   (Bak: Muhasama)
muhasara   Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri. ◊ Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek.
muhasebat   (Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri.
muhasebe   Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.
muhasede   (Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma.
muhasib   Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.
muhasim   Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
muhasimeyn   Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.
muhasimîn   (Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar.
muhasir   (C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.
muhasirîn   (Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar.
muhasirûn   (Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.
muhaşşa   Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş.
muhassal   Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.
muhassala   (Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke.
muhassan   (Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.
muhassas   Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.
muhassasat   (Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.
muhaşşem   Sarhoş, mest.
muhassenat   (Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler.
muhasser   Hasret kalmış, tahsir olunmuş.
muhaşşi   Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen.
muhaşşî   (Haşyet. den) Korkutan, ürküten.
muhaşşi'   Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran.
muhaşşid   Tahşideden. Bir yere toplayan.
muhassil   Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren. ◊ Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.
muhaşşim   Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.
muhassin   Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın) ◊ (Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren.
muhaşşin   Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren.
muhassir   Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki. ◊ (C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara More…
muhassirîn   (Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.
muhassis   Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren.
muhat   İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan. ◊ Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim.
muhatab   Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
muhataba   Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme.
muhatabat   (Muhâtaba. C.) Konuşmalar.
muhatara   Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan.
muhatarat   (Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler.
muhatib   (Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.
muhattat   (Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış.
muhattata   İstasyon.
muhattit   (Hatt. dan) Çizen, resmini yapan.
muhavele   İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme.
muhaverat   (Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
muhavere   (C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.
muhaveze   Muhalefet, uyuşmazlık.
muhavvef   Korkulu. Korkutulmuş.
muhavvel   Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış.
muhavven   Hâinleşen. Tahvin edilen.
muhavvet   Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer.
muhavvic   Muhtaç edici.
muhavvif   Korkutan. Korkutucu.
muhavvifâne   f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle.
muhavvil   Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden.
muhavvile   (Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.
muhavvit   Duvar çeken, tahvit eden.
muhaya   Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma.
muhayee   Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.
muhayene   Belirli bir zaman için kiralama.
muhayya   Yüz, vech.
muhayyeb   Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış.
muhayyeben   Mahrum ederek. Yoksun bırakarak.
muhayyel   Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
muhayyelat   (Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler.
muhayyem   (Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri.
muhayyemgâh   f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh.
muhayyer   (Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
muhayyib   Yoksun bırakan, mahrum kılan.
muhayyibâne   f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına.
muhayyil   Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.
muhayyile   Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
muhayyir   İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan. ◊ Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren.
muhazah   Mukabele olmak, karşılık olmak.
muhazane   Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek.
muhazara   (C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme. ◊ Yemiş olmadan henüz ham iken satmak.
muhazarât   (Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.
muhazat   Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak. ◊ Yüz yüze gelme, karşılaşma.
muhazele   Hakirlik, aşağılık, rezillik.
muhazere   Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak.
muhazî   (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.
muhazreb   Katı bükülmüş ip.
muhazza   Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.
muhazzab   Boyanmış, tahzib olunmuş.
muhazzar   Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.
muhazzi'   Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.
muhazzil   Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden. ◊ Korkutucu.
muhazzilâne   f. Alçaklık ve bayağılıkla.
muhazzir   Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.
muhbir   Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.
muhbit   Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.
muhcen   Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.
muhda' (mihda')   Kiler.
muhdar   (Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak.
muhdec   İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan.
muhdes   İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
muhdî   (Bak: Mühdi)
muhdis   Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran.
muheyh   Beyincik.
muhfes   Seri, hızlı.
muhh   (C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde. ◊ Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak.
muhibb   Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen.
muhibban   f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları.
muhibbane   f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette.
muhibbe   Kadın sevgili. Kadın dost.
muhibbî   Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.
muhîf   (Muhife) Korkunç. Korkutucu.
muhikk   (Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan.
muhikkane   f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle.
muhîl   İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden.
muhîlî   Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile.
muhill   (Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran.
muhin   Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden.
muhiş   Korkutan, korku veren.
muhîs   Zindan.
muhiss   (Hiss. den) Hissettiren, duyuran.
muhit   İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
muhitat   (Muhit. C.) Çevreler, muhitler.
muhkem   Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.
muhkemat  Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
muhkim   Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden.
muhla   Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti.
muhled   Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.
muhles   İhlâsı dâimi olan. Devâmlı hâlis olan. ◊ Orta yaşlı kimse.
muhlevlak   Düz kaypak nesne.
muhlik   (Bak: Mühlik)
muhlis   Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız. ◊ Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse.
muhlisâne   f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla.
muhlisen   Hâlis olarak. Muhlis olarak.
muhmel   Tüylü ve saçaklı nesne.
muhmid   Ateşin alevini bastıran.
muhnak   (C: Mehânik) Zayıflamış davar.
muhnik   (Hank. dan) Boğucu, boğan.
muhnis   'Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.' ◊ Birine verdiği sözü geri alan.
muhraza   (C: Mehârız) Çöğen koyacak kap.
muhrec   (Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti çıkarılmış.
muhrenbik   Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse.
muhrenşim   Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi.
muhrenzim   Gadaplı, hışımlı, kızgın.
muhrez   Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.
muhrib   Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi. ◊ Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden.
muhribîn   (Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler.
muhrice   Çıkrıkçı.
muhrik   Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden.
muhrik-dem   f. Nefesi yakıcı olan. Âşık.
muhriz   (İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan.
muhsan   Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül vasıflarını câmi olan kimse.
muhsanat   (Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar.
muhsane   Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın.
muhsar   (Bak: İhsar)
muhsî   Sayı sayan.
muhsin   İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden. ◊ Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.
muhsinîn   (Muhsin. C.) Muhsinler.
muhtac   İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
muhtacîn   (Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar.
muhtaciyet   İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk.
muhtal   (Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci. ◊ Mütekebbir. Kibirli.
muhtale   Hileci ve dalavereci kadın.
muhtan   Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden.
muhtar   İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan More…
muhtariyet   Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma.
muhtasar   Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.
muhtasaran   Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda.
muhtasid   (Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen.
muhtasim   Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden.
muhtasira   Kısaltma. Hülâsa.
muhtass   (C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan.
muhtassan   Ençok, bilhassa. Daha ziyâde.
muhtassîn   (Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler.
muhtatib   Nikâhla isteyen.
muhtatif   Göz kamaştıran. * Kapıp götüren.
muhtazar   Hazırlanmış. * Ölüme hazır.
muhtazi'   Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.
muhtaziâne   f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek.
muhtazib   Renklenen, boyanan.
muhtazir   Can çekişen.
muhtazirane   Can çekişiyormuşcasına.
muhteba   'Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.'
muhteber   Tecrübe ve imtihan eden, deneyen.
muhtebes   (Habs.den) Hapsedilmiş.
muhtebil   Delirmiş olan.
muhtebir   Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen.
muhtebirâne   f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda.
muhtebis   Zorla alan.
muhtebit   Gece vakti dilenen.
muhtecib   Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.
muhted   (Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş.
muhtedi'   Hilekâr. Dolandırıcı.
muhtediâne   f. Hile ve dalaverecilikle.
muhtefî   Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden.
muhtefid   Seri kesici olan.
muhtekir   İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr) ◊ Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi More…
muhtekirâne   f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla.
muhtekirîn   (Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular.
muhtelef   Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş.
muhteli'   Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın.
muhtelib   Hilekâr, aldatıcı, hile yapan, dalavereci.
muhtelic   (Halecân. dan) (Kendi elinde olmıyarak) titreyen.
muhtelif(e)   Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
muhtelik   Yalancı. Yalan uyduran. ◊ Tıraş eden.
muhtelim   İhtilâm olmuş.
muhtelis   Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan.
muhtelisâne   f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına.
muhtelit   Karışmış. Karışık. Karma.
muhtell   Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan.
muhtemel   (Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul.
muhtemelat   (Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler.
muhtemer   Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.
muhtemî   Perhiz yapan. İhtima eden.
muhtemir   (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.
muhtenik   (Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş.
muhter   Yol, tarik.
muhtera'   İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş.
muhteraat   Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.
muhterem   Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse.
muhteri'   Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.
muhteriâne   f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada bulunarak.
muhterib   (C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib.
muhteribîn   (Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler.
muhterif(e)   (Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri.
muhterik   Ateşle yanmış olan. Yanan.
muhteris   İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen. ◊ (Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen.
muhteriz   Sakınan. Çekinen. Çekingen.
muhterizâne   f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine.
muhteşem   Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük.
muhteşi'   Kendini aşağı gören.
muhtesib   (Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab)
muhteşid   Biriken, toplanan.
muhtetib   (Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan.
muhtetim   Sona erdiren. Hitâma vardıran.
muhtetin   Sünnet olmuş.
muhteva   Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.
muhtevî   İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan.
muhteviyyât   İçindekiler. Kapladığı şeyler.
muhtezen   Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş.
muhtezin   Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder.
muhtezir   Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz)
muhtî   Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan.
muhtir   (Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan.
muhtira   Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere.
muhvil   Bir yaş tamamlamış.
muhyem   (C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri.
muhyî   Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i More…
muhzar   İnce belli. Beli ince olan.
muhzin   (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.
muhzir   (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.
muîd   Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad More…
muidd   Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan.
muîl   Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse.
muill   Hasta eden.
muîn   Yardımcı. Muâvin. İane eden.
muîr   Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren.
muizz   İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen.
muje   f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün.
mujik   (Rusça) Rus köylüsüne verilen isim.
muk   Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen çizme. ◊ f. Diken.
muk'abe   Kadeh gibi çukur göbek.
muk'ad   Kötürüm.
muka   Islık çalmak.
muka'ar   (Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük.
muka'ariyet   Çukurluk, oyukluk.
mukabbeb   (Kubbe. den) Kubbeli.
mukabbel   (Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş.
mukabbil   (C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden.
mukabbilîn   (Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler.
mukabbiz   (Kabz. dan) Sıkan, daraltan.
mukabede   şiddet ve zahmet vermek.
mukabele   Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın More…
mukâbele   'Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak. * Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; 'başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile More…
mukabil   Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
mukad   Ağır yüklü.
mukadded   Parçalanmış.
mukaddem   Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.
mukaddema   Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel.
mukaddemat  (Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar.
mukaddeme   İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.
mukadder   Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan.
mukadderat   (Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Kader)
mukaddes   (Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi.
mukaddesât   (Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar.
mukaddim   (Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. * Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, ('mukdim-ül ayn' da derler.)
mukaddimat  (Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler.
mukaddime   Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. More…
mukaddir   Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.
mukaddirâne   f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde.
mukaddirîn   (Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler.
mukaffa   Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden.
mukaffel   (Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli.
mukaffî   Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir.
mukahhir   (Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden.
mukalkal   Kararsız. * Şarap, hamr.
mukalkale   şişe. Sürahi.
mukalled   (Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan.
mukallef   Kalafatlanmış, taklif edilmiş.
mukallib   (Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren.
mukallid   Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna takan, asan. * Kuşatan.
mukallidâne   f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına.
mukallidîn   (Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar. Boyuna takanlar.
mukallis   Ağaç oynatıcı.
mukam   Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet.
mukame   İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
mukameha   Başını yukarı kaldırmak.
mukamere   Kumar oynama.
mukamik   Sözü boğazı içinden söyleyen.
mukamir   Kumarbaz. Kumar oynatan.
mukanat   Karıştırmak.
mukanfez   Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi.
mukanna'   Peçeli.
mukannen   (Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. * Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan.
mukannibe   Gelin süsleyen kadın.
mukannin   Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan.
mukannit   Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.
mukantar(a)   (Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. * Muhkem.
mukantarat   (Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar.
mukaraa   (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir şeyin taksiminde atışmak.
mukaraza   Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme.
mukarebet   (Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık.
mukarenet   (A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek. Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek.
mukarib   Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.
mukarin   Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan.
mukarnes   Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe.
mukarr   (Karâr. dan) İkrâr olunmuş. 'Vardır, öyledir evet.' denilmiş.
mukarre   Göz yaşının durması.
mukarreb   (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
mukarrebun (mukarrebîn)   Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
mukarren   Bağlanmış nesne.
mukarrer   Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.
mukarrerât   Kararlaştırılan şeyler, kararlar.
mukarri'   Azarlıyan, paylıyan, başa kakan.
mukarrib   Takrib eden. Yaklaştıran.
mukarrih   (C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç.
mukarrihat   (Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar.
mukarrin   Birlikte bulunduran.
mukarrir   (Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris.
mukarriz   (C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden.
mukarrizîn   (Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler.
mukasat   Zahmet ve eziyet çekme.
mukaseme   (Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme.
mukasim   (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden.
mukasmel   Asâsı çok şiddetli olan.
mukassa   Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.
mukassat   (Kıst. dan) Taksitli.
mukassatan   Taksitli olarak, taksitle.
mukassem   (Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü.
mukaşşer   (Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş.
mukassî   (Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar.
mukassim   (Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden.
mukassir   Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü yetmediği için yapmayan.
mukataa   (Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. * Ekilen toprak için verilen muayyen vergi. More…
mukatane   Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek.
mukatelat   (Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. * Vuruşmalar, düello yapmalar.
mukatele   (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.
mukatil   (Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan.
mukatilun   (Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler.
mukatta'   Kesilmiş. * Parçalanmış.
mukattaa   (Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.
mukattaat   (Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.
mukattar   (Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su.
mukattarat   (Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular.
mukavelat   (Mukavele. C.) Mukaveleler.
mukavelat muharriri   Noter. Kâtib-i adl.
mukavele   Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.
mukavelename   Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt.
mukavemet   Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
mukavemet-şiken   f. Mukavemeti kıran.
mukavemet-suz   f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
mukavere   Zayıflamak.
mukavim   Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
mukavimîn   (Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler.
mukavva   (Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş.
mukavver   Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş.
mukavves   (Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü.
mukavvî   Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç.
mukavvim   Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu.
mukayaza   Trampa etme, değişme. Mübadele.
mukayefe   Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek.
mukayesat   (Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler.
mukayese   (Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma.
mukayyed   Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip More…
mukayyi   Kay ettiren, kusturan.
mukayyiat   (Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar.
mukayyid   Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan.
mukayyidîn   (Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler.
mukazefe   Sövüşmek.
mukazzez   Heyeti hafif olan kimse.
mukbil   Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar.
mukbilan   (Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler.
mukbilîn   (Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar.
mukdim   İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.
mukdimâne   f. Gayret ve dikkatle.
mukes'al   İyi yonulmamış ok.
mukhem   Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime.
mukibb   Lüzumlu olan, icab eden.
mûkid   Ateş yakan.
mukîl   Hataları, yanlışları afveden.
mukill   Malı az olan. Fakir.
mukillîn   Fakirler. Muhtaç olanlar.
mukîm   İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. * Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene More…
mûkin   Şüphesiz ve kat'i olarak bilen.
mûkinûn   Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin)
mûkir   Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.
mukirr   (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.
mukît   Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren.
mûkiz   (Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran.
mukka   (C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş.
mukle   (C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için kullanılan taş.
mukmah   Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.
mukmehun   Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.
mukmir(e)   (Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış.
mukni'   İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.
muknia   Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.
mukraz   (Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş.
mukrem   Bir kavmin ulusu, seyyidi.
mukri'   Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan.
mukrib (mukreb)   Nöbete tutulmuş at.
mukrif   Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi olmayan deve.
mukrin   Birlikte. Berâber.
mukriz   (Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren.
muksa   Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış.
mukşa   Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş.
mukşairr   Ürperen.
muksem   (Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş.
muksim   (Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden.
muksit   Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
muksitîn   (Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler.
muktasir   Kısa kesen, uzatmıyan.
muktataf   (C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme, toplama. Derlenmiş.
muktatafat   (Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler.
muktatif   (İktitaf. dan) Derleyen, toplayan.
mukteb   (C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse.
muktebes   İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan.
muktebesat   (Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler.
muktebis   (C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.
muktebisîn   (Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar.
mukteda   Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam.
muktedî   Tâbi olan, uyan. İmama uyan.
muktedir   Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı.
muktedirîn   (Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler.
muktef   Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş' meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir.
muktefa   (Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş.
muktefî   Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan.
muktehim   Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham)
muktela'   (Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan.
mukteli'   (Kal'. den) Kökünden koparan.
mukterih   Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.
mukterin   (İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden.
mukteseb   (Bak: Mükteseb)
muktesid   İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad)
muktesidan   (Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.
muktesir   Kısa kesen, iktisar eden.
mukteza   Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza)
muktezî   (Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden. Gerekli. Lâzım.
mukteziyyat   İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler.
muktir   Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.
mukvere   İnce, zayıf kadın.
mukza   Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş.
mukza'   Seri, hafif nesne.
mukzî   Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış.
mukzi'   Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan.
mulekkin   (Bak: Mülekkın)
muli'   Tutkun, düşkün, ihtiraslı.
mulif   (Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş.
mulim   (Elem. den) Elem ve keder verici.
mum   f. Yumuşak. * Mum.
mumahele   Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık.
mumatele   (Bak: Mümatala)
mumdar   f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan.
mumîl   Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren.
mumiyan   f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler.
mumya   f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. * Çok zayıf (kimse).
mumza   (Mazâ. dan) İmza edilmiş olan.
munassab   (Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan.
munazzaf   (Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş.
munazzama   Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli.
munazzim   Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan.
mundak   Dövülüp ufalanmış.
munfasî   Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan.
munfasil   İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.
munfasil zamir   Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.
munfasilan   Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda.
munfasim   Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen.
munfatir   Yarılan, infitar eden.
munfazih   Rezil ve kepaze olmuş.
munika   Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.
munis   Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
munise   Hayat yoldaşı. Can yoldaşı.
munkabiz   Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.
munkalib   İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen.
munkariz   İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş.
munsabb   (Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.
munsabig   (Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.
munsadi'   Yarılmış, bölünmüş.
munsalih   Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan.
munsamî   Dökülüp akıtılmış.
munsarif   (Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim.
munsarih   (Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.
munsarim   Kesilen, kat edilen.
munsif   İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden.
munsifâne   İnsaflıca. İnsaflılıkla.
muntabi'   (Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış. * Hoş görülen, güzel.
muntabih   (Tabh. dan) Pişmiş, pişen.
muntabik   İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun.
muntafi   Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış.
muntalik   (Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli.
muntamis   Belirsiz olan. İntımâs eden.
muntasif   (Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış.
muntasih   (Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen.
muntasihâne   f. Nasihat dinliyerek.
muntasir   Öç alan. İntikam alan.
muntavî   (Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.
muntavi'   Söz dinler. Muti.
muntazam   Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma.
muntazaman   İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli olarak. Dâima.
muntazar   Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen.
muntazir   Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.
muntaziran   Bekliyerek, intizâr ederek.
muntazirâne   f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek.
muntazirîn   (Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler.
munzacir   Yüreği sıkılmış.
munzalim   Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen.
munzamm   Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan.
munzar   Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış.
munzic   Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. * Kemâle eren, inzâc eden.
munzicât   Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar).
mur   f. Karınca. Neml.
mura   Kedi sesi. Kedi miyavlaması.
murabaa   Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma.
murabaha   Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek. * Fâiz ile para alıp vermek.
murabata   Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. * Mülâzemet etmek. * Bağlamak.
murabba   Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme.
murabbanişin   f. Bağdaş kurup oturan.
murabbayat   (Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları.
murabit   Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.
murabitîn   (Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler.
murad   İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel.
murafaa   Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.
murafakat   Beraberlik, arkadaşlık.
murafi'   (Ref'. den) Murâfaa eden.
murafik   Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş.
muragabet   Arzu etme, dileme.
muragib   Rağbet eden.
murahham   Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.
murahhas   Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse.
murahhasa   Ermeni piskoposu.
murahhasiyet   Murahhaslık, delegelik.
murahhil   (Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden.
muraî   Riayet eden. Bakıp gözeten. ◊ (Bak: Mürâi)
murakabe   Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini.
murakasa   (Raks. dan) Raksetme, dans.
murakib   Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a (C.C.) bağlanmış olan.
murakka'   (Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış.
murakkak   (Rikkat. den) İnce. İncelmiş.
murakkam   (Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı konulmuş.
murakkan   Bozulmuş, aradan çıkarılmış.
murakkik   'Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki,  şunlardır. Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, 
murakkim   (Rakam. dan) Pusulanın iğnesi.
muran   (Mur. C.) Karıncalar.
murane   f. Karıncavâri, karınca gibi.
murasade   (Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma.
murassa'   Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı. More…
murassaat   (Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler.
murassas   Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış.
muravaga   Güreşme.
muravaza   Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma.
murazaa   (Rızâ. dan) Emzirme.
murçe   f. Küçük karınca.
murd   f. Mersin ağacı.
murdar   f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan.
murdia   Süt emziren. Süt anası.
muris   Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan.
murtabit   Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.
murtad   (Bak: Mürted)
murtaz   Alıştırılmış, tâlimli hayvan.
murtazi'   (Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden.
murteza   Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı.
murzi'   (Rızâ. dan) Çocuk emziren.
murzia   (Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın.
mus   Bıçak.
mus'a   (C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı.
mus'ab   Aygır at. * Her nesnenin erkeği.
musa   Vasiyet olunan mal. * Menfaat.
musa bih   Vasiyyet olunan şey.
musaara   Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.
musab   Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan. ◊ Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan.
musabbag   Boyalı, boyanmış.
musabe   Musibet, belâ, âfet.
musaberet   Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.
musabiyet   Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.
musadakat   (Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk.
musadda'   (Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş.
musaddak   Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.
musaddar   (Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş.
musadde   Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık.
musaddi'   Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden.
musaddik   Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden.
musade   Avlanan canavar.
musadefe   Bulmak. * Yetişmek.
musadeka   Dostluk.
musademat  Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.
musademe   İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak.
musadere   Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere)
musaf   Cenk, harp.
na   Arabçada 'Biz' mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ  - 'Kitabımız' misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir. 
na'ab   Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi.
na'al   Nalbant. Nalin yapan.
na'ar   Fesad ve fitneye çalışan. * Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.
na'b   Karga veya horoz ibiği.
na'büdü   Biz ibadet ederiz mânâsında fiil. ( Bak: Nun-u na'büdü)
na'c   (C: Niâc-Neacât) Koyun.
na'cat   (Na'ce. C.) Dişi koyunlar.
na'ce   (C.: Niâc-Na'cât) Dişi koyun. * Dişi sülün. * Kadına da istiare ile söylenir.
na'çe   f. Yumuşak yer.
na'f   Sütü çok olan deve.
na'k   Karga avazı. * Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
na'l   Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir. * Oturulacak yerlerin en aşağısı.
na'l-bur   f. Nal, çivi vs. satan veya yapan kimse. Nalbur.
na'l-tiraş   f. Ağaç ayakkabı yapan kimse. * Nalıncı.
na'leyn   Bir çift ayakkabı. * Bir çift nalın.
na'lî   Nal biçiminde olan.
na'ma   Rahatlık, nimet. Minnet, ihsan ve atiyye. İyi halde bulunmak.
na'man   Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı.
na'me   Derinin nazik olması. * Hoş dirlikli olmak.
na'na   (C.: Neâni-Ne'nâ') Nâne. * Uzun boylu adam.
na'naa   Irak etmek, uzaklaştırmak. * Hızlı konuşmak, tez tez söylemek. * Katı deprenmek. * Yemeğe nane koymak.
na'r   Çağırmak. * Haykırmak. * Burun içinden çıkan ses. * Gitmek. * Firar, kaçmak. * Galeyan.
na'ra   (C.: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma. * Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden More…
na'rat   (Bak: Na'ra)
na're   Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma. * Burun içinden çıkan ses.
na're-endâz   f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran.
na'rezen   f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran.
na's   Uykusu gelmek. Uyku bastırmak.
na'ş   Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. * Cansız vücud.
na'san   Uykusu gelmiş olan adam.
na'sel   Erkek sırtlan. * Uzun sakallı bir kimsenin adı.
na'sele   Yaşlıların yürüyüşü.
na't   Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı medhederek yazılan kaside.
na'y   Ölüm haberi getirmek.
na'ye   Birisinin öldüğünü bildiren söz. * Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.
na'z   Münteşir olmak, yayılmak. * Kıvama gelmek.
na-aşna   f. Bilinmeyen, yabancı.
na-balig   f. Henüz büluğa ermemiş, daha bâliğ olmamış. * Erişmemiş, yetişmemiş.
na-bayeste   f. Lüzumsuz, gereksiz. Uygun ve münasib olmıyan.
na-beca   f. Yersiz, uygunsuz, münasebetsiz.
na-behencar   f. Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz.
na-behengâm   f. Vakitsiz, mevsimsiz, zamansız.
na-behre   f. Azim, ulu. * Karışık. * Soysuz.
na-bekaide   f. Kural ve kaideye uymayan. Kaidesiz, kuralsız, nizamsız.
na-bemahal   f. Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. * Münasebetsiz. Yersiz.
na-besî   f. Yokluk, adem.
na-besud   f. El dokunulmamış, el değmemiş, yeni şey.
na-binayî   f. Körlük, a'mâlık.
na-budmend   f. Yoksul, fakir.
na-caiz   f. Yapılmaz, câiz değil.
na-çar   f. Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan.
na-çarî   f. Çaresizlik.
na-çespan   f. Uygun ve yakışık olmıyan.
na-cins   f. Aynı cinsten olmayan. * Cinsi bozuk.
na-çizî   f. Naçizlik, ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, değersizlik.
na-cunban   f. Kımıldamaz. Yerinde durur. Sağlam.
na-dan   f. Cahil, bilmez, haddini bilmez.
nâ-danî   f. Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. * Cahillik.
nâ-danist   (Nâ-dâniste) f. Câhil, bilmez.
na-darî   f. Olmamazlık, bulunmayış.
na-daşt   f. Hayâsız, utanmaz.
na-demsaz   f. Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz.
na-deride   f. Delinmemiş, delik açılmamış.
na-dide   f. Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş.
na-dürüst   f. Doğru olmayan. Eğri. * Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. * Yanlış, haksız.
na-dürüstî   f. Gerçek olmama, doğru olmama.
na-ehil   f. Ehliyetsiz, beceriksiz. Ehil olmayan.
na-endam   f. Muntazam olmıyan. Biçimsiz, gayr-ı muntazam.
na-endiş   f. Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak.
na-endişîde   f. Düşünülmemiş.
nâ-evs   f. Manastır, kilise.
na-fercam   f. Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız.
na-gehan   f. Birdenbire, ansızın, âniden.
na-güşade   f. Kapalı, açılmamış.
na-güvar   (Nâ-güvâre) f. Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. * Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey.
na-hah   f. İstemeyerek, râzı olmayarak. Zoraki.
na-hak   f. Haksız, beyhude, boş.
na-hande   f. Câhil, ümmi, okumamış.
na-hast   f. İsteksiz. İstenilmemiş. İstemeden. ◊ f. Kötürüm.
na-hemta   f. Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan.
na-hemvar   f. Eğri, düz olmayan. * Uymayan, mutabık gelmeyen. * Uygunsuz.
na-hencar   f. Doğru olmayan.
na-hoş   f. Hoş olmayan, hoşa gitmeyen.
na-hoş-güvar   f. Hazmı zor, sindirimi güç. Tatsız.
na-hoşî   f. Nahoşluk, fenalık, iğrençlik. Hoşa gitmemeklik.
na-hoşnud   f. Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun.
na-huda   f. Allah'tan korkmaz. * Gemi kaptanı.
na-insaf   f. İnsafsız. İnsafı bulunmayan.
na-ka'ryab   f. Dibi bulunmayan, dipsiz.
na-kabil   f. Mümkün olmayan. Kabil olmayan. * Câhil, kabiliyetsiz.
na-kabul   f. Kabiliyetsiz, istidatsız.
na-kâfi   f. Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil.
na-kâm   f. Muradına eremeyen, tali'siz. Arzusuna kavuşamayan.
nâ-kâmî   f. Mahrumiyet, bahtsızlık. isteğine kavuşamama.
na-kâre   f. Bir işe yaramaz olan.
na-kaste   f. Eksiksiz, noksansız. Tamam.
na-kerde   f. Yapılmamış, olmamış.
na-kes   f. Hasis olan. * Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni.
na-kesâne   f. Alçakçasına. * Cimrilik ve tamahkârlıkla.
na-layik   f. Lâyık olmayan.
na-ma'dud   f. Sayılmaz, çok. Sayısız.
na-ma'kul   f. Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan.
na-ma'lum   f. Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan.
na-ma'ruf   f. Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan.
na-mağlub   f. Yenilmez, mağlub edilmez.
na-mahdud   f. Hudutsuz, sınırsız, sonsuz.
na-mahrem   f. Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. * Yabancı.
na-mahremiyet   f. Namahremlik.
na-mahsur   f. Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz.
na-makbul   f. Makbule geçmez, kabul olmayan. Kabul edilmeyen.
na-marzi   f. Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan.
na-matbu   f. Basılmamış, tab edilmemiş yazı.
na-me'mul   f. Umulmadık, beklenmedik anda.
na-mefhum   f. Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz.
na-mer'î   f. Görülmez. Mer'î olmayan.
na-merbut   f. Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan.
na-merd   f. Korkak. * İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz.
nâ-merdâne   f. Namerdcesine, alçakçasına.
nâ-merdî   f. Namerdlik, alçaklık, zillet. * Korkaklık.
na-mergub   f. Beğenilmeyen, rağbet olunmayan.
na-mes'ud   f. Mes'ud ve mübârek olmayan. Uğursuz.
na-mesbuk   f. Benzeri hiç olmamış, geçmemiş.
na-meşhud   f. Gözle görülmemiş, şâhit olunmamış.
na-mesmu'   f. İşitilmeğe değmez. * İşitilmemiş, duyulmamış.
na-meşru   f. Meşru olmayan, şeriat harici. * Kanunsuz, uygunsuz. * Günah olan şeyler.
na-mestur   f. Açık, meydanda, âşikâr. * Örtülmemiş.
na-mevzun   f. Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. * Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume.
na-meysur   f. Ele geçirememiş. Elde edememiş. * İşi kolaylaştırılmış.
na-mihr-ban   f. Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz.
na-mihr-banî   f. Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik.
na-mizac   f. Keyifsiz, rahatsız, hasta.
na-mizacî   f. Keyifsizlik, rahatsızlık, hastalık.
na-mübarek   f. Uğursuz, meymenetsiz.
na-mühezzeb   f. Terbiye görmemiş, ıslah edilmemiş.
na-mülayim   f. Uygun olmayan. * Çetin, sert.
na-münasib   f. Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan.
na-murad   f. Mahrum kalan, muradına eremeyen.
na-müsaid   f. Elverişsiz. Müsaid olmayan.
na-müstaid   f. Müstaid olmayan. Olgunlaşma kabiliyeti olmayan. İstidatsız.
na-mutasavver   f. Hatır ve hayale gelmez.
na-mütenahi   f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz.
na-muvafik   f. Muvafık gelmeyen, uygun olmayan.
na-müvecceh   f. Yöneltilmemiş, tevcih edilmemiş.
na-müyesser   f. Elden gelmeyen, müyesser olmayan.
na-pâk   f. Temiz olmayan, pis, kirli.
nâ-pâkî   f. Pislik, murdarlık.
na-paydar   f. Süreksiz, geçici. Sebatsız, kararsız, durmaz.
na-perva   f. Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. * Sersem.
na-pesend   f. Beğenilmez.
na-peyda   f. Görünmeyen, açıkta değil, belirsiz.
na-pezir   f. Olmaz, olamaz, kabul etmez.
na-puhte   f. Ham, çiğ, pişmemiş. * Mc: Acemi, tecrübesiz, toy.
na-rast   f. Eğri. Doğru olmayan.
na-refte   f. Gidilmemiş, geçilmemiş. Kimsenin gidip geçmediği yer.
na-resa   f. Yetişmemiş, ham. * Uygun ve münasib olmayan.
na-resayî   f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik. * Hamlık.
na-reşid   f. Kemâle ermemiş, olgunlaşmamış.
na-şad   f. Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli.
na-şadî   f. Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık.
na-saf   f. Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan.
na-savab   f. Doğru olmayan, yanlış.
na-şayeste   f. Lâyık olmayan. Lâyık değil.
na-saz   f. Münasebetsiz. uygunsuz, uymaz.
na-sazî   f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik, uymazlık.
na-sazkâr   f. Uygun görmeyen, muhâlif. * Beklenmemiş, işitilmemiş. * Münâsebetsiz işle uğraşan.
na-sazkârî   f. Uygunsuz iş yapma, münâsebetsiz iş görme. * Zıtlık, uygunsuzluk.
na-sencide   f. Ölçülmemiş, tartılmamış. * İyi düşünülmemiş. * Değerlenmemiş.
na-seza   f. Münasib olmayan, lâyık olmayan.
na-şikib   f. Sabırsız.
na-şikibâne   f. Sabırsızlıkla.
na-şikibânî   f. Sabırsızlık.
na-şikibî   f. Sabırsızlık.
na-şinas   f. Bilmez, câhil. * Tanımaz olan, tanımayan.
na-şinide   f. Duyulmamış, işitilmemiş.
na-sipas   f. Nankör. Şükretmeyen.
na-şita   f. Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma.
na-sude   f. Dinlenmemiş, istirahat etmemiş.
na-süfte   f. Delinmemiş, deliksiz.
na-şüküfte   f. Açılmamış, taze.
na-şüste   f. Yıkanmamış.
na-tamam   f. Tamamlanmamış, bitmemiş, yarı kalmış.
na-tamamî   f. Eksiklik, noksanlık.
na-tevan   f. (Bak: Na-tuvan)
na-tiraş   f. Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba.
na-tuvan   (Nâtüvân) f. İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz.
na-tuvanî   f. Güçsüzlük, zayıflık, kuvvetsizlik.
na-ümid   f. Ümidsiz. Ümidi kırılmış.
na-ümidî   f. Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet.
na-üstüvar   f. Dayanıksız, sağlam olmıyan. * Münasebetsiz.
na-yab   f. Bulunmaz. * Benzeri olmaz. Nâdir. Ender.
na-yeste   f. Lâyık olmıyan.
na-zad   (Na-zade) f. Doğmamış. * Olmayacak.
naam   (Bak: Neam)
naat   (Bak: Na't)
nab   f. Katıksız, hâlis, saf. * Oluk. * Berrak. ◊ (C.: Enyâb) Azı dişi. * Yaşlı deve.
nabazan   Nabız atması, damar vurması.
nabi   Haber veren, haberci. * Urfa'lı kıymetli bir şâirin ismi. (Mil: 1626- 1712) ◊ Yüksek, yüce.
nabi'   (Nâbia) (Nebean. dan) Yerden fışkıran, kaynayan, akan.
nabiga   (C.: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse. * Sonradan şâir olan. * Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.
nabil   Ok yapan. * Üstad, hâzık kimse. * Irgaç.
nabit   Ağaç ve nebat gibi yerden bitip büyüyen.
nabite   Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk.
nâbiz   Hareket eden.
nabiz   Atar damarın vuruşu. Şah damarının atması. Kırmızı kan damarının oynaması hali. ◊ Savaşçı, muharip, savaşan.
nabiz-âşnâ   f. Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen.
nabiz-gir   f. Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen.
nâbiza   (C.: Nevâbız) Nabız damarı.
nabud   (Nâ-bud) f. Mâdum, yok olan, bulunmayan. * İflas etmiş. Perişan olmuş. * Sonradan yok olan.
nabz   (Bak: Nabız)
nabz-aşna   f. Nabızdan anlayan, mizac bilen.
nabz-gir   f. Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen.
nabza   Damarın bir defa atması.
nabzî   Damarın atmasıyla ilgili.
nacak   Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.
naci   Kurtulan. Necat bulan. * (Mil: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi 'Fetva' kelimesine kadar hazırlamıştır.
naci'   Hazmı kolay olan yiyecek.
naci(ye)   Kurtulmuş, necat bulmuş. Cennetlik olan.
nacil   Nesli kerim, şerefli olan, soyu temiz.
nacileyn   Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.
nacir   Ağaçlarda yaprak saplarının dibindeki filiz.
nacis   İyileşmez hastalık.
naciş   Avı ürküterek avcının tarafına kovalayan adam.
naciye   (C.: Nâciyât) Sür'atli deve.
naciz   Azı dişi. ◊ Hâzır.
naçiz   (Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz.
naçizane   f. Çok ehemmiyetsiz olarak. Pek ufak olarak.
nacu   f. Çam ağacı.
nacud   f. Büyük kadeh.
nacur   Sırça tabak.
nacüv   f. Çam ağacı.
nadar   (Nadâret) Altun.
nadas   Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama.
nadc   Kıvam. Büluğa erme. Pişme.
nadd   Azık, rızık.
naddahatan   Püsküren çifte pınarlar.
nadh   Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak. * Musallat olanı defetmek. * Suyun feveran etmesi, püskürmesi.
nadi   Nidâ eden, haykıran, çağıran. * Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları.
nadib   Geçmiş. * Hafif adam. * Yas tutan.
nadic   (C.: Nevadıc) Olgunlaşmış, olmuş, kıvama gelmiş. ◊ Olgun meyve. * İyi pişmiş et.
nadid   Salkımları sık olan üzüm veya muz. * İçi doldurulmuş yastık, minder, şilte gibi şeyler.
nadim   Nedamet etmiş, pişman.
nadimâne   f. Pişmanlıkla, pişman olarak, nedamet duyarak.
nadimiyet   Pişmanlık, nedamet.
nadir(e)   Az bulunan. Seyrek.
nadirât   Az bulunan şeyler.
nadire-perdâz   f. Güzel söz söyleyen.
nadire-senc   f. Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse.
nadiredân   f. Zarif, âlim.
nadirekâr   f. Nâdir işler ve san'atlar yapan.
nadiren   Nâdir ve az olarak. Çok aralıklı. Pek az bulunur.
nadiret   Güzellik, parlaklık, tazelik. * Hoş ve lâtif.
nadiye   Sudan uzak olan hurma ağacı.
nâf   f. Göbek. * Mc: Orta.
nafaka   Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası.
nafakat   (Nafaka. C.) Nafakalar.
nafata   Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.
nafe   f. Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı.
nafe-riz   f. Koku saçan. * Göbek düşüren.
nafi   (Nefiy. den) Giderici, yok eden, nefyeden, menfi yapan.
nafi'   Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı. * Esma-i Hüsnâdan bir isim.
nafia   İnşaat işleri. * Faydalı işler. Menfaatli olanlar. ◊ Bayındırlık işleri.
nafic   (C.: Nevâfic) Kaburga kemiklerinin sonu.
nafice   (C.: Enfice) Misk göbeği.
nafih   (Nefh. den) Üfürücü, üfleyici.
nafik   Geçer para. Geçer akçe.
nafika   (Nüfeka) (C.: Nevâfık) Keler yuvalarından biri.
nafile   Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş. * Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan. * Torun. * Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.
nafir   Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen. * Galip olan. * Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun.
nafis   (Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse. * Açan ve ferahlandıran. ◊ Okuyup üfüren.
nafiz   İçe işleyen. Delip geçen. İçeri giren. * Sözü geçen, kendine itaat edilen. Te'sirli, nüfuzlu. ◊ Çok fazla titreten sıtma. ◊ Çok titreten. Sıtma.
nafize   Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.
nafiziyet   Sözü geçerlik, nâfizlik.
nafur   (Nâfure) Fıskıye, fevvâre.
nagâh   f. Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî)
nagam   (Nağme. C.) Nağmeler, âhenkler, türküler.
nagam-kâr   f. Nağmeler söyleyen, ezgici.
nagam-perver   (C.: Nagamperverân) f. Türkü söyleyen, nağmeci. Nağme seven.
nagamât   Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.
nagaşan   Iztırab, acı.
nagfa   'Ceviz ağacına benzer bir ağacın adıdır ve Beyrut dağlarında olur; dut gibi yemiş verir.'
nagiz   Şaşırdığında başını sallayan kimse. * Kürek başında olan kıkırdak.
nagk   (C.: Nuguk) Karga çağırmak.
nagl   Çürük sahtiyan.
nagm   Gizli kelâm, gizli söz.
nağme   (C.: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni.
nağme-ger   f. Türkü söyleyen, öten.
nağme-hân   f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
nağme-hânî   f. Türkü söyleyicilik, nağme söyleyicilik.
nağme-hiz   f. Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen.
nağme-keş   f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
nağme-perdaz   f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
nağme-saz   f. Ahenkle söyleyen, terennüm eden.
nağme-sera   f. Türkü okuyan, şarkı söyleyen.
nağme-zen   f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
nagr   Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Kin tutmak. * Çömlek kaynamak.
nags   Kederli, gamlı olmak.
nagz   Devekuşunun erkeği. *Başını sallayıp depretmek. * Bulutun koyu ve kesif olması. ◊ f. Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen.
nah   f. İp, ince ip. * Tel. * Halı, kilim. ◊ f. Göbek.
nah'   Kesme, boğazlama.
naha'   Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek. * Yemen taifesinden bir kavim. * Hâlis etmek. * Uzaklık, ıraklık.
nahabe   (C.: Nuhab) Geçit ağzı. * Çokluk asker. * Her nesnenin iyisi.
nahafet   Zayıflık, arıklık, cılızlık. ◊ Aksırma.
naharir   (Nihrir. C.) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler.
nahaset   Esircilik. * Canbazlık.
nahb   Yüksek sesle ağlama. * Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak. * Seri seyr. * Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt. ◊ Çekip çıkarma.
nahçir-gâh   f. Av yeri.
nahçir-gir   f. Avcı, sayyad.
nahçir-vân   f. Avcı.
nahf   Aksırmak. Nefes almak.
nahh   Davar sürmek. * İplik. * Zeyli denilen döşek. * Güç seyr. * Deve çökertmek için söylenen söz.
nahham   Tamahkâr, cimri, hasis, pinti. * Boğazını temizlemek için fazlaca soluyup balgam çıkaran adam.
nahhas   Esirci, esir ticareti yapan kimse. * Hayvan alıp satan kişi. ◊ Bakırcı.
nahhat   Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu. ◊ Gururlu, kibirli.
nahi   (Nehy. den) Nehyeden, yasak eden, önleyen.
nahi'   Âlim.
nahib   (Nehb. den) Yağma eden, talan eden, önleyen. ◊ Avaz avaz ağlamak, feryad ile ağlamak. ◊ Korkak, cebin.
nahide   Yeni yetişmiş kız. * Zühre (Venüs) yıldızı.
nahif   Sümkürdüğünde genizden gelen ses. ◊ Çelimsiz, zayıf, ince. Arık.
nahik   (Nehak. dan) Eşek gibi anıran, eşek sesli.
nahika   (C.: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı.
nahil   Hurma ağaçları, hurmalık. * Hurma ağacı. * Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde More…
nahile   Huy, tabiat, mizac.
nahir   Çürümüş kemik. * İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik. ◊ (Nahr. dan) Kesilmiş, boğazlanmış. ◊ Burundan hırıltı çıkarma.
nahiran   Atın göğsünde olan iki damar.
nahire   Ufalanmış. * Çürümüş. * Rüzgârla savrulur, yel estikçe ses verir, delik deşik olmuş kemik. ◊ Ayın birinci günü. * Ayın son gecesi.
nahis   Vuran, vurucu. * Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz. ◊ Dönmekten dolayı genişlemiş olan makara deliği. ◊ Kıtlık. * Yümünsüz, uğursuz. ◊ Kıtlık yılı.
nahise   Koyun sütüyle karışık keçi sütü.
nahit   (Nahite) İnilti.
nahiye   Yan taraf, kenar, civar, çevre. * Küçük yer, bölge. İdari taksimatta, kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi.
nahiz   Uçmaya hazırlanmış ve kanatları bitmiş olan kuş. * Tavşancıl yavrusu. ◊ Eti çok olan. ◊ f. Pusu.
nahizgâh   f. Pusu yeri.
nahl   Bal arısı. * Bedelsiz bir şey vermek veya bedelsiz verilen şey. * Sövmek, iftira etmek. ◊ Hurma ağacı. * Gelinler için yapılan süs ağacı. * Un elemek.
nahl suresi   Kur'an-ı Kerim'de 16. Suredir. Mekkîdir.
nahl-bend   f. Ağaçları budayıp tanzim eden kişi. * Balmumundan taklid süs ağacı yapan, balmumcu.
nahle   Tek hurma fidanı. * Bir fidan. ◊ Bir tek arı.
nahlistan   f. Hurma fidanlığı, hurmalık. * Ağaçlık, fidanlık.
nahliye   Hurmalar.
nahme   Göğüsten çıkan ses.
nahnaha   Hırıltı ile soluma. * Öksürük. ◊ Deveyi çökertmek.
nahnu   Biz.
nahr   Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek. * İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması. * Boyun. Boğaz çukuru. * Sadır. * Gündüzün evveli. * Namazda kıyamda More…
nahs   Uğursuzluk, yümünsüzlük. * Bahtsız, uğursuz. ◊ Vurmak.
nahş   Zayıflamak.
naht   Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı. * Yontma, oyma. ◊ Sümkürmek.
nahu   (Kürdçe) Öyle ise şöyle ki, işte.
nâhun   f. Tırnak.
nâhun-be-dendân   f. Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan.
nâhun-bürâ(y)   f. Tırnak makası, tırnak çakısı.
nâhun-tiraş   f. Tırnak makası, tırnak çakısı.
nâhunbür   f. Tırnak makası.
nahv   (Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön. * Misâl. * Miktar. * Kasd ve azmeylemek. * Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile More…
nahve   Çörek otu.
nahvet   Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
nahvetfüruş   f. Böbürlenen, gururlanan.
nahvî   Nahiv ilmine ait. Arapça gramere ait. Nahiv ilmini iyice bilen.
nahvî lisan   Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.
nahviyyun   Kelime dizimi ve nahiv ilminin ehli olan âlimler. Arapça dil âlimleri, gramerciler.
nahz   Kemiğin etini ayıklama. ◊ Bir şeyle dürtme.
nahza   Et parçası.
naî   Kötü haber veren.
naib   Karga gibi çirkin sesli kuşların ötüşü.
naib(e)   (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen.
naice   Yumuşak yer.
naif   Zayıf, cılız.
naik   Karga ötüşü veya horoz sesi. * Çobanın koyuna bağırması.
naikan   Cevzâ burcundan iki yıldız.
nail(e)   Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.
nailiyet   Ele geçirmek, murada ermek, elde etmek.
naim   Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal. * Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası. ◊ Taze, körpe. * Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz. * Etli sebze. More…
naimâne   f. Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına.
naime   Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın. * Yumuşak yapılı hayvancıklar.
naimîn   (Nâim. C.) Uyuyanlar, uykuda bulunanlar.
nair   Haykıran, nâra atan. * Uzak. Irak, baid. ◊ Parlak, parlayan. * Düşmanlık, adavet.
naire   (C.: Nevâir) Alev, ateş. * Hararet, sıcaklık.
nait   Dağ. * Hemeden kabilelerinden bir kabile.
naiye   Ölüm haberi götüren, kötü haber veren.
naiz   Kuvvetlendiren. Kaldıran.
nak   f. Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk  - Gamlı, kederli.
nak'   (C: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer. * Kuyu içinde olan su. * Deve kuşu avazı. * Feryâd etmek, bağırıp çağırmak. * Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek. * Sıcak suda haşlama. * İlâç More…
nâka   Dişi deve. * Bir yıldızın ismi. * Sivilce.
naka   (C.: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe.
naka'   Temiz olma.
nakais   (Noksan. C.) Eksiklikler. Noksanlar.
nakaka   Kurbağaların çağrışıp ötmeleri. * Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması.
nakal   Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar. * Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.
nakale   (Nâkıl. C.) Haberciler, nakledenler.
nakarat   (Nakra. C.) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler. * Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.
nakare   f. Davul, kös. Dümbelek.
nakave   Temizlik.
nakb   (C.: Enkâb) Delmek, delik açmak. * Girmek. * Dağ içindeki yol.
nakba   Tabanı aşınmış deve.
nakd   (C: Nukûd) Madeni para, akçe. * Bir şeyin bedelini peşinen ödemek. * Para olarak bulunan servet. * Vezin ve ayarı tamam olan para. * Bir şeye hırsızlamasına bakma. * Seçmek. * Saymak.
nakden   Para olarak, peşin, elden.
nakdî   Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.
nakdine   Hazır ve peşin para. * Kıymetli ve değerli mal.
nakf   (C: Nuküf-Enkâf) Başı dimağından yarmak. * Bakış, nazar.
nakh   Teftiş etmek, kontrol etmek. ◊ Başı dimağından yarmak.
naki   (Nakiye) Temiz, pâk. * Çok takvalı, temiz insan. * Has undan yapılmış beyaz ekmek.
naki'   (C.: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap. * İçinde hurma ıslatılan havuz. * Suyu çok olan kuyu. * Kandıran, kandırıcı. ◊ Tâze. * Şifâlı devâ.
nakia   (C.: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek. * Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun. * Damat için hazırlanan yemek. * Ziyafet.
nakib   Vekil. Bir kavim veya kabilenin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı. * En eski derviş veya dede. * Müfettiş.
nakibe   (C.: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban. ◊ Akıl. Nefs. * İnsan ruhu.
nakid   Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran. * Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan. * Dinar, dirhem. ◊ (Bak: Nakd)
nakif   Kırıcı, kıran. * Bakan, nâzır.
nakih   (Nekahet. den) Hastalıktan yeni kurtulmuş olup henüz zayıf olan kimse. ◊ (C.: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan.
nakihe   Nikâhlı kadın eş.
nakik   Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri.
nakil   İleten, taşıyan, aktaran, nakleden. * Tercüme eden. * İşittiğini anlatan. ◊ Vazgeçen, cayan, dönen. * Çekinen, kaçınan. ◊ Yol, tarik. * Bir yürüme çeşidi. ◊ Nakleden, More…
nakile   (C.: Nekâyil) Ayakkabıya yapılan yama. ◊ Nakleden. * Cereyan geçiren.
nakilmeclis   Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz.
nakime   Asıl, cevher. Kendi, nefis. * Nefsi mübarek olan.
nakir   Bir insanın hem cins ve aslı. * Gayet fakir. * Bir nevi kara sinek. * Ağzı dar olan küçük kab. * Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur. * Kıymetsiz şey. ◊ Nişana isabet More…
nakis   Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime  gibi. *Mat.: Eksi. Negatif. (Bak: Kâmil) ◊ Bozan, çözen, üzen veya dağıtan. * Rücu eden. Dönen. More…
nakiş   Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması. * Benzer, misil.
nakisat   (Nâkıs. C.) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar.
nakise   Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık. * Gıybet.
nakisedâr   f. Eksiği bulunan. Kusuru olan. Kusurlu.
nakit   Dişi keklik.
nakiyy   Pak, temiz, nazif.
nakiz   (Nakz. dan) Bozan, bozucu.
nakiz(e)   '(Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş. * Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. More…
nakiza   Dağ içindeki yol.
nakizeyn   Karşılıklı iki zıt şey.
nakka'   Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse.
nakkab   (Nakb. dan) Delici, delik açıcı.
nakkad   (Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran. * Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran. * İmam, hatib.
nakkaf   Temkinli kimse, iyi niyet sâhibi olan kişi.
nakkal   (Nakl. dan) Nakledici. * Hikâyeci. Hikâye anlatan.
nakkar   Müzik, çalgı. * Gagalıyan. * Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.
nakkare   (Bak: Nakare)
nakkaş   Nakış yapan. Duvar nakışları yapan usta. Süsleme san'atkârı.
nakkaşe   Nakış yapan kadın. Nakışçı.
nakl   Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek. * Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek. * Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek. * Eski mest More…
nakl-bend   f. Hikâyeci. Masal uyduran.
naklen   Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle.
naklî   Nakliye ile, taşıma ile ilgili. * Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat.
nakliyat   Nakil işleri, taşıma işleri. * Anlatılanlardan öğrenilenler. * Nakiller.
nakliye   (C.: Nakliyat) Eşya taşıma işi. * Taşıma parası.
nakm   (Nakmet) İntikam, öç alma. Eza vererek cezalandırma.
naknaka   (C.: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması. * Ses.
nakr   Oymak, kazmak. Taş oymak. * Kuşun yem toplaması. * Vurmak. * Sıklık vermek. * Ağaç üstüne nakşetmek. * Tanbur çalmak. * Üflemek. * Dille ıslık çalmak. * Parmak çıtlatmak.
nakra   Hususi dâvet, özel dâvet.
nakreşe   Gizli his.
naks   Nakletmek. * İfsad etmek, bozmak. * Evmek. Acele etmek. * Kimseye lâkap takmak. * Ayıplamak. * Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak. ◊ Eksiklik, noksan, kusur. * More…
nakş   Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. * Resim. * Tezyin etmek. * Bedene batmış dikeni çıkarmak. * Bir şeyin esasını araştırmak. * Yaymak. * Suda ıslanmış hurma. * İpekle, sırma ile işleme. * More…
nakş-bend   f. Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. * Ressam.
nakş-perdaz   f. Nakış yapan ressam.
nakş-perdazî   f. Ressamlık.
nakş-tiraz   f. Süslü işlemeler.
nakt   Çıkarmak.
nakur   'Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. '
nakus   Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.
nakvet   Bir şeyin seçkini. NAKZ: Bozmak. Çözmek. Kırmak. * Bir sözleşmeyi yok saymak. * Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak. * Parmaklarda veya âzâda oynak yerler. * Kiriş. * Palan. Deri.
nakz   (Nakazân) (C.: Nevâkız) Sıçramak. * Talep etmek, istemek. ◊ Halâs olmak, kurtulmak.
nakzan   (Nakzen) Bozarak, hükmü bozulmuş olarak.
nakzeyn   İki zıt, zıtlar. Birbirine muhalif iki şey.
nal(e)   f. İnilti, figân. * Kamış kalem. * Kamış düdük. * Şeker kamışı.
nalan   f. İnleyen, sızlayan, figân eden.
nalbant   (Na'l-bend) f. Nal takan.
nalçe   Küçük nal. * Yemeni, çizme gibi ayakkabılara vurulan hafif demir parçaları. (O.T.D.S.)
nale   (Bak: Nâl)
nalekâr   f. İnleyen, figân eden, feryad eden.
nalekünan   (Nâle-künân) f. Feryad ederek, inleyerek.
nalende   f. İnleyen, feryad eden, inleyici.
nalesenc   f. İnleyen, inildiyen.
nalesencî   f. İnleyicilik, feryad edicilik.
nalezen   (Nâle-zen) f. İnleyen. İnildeyen.
nalezenan   f. İnildiyerek, inleyerek.
naliş   f. İnleme, inilti, inleyiş.
nalişkâr   (Nâlişker) f. İnleyen, inildiyen.
nalişzen   f. İnleyen.
nam   f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres.
nam-aver   (C.: Nam-âverân) f. Ünlü, meşhur, ad salmış.
naman   (Nam. C.) f. İsimler, adlar.
namaz   f. İslâmın beş şartından birisidir. * Duâ. * Zikir. * Kur'an. * Kunut. * Rüku. * Salât. * Şükür. * Tesbih. * Secde. * Hamd.
namazgâh   Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır. * Bir kasabanın bütün halkını bir arada More…
namazgüzar   f. Namazlarını kılan, namazlarını eda eden.
namberdar   f. Şanlı, ünlü, ad salmış, meşhur.
namcu(y)   (C.: Namcuyân) f. Nam arayan. * Yiğit.
namcuyân   (Namcu. C.) f. Ün arayanlar, nam arayanlar. * Yiğitler, kahramanlar.
namdar   f. Ünlü, şöhretli, meşhur.
namdarân   (Namdar. C.) Ünlüler, namlılar, meşhurlar.
namdarî   f. Namdarlık, ünlülük, meşhur olma.
name   f. Mektub. Risale. Kitap.
name-res   f. Mektup ulaştıran, mektup eriştiren.
nameaver   (Name-âver) f. Mektup götüren.
nameber   f. Mektup götüren, nameâver.
nami(ye)   Büyüyen, artan, ürmee kuvveti olan. Nebat ve hayvandaki büyüyüp gelişme kuvveti. * Farsçada: Namlı, şöhretli, ünlü.
namik   Kâtib, yazıcı.
namisa   (C.: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın.
namiye   (Bak: Nami)
namiyeber   f. Hayat verici.
namus   Irz, iffet, edeb, hayâ. * Şeriat. * Melâike. * İrade-i İlâhiyenin tecellisi. * Nizam. * Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet. * Bir kimsenin mahrem, More…
namusiyye   Yatan kimselerin başkaları tarafından görülmemeleri için, yatağın etrafına çekilen perde.
namuskâr   f. Namuslu. * Doğru adam.
namusperver   f. Namuslu.
namver   (C.: Namverân) Namlı, adlı, meşhur, ünlü.
namzed   (Nâm-zed) f. İsteyen veya istenilen kimse. * Sözlü. Nişanlı. * Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday.
nan   f. Ekmek.
nancu   (Nâncuy) f. Ekmek arayan. Dilenci.
nane molla   Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir.
nanhah   Ekmek isteyen. Dilenci.
nanhor   f. Dilenci.
nankör   f. Gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden. Nimetin şükrünü eda etmeyen, gafil.
nanpare   f. Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. * Geçime yarayan iş.
nanpüz   f. Ekmekçi, ekmek pişiren.
nanü   f. Ninni.
nar   (C.: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem. * Bir meyve adı. * Mc: Allahın gadabı. * Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet.
narbac   Nar aşı.
narbün   f. Nar ağacı.
narcil   Hindistan cevizi.
narçil   f. Hindistan cevizi. Ceviz-i Hindî.
narcis   Nergis.
narcistan   Nergislik.
narda   f. Lâyık değil.
nardan   f. Gözyaşı damlaları. * Nar tâneleri. * Mangal.
nardenk   f. Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez.
nardeşir   Tavla oyunu.
narenc   f. Portakal. * Turunç.
narencî   Turunç renginde.
narenciye   Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.)
narenec   (Nârnic) Hindistan'da yetişen ve turunç ağacına benzeyen bir ağaç.
nargil   f. Hindistan cevizi.
narh   (Aslı 'Nirh' dir) Yiyecek maddelerine belediyenin koyduğu fiat.
narî   (Bak: Nariyye)
narin   f. İnce, zayıf, nazik. * İç oda.
naris   f. Ham meyva.
nariyye   Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey.
narkotik   yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.
nas   Iraklık, uzaklık. ◊ f. İnsanlar.
nas suresi   Kur'an-ı Kerim'de 114. Sure. (Bak: Muavvezetân)
nasa   Kaldırmak. * Engel olmak, men'etmek.
nasab   Dert. * Zahmet, meşakkat.
nasaf   Hizmetçi, uşak.
nasafe   Hizmet etmek.
nasaha   Öğüt vermek, nasihat etmek.
nasaib   (Nasibe. C.) Dikili taşlar.
nasal   Temrenci.
nasara   Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara 'Nasara' ismi verilmiştir.
nasayih   (Nasihat. C.) Nasihatlar. Öğütler.
nasb   'Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme. * Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.'
nasba   Doğru boynuzlu koyun ve keçi.
nasbetmek   Kelimenin son harfinin harekesini (E) diye okutmak. * Tâyin etmek.
nasere   f. Ayarı bozuk para.
nasfet   (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.
nasi   Unutan, nisyan eden.
naşi   Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş. * Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle. * Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey. * Yetişmiş oğlan veya kız.
nasi'   Her nesnenin hâlisi. * şiddetli beyaz olan.
nasib   Nasbeden, bir şeyi bir şeye diken. * Gr: Harfi (e) diye üstün okutan. ◊ Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey.
naşib   Hâfız. * Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne.
nasibdar   f. Nasibi olan. Hissedar.
nasibdaş   f. Hissede beraber, nasipte eş olan.
nasibe   Müfrit Haricîlerden ve Emevîlerden ve Hz. Ali'ye (R.A.) çok muhalif olan zümrenin adı. ◊ (C.: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş. ◊ (Bak: More…
nasic   (Nesc. den) Dokuyan, nesceden. * Düzenleyen, tertib eden, sıralayan.
naşid(e)   (Neşide. den) Şiir söyleyen, şiir okuyan, şiir yazan.
naşie   Delil. Zuhur. * Gündüz veya gecenin evvelki saati. * Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal.
nasif   Geo: Açıyı iki eşit parçaya bölen doğru. Açı ortayı. ◊ Baş örtüsü.
nasife   (C.: Nevâsıf) Su mecrası, su yolu.
nasih   (Nâsiha) (Nush. dan) Öğüt veren, nasihat eden. ◊ (Nesh. den) Battal eden, hükümsüz bırakan. * Kitabın kopyasını çıkaran. ◊ Nasihat eden, öğüt veren. * İçi temiz adam. More…
nasihâne   f. Öğüt vererek, nasihat ederek.
nasihat   İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt.
nasihat-âmiz   f. İçinden öğüt alınacak söz.
nasihat-nâpezir   f. Nasihat dinlemez, öğüt tutmaz.
nasihatger   f. Nasihat eden, öğüt veren.
nasihatkâr   f. Nasihat eden, öğüt veren.
nasihatpezir   f. Nasihat tutar, öğüt tutar, öğüt dinler.
nasik   Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid. ◊ (Nesak. dan) Düzenleyen, tertib eden.
nasil   Çenelerin altından boyun ile başın kavuştuğu yerde olan mafsal. ◊ Kıl dökücü ilâç.
naşile   Eti az olan.
nasir   Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. ◊ Nusret eden, zafer veren. Yardımcı. Muin. ◊ Nesir yazan. * Saçan, yayan.
naşir   Neşreden, yayan. * Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör.
naşire   (C.: Nevâşir) Kolu açan adale. * Kuruyup yağmurdan yeşeren ot.
nasirîn   (Nâsır. C.) Yardım edenler, yardımcılar.
naşit   Büyük yoldan ayrılan küçük yol. * Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. * Neşeli ve şen adam.
naşitat   Meleklerden bir tâife.
nasiye   Çehrenin gösterişi, alın, yüz.
nasiye-pira   f. Alnı süsleyen.
nasiye-sâzî   f. Alnını yere sürme.
nasiyesâ   f. Alnını yere süren.
nasiyy   Yaş ot.
nasiyye   Nass oluş. Kat'ilik, şüphesizlik, kesinlik. (Bak: Nass)
naşiz   Karısına karşı çok zâlim olan koca. * (Kalb) heyecanla coşma. * Kalkmış, kabarmış, atan (damar).
naşize   Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. * Kabarmış, şişmiş.
nasl   Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar.
nasnaa   Depretmek. * Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi.
nasr   Yardım, üstünlük, yenme, galip kılma. * Yağmurun her yeri sulaması.
nasr suresi   Kur'an-ı Kerim'deki 110. Sure. İza-câe veya Tevdi' Suresi de denir.
nasrani   Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara)
nasreddin   (Nasr-üd din) Dine yardımı dokunan.
nasreddin hoca   (Mil: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.
nasrullah   Allah'ın yardımı.
nass   Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık More…
nassah   Terzi, hayyat.
nassî   Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet. * Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.
nast   Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak.
nasuh   Hâlis. Temiz. Kesin, kat'i. * Çok nasihat eden.
nasuhî   (Nasuhiyye) Bozulmaz şekilde tövbe eden.
nasur   Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık.
nasus   (Bak: Nass)
nasut   İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler.
nasutî   Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili.
nasutiyân   İnsanlar.
nasye   Her nesnenin iyisi.
natafan   Suyun seyelân etmesi, akması.
natafe   (C.: Nutuf) Küpe.
natakte   Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)
natef   Bulaşmak. * Fâsid olmak, bozulmak.
nates   (C.: Entâs) Üstad, âlim.
natfe   (Nıtfe): Kabarcık. * Ufacık sivilce.
nath   Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması.
natif   Beyaz kaba helva.
natih   (C.: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan. * Keder, sıkıntı, elem, mihnet. ◊ (Nâtıh) - (C: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan. * Şiddetli emir.
natiha   (C.: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar.
natik   Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen. * Altın ve gümüş gibi olan mal.
natika   (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.
natikaperdaz   f. Düzgün ve te'sirli söz söyleyen.
natikiyyet   Konuşmaklık, söz söylemeklik.
natir   (Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi.
natis   Bilgili, faziletli adam.
natiş   Kuvvet ve hareket.
natm   Ulaştırmak, vardırmak.
natnat   (C.: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.
natnata   Çok söylemek, çok konuşmak. * Çekmek.
nats   Nadas.
natş   şiddet. Kuvvet.
natşan   Susuz kalmış kişi.
natuh   Çok süsen hayvan.
natuk   (Nutk. dan) Güzel ve düzgün söz söyliyen.
natul   İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su.
natura   Lât. Her canlının yapılış hususiyeti, bünye, yaratılış hali.
natüralizm   (Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.
natv   Iraklık, uzaklık, bu'd.
naur   Kanı durmayan damar. * Değirmen kanadı. * Döndükçe gıcırdayan dolap.
naure   (C.: Nevâir) Bostan dolabı.
naus   f. Manastır, kilise. ◊ Yüksek yer.
nav   f. Küçük gemi. Sandal, kayık. * İçi oyuk şey.
navdân   f. Oluk.
nave   f. Hamur teknesi.
navek   f. Ok.
navek-endaz   f. Okçu. Ok atıcı.
naver   f. (C.: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil.
naverân   (Naver. C.) Olabilir şeyler, mümkün olan şeyler.
naverd   f. Savaş, harb, dövüş, ceng.
naverdgâh   f. Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı.
naverdhâh   f. Savaş isteyen, muharebe arzulayan.
navi   f. Üç direkli gemi. * İçi oyuk olan şey.
navice   f. Murdar, pis, habis, mülevves.
navus   (C.: Nevâyis) Kâfirlerin ve Mecusilerin mevtalarını koydukları yer.
nay   Ney. Kamış düdük. (Bak: Ney)
nay-çe   f. Küçük ney.
nayban   f. Ney çalan.
nayî   f. Ney çalan. ◊ Uzak.
nayi'   Susuz. * Mâil, eğik.
nayibe   (C.: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ. * Zahmet, meşakkat. * Şiddet.
nayiha   Yas tutan kadın.
nayil   Atâ, bahşiş, hediye.
nayin   f. Kamıştan yapılmış, sazdan yapılmış.
nayveş   f. Ney gibi.
nayzen   f. Ney çalan.
naz   f. Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. * Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. * Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. * Yalvarma, rica.
naz-perdar   f. Birinin nazını çeken.
naz-perdarî   f. Naz çekme.
naz-perverd   (Nâzperverde) f. Naz içinde büyümüş, nazlı.
nazad   (C.: Enzâd) şeref. * Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer.
nazafet   Pâklık, temizlik.
nazah   (C.: Enzâh) Havuz.
nazaif   (Nazif. C.) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler.
nazair   Nazire. Nazireler. Benzerler, örnekler.
nazan   f. Nazlı. Nazdar.
nazar   Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek. * Gözdeğmesi. * İltifat. * İtibar. ◊ (Nazaret) Altın. * Tazelik.
nazar-bâz   f. Neşe ile bakan.
nazar-endaz   f. Göz atmak. Göz atan, bakan, nazar eden.
nazar-firib   f. Göz aldatan.
nazar-gâh   f. Bakılan yer. Nazar edilen yer.
nazar-rübâ   f. Göz çeken.
nazaran   Nisbeten, nisbetle kıyaslıyarak. * Bakarak, görerek.
nazarî (nazariye)   Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi.
nazariyyât   (Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.
nazbalin   f. Yastık.
nazbaliş   f. Yastık.
nazc   Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme. * Büluğa erme. Bâliğ olma.
nazd   Her şeyi yerli yerine koymak.
nazdar   f. Nazlı. Naz yapan. Şımarık. * Meşhur bir cins lâle.
nazekî   Nâziklik, incelik.
nazende   f. Nazlı, naz edici, naz yapan.
nazenin   f. İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı
nazh   Su serpmek, su saçmak. * Suyun çok olması. * Suyun, pınarından çıkıp akması. * Defetmek, kovmak. ◊ Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma. ◊ More…
nazha   Yağmur.
nazi'   Çekici kimse. * Husumet eden, düşmanlık eden.
naziat   'Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar. * Nez'edenler. Çekip koparanlar.'
naziat suresi   Kur'an-ı Kerim'in 79. Suresidir. Sâhire ve Tâmme Suresi de denir.
nazic   Pişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış, kıvamına ermiş. ◊ Olgun, pişmiş, kıvama gelmiş, yetişmiş.
nazid   (Nazide) Tertibli, nizamlı, yerli yerinde. * Minder yastık vs. gibi ev eşyası.
nazif(e)   Temiz, pâk, nazik.
nazih   (C.: Nevâzıh) Deve ile su çekilen kuyu.
nâzik   f. Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. * Ehemmiyet verilmesi icab eden. * Tehlikeli husus.
nâzik-beden   f. Vücudu, bedeni nâzik olan.
nâzik-edâ   f. Nâzik tavırlı, kibar.
nâzik-endâm   f. Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı.
nâzik-güzin   f. Çok nâzik. Seçkin, nâzik.
nâzik-ten   f. Nâzik vücudlu.
nâzik-ter   f. Çok nâzik.
nâzik-terin   f. En nâzik, daha nâzik.
nâzikâne   f. Nazik kimseye yakışır şekilde, kibarlıkla, terbiyelice.
nâzikî   f. Nâziklik. Nezaket.
nâzil   (Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan.
nâzile   Belâ, sıkıntı. * İnme, nüzul. * Nezle hastalığı.
nazim   Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen. ◊ Sıra sıra, dizi dizi olan şey.
nazimâne   f. Nazım olana yakışır surette.
nazimîn   (Nâzım. C.) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar.
nazir   (C.: Nüzzâr) Nazar eden, bakan. * Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis. * Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan. * More…
nazir(e)   Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen. * Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer.
nazira   Nazar eden, nezaret eden, bakan. * Göz.
nazira-hân   f. Bakarak taklid eden.
nazire   Mühlet vermek, tehir etmek.
naziregû   f. Nazire söyliyen.
naziye   Kenarı az olan çanak.
naziyy   (C.: Enzâ) Boğaz.
naziz   (C: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su. * Az yağmur. * Az az akmak.
nazl   Ok atmak.
nazm   Sıra, tertib. * Kafiyeli, vezinli, söz, şiir. * Dizili olan şey. * Kur'an âyetleri.
nazmen   Nazım olarak, manzume halinde. Sıralı ve tertibli olarak.
nazmiyyat   (Nazm. C.) Manzum yazılar.
naznaza   Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.
nazperver   f. Naz eden, naz yapan.
nazr   (Nazir) (C.: Enzur) Altın.
nazra   (Bir tek) bakış.
nazragâh   f. Gözle bakılan yer, bakış yeri. Göz önü.
nazrakünân   f. Seyrederek, bakarak.
nazre   Cin gözü. * Nazarı değen adam.
nazret   Tazelik, tarâvet.
nazükî   f. Nâziklik, incelik.
nazume   Bir cins renkli kumaş.
nazur   (C.: Nevâzır) Gece bekçisi.
nazz   (Nâzz): Dirhemler ve dinarlar.
nazzam   En çok nazmedici, en güzel nazmedici, en güzel tanzim eden.
nazzare   Bir şeye bakan kavim.
ne   f. 'Değil, yok,' mânasına nefy edâtıdır.
ne'al   Nalbant.
ne'ar   Baş kaldıran, âsi, kafa tutan, serkeş.
ne'b   (C: Niyeb) Sâfi nesne. * Yaşlı dişi deve.
ne'be   (C: Nâibat) Musibet, belâ.
ne'me   Nağme, ses.
ne'nee   Zayıflık.
ne'nehava   Anason, kimyon.
ne'ş   şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak.
ne'y   Uzak olmak.
ne-şebem   f. Ben karanlık gece gibi nursuz değilim (meâlinde.)
ne-şüküfte   f. Açılmamış.
neab   Karga yavrusu. * Horoz veya karga gibi ötme.
neaim   (Neâme. C.) Deve kuşları.
neam   Evet, olur mânâsında cevap edâtıdır. * Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir. * At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir.
neama'   Nimetler. İhsan, atiyye. * Rahatlık. Refah-ı hâle sebep olan şey.
neamat  (Neâme. C.) Deve kuşları.
neame   (C: Neâm-Neamât) Deve kuşu. * Cemaat. * Gölgelik, gölgelenecek yer.
neayim   Menazil-i kamerden dört nurlu yıldızın adı.
neb'   Suyun çıkıp akması. * Bir ağaç cinsidir ve yay yaparlar, budaklarından da ok yapılır. ◊ Gizli ses.
neb'a   Yay yapacak yer.
neba'   Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması. * Akçaağaç.
nebaa   Oturacak yer, kıç, mak'at.
nebac   Sesi yüksek olan.
nebagat   Meydana çıkma.
nebah   (Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması. * Yılan seslenişi. * Keçi ve geyik inleyişi.
nebahe(t)   (Nebahat) şeref, şan, onur, itibar. * şan, şeref ve itibar sâhibi.
nebail   (Nebile. C.) Yüceler, ulular, yüksekler.
nebair   (Nebire. C.) Torunlar.
nebale(t)   Zekâ, fazilet ve neciblik sâhibi olmak. * Büyüklük, azamet. * İyi olmak. * Cömertlik, elaçıklık. * Okçu, ok yapıp satan. Okçuluk.
nebat   (C: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki. * Yemen diyarında bir kabile adı. ◊ Acem fellahlarından bir kabile.
nebatât   (Nebât. C.) Nebâtlar, bitkiler.
nebatî   Nebat cinsinden, nebata mensup ve nebata ait, yerden biten cinsinden olan.
nebatiyyun   Botanik bilginleri, botanik âlimleri.
nebbac   Sesi sert olan.
nebbah   Havlayıcı.
nebbal   Ok yapıp satan kimse. Okçu.
nebbar   Fasih dilli, güzel konuşan adam.
nebbaş   Mezar soyucu, kefen soyucu.
nebe'   Haber. (Peygam)
nebe' suresi   Kur'an-ı Kerim'de 78. Suredir. Amme Suresi de denir.
nebe'-aver   f. Haber getiren.
nebean   Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.
nebehrece   Geçmez bakırlı para. Sahte akçe. * Her nesnenin kötüsü.
nebeke   (C: Nübük-Nebâk) Tepe.
neberd   f. Muhârebe, savaş, harb, ceng.
neberd-azmâ   f. Çok muhârebelerde bulunmuş tecrübeli kimse.
neberd-pişe   f. Harb etmeyi sanat edinmiş kimse. Savaşçı.
neberde   f. Savaşçı, muhârib.
neberdgâh   f. Savaş yeri, muharebe sahası.
nebevî   Nebiye ait. Peygambere dâir. Peygamberle alâkalı.
nebez   (C: Enbâz) Lâkab.
nebg   Un öğütülürken tozan un. * Görünmek, zâhir olmak.
nebh   Bir şeyi tenbih etmek, unuttuğunu hatırlatmak. * Ansızın bulunan. Yitik. * Ansızın yitirmek. * Uykudan uyanmak. * Şerefli olmak. * Meşhur olmak, ün salmak. ◊ (C: Nevâbih) More…
nebha   Yüksek, beyaz yer.
nebi   Haber getiren. Peygamber. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettiren Peygamber. (Bak: Resül)
nebib   (C: Enbüb) Boğum, kamış boğumu.
nebih   (Nebihe) Namlı, şanlı şerefli. ◊ İt avazı, köpek uluması.
nebik   (C: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi.
nebil   (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi. * Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu. * Bilgili ve faziletli kimse.
nebile   Büyük, iri. (Bak: Nebil)
nebir   (Nebire) Torun.
nebise   Kuyu toprağı. Irmak toprağı. ◊ Kız torun.
nebit   Muhkem, sağlam, katı.
nebiyy   Yükseklik. * Yol.
nebiz   (C: Enbize) Hurma şarabı. * Yola bırakılıp atılan çocuk.
nebk   Yazmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. * Düz etmek, düzleştirmek.
nebl   Ok. Ok hazırlamak.
nebr   (Nibr) (C: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek. * Yukarı kaldırmak, yükseltmek.
nebras   (Nibrâs) (C.: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba. * Mc: Nur merkezi.
nebre   Demir parçası.
nebs   Yeri kazma, toprağı kazma. * Eser, nişan. ◊ Söylemek.
nebş   Gömülü bir şeyi yerden çıkarma. * Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma.
nebt   Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme. * Ot. ◊ Suyun yerden çıkıp akması.
nebta   Yanları beyaz olan dişi koyun.
nebv   Sakız.
nebve   Uzaklaşmak. * Ok hedefe varamamak. * Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması. * Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması. * Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması. More…
nebz   Bir kimseyi ayıplamak. Kötü lâkabı takmak, istihzâ etmek. * İhtiyarlık işareti belirmek. ◊ (Nebezân) Damarın hareket etmesi. ◊ Bırakmak. * Az miktar, cüz'i.
nebze   Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı.
nec'e   Şiddetli nazar. Şiddetli bakış.
neca   Evmek. Acele etmek. * Halâs olmak, kurtulmak. ◊ Göz değmek.
necabet   Neciblik, temiz soyluluk. Huy temizliği.
necadet   Kahramanlık, efelik, yiğitlik.
necah   Zafer bulmak, murâda ermek, ihtiyaçlarını te'mine muvaffak olmak. ◊ Ses, sadâ.
necaib   (Necib. C.) Şerefli, necib, asil, temiz kimseler.
necare   Dülgerlik, neccarlık.
necaşe   Süratle yürümek, hızlı yürümek.
necaset   Pislik, kazurat, murdarlık. (Bak: Habes)
necasetten taharet   Pislikten temizlenmek. (Bak: Taharet)
necat   Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar.
necatî   Kurtulmaya ait, kurtulmakla ilgili.
necb   Ağaç kabuğunu soymak.
neccad   Yorgancı. Yatak, yastık, yorgan gibi şeyler yapan.
neccah   Yorgancı.
neccar   Doğramacı. Marangoz. * Dülger.
neccaş   Hayvan sürücüsü.
neccina   Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua).
necd   Açık ve işlek yol. * Yüksek yer. * Minder, döşeme gibi oturacak şeyler. * Ağaçsız mekân. * Hâzık ve mâhir kılavuz. * Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa. * Hasma galip gelmek. * Çok terlemek. * More…
necdet   Yiğitlik, şecaat, kahramanlık. * Harp ve kıtal. *Yeis, korku.
neceb   Ağaç kabuğu.
necef   (Necefe) (C: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt. * Irakta bir şehrin adı.
necefe   Büyük askı kandil.
necel   Büyük gözlülük. İri gözü olmak.
necer   Koyun ve devenin suyu içip kanmaması.
neces   Murdarlık, pislik, necâset.
neceş   Değeri artırmak için almak. * Bir kumaşın pahasını artırmak. * Dağılmış şeyleri bir yere toplamak. * Örtmek, setretmek.
nech   Men' ve reddetmek.
necib   Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı. ◊ Cömert, kerim kişi.
necibe   Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde.
necid   Kahraman, bahadır. * Arabistan'da bir memleket ismi. * Münbit yer. Fitne ve nifak yeri olan memleket. * Arslan.
necif   (C: Nicef) Geniş temrenli olan ok.
necih   Galip ve muzaffer. * Sabırlı. * Sağlam rey. ◊ Su sesi.
necil   (Necile) Soyu temiz. Soylu. * Ağaç yaprağından bir cins.
necire   Bulamaç aşı.* Kızgın taş ile kızdırılmış su. * Kârgir duvar. * Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. * Çulhaların beze sürdükleri haşil.
necis   Yavaş hareketli insan veya hayvan. * Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek. * Gizlenen sır, nişan. * Bir nevi yeşillik. ◊ Pis, necasetli, murdar. * Şifa bulmaz dert. (Bak: More…
necise   Kuyudan çıkardıkları toprak.
neciy   Sırdaş, sır saklayan.
neciyya   (Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek.
neciyyullah   Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.
necl   (C: Encâl) Oğul, evlât, çocuk. * Kuşak, nesil, sülâle. * Atmak. * Ayak ucuyla vurmak. * İstihrac etmek, meydana çıkarmak. * Yerden çıkan su.
necm   (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) * More…
necm suresi   Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir.
necm ü hilâl   Yıldız ve ay.
necmeddin   (Bak: Necm-üd din)
necmî   Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı.
necnece   Geriye döndürmek. * Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek. * Zayıf etmek, zayıflatmak.
necr   Ağaç yonmak. * Şiddetli sevk. * Asıl. * Renk. * Halâs, kurtuluş.
necran   Susuz. * Kapı ökçesi. ('süve' denir). * Yemen diyarında bir yerin adı.
necs   (Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey. ◊ Yerden define çıkarmak. * Kuyuyu ayıklamak.
necş   Avı yatağından çıkarma. * Dağılmış parçaları toplamak.
necv   (C: Nicâ) Yüzmek. * İki kişi arasında olan sır. * Karından çıkan necis.
necva   Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak. * Ağız koklamak. * İki kişi arasındaki sır.
necve   Tümsek, yüksek yer.
necz   Bitip tükenmek. * İhtiyaç bitirmek. * Vâdeyi yerine getirmek.
ned'   Dikkat etmek.
neda   Rutubet, çiğ, nem.
nedaid   (Nedid ve Nedide C.) Emsâller, akranlar, eşler.
nedalet   Kir, pislik. * Çalma, sirkat etme, aşırma.
nedamet   (Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.
nedametgâh   f. Pişmanlık yeri.
nedametkâr   f. Nedamet eden. Pişman olan.
nedametkârî   f. Pişmanlık, nâdim oluş.
nedan   f. Bilmeyen, bilmez.
nedaret   Tazelik, parlaklık, letafet, taravet.
nedavet   Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet.
nedb   Dua etmek.
nedbe   (Bak: Nedebe)
nedd   Gitmek. * Kaçmak.
neddaf   Hallâç. Pamuk atan kimse.
nedebe   Yara izi.
nedem   Pişman olma, nedamet, pişmanlık.
nedf   Pamuk ditme, pamuk atma.
nedg   Kılıçla veya sözle taan etmek, çekiştirmek.
nedh   Men'etmek, engel olmak. ◊ Geniş yer.
nedhe   (Nüdhe): Çokluk, fazlalık.
nedi'   Ateş veya kül içinde pişmiş olan.
nedib   Yara izi kalan âzâ.
nedid(e)   (C.: Nedâid) Emsâl, akran, eş.
nedif   Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün.
nedim   (C.: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. * Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan. * Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.
nedime   Kadın nedim. * Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı.
nedis   Akıllı kişi.
nedl   Kir. * Hırsızlık.
nedm   Pişman olmak.
nedman   Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma.
nedret   Azlık, seyreklik, az bulunmak.
neds   Akıllılık. * Taan etmek, çekiştirmek. ◊ Huruç etmek, çıkmak.
nedş   Her nesneyi eritip sormak. * Pamuk atmak.
nedve   Yaşlık, nemlilik. * Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek. * Konuşmak.
neec   Yel esmek, rüzgâr esmek. * Yalvarmak, tazarru etmek.
need   Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat.
nef u zarar   Kâr ve zarar.
nef'   'Fayda, yararlılık. * Fls: Faydacılık. Yani bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. 
nef'î   Menfaat ile alâkalı, faydacı. * Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde More…
nef'iyyet   (Nef'î) Fls: Faydacı, faydacılık.
nefad   (Nefed) Bitip tükenmek, yok olmak.
nefais   (Nefise. C.) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.
nefais-perest   f. Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven.
nefak   (C.: Enfâk) İki kapılı ev.
nefaset   Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.
nefaz   Geçme, işleyip öte tarafa geçme. * Sözü geçme, sözü dinlenme. ◊ Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak.
nefc   Çıkmak, huruc etmek.
nefd   Tükenmek, bitmek. * Geçici ve fâni olmak.
nefean   Faydalı olarak.
nefed   Bitirme, tükenme, bitirilme.
nefehat   (Nefha. C.) Esintiler. Üfürmeler.
nefel   Düşmandan alınan mal, ganimet. * Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.
nefer   Bir kişi, tek kişi. * Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere 'Reht' denir.)
neferât   (Nefer. C.) Neferler, askerler, erler.
nefes   Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma. * Uzun söz. * Bolluk. * Hased etmek. *Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.
nefeza (nefza)   (C: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim.
nefezan   Sıçramak.
neffa'   (Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse.
neffac   Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur. * Şişkin.
neffah   Hayır sâhibi ve iyiliksever kimse. * Kokusu çok.
neffas   Sihir yapan, üfüren, üfürükçü.
neffasât   (Neffâse. C.) Neffâseler, büyücü kadınlar.
neffase   (C: Neffâsât) Büyücü kadın.
neffata   Neft yağı çıkan pınar.
nefh   Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek. ◊ Üflemek, şişmek, üfürük. * Kaba kuşluk vaktine varmak.
nefha   Üfürmek. Üfürük. * Şişmek. * Kabarık olan. ◊ Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.
nefi   (Bak: Nefy)
nefif   Hevâ.
nefir   Cemaat, topluluk. * Harp için seferber olan cemaat.
nefis   (Bak: Nefs)
nefis(e)   Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
nefis-perver   f. Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün.
nefit   Kaynamak, galeyan.
nefite   Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak.
nefiy   (Bak: Nefy)
nefiz (nefeze)   Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek. * Sözü geçer olmak.
nefk   Helâk olmak.
nefl   Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile. * Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek. * Yemin etmek.
nefr   Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır.
nefret   Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası.
nefretbahş   f. İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren.
nefrin   Lânet, beddua. * Söğüp saymak.
nefrin-hân   f. Sövüp sayan.
nefrin-künân   f. Lânet okuyan, sövüp sayan.
nefs   (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. More…
nefş   Açmak. * Yapmak. * Yün ve pamuk atmak. * Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması.
nefs-i râdiye   f. Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi.
nefsa   (C.: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa.
nefsanî   Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
nefsaniyet   Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin.
nefşele   Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak.
nefsî   Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair.
nefsî nefsî   Benim nefsim, nefsim nefsim mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.
neft   Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.
neft (nefit)   Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması. * Galeyan.
nefta   (Nifta) (C: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.
neftî   f. Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil.
nefuh   Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.
nefur   Ürken, ürküp kaçan. * Herkese iyiliği dokunan kimse.
nefuz   Çocuk düşüren kadın.
nefy   Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek. * Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı.
nefy edâti   Arabçada 'Lâ', Farsçada 'Nâ' gibi olumsuzluk bildiren edât.
nefyan   Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan.
nefz   Saçma, yayma. Neşretme. * Silkmek. * Nazar etme, bakma.
negatif   Fr.Mat.: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. * Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi)
negühide   f. Çirkin, kötü.
neha   Pek akıllı adam. * İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.)
nehabik   Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen.
nehabir   (Nühbur. C.) Kum yığınları, kum tepeleri.
nehafe   Tıksırmak, aksırmak. * Nefes verip almak. ◊ Zayıflık.
nehak   Eşek anırtısı.
nehake(t)   Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * Keskinlik.
nehamî   Demirci.
nehar   (C.: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. * Toy kuşunun yavrusu. * Altın.
neharen   Gündüzün. Gündüz vakti.
neharî   Gündüzlü, gündüz ile alâkalı. * Yatılı olmayan mekteb veya talebe.
nehave   (Et) çiğ olmak.
nehb   Yağma, yağmacılık, çapul. * At oynatmak, koşturmak. * Kahr ile bir kişinin malını elinden almak.
nehbe   Kapmak.
nehber   Helâk olacak yer.
nehc   Yol, usul. * Doğru yol.
nehd   İri gövdeli ve karınlı at.
nehda'   İyi otlar yetişen kumlu arâzi.
nehdan   Dolu, dolmuş.
nehec   (C: Menâhic) Yol, tarik. * İstikâmet.
nehel   Susuz olmak. * İçmenin evveli. * Yaşlı, ihtiyar. * Semiz etli deve.
nehem   (Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.
neheng   (C.: Nehengân) f. Timsah.
nehengân   (Neheng. C.) f. Timsahlar.
neher   Genişlik, bolluk. * Nehir, ırmak.
nehhab   (Nehb. den) Yağmacı, çapulcu.
nehhac   (Nehc. den) Kılavuz, rehber, mürşid. Doğru yolu gösterici.
nehhal   Toprak kazan, kazıcı.
nehham   Yüksek ve gür sesli kimse. * Arslan.
nehhas   Nehs'in mübalağası. * Bir kişinin lakabı. ◊ Esirci.
nehhat   Yüce avazlı, gür sesli kişi.
nehhat (nühhat)   Çalıştırılan sığır. * İnce. * Hımar, eşek. * Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.
nehib   (Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü. * Yağmacı, çapulcu. ◊ İnlemekle ve ses ile olan ağıt.
nehide   Kalın kaymak.
nehif   Zayıf.
nehih   Boğaz içinden gelen ses.
nehik   Bahâdır, kahraman. * Arslan. * Keskin kılıç. * İyi huylu kimse. ◊ Anırtı, eşek anırtısı.
nehim   Aç gözlü, doymaz. * Yırtıcı. * Arslan kükremesi.
nehir   Burun içinden çıkan ses, hırıltı.
nehire   Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş. * Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir) ◊ Ayın evveli.
nehit   İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek, nefes alıp vermek. ◊ Eşek anırtısı. Hımar avazı.
nehite   (C.: Nehâyet) Tabiat.
nehiy   Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
nehizet   Tabiat. * At kulağına benzer dokunmuş nesne.
nehk   Zayıf etmek, zayıflatmak. * Eskitmek. * Mübâlağa etmek. ◊ Eşek bağırışı.
nehme   Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu.
nehmet   Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet.
nehnehe   Dar kaftan, dar elbise.
nehr   Boğazlamak, kesmek. * Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak. * Sadr, göğüs. ◊ Çay, ırmak. * Vüs'at, bolluk. Genişlik.
nehren   Nehirden. Nehir yoluyla.
nehreyn   İki nehir.
nehrî   (Nehriye) Nehirle ilgili, nehre ait.
nehs   Kabzetmek, almak. * Yılan sokması. * Eti ön dişiyle almak. ◊ Çok yaramaz nesne.
nehş   Yılan sokmak. * Almak, kabzetmek. * Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak. * Et almak.
nehsek   Yaban havucu.
nehşel   Kurt, zi'b. * Çakır. * Erkek ismi.
neht   Çağırmak. * Ses, avaz. * Men'etmek, engel olmak. ◊ Yontmak. Oymak.
nehud   f. Nohut.
nehur   Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve.
nehus   (C.: Nehâyıs) Gebe eşek.
nehuset   (Bak: Nühuset)
nehva   Bir şey kasdetmek. Bir şey söylemeği istemek. * Bir şey yapmağa evvelden hazırlanmak.
nehy   (Bak: Nehiy)
nehz   Durmak, kıyam. * Def'etmek, kovmak. * Yakın olmak. * Berkitmek için devenin memesine eliyle vurmak. * Dolması için kovayı suya vurmak. ◊ Süngü demirini inceltmek. * Kemik More…
nehzat   Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma.
neib   Karga sesi. * Ağaçtan yemiş indirmek. * Süt sağmak.
nek'   Dizine ayağın arkasıyla vurmak. * Def'etmek, kovmak.
nek'a   Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap. * Her kırmızı olan şey.
nekâ'   Yarayı kaşımak. * Soymak. * Çok azap etmek, acı çektirmek.
nekab   Devenin tabanı aşınmak.
nekabet   Muayyen zümrelerin başları. * Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol.
nekâbet   Dönme, vazgeçme, cayma.
nekad   (C.: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun. * Büyümesi geç olan çocuk. * Ağızda dişler çürüyüp ufanmak. * Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.
nekahet   Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.
nekais   (Nakise. C.) Nakiseler. Noksanlar.
nekaiz   (Nakize. C.) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler.
nekâl   Şiddetli azab. İşkence ve ukubet. * İbret.
nekam   (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.
nekâre   Güçlük, zorluk. * Belirsizlik.
nekave(t)   Her şeyin iyisi, seçkini. * Temizlik, paklık.
nekâyat   Çarklar. * Vakitler.
nekayi'   (Nakia. C.) Ziyâfetler.
nekaz   (C: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi.
nekb   Musibet ve kedere uğrama. * Meyletmek, eğilmek. * Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek.
nekba   Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına.
nekbe   (C.: Nekebât) şiddet, meşakkat. * Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.
nekbet   (C.: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. * Musibet, felâket. * Düşkünlük.
nekbethane   f. Tâlihsizlik yuvası. * Mc: Dünya.
nekbetî   f. Tâlihsiz, bahtsız, şanssız, uğursuz.
nekbetzede   f. Felâket görmüş, musibete uğramış.
nekd   (Nekâde) (C.: Enkâd) Hayırsız olmak.
nekda'   Sütü olmayan deve.
nekeb   Hastanın iyileşmesi. * Devenin omuzlarında olan bir hastalık.
neked   Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet.
nekefe   (C.: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez.
nekel   Kuvvetli kişi.
nekes   (Nâ-kes) Cimri, tamahkâr, hasis.
nekesan   Ardına dönmek.
nekf   Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek. * Kuyudan su çekmek. * Arlanmak.
nekh   (Nikâh) (C.: Enkihe) Tezevvüc, evlenme, cimâ etme. * Akit.
nekhet   (Bak: Nükhet)
nekib   (C.: Nukabâ) Halkın iyisi. * Kâhya. * Kefil. * Müfettiş, kontrolcü. ◊ Deve, at ve eşek ayaklarının dâiresi.
nekibe   Nefsi mübârek.
nekir   'Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan. * Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)'
nekire   (C.: Nekerât) Belirsiz.
nekise   Hilâf, ters. * Nefs.
nekkad   Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse. * Paranın sağlamını kalpından ayıran. * İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam More…
nekkar   Ağaçkakan kuşu. * Değirmenci. * Çok hayırlı. * Çok kokulu.
nekl   Yular. At gemi. * Ezâ, cefâ etmeğe ve işkence yapmağa yarayan şey.
nekmet   (Bak: Nikmet)
nekr   Zeki, akıllı kimse. Pek zeyrek olan. * Dehâ, fetânet.
nekre   Belirsiz olan. * Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin. * Garip ve gülünç fıkralar. * Hoş sohbet ve hazır cevap kimse. * Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i More…
nekre-gû   f. Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen.
neks   Sözünden dönmek. * Bozmak. Çözmek. * Üzmek. * Dağıtmak. * Münhal ve muhtel olmak. ◊ Çok çekinmek, kaçınmak.
nekş   Kuyunun çamurunu temizlemek. * Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak. * Bir şey üzerine gelip toplanmak.
neks (nüküs)   Başaşağı etmek, ters döndürmek. * Aynı hastalığın geri gelmesi. (Bak: Nüks)
nekt   (C: Nikât) Süngüyü yere vurmak. * Taan etmek, çekiştirmek.
neküs   (Nekis - Neküs) Baş aşağı etmek.
nekz   Vurmak. * Kovmak, def'etmek. * Yılan sokmak. * Azalmak. * Suyun, yer tarafından emilmesi. ◊ Gayret etme, uğraşma, çok çabalama.
nell   Yüz üstüne bırakmak.
nem   f. Rutubet, az yaşlık. Hafif ıslaklık.
nema   Gelişme, büyüme. * Uzamak, artmak, çoğalmak, üremek. * Faiz.
nemadâr   f. Çoğalan, ziyadeleşen. Artan, büyüyen.
nemaik   (Nemika. C.) Mektuplar.
nemaim   (Nemime. C.) Dedikoducular, çekiştiriciler.
nemarik   (Nemraka. C.) Yastıklar.
nemas   Kılın ince olması.
nemat  (C: Enmut-Nimât) Usul, tarz. * Yol, tarik. * Örtü, ihram. * Topluluk, insan cemaati. * Döşek yüzü, yatak yüzü.
nemçe   Tar:  Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.
nemdar   f. Nemli, ıslak, yaş, rutubetli.
nemed   f. Keçe.
nemed-pâre   f. Keçe parçası.
nemed-puş   f. Keçe giyen. Derviş.
nemed-zîn   f. At eğeri altına konulan keçe.
nemedîn   f. Keçeden yapılma.
nemek   f. Tuz. Milh. * Lezzet, tat. * Bağlılık, hak.
nemek-çeş   f. Tadına bakma, tatma.
nemek-dân   f. Tuzluk, tuz kabı.
nemek-efşan   f. Tat veren. Lezzetlendiren. * Tuz serpen.
nemek-haram   f. Tuz haini. * Mc: Nankör.
nemek-helâl   f. Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse.
nemek-perver   f. Sâdık ve bağlı kimse.
nemek-şinâs   f. Tuz tanıyan. * Mc: İyilik bilen.
nemek-sud   f. Tuzlanmış, tuza bastırılmış, tuzlu şey. * Pastırma.
nemekîn   f. Tuzlu, lezzetli, tadı yerinde. * Tuzlu gözyaşı.
nemeş   Dağınık, parçalanmış şeyleri toplamak. * Nakış hatları. * Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar.
nemf   Küçük kurt (böcek).
nemga   Çocukların beyni deprendiği yer. * Dağ üstü.
nemidanem   Bilmiyorum.
nemididem   Görmüyorum.
nemika   (C.: Nemâik) Mektub. Name.
nemime   Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme.
nemimekâr   f. Koğucu, fitneci, dedikoducu, münafık.
nemin   Fısıltı. * Koğucu.
nemir   (C.: Nümur) Kaplan. ◊ Tatlı su.
nemire   Dişi kaplan. * Yün kaftan.
nemis   Bittikten sonra yine biten ot.
nemk   Yazmak. * Düzeltmek.
nemkeşide   f. Islak, nemli, yaş, rutubetli.
neml   Karınca.
neml suresi   Kur'an-ı Kerim'de 27. Sure olup Süleyman Suresi de denir. Mekkîdir.
nemle   Bir tek karınca. * Vücutta olan karıncalanma.
nemm   Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.
nemmal   Koğucu, dedikoducu, münafık.
nemmam   (Nemmas) Koğuculuk ve nemimecilik eden. Dedikoducu.
nemnak   f. Nemli, yaş, ıslak.
nemnakî   f. Nemlilik, ıslaklık, yaşlık, rutubet.
nemreka   (C.: Nemârık) Yastık.
nemrud   Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm More…
nems   Süt ve yağın ekşimesi. * Ekşimek ve kokmak. * Sırrı ketmetmek, gizlemek.
nemş   f. Hile, oyun, dalavere, desise.
nemy   Kaldırmak. * Yetiştirmek.
neng   f. Ayıp, utanma, hayâ etme. * Ün, şöhret, nam.
ner   f. Erkek, er.
nerbdan   'f. Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm More…
nere   f. Dalga. * Erkek.
nergis   (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.
nergis-dân   f. Nergis saksısı.
nergisî   f. Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi.
neriman   f. Pehlivan, yiğit, kahraman.
nerimanî   f. Nerimanlık, kahramanlık, yiğitlik.
nerm   (Nermi - Nermin) f. Yumuşak.
nerm nerm   f. Yavaş yavaş, âheste âheste.
nerm-âhen   f. Gevşek şey.
nermdil   f. Yüreği yumuşak. Merhametli.
nermgû   f. Yumuşak sözlü.
nermî   f. Gevşeklik, yumuşaklık.
nermin   f. Yumuşak.
nermiyet   Yumuşaklık, gevşeklik.
nermligam   (Nerm-ligâm) f. İtaatli, muti, söz dinler. * Başı sert olmayan at.
nermsaz   f. Yumuşak adam.
nerre-şir   f. Erkek arslan.
neş'   Bir nesneyi zorla çekmek.
neş' (nüşu')   Yiğit olmak. * Yüksek olmak. * Rüzgâr esmek. * İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.
nes'e   Veresiye alma. Vade ile alma. * Tehir etmek.
neş'e   Gönül açıklığı, sevinç. * Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. * Yiğit olmak. * Yüksek olmak.
neş'e-nisar   f. Neşe dağıtan.
neş'e-yab   f. Keyifli, neşeli, sevinçli.
neş'et   Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak.
nes'î   Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar.
nesa   (C.: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar. * Te'hir etmek, sonraya bırakmak.
neşa   Nişasta.
neşabet   Okçuluk san'atı.
nesai   (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
nesaic   (Nesice. C.) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular. (Bak: Nesc)
neşaid   (Neşide. C.) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar.
nesaih   (Nesâyih) (Nasihat. C.) Nasihatler, öğütler.
nesaik   (Nesike. C.) Kesilen kurbanlar.
nesaim   (Nesim. C.) Hafif ve lâtif rüzgârlar.
nesais   (Nesise. C.) Fesatlık için yapılan fısıltılar.
nesak   Tarz, usul, yol, şekil, üslub.
neşak   Burna su ve sâire çekme. Burunla çekme.
nesaksâz   f. Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren.
neşame   Yüksek beyaz bulut.
nesar   (C.: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir.
neşasa   Beyaz yüksek bulut.
neşastec   Nişasta.
neşat   Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak.
neşat-âver   f. Sevinç ve sürur getiren.
neşat-bahş   f. Sevinç ve neşe bağışlayan.
neşat-efza   f. Neşe ve sevinç artıran.
neşât-engiz   f. Sevinç uyandıran.
neşb   (İğne ve diken) batma, girme.
nesc   (Nesic) Dokunuş, dokuma. * Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, More…
neşc (neşic)   (C.: Enşâc) Sesli sesli ağlamak. * Ses.
nescî   Nesc ile alâkalı.
nescolmak   Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi)
neşd   Talep etmek, istemek. * Yüksek yerde düz yer olmak. * Kaybolan şeyi aramak. * Bir şeyi gereği gibi bilmek.
neseb   Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat.
neşeb   Mal, mülk.
neseben   Soyca, sülâlece, soy bakımından.
nesebî   Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı.
neşef   İçmek. * Sinmek. * İçine girmek, dühul etmek.
neşefe   (C.: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.
nesel   Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü. * İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.
nesem   Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet. * Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.
neseme   (Nesme) - (C: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.
neşer   Dağılmış, intişar etmiş, münteşir.
nesevî   (Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık.
neseviyyet   Kadınlık.
nesf   Bir yapıyı temelinden yıkma.
neşf   İçmek, suyu emerek içmek. * Sızmak. Sünger gibi sızmak. * Suyu çekmek.
nesfe   Dökülmüş ve saçılmış un.
nesg   Gitmek. * Almak. * Ağaç kesildiğinde çıkan su. * Vurmak. * Dürtmek.
neşg   Aşk galebe edip haykırıp çağırmak. * Tâlim etmek.
neshî   Nesihle alâkalı, neshe ait. * Bir cins yazı.
nesi'   (C.: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap. * Unutkan. * Unutulan. Unutulmuş olmak. ◊ Te'hir, sonraya bırakma.
nesib   Asil kadının vasfı. * Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi.
nesic   (C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.
nesice   (C: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey.
neşide   Manzume. Şiir. * Yüksek sesle okunan şiir. * Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.
neşidehân   f. Neşide okuyan.
nesie   Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.
nesif   İki kişi arasındaki sır.
nesig   Ter.
nesik   Düzenli, tertibli, nizamlı * Süslü, bezenmiş, donanmış.
nesike   Hak yoluna kesilen kurban. * Altın veya gümüş külçesi. (Bak: Akika)
nesil   Kazıldığında çıkan kuyu toprağı. ◊ Erimiş mumsuz bal. ◊ (Bak: Nesl)
neşil   Çömlekte pişmiş et.
nesim   Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr.
nesimî   Hafif hafif ve lâtif bir tarzda esen rüzgârla ilgili.
nesir   Hayvan aksırması.
neşir   Dağıtma, yayma, herkese duyurma.
nesire   Kuyu toprağı.
nesis   Aşırı derecedeki açlık. * İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati. * Son nefes. ◊ Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.
neşiş   Kaynayan şeyden çıkan ses.
nesise   (C.: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı.
neşit   Neş'eli, sevinçli, şenlikli. Faal.
neşita   Bir şeyin, aramaksızın bulunması. * Ansızın bulunan nesne. * Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet.
nesk   Bir kelâmı başka kelâma atfetmek.
neşk   Burna çekme.
nesl   Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk. * Çocuk hâsıl etmek. * Kıl yolmak. * Mumsuz, süzme bal. ◊ Kuyudan toprak çıkarmak. * Sadaktan ok çıkarmak.
neşl   Taan etmek. * Cezbetmek, kendine çekmek.
neslan   Çok yelmek. Evmek.
nesle   Geniş gömlek.
neşm   Zerdali ağacı gibi bir ağaç. * Bir çiçek cinsi.
nesme   Fık: Satın alınan köle.
nesnas   Koğuculuk eden kişi. * Maymun.
nesne   şey, herhangi bir şey.
neşneşe   Koyun derisini yüzmek. * Zırh sesi. * Su kaynarken ötüp ses çıkmak.
nesr   Hamele-i Arş'tan olan bir melek. * Akbaba, kartal. * Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. * Yarayı deşmek. * Kuşun, eti didiklemesi. * Birinin aleyhinde konuşmak. * Güneyde bir More…
neşr   Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak. * Başıboş cemaat. * Bulutlu günde yel esmek. * İzhar etmek. * Katetmek. * Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak. More…
nesre   Büyük geniş gömlek. * Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması. * Menazil-i kamerden iki yıldız.
nesren   Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı. * Çoğaltmak suretiyle.
neşren   Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak.
neşrî   Neşir ile alâkalı.
nesrin   Yabani gül.
neşriyât   Gazete, kitap, radyo ve sâir vasıtalarla neşrolunmuş, yayılmış şeyler.
ness   İfşa etmek, açıklamak. * Gayret ve hamiyyet etmek. ◊ Sürmek, sevk. * Kurumak.
neşş   Kaynamak, galeyan. * Her nesnenin yarısı. * Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak. * Yirmi dirhem. * Karıştırmak.
neşşab   Okçu, ot atan.
nessabe   Nesepleri iyi bilen kimse.
neşşabe   Ok yapıcılık, ok yapma sanatı.
nessac   Dokuyucu, dokuyan, çuhacı.
nessaf   Gagası büyük bir kuş.
neşşaf   Bir şeyi kendine çeken. * Emen.
neşşal   Pişmemiş yemeğe saldıran.
nessar   Dağıtan, saçan, neşreden. * Parlatan.
nest   Sâkin olmak.
neşt   Yılan sokmak ve ısırmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Çözmek. * Çıkarmak. * İpi bağlamak.
nesteinu   Biz senden yardım, inayet dileriz, istiane ederiz meâlinde duâ.
nester   (Nesteren-Nesterin-Nesterun) f. Ağustos gülü, yaban gülü.
neşter   Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı.
nesterinzar   f. Gül bahçesi. Güllük.
nesuc   Üstünde yük doğru durmayan deve.
neşur   Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan.
neşut   Bir balık cinsi. * Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu.
nesv   İzhar etmek, göstermek, açıklamak.
neşv   f. Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. * Yeniden hayata gelmek.
neşv ü nema   Büyümek ve gelişmek.
neşvan   Sarhoş.
neşvar   Davar gevişi.
neşvat   (Neşvet. C.) Keşifler, neş'eler, sevinçler.
neşve   (Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. * Büyümek ve yetişmek. * Koklamak. * Rayiha. * Bir şeyi tekrarlamak. * Mest ve sarhoş olmak. * İyice duyup vâkıf olmak.
neşvebahş   f. Keyif ve neşe veren. Neşelendiren.
neşvedâr   f. Keyifli, neşeli.
neşvegâh   f. Neşe ve keyif yeri.
neşvemend   f. Keyifli, neşeli.
neşverüba   f. Neş'e verici.
neşvet   Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu.
neşveyab   f. Neşeli, keyifli.
nesy   Unutma, nisyan. * Unutulmuş.
nesyen mensiyyen   Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.
neşz   (C.: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.
neta   (Nütü') Yaranın şişmesi. * Yüksek olmak.
netaic   (Netayic) (Netice. C.) Neticeler.
netane   Çirkin kokmak, pis kokmak.
netb (nütüb)   Büyük olmak, gövdeli olmak.
netc   Doğurmak.
netf   Kıl yolma.
netg   Alayla gülmek. * Bir kimseyi ayıplamak.
neth   Koparmak. * Çıkarmak. ◊ Terlemek, sızmak.
netice   (C.: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa. * Döl, evlâd.
neticebahş   f. Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren.
neticepezir   f. Son bulmuş, neticelenmiş.
netk   Atmak. * Yüzmek. * Kendine çekmek, cezbetmek. * Depretmek, silkmek, harekete geçirmek. * Oğlu ve kızı çok olmak. ◊ Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek.
netl (netel)   Önüne çekmek. * Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek.
netn   Fena kokmak. Kötü, kerih koku.
netnun   Bir ağaç cinsi.
netr   Cezbetmek, kendine çekmek. * Taan etmek, çekiştirmek. * Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak.
nets   Deri yüzmek. * Bir şeyin yerinden ayrılması.
netş   Çıkarmak. * Yolmak.
netuc   Çıkma. *Ağaç posası.
neur   Çivit.
neuzü   Sığınırız meâlinde fiil.
nev   f. Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış.
nev'   Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.
nev'an   Cins bakımından, çeşitçe. * Biraz.
nev'î   Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
nev'i şahsina münhasir   Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.
nev'umma   Bir derece, bir suretle.
nev-a-nev   f. Yeni yeni.
nev-amuz   f. Acemi. Yeni alışan.
nev-arus   (C.: Nev-arusân) f. Yeni gelin.
nev-ayin   f. Yeni tarz, yeni üslub. * Yeni üslub çıkaran.
nev-icad   f. Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş.
nev-inan   f. Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at.
neva   f. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. * Musikide bir makam ismi. * İntizamlı hâl. * Azık, zahire, rızık. ◊ Bir yerden bir yere nakletmek. * Hıfzetmek, korumak. * Sohbet etmek. More…
neva-saz   f. Çalgıcı, okuyucu.
nevabig   (Nâbiga. C.) Şerefli ve ulu kimseler. * Sonradan şâir olan kişiler.
nevabit   (Nabite. C.) Nebatlar. Bitkiler. * İmar ve ihdas. * Dünya ahvâlinden habersiz. * Taze, genç kimse.
nevabiz   (Nâbıza. C.) Nabız damarları.
nevaciz   (Nâciz. C.) Azı dişlerinin arkasındaki altlı üstlü bulunan dişler.
nevad   f. Zarar, ziyan, hasar. * Mahzen. * Dil.
nevade   Torun.
nevadi   (Nâdi. C.) Toplantılar, meclisler.
nevadir   Az olanlar, nâdirler.
nevafil   (Nâfile. C.) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
nevafis   (Nefsâ. C.) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar.
nevager   f. Okuyucu, hânende.
nevah   Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir.
nevahi   (Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler. * Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar. ◊ (Nahiye. C.) Taraflar, yanlar, nahiyeler.
nevaht   f. Okşama. * Saz çalma.
nevahte   f. Okşanmış. * Saz çalmış.
nevahten   f. Çalgı veya saz çaldırmak.
nevaî   f. Ahenkle, makamla ilgili.
nevaib   (Naibe. C.) Musibetler, kazalar, belâlar.
nevair   (Naire. C.) Ateşler, alevler. ◊ (Naure. C.) Bostan dolapları.
nevaket   Hamakat, ahmaklık.
nevakis   (Nakus. C.) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar. ◊ (Nâkis. C.) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar. ◊ (Noksan. C.) Eksiklikler, noksanlar.
neval(e)   Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib. * Yiyecek içecek. * Bir tek porsiyon.
nevale-çin   f. Yiyecek toplayan, kısmetini alan.
nevamis   (Namus. C.) Namuslar, kanunlar, şeriatlar. (Bak: Desâtir)
nevar   (C.: Niver) Ürkmek, korkmak.
nevasi   (Nâsiye. C.) Alınlar. * Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular. ◊ İyi cins bir beyaz üzüm.
nevat   Çekirdek, hurma çekirdeği. * Yirmi veya on adet. * Bir veya on okka altın. Beş dirhem altın. * Düşman.
nevati   (Nevtî. C.) Gemiciler.
nevatih   şiddetler.
nevatir   (Nâtur. C.) Hamam hademeleri. * Bostan bekçileri. ◊ Kirişi kesik olan yay.
nevaye   Devenin semiz olması.
nevaz   f. Okşayıcı, taltif edici, iyi edici. (Bak: Nüvaz)
nevazende   f. Okşayan, okşayıcı.
nevazic   (Nâzıc. C.) Kıvama gelmişler, olgunlaşmışlar.
nevazil   Nezleler. * Hâdiseler. Belâlar.
nevaziş   (Nüvaziş) f. Okşayış, iltifat.
nevazişgâr   f. Gönül alan, okşayan. İltifat eden.
nevazişgârane   f. Gönül alarak, okşayarak, iltifat ederek.
nevb   Yakınlık. * İsabet.
nevbahar   f. İlkbahar.
nevbaharî   f. İlkbaharla ilgili.
nevbave   f. Yeni yeşillik. * Turfanda yemiş. * Hediye, armağan.
nevbe   (C.: Nüveb) Nöbet.
nevbenev   f. Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye.
nevber   f. Turfanda meyve. * Memeleri yeni belirmeye başlamış kız.
nevbet   Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş.
nevbet-zen   f. Belirli vaktin geldiğini bildiren, nöbet çalan.
nevbetî   f. Mehter başı.
nevbünyan   f. Yeni yapılı, yeni yapılmış.
nevbüride   f. Yeni koparılmış, yeni kesilmiş.
nevcah   f. Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. * Tahta yeni oturmuş (padişah).
nevcet   Fırtına.
nevcivan   f. Genç, delikanlı.
nevcivanî   Gençlik, delikanlılık.
nevdel   Sarkık ve sülpük olmak.
neve   Torun.
neved   f. Doksan. 90
nevend   (Nevende) f. Postacı. Atlı postacı. * Hızlı giden at.
neverd   f. Dönen, gezen, dolaşan.
nevesan   Kımıldama, hareket etme.
nevey   (Nevât. C.) Çekirdekler.
neveyat   (Nevâ) Nüveler, çekirdekler.
nevf   (C.: Envâf) Hörgüç. * Uzun ve yüksek olmak.
nevfel   Deniz, derya, bahr. * Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan.
nevfele   Tuzluk.
nevfer   Nilüfer çiçeği.
nevgüşade   f. Yeni açılmış.
nevh   Yükseltmek, yüceltmek. * Kuvvetli ve kavi olmak.
nevh (nevha)   Ağıt etmek. * Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.
nevha   Ölüye sesli ağlamak. * Nağme ile güvercin ötmesi.
nevhast   Taze ve genç hayvan.
nevhat   Sakalı yeni çıkmış genç.
nevheves   (C.: Nevhevesân) f. Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. * Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen.
nevhiz   f. Genç, taze. * Yeni çıkmış, yeni yetişmiş.
nevi   f. Yenilik.
nevid   f. Müjde, beşaret, iyi ve sevinçli haber.
nevin   f. Yeni, yepyeni, yeni şey.
nevis   Kuvvet.
nevk   f. Sivri uç.
nevka   Ahmak, akılsız kimse.
nevkar   f. Acemi. İşe yeni başlamış.
nevl   Yolcuların verdiği vapur parası. Gemi kirâsı. * Bahşiş, atiyye.
nevm   Uyku. Uyumak. Rüya. * Sönmek. Sükun. (Bak: Kaylule)
nevmî   Uyku ile alâkalı, uykuya âit.
nevmid   f. Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış.
nevmidâne   f. Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak.
nevmidî   Ümidsizlik, cesaret kırıklığı.
nevnihal   f. Taze fidan, yeni filiz.
nevniyaz   f. İşe yeni başlayan.
nevpeyda   f. Yeni çıkma.
nevr   (C.: Envâr) Parlaklık. * Ağaç çiçeği. Tomurcuk.
nevrah   f. İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. * Yeni yol.
nevrec   (Nevâric) Kağnı.
nevred   f. Gezen, yol alan, dolaşan.
nevres   'Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.' ◊ More…
nevresid   f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme.
nevreside   f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. * Tâze, genç.
nevresidegân   (Nev-reside. C.) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.
nevresm   f. Yeni çıkma. * Yeni moda.
nevreste   (C.: Nevrestegân) f. Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş.
nevroz   Fr. Tıb: Sinir sistemi bozukluğu. Sinirlilik hastalığı.
nevrüste   f. Yeni yetişme.
nevruz   f. Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır.
nevruziye   Nevruz gününe âit olan. Hususan o gün için yazılan, söylenen manzume.
nevs   Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Kaçmak, firar etmek. * Vahşi hımar, yabani eşek. ◊ Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme.
nevş   Bir şeyi el uzatıp almak ve istemek. * Yürümek. * Sür'atle deprenip kalkmak. * Alıp yemek.
nevşah   f. Yeni dal. * Yeni bitmiş geyik boynuzu.
nevsale   f. Genç. Küçük. Tâze.
nevşe   f. Genç hükümdar. * Yeni damat.
nevsefer   f. Yeni yolculuğa çıkan.
nevşüküfte   f. Yeni açılmış (çiçek).
nevt   (C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.
nevta   Göğüste olur bir verem.
nevtî   Gemici.
nevür   Çivit. * Damga için kullanılan içyağı isi.
nevvab   Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören.
nevvah(e)   Ağlayan, çığlık koparan.
nevvar(e)   Nurlu, aydın. Aydınlık.
nevz   (C.: Envâz) Dere, vâdi.
nevzad   f. Yeni doğmuş. * Yeni doğmuş çocuk.
nevzemin   f. Yeni çeşit, yeni tarz.
nevzuhur   f. Yeni çıkma. Yeni zuhur etme.
ney   Kamıştan yapılan damaksız düdük. * Kamış kalem. * Mc: Kâmil insan. * Farsçada: Yokluk. (Bak: Nay)
ney'   Susuzluk. * Meyletmek, eğilmek.
neyb   Dişle ısırmak.
neyçe   f. Küçük ney.
neydelan   Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur.
neyelan   İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma.
neyfak   Tilki derisinden olan kürk.
neyh   Vücudun kemikleri taze iken pekişmek.
neyistan   f. Kamışlık, sazlık.
neyk   Cima etmek.
neyl   Merama erme. İsteğe ulaşma. * Ulaşılan şey.
neynüfer   Nilüfer çiçeği.
neypare   f. Kamış parçası.
neyrenc   (C.: Neyrencât) Tılsım.
neyrencât   (Neyrenc. C.) Tılsımlar.
neyrib   Koğuculuk, dedikoduculuk.
neyruz   Yaz günü.
neyseb   Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.
neyşeker   f. Şeker kamışı.
neysitan   f. Sazlık, kamışlık.
neyt   Cenaze. * Ölüm. * Duâda tazarru etmek. * Tıb: Kalbin asılı olduğu damar. * Derinliği adam boyu miktarı olan kuyu. ◊ İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek.
neytal   (C: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat. * Kova. * İçki ölçeği.
neyy   Pişmemiş çiğ et vs. * Devenin semiz olması. * Semiz ve besili deve.
neyyif   Küsur. Ziyade. Artık. Fazla. * İhsan. * Yakın.
neyyir   (Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim. * Yıldız. Cisim halindeki nur. * Güneş, şems.
neyyirat   (Neyyir. C.) Nurlular, nur saçanlar.
neyyireyn   Cisimlenmiş iki nur, Güneş ile Ay.
neyz   Çok olmak.
neyzar   f. Kamışlık, sazlık.
nez'   Çekip koparmak, ayırmak. * Can çekişmek. * Çekip almak. Kuyudan kovayı çekip çıkarmak. * Saymak. * Kaldırmak, yok etmek. ◊ Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak.
neza'   Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.
nezafet   Temizlik, paklık, pakizelik.
nezahet   Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat.
nezair   (Nazire. C.) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar.
nezaket   Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
nezale   Sefillik. * Hasislik.
nezare   Azlık. Kıllet. ◊ Korkutmak.
nezaret   (Nedâret) Tazelik. Parlaklık. Letafet.
nezaret (t)   (Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış. * Nâzırlık etmek. Göz etmek. * Tenezzüh. * Reislik. * Vekillik, nâzırlık, bakanlık.
nezaza   Az olmak, kıllet. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.
nezb   Çağırmak. * Ses, sadâ, savt.
nezd   f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki 'ind' mânâsındadır)
nezdik   f. Yakın, karib.
neze   Hafif deve.
nezel   Menzil, mekân.
nezele   Akmak, seyelan.
nezevan   Atlama, sıçrama.
nezf   Kuyunun suyunu tamamen boşaltma. * Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme.
nezg   İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese.
nezga   Taan etmek, çekiştirmek.
nezh   (Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık. * Hiçbir kötü hareketi olmamak. * Kerim, pak, pâkize.
nezia   (C.: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.
nezib (nezâb)   Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.
nezif   (Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse. * Sarhoş kimse.
nezih   (Nezihe) Pâk, temiz. (Bak: Nezh)
nezihâne   f. Temizce, iyice, güzelce.
nezil   Misafir. İnen, konan. ◊ Menzil, mekân.
nezir   (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ('Beşir' in zıddıdır) * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup More…
nezire   Nezredilmiş olan şey, adak.
nezk   Yaramaz söz. * Süngü ile vurmak.
nezk    Hafiflik. * Acele. * Sebkat.
nezle   (C.: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık. * Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.
nezr   Adak adamak. * Fık: Cenab-ı Hakka ta'zim için mübah bir fiilin yapılmasını deruhde etmek, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacib kılmaktır. ◊ Suâlde ısrar etmek. * More…
nezur   Evlâdı az olan kadın.
nezv   Sıçramak.
nezz   Hafif zeki kimse. * Susuz nadas.
nezzam   Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen.
nezzare   Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden.
ni   f. Nefy edatıdır. (Bak: Na-Ne)
ni'me   Ne iyi, ne âlâ, ne güzel. ◊ (C.: Niam) Mal. * Sanat.
ni'met   (Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık.
ni'met-şinas   f. Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan.
ni'tal   Kova.
niac   (Na'ce C.) Dişi koyunlar.
nial   (Na'l. C.) Ayakkabılar, pabuçlar. * Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar.
niam   (Ni'met. C.) İyilikler. Yiyecekler. Nimetler. * Hidayetler.
nibah   Köpek havlaması.
nibal   Küçük tepe. * (Nebl. C.) Oklar.
nibras   (Süryânice) Lâmba, çıra.
nibz   Hurma ağacının dış kabuğu.
nicad   Kılıç bağı.
nicaf   Kapının üst eşiği.
nicar   Asıl.
nida'   Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
nidal   (Nizâl) Özür beyan ederek bir zararı def etmek.
nidd   Aynı, eş. Benzer, denk.
nidre   Et parçası.
nifa'   Menfaat, fayda.
nifak   Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
nifakî   Nifakla alâkalı.
nifar   İntikal etmek, göçmek. * Dağılıp kaçmak. * Ürkme, korkma, çekinme. * Nefret gösterme.
nifas   Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına 'Nüfesâ' da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder.
nifaz   Çocuğa sarılan bez. Çocuk bezi.
nigâh   (Nigeh) f. Bakmak, nazar etmek. Bakış.
nigâhban   Bekçi. Gözcü. Gözleyen.
nigâhbanî   f. Bekçilik, gözcülük.
nigâhdar   f. Bekçi, gözcü. * Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı.
nigâl   f. Ateşli kömür parçası.
nigâr   f. Güzel yüzlü sevgili. * Nakış. Resim. * Nakşeden. * Put, sânem. * Resmi yapılmış, resmedilmiş.
nigârende   f. Ressam.
nigârhane   f. Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. * Ressamların çalıştıkları atölye. * Puthâne. * Güzelleri çok olan yer.
nigârin   f. Resim gibi güzel sevgili. * Resimlerle ve nakışlarla süslü.
nigâriş   f. Resim yapma. Tasvir yapma.
nigâristan   f. Resim ve heykel sergisi. * Güzelleri çok olan yer. * Puthane.
nigâşte   f. Resmolunmuş. Musavver. * Yazılmış.
nigeh   (Bak: Nigâh)
nigeh-endâz   f. Bakan, bakıcı, bakıveren.
nigehbân   f. Gözcü, gözetici, bekçi.
nigehbânî   f. Bekçilik, gözcülük.
nigehdâr   f. Gözcü, bekçi. * Saklayıcı, koruyucu.
nigeran   f. Bakıveren, bakıcı.
nigin   f. Mühür, hâtem. * Yüzük.
nigindân   f. Yüzük mahfazası, yüzük kutusu.
niginsây   f. Mühür kazıcı. Hakkak.
nigu   f. Güzel, iyi, hasen.
niguhâh   f. Hayır temenni eden, iyilik isteyen.
niguhide   f. Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş.
niguhiş   f. Çekiştirme, gıybet, zemm.
nigun   f. Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. * Ters, uğursuz, aksi.
nigunbaht   f. Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız.
nigunsâr   f. Başaşağı.
nih   f. (Nihâden: 'Koymak' mastarından emir kökü) Koy. * Memleket, şehir, belde.
niha (niyâha)   Yas tutmak.
nihab   (Nehb. C.) Çapullar, yağmalar.
nihad   f. Huy, tabiat, hilkat, bünye, yaratılış.
nihade   f. Konmuş, konulmuş.
nihadî   f. Yaradılışta olan, fıtrî.
nihaf   (Nahif. C.) Cılız, zayıf kimseler.
nihaî   (Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu.
nihal   f. Taze, düzgün. Fidan, sürgün.
nihalan   (Nihal. C.) f. Taze fidanlar, sürgünler.
nihale   f. Yeni, taze fidan. * Avcı korkuluğu. * Sahan altlığı. * Döşenecek şey. Döşeme.
nihalî   f. Sahan altlığı.
nihalistan   f. Fidanlık.
nihan   f. Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. * Sır.
nihanhane   f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
nihanî   f. Gizlilik, saklılık.
nihas   Kağnı tekerleğinin etrafına takılan çenber, yuvarlak demir. * Kavafların kullandığı nesne. ◊ Asıl. Tabiat.
nihavend   İran'ın batı tarafında meşhur bir şehir adı. * Musikide bir makam.
nihavendî   f. Nihavend şehrine ait. Nihavendli.
nihayet   Son, uç, son derece. * Çok.
nihle   Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye. * Millet. * Yol. Tarik. * Diyânet. Mezheb. ◊ (C.: Nihal) Millet. * Yol. * Diyânet. * Bahşiş, atâ. * Dâva.
nihrir   (C.: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse.
nihv (nihâ)   (C.: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu.
nihvar   f. Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam.
nihy   Gölcük.
nijad   f. Nesil, soy, neseb. * Cibilliyet, tabiat.
nijm   f. Bazı kış sabahları inen koyu sis.
nik   (C.: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi. * Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse. ◊ f. İyi, güzel, hoş.
nik ü bed   İyi ve kötü.
nik-terin   f. Çok iyi, hepsinden iyi olan.
nikab   Yüz örtüsü, peçe, perde.
nikabe (nekabe)   Kâhyalık. * Ululuk.
nikâbet   Rüzgârın ters yönlerden esmesi.
nikâh   Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede)
nikahter   (Nik - ahter) f. Tâlihli, şanslı, mutlu.
nikal   Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi.
nikâl   f. Ateşli kömür parçası. ◊ Dizgin demiri.
nikam   (Nikmet. C.) İntikamlar, öc almalar.
nikan   (Nik. C.) f. İyiler, iyi kimseler.
nikar   İnat. Kin.
nikaşe   Nakış yapma san'atı. Nakışçılık.
nikat   (Nokta. C.) Noktalar.
nikât   (Nükte. C.) Nükteler. İnce mânâlar. * İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.
nikâyet   Düşmanı kılıçtan geçirme.
nikbaht   (Nîk-baht) f. Bahtlı, tâlihli, şanslı.
nikbaz   (Nîk-bâz) f. Davranışları ve işleri iyi olan.
nikbe   (C.: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet.
nikbin   (Nîk-bin) f. İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören.
nikda   Yaş kanbel otu.
nikendiş   (Nîk-endiş) f. Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen.
nikfercam   (Nîk-fercâm) f. Sonu, âkıbeti hayırlı ve iyi olan.
nikhaslet   (Nîk-haslet) f. Ahlâkı ve huyu iyi olan.
nikhu   f. Güzel huylu, iyi huylu.
nikî   f. İyilik, iyi olma.
nikk   Kurbağa sesi.
nikkirdar   (Nîk-kirdâr) f. Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan.
nikl   (C.: Enkâl) Köstek. * Kayd. * Dizgin demiri.
nikmanzar   (Nîk-manzar) f. Görünüşü ve manzarası güzel olan.
nikmet   Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat. ◊ (Bak: Nikmet)
niknam   f. İyi nam kazanmış, iyi ünlü.
niknihad   (Nîk-nihâd) İyi huylu.
nikris   (Nıkrîs) (C.: Nekaris) Ayak ağrısı.
niks   Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek. ◊ Ters doğan çocuk. * Zayıf ve cılız adam.
nikter   (Nik-ter) f. Çok beğenilmiş, çok iyi.
niku   Güzel, iyi, hoş.
nikubaht   f. Bahtı açık.
nikukâr   f. İşleri doğru ve iyi olan, iyi işli.
nikuyî   f. Güzellik, iyilik.
niky   İlik.
nikz   (C.: Enkaz) Bina yıkıntısı.
nil   Mısır'ın bir nevi hayat menbaı olan en büyük nehrinin ismi. ◊ Vesime adı verilen boya otu. * Çivit boyası.
nile   f. Çivit.
nilî   Mavi, çivit rengi.
nilî perde   Gökyüzü, sema.
nilu-berg   f. Nilüfer.
nilüfer   f. Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. * Bursa yakınlarında akan bir akarsu.
nim   f. Yarım, nısf, buçuk, yarı. ◊ Eski kürk. * Bir ot cinsi.
nimal   (Neml. C.) Karıncalar.
nimar   (Nimr. C.) Kaplanlar.
nimat  (Nemat. C.) Örtüler, ihramlar.
nimbismil   f. İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan.
nime   f. Yarım, nısf, yarı.
nime nime   f. Parça parça, yarım yarım.
nimgerm   f. Pek sıcak olmayan. Ilık.
nimhab   f. Yarı uykulu, mahmur.
nimhande   f. Gülümseme, tebessüm.
nimküşte   f. Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan.
nimlahza   f. Yarım bakış. Gözucuyla bakış. * Çok kısa zaman.
nimmanzur   f. Yarı görülen. Bulanık olarak görülen.
nimmest   f. Sarhoşça.
nimmürde   f. Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan.
nimmuzlim   f. Yarı karanlık.
nimnigâh   f. Yarı bakış. Gözucuyla bakma.
nimnime   Birbirlerine yakın çizgiler. * Tırnakta olan beyazlık.
nimnimeteyn   Tırnak işareti.
nimpuhte   f. Tam pişmemiş, yarı pişmiş.
nimr   (C.: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan.
nimre   Dişi kaplan.
nimres   f. Yarı ham, yarı olgunlaşmış olan.
nimruz   f. Yarı gün, öğle.
nims   Firavun faresi dedikleri küçük hayvan. * Sansar. ◊ Bir ot cinsi.
nimşeb   f. Geceyarısı.
nimsüfte   f. Yarım olarak söylenmiş, tam denmemiş.
nimten   f. Mintan.
nimzinde   Yarı canlı. Ölü ile diri arası.
nimzulmet   f. Yarı karanlık.
ninan   (Nun. C.) Balıklar, semekler.
nir   (C.: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu. * Bez damgası. * Irgaç.
niran   (Nur ve Nâr. C.) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.
nirenc   (C.: Nirencât) Düzen, hile. * Resim, taslak.
nireng   f. Düzen, hile, aldatmaca. * Taslak, resim. * Büyü, efsun.
niru   f. Kuvvet, güç, zor.
nirumend   f. Güçlü, kuvvetli, zorlu.
nirumendî   f. Kuvvetlilik, zorluluk, güçlülük.
niş   f. (Arı, akrep gibi böceklerde olan) İğne. * Diken. * Ağu, zehir.
nis'   (C.: Ensu') Gizlemek. * Gitmek. * Sarkık olmak. * Kuzey rüzgârı.
nis'a   (C.: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan.
nisa   (C.: Nisvân) Kadınlar.
nişa   f. Nişasta.
nisa suresi   Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi.
nisa'   Bir cins beyaz elbise.
nisab   'Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had. * Fık: Altının nisabı  20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram)
nisacet   Dokumacılık.
nişad   Bir kimseye yemin vermek.
nisaf   Bir şeyi tam olarak ikiye bölme.
nisaî   (Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir.
nisal   (Nasl. C.) Ok ve kargı gibi şeylerin uçlarındaki sivri demirler.
nişan(e)   f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya More…
nişande   Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey.
nişane   (Bak: Nişan)
nişangâh   f. Hedef yeri. Nişan tahtası. * Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım.
nisar   Saçan, saçıcı mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar  - Işık saçan. ◊ Saçmak, dağıtmak. * İ'ta etmek. Vermek.
nisarçin   f. Saçılan şeyleri toplayan.
nisbet   Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
nisbeten   Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle.
nisbî   (Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslıyarak olan. Nisbete, ölçüye göre.
nişde (nişdân)   Talep etmek, istemek. * Söz vermek, and vermek.
nişdet   Araştırıp sorma. * Kaybolan bir şeyi arama.
nişe   f. Çoban düdüğü. Kaval.
niseb   Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler.
nişest   f. Oturan.
nişeste   (C.: Nişeste-gân) f. Oturan, oturmuş.
nişeste-gân   (Nişeste. C.) f. Oturanlar, oturmuş olanlar.
nişestgâh   f. Oturacak yer.
nisf   Yarım, yarı.
nisfet   (Bak: Nasfet)
nisfiyet   Yarımlık. Yarı yarıya bölme.
nish (nisâh)   Terzilik. * Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.
nişhar   f. Diken batmış, iğnelenmiş.
nişib   f. (Yukarıdan aşağıya) iniş.
nişib ü firaz   İniş ve yokuş.
nişibgâh   f. Çukur yer.
nişimen   f. Oturacak yer.
nişimengâh   f. Durak, yurt. Toplanılacak yer.
nişin   f. 'Oturan, oturmuş' gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir.
nişinende   f. Oturan, oturucu.
nist   f. Değildir, yoktur.
nişter   f. Hekim bıçağı, neşter.
nistî   f. Yokluk, adem.
nisun   (Nisvan. C.) Kadınlar.
nisvan   (Nisa. C.) Kadınlar. Nisalar.
nişve   Koklamak. * Bilmek. * Haber vermek.
nisvî   Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.
nisyan   Unutmak, hatırdan çıkarmak.
nit'   Ağız tavanının pütür yerleri.
nita'   (C.: Nutu') Deri döşek.
nitab   Baş. * Boyun damarı.
nitac   Yavrulama, yavru doğurma.
nitaf   (Nutfe. C.) Saf ve duru sular. ◊ Ter.
nitah   Tos vurma, toslaşma. Boynuzla vurma. * Vuruşup kavga etme.
nitak   Kemer, kuşak. * Kuşak yeri. * Peştemal.
nitasî   Anlayışlı tabib, doktor.
nitnit   Uzun boylu adam.
niva   Düşmanlık. * Besili, semiz deve.
nive   f. İnleme, ağlama, sızlanma.
nivend   f. İdrak, anlayış, akıl.
niver   f. Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller.
niya   (C.: Niyâgân) Dede, cedd.
niyabe   Nöbet.
niyabet   Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
niyagân   (Niyâ. C.) Dedeler, ceddler. Ecdad.
niyam   (Nâim. C.) (Nevm. den) Uykuda olanlar, uyuyanlar. ◊ f. Kılıf, kın. Kılıç kını.
niyamger   (C.: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr.
niyar   (Nâr. C.) Ateşler.
niyat   (Niyâta) Bir damar ismi (yürek onunla bağlıdır.) ◊ (Niyet. C.) Niyetler.
niyaz   f. Yalvarma, yakarma. Dua. * Rağbet ve istek. * Hâcet, ihtiyaç.
niyazkâr   f. Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan.
niyazkârâne   Yalvararak, niyaz ederek. * Muhtaç olarak, muhtaçlıkla.
niyazmend   (C.: Niyazmendân) f. İhtiyacı olan, muhtaç. * Yalvaran, yakaran, niyaz eden.
niyere   (Nâr. C.) Ateşler.
niyet   Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi.
niylec   Çivit.
niyy   Çiğ, olmamış, ham.
niyyat   (Niyet. C.) Niyetler.
niza   Cima etmek.
niza'   Çekişme, kavga.
nizal   Nişan, işaret, alâmet.
nizam   Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, More…
nizamât   (Nizam. C.) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler.
nizamen   Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak.
nizamî   Düzenli, tertipli, usulüne uygun. * Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı.
nizamiye   İlk askerlik devresi. * Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire. * Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.
nizar   Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz. ◊ (C.: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir. ◊ Zayıf, arık, düşkün, bitkin.
nizaret   f. Zayıflık, arıklık.
nize   Mızrak.
nizedâr   f. Mızraklı. Kargılı. Süngülü.
nizek   f. Câriye. * Küçük mızrak, süngü.
nizezen   f. Mızrakla vuran. * Mızrakçı.
nizk   Küçük süngü.
nizv   (C.: Nuzuv, Enzâ') Gitmek. * Sebkat etmek. * Kesmek, kat'etmek. * Çekip çıkarmak. * Bırakmak. * Zayıf deve. * Eski elbise.
nobran   Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan.
noksan   (Nuksan) Eksik, kusurlu, nâkıs. * Eksiklik, azlık. Eksilme, azalma. * Yokluk.
noksanî   Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı.
noksaniyet   Eksiklik, noksanlık.
nokta   (Nukta) Benek. * Durak, mevki. Mahâl. * Göze ârız olan leke. * Durak işareti. * Tek karakol, tek nöbetçi. * Yazıdaki durak işâreti. *Mat.: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.
noktateyn   İki nokta.
normal   Fr. Kanun, usul ve âdetlere uygun olan. Uygun. *Mat.: Bir eğri çizgiye teğet olan doğrunun değme noktasından bu doğruya çizilen dik çizgi.
nota   (İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı. * Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret. * Resmi ve siyasi mektup, muhtıra. * Mülâhazat. * Hesap pusulası. * Müziğe ait yazı.
nu'fe   Erkeklerin iki yanına sallanan saçı.
nu'm   Sürur, neşe, sevinç, neşat.
nu'man   (Niam. C.) Dört ayaklı hayvanlar. * Kan. * İmam-ı Azam Hazretlerinin adı. * Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği.
nu'nu   Uzun boylu adam.
nu'nua   Devenin boyun eti. * Horozun boyun tüyü.
nu're   (C.: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek.
nu'z   Hicaz'da yetişen misvak ağacı.
nuaa   Yumuşak ot.
nuak (naik)   Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
nüame   Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver.
nüamî   Güney rüzgârı.
nüans   Fr. İnce fark.
nuas   Uyuklama, uyuşukluk. (Bak: Nüas)
nüas   Uyuklama, uyku gelip basma. * Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek.
nüasî   Uyuklama ile ilgili.
nübah   Havlama.
nübea   (Nebi. C.) Nebiler, peygamberler.
nübele   (C.: Nübel) İstincâ taşı. * Kesek parçası.
nüble   İhsan, atiyye. Fazl.
nübta   Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık.
nübu'   Suyun, yerden çıkıp akması.
nübub   Bitmek.
nübut   Suyun, yerden çıkıp akması.
nübüvvet   (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak.
nüc'a   Otlu yer istemek.
nüceba   (Necib. C.) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler.
nücebe   Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan.
nüceym   Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.
nüch (necâh)   Zafer bulmak. Hâlâs olmak. Kurtulmak. İhtiyaçlarını giderip zafer bulmak.
nücme   Bir ot cinsi.
nücu'   Yemeğin hazmolup sindirilmesi. * Eser yapmak. * Duhul etmek, girmek.
nücum   Tulu' etmek, doğmak. * Görünmek, zuhur etmek. ◊ (Necm. C.) Yıldızlar.
nücum-perest   f. Yıldıza tapanlar.
nücumî   Yıldızlarla ilgili. * Yıldızlarla uğraşan.
nüd'e   Mal çokluğu. * Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı. * Et köpüğünün üstü. * İç yağı.
nüda   (C.: Endâ-Endiye) Yağmur. * Boğaz ıslatıcı nesne. * Çiy, rutubet. * Atâ, bahşiş. * Sesin uzaklara gitmesi.
nüdbe   Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak.
nüdema   (Nedim. C.) Nedimler.
nüdfe   Atılmış az nesne. * Sağılmış az süt.
nüdga   Tırnak sonunda olan beyazlık.
nüdha   Genişlik, vüs'at.
nüdub   (Nedebe. C.) Yara izleri, nedbeler.
nuf   f. Yankı. Aks-i sadâ.
nüf'e   (C.: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot.
nufaha   Su üzerindeki kabarcık.
nüfase   Diş arasında kalan yemek parçası.
nüfaz (nüfâze)   Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.
nüfesa   Loğusa kadın.
nüffaha   (C.: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.
nüfha   Yüce beyaz tepe.
nüfture   (C.: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot.
nüfuk   Helâk olmak.
nüfur   Ürküp kaçma, dağılma, firar etme. * İntikal etme. * Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri.
nüfus   (Nefs. C.) Nefisler, canlar, şahıslar.
nüfuş (nefâş)   Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.
nüfuz   Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan.
nüfz   Arka ve kürek eti.
nüfza   Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.
nügak (nagik)   Çobanın koyuna çağırıp haykırması.
nugaşi   Kısa boylu adam.
nugbe   (C.: Nugab) Bir içim su.
nuger   f. Köle, kul.
nugerî   f. Kölelik, kulluk.
nugnug   (C.: Negânig) Boğaz içinde olan et. * Kulak içinde fazlalık olan nesne.
nugre   (C.: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı.
nugz (nagz)   Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.
nüh   f. Dokuz.
nuh suresi   Kur'an-ı Kerim'de 71. Suredir ve Mekkîdir.
nüha   Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men.
nuha'   Boyun kemiği içindeki murdar ilik.
nuhaa   Tükürmek.
nühab   Deve öksürüğü.
nühak   Eşek anırtısı.
nühale   Kepek.
nüham   Bir kuş cinsi.
nuhame   Balgam.
nühame   Tükrük.
nuhas   Bakır. Bakır para. * Kızgın mâden. * Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre. * Dumansız alev. * Bir şeyin aslı. * Tütün.
nühas   Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs)
nuhasî   Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan.
nuhat   Nahiv (gramer) âlimleri. ◊ Hıçkırma.
nühat   Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan.
nühate   Yonga. Talaş.
nühaz   Deve öksürüğü. * Devenin göğsünde olan bir hastalık. ◊ Yokuş. * Güç yer.
nuhbe   Herşeyin seçkini, iyisi. * Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide. * Korkak.
nühbe   Gadapla ve kahirle cebren alınan mal. ◊ (C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi.
nühbur   (C.: Nehâbir) Kum yığını.
nuhî   Nuh (A.S) ile ilgili. * Pek eski.
nuhl   Karşılıksız hediye ve hibe.
nuhla   Atiyye, hediye.
nuhre   Kemik dokusunun çürümesi. ◊ Burun deliği.
nuhrub   (C.: Nehârib) Kaya yarığı. * Arı kovanı. * Arı sesi.
nühs   Kuş ismi. ◊ Dağ.
nuht   Çocukla birlikte karından çıkan su.
nühu'   Kusmak.
nühud   (Nühuz) Kalkmak, kıyam etmek, yerinden yükselmek. * Şiddetle muharebe etmek. ◊ Atın iri gövdeli olması.
nühüft   f. Saklı, gizli.
nühüfte   f. Saklı, gizli.
nühüftegî   f. Gizlilik, saklılık.
nuhul   Zayıflık, arıklık.
nühul   Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul)
nühüm   f. Dokuzuncu.
nuhur   (Nahr. C.) Ayların evvelleri. * Göğüsler. (Bak: Nahr)
nühur   Akarsular, nehirler, ırmaklar. ◊ (Nahr. C.) Kurbanlar. ◊ f. Göz, basar, ayn. ◊ Ayların evvelleri.
nuhuset   Uğursuzluk.
nühuset   Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı)
nuhust   f. Birinci, ilk, evvel.
nühust   f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan.
nuhustîn   f. Birinci, ilk, evvel.
nuhustzâd   f. İlk doğmuş olan. Evvel doğan.
nühüve   (Et) çiğ olmak.
nühuz   Hareket etme, deprenip kalkma.
nühye   (C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son.
nühza   Devenin göğsünde olan bir hastalık.
nühze   Fırsat.
nuk   f. Okun ucu, temren. Kuş gagası. * Gaga gibi sivri uçlu olan şey. ◊ (Naka. C.) Dişi develer.
nuka   Her şeyin kötüsü.
nukaa   Birşeyi ıslamada kullanılan su.
nükaf   Deveyi öldüren bir verem.
nükah   Tatlı soğuk su.
nükas   Devenin dudağında olan bir hastalık.
nukat   (Nokta. C.) Noktalar.
nükat   (Bak: Nikât- Nüket)
nukave   Temizlik, paklık. * Her şeyin iyisi, seçkini.
nukaye   Her nesnenin iyisi.
nukaz   Küçük serçe kuşu.
nukaza   Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne.
nukbe   (C.: Nukab) Yol. * Yırtık, delik. * Paçasız don. * Levn, renk. * Pas.
nüket   (Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
nükhet   Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.
nükke   Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.
nükr   Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr.
nukre   Külçe hâlinde gümüş. * Ense çukuru.
nükre   Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi.
nüks   Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi.
nuksan   Eksilmek, noksanlaşmak.
nukta   (C.: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta.
nükte   İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla More…
nükte-âmiz   f. Nükte karıştıran.
nüktebîn   f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki.
nüktedân   f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse.
nüktedânî   Nüktecilik, nüktedanlık.
nüktedâr   f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan.
nüktegu   f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen.
nükteguyî   f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme.
nükteperdaz   (C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan.
nüktepira   f. Nükteye süs veren.
nüktesenc   (C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan.
nüktever   f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen.
nüku'   Kısa boylu kadın.
nükub   Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.
nukud   (Nakid. C.) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.
nukul   Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.
nükul   Vazgeçme, geri dönme, cayma.
nukuş   Resimler, nakışlar.
nükus   Ardına dönmek.
nukz   (C.: Enkâz) Binâ yıkıntısı.
nul   f. Kuş gagası.
nülk   Alıç adı verilen dağ yemişi.
nüma   f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır.
nümayan   f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan.
nümayanter   f. Fazla görünen, en çok görünen.
nümayende   f. Gösterici.
nümayiş   .f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri.
nümayişgâh   f. Gösteri yeri.
nümayişkâr   f. Gösterişli.
numid   f. (Bak: Nevmid)
nümruk (nümruka)   (C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.
numruka   (C.: Nemarik) Küçük yastık.
numud   (Bak: Nümud)
nümud   f. Gösteren, görünen, benzeyen.
nümudar   f. Görünen. * Nümune, örnek.
numude   f. Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Bak: Nümune)
nümude   f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş.
nümun   f. Gösteren, benzer, müşabih olan.
nümune   f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey.
nümunehane   f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze.
nümur   (Nimr. C.) Kaplanlar.
nümüvv   Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek.
nümuzec   Enmuzec. Örnek, nümune, misal.
nümy   Pul.
nun   Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir. * Divid, kalem. * Kılıcın ağzı. Kılıç. * Çene çukuru. * Balık, semek.
nur   Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık.
nur suresi   Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi.
nur-i ayn   f. Göz nuru. * Pek sevgili olan.
nuran   Nurlu, parlak.
nuranî   Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver.
nuraniyyet   Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk.
nurbahş   f. Işık saçan, aydınlatan, parlatan.
nurefşan   f. Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren.
nuri   Nura mensub, nura ait. * Erkek ismidir.
nuriye   Nura âit, nura mensub. * Kadın ismidir.
nurpaş   f. Nur saçan, nur saçıcı.
nurtal'at   Nur yüzlü.
nurun ala nur   Daha âlâ, daha iyi, nur üstüne nur.
nuş   f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ.
nuşa nuş   f. İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek, defalarca içerek, içe içe.
nüşab   (Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar.
nüşabe   (C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok.
nuşadur   f. Nişadır.
nüsafe   Buğdaydan ayrılan saman.
nüşafe   Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.
nüsah   Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.
nusaha   (Nasih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
nüsal   Hayvandan dökülen tüyler.
nusara   (Nasir. C.) Yardımcılar.
nüsare   Saçılan şey. * Yemek döküntüsü.
nüşare   Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.
nusb   (C.: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem. * Zehir, ağu. * Belâ, musibet. * Put, sanem, heykel.
nüşbe   Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.
nuşdaru   f. Panzehir. * Tiryak. * şarap.
nuşe   f. şâd ve sevinçli. Mesrur olan.
nuşende   (C.: Nuşendegân) f. İçki içen kimse.
nush   Nasihat, ögüt.
nusha   (Bak: Nüsha)
nüsha   (C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı).
nuşhand   f. Tatlı gülüşlü.
nüşhar   f. Geviş.
nüshateyn   İki nüsha.
nuşiden   İçmek mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir.
nuşin   f. Lezzetli, tatlı.
nuşirvan   İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.
nüşk   Buruna birşey koymak. * Koklamak.
nüşka   Davarın boynuna takılan ip.
nüşre   Sihir, efsun.
nusret   (Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.
nussa   Saç kırpıntısı.
nussah   (Nâsih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
nussar   (Nâsır. C.) Yardımcılar.
nusu'   Çok beyaz olmak. * Hâlis olmak.
nüsu'   Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.
nüşu'   İlâç içirmek.
nüşub   Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.
nüşuh   Az miktar su.
nüsük   (Nüsk) Allah için ibadet etmek.
nüşuk   Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme.
nusul   Huruç etmek, çıkmak. * Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır) * (Nasl. C.) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler.
nüsul   Tüy dökme.
nüsur   (Nesr. C.) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar. * Çok çocuk doğuran kadın. ◊ (Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş).
nüşur   Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler.
nusus   (Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass)
nüşus (neşs)   Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek.
nüsüse   Kurumak.
nüşut   Tohumun baş vermesi, uç göstermesi.
nüşuta   Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)
nüşuz   Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.
nüşuze   Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.
nütac   Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü.
nutfe   Duru ve sâfi su. * Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi. * Taşmış, dökülmüş su. * Deniz. ◊ (C.: Nütef) Parmak ile yolunan şey.
nutî   (C.: Nevâti) Gemici.
nutk   (Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. * Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
nütu   Yumru, çıkıntı. * Yumruluk.
nutu'   (Nat'. C.) Meşinden yapılmış döşekler. * Sofra bezleri.
nütuc   Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan.
nutuf   (Nutfe. C.) Nutfeler, dölsuları, spermalar.
nutuh   Boynuzuyla vuran davar.
nüub   Seri seyir.
nüume   Yumuşaklık.
nuumet   Yumuşaklık.
nuut   (Na't. C.) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler.
nüut   (Bak: Nuut)
nüütî   (C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan.
nüv'   Açlık.
nüvah   Ölü için sesle ağlama.
nüvaht   f. Çalgı çalma.
nüvat   (Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler.
nüvatî   (C.: Nüvâta) Gemici, mellah.
nüvaz   f. 'Okşayıcı, taltif edici, iyi edici' mânâsına kelimenin sonuna gelebilir.
nüvb   Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü.
nüvbe   Yetişmek. * Siyahi bir kabile.
nüve   Çekirdek, asıl, menba.
nüveyt   Çekirdekçik.
nüvid   f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir.
nüvis   f. Yazan, yazıcı.
nüvisende   f. Yazıcı, kâtib.
nüvişt   f. Yazılı, yazılmış. * Mektub.
nüvne   Çene çukuru.
nüvre   Alçı taşı. * Kireçten yapılan.
nüvvar   (C.: Nevâre) Ağaç çiçeği.
nüy'e   Ham ve çiğ olmak.
nuyan   f. Şehzâde. Pâdişah oğlu.
nüyub   (Nâb. C.) Azı dişleri.
nüz'   Erkek ister kösnek davar.
nüza   Koyunda olan öldürücü bir hastalık.
nuzar   Altın. * Her nesnenin hâlisi ve iyisi. * Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması. * Etin kemikten dökülür derece More…
nuzera   (Nazir. C.) Akranlar, eşler.
nüzera   (Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar.
nüzfe   (C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î.
nüzhet   f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud.
nüzhet-efzâ   f. Eğlenceli ve gönül açacak yer.
nüzhet-pezir   f. Safa ve neşe bulmuş olan.
nüzl   (C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek.
nüzu'   Çekilmiş. * Su çeken deve.
nüzü' (nez')   İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.
nuzub (nazab)   Sinmek. * Iraklık, uzaklık. * Suyun, toprak tarafından emilmesi.
nüzul   İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.
nüzur   (Nezir.C.) Nezirler, adaklar. (Bak: Nezr) ◊ Korkutmak.
nüzzar   (Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar.
oba   Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı.
objektif   Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı.
od   t. Ateş, nar.
ofis   Fr. Yazıhane, daire, büro.
oğlak   Keçi yavrusu.
ok   Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar More…
okiyye   (Veya hemzenin hazfı ile 'Vekiyye') Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. More…
okka   t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm)
okyanus   Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı.
oligarşi   Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.
ömr   Yaşama, hayat, yaşayış.
ömre   (Bak: Umre)
operasyon   Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat.
oran   Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif.
ordugâh   f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri.
örf   İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir.
örf-i nâs   f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri.
örfen   Örf bakımından, âdetlere göre.
örfî   Âdete âit ve onunla alâkalı.
örfî idare   (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. More…
örfiyat   Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.
organ   t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * More…
organizasyon   Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât.
orijinal   Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan. More…
orsa   Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele.
ortodoks   Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.
osmanî   (Osmaniye) Osman'a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.
osmaniyân   (Osmanî. C.) Osmanlılar.
osmanli   Osmanlı Devleti teb'asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mil: 1288'de yerine geçen Osman More…
osmanlica   Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir.
ost   (Bak: Heme ost)
öşür   Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.
otağ   Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine 'Otağ-ı Hümayun', sadrazamınkine ise 'Otağ-ı Asafî' denilirdi.
otomatik   Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen.
otorite   Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser. More…
ozan   t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi.
özür   Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı More…
özürhâh   f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen.
 Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında 'b' harfi gibi iki sayısına tekabül eder.
pâ (pây)   f. Ayak. * Takat, mukavemet. * İz.
pâ-be-rikâb   Hareket etmek üzere olan.
pâ-bend   Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir. * Engel, mâni.
pâ-bend-i terakki   İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek.
pâ-bercâ   Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.
pâ-bercâ-yi hareket   Hareket etmek üzere bulunan, âmâde.
pâ-beste   f. Ayağı bağlı. Hareketsiz.
pâ-bürehne   f. Yalın ayak.
pâ-bus   f. Ayak öpen.
pâ-câme   f. Şalvar, don, çakşır. Pijama.
pa-çe   f. Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. * Koyun, keçi ve sığır ayağı. * Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek.
pa-çile   f. Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı.
pa-dam   f. (Ayaktan yakalayan) Kuş tuzağı.
pa-deş   f. Mükâfat.
pa-hast   f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan.
pa-kub   f. Çengi.
pa-mal   f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.,
pa-mal-i adüv   Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş.
pa-nihade   f. Ayak koymuş, ayak basmış. Gelmiş, ulaşmış, vâsıl olmuş. * Doğmuş, tevellüd etmiş.
pa-puş   f. Ayak örten. Ayakkabı, pabuç.
pa-renc   f. Ayak teri. Ücret.
pa-sar   f. Tekme. Tepme.
pa-sebük   f. İşine sarılmış, ayağına çabuk.
pa-sitade   f. Ayakta duran. Kaim.
pa-süvar   f. Yaya olan, yaya, piyade.
pa-yab   f. Kuvvet, kudret, tâkat. * Su birikintisi. * Havuzun dibi. * Kuyu basamağı. * Son, nihayet.
pa-zede   (Bak: Pâyzede)
paçan   f. Saçan, saçıcı.
paçavre   f. Paçavra, kirli bez.
paçek   f. Tezek, mayıs.
paçeng   f. Küçük pencere. * Baca, menfez delik.
pad   f. Saklayan, hıfzeden. * Büyük, ulu. * Bekleyen, muhafaza eden, koruyan.
padaş   (C.: Padaşân) f. Mükâfat, ecr. * Yoldaş. Yol arkadaşı.
padaşân   (Padaş. C.) f. Arkadaşlar, ayakdaşlar. * Mükâfatlar.
padav   f. Kocakarı.
pade   f. Eşek ve sığır sürüsü. * Çoban sopası. * Yayla.
padergil   (Pâ-der-gil) f. Ayağı çamurda. * Mc: Davranamaz. * Sıkıntıda.
paderhava   (Pâ-der-hava) f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
paderikal   (Pâ-der-ikal) f. Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz.
paderpa   (Pâ-der-pâ) f. Ayak ayağa. Yanyana.
padgâne   f. Yüksek dam. * Kapı içinde olan pencere.
padişah   (Pâdşâh) f. Büyük hükümdar, sultan. Cihan sahibi. Zararı def' eden, ıslah eden, muslih.
padişahî   f. Padişahla ilgili, padişaha ait.
padzehr   f. Panzehir.
pafersud   (Pâ-fersud) f. Ayağı incinmiş, aşınmış olan.
pagande   f. Atılmış pamuk. * Atılmış pamuktan yapma yumak.
paguş   f. Suya dalma.
pajeh   f. İnleme, inilti.
pajir   f. Panzehir.
pak   f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi.
pak-baz   (C.: Pâk-bâzân) f. Temiz oynayan. * Mc: Sadakatli âşık.
pak-damenî   f. 'Eteği temiz oluş' * Mc: Namusluluk.
pak-meşreb   Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan.
pak-zad   f. Temiz asıllı. Aslı temiz olan.
pakan   (Pâk. C.) f. Temizler, pâklar. * Mc: Veliler, evliya.
pakâr   f. Tahsildar.
pakârî   f. Tahsildarlık.
pakdamen   f. Eteği temiz. * Mc: Namuslu.
pakend   f. Yakut. * şarap, bâde.
paki   f. Temizlik, paklık. * Ustura.
pakize   f. Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız.
pala   Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç. ◊ f. Yedek at. * Asılmış, asılı. * Süzgeç.
palad   (Pâlâde) f. Yedek at.
palade   f. Kötü söyleyen, ayıp arayan.
palaheng   f. Yular, dizgin. * Av veya suçlu bağlanacak kement. * Kemer. * Tazı boynuna geçirilen ağaç halka.
palamar   Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat. * Büyük halat. (O.T.D.S.) * Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak More…
palan   f. Palan, semer, eğer.
palan-duz   f. Semerci, palancı. Semer diken.
palanî   f. Semerci.
palar   f. Çatı direği.
palas pandiras   Hemen, birden bire, hazırlıksız, habersiz.
palavan   (Pâlâven) f. Süzgeç, helvacı süzgeci.
palavra   (İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz.
palay   f. (Bak: Pala)
paldüm   f. Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış.
paleng   f. Postal. Çarık.
paleng-i fersude   Eski çarık.
palide   f. Süzülmüş, durulmuş. * Ziyade olmuş, büyümüş.
palikane   f. Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı.
palude   f. Süzülmüş, saf hâle getirilmiş.
paluş   f. Karışık.
palvane   f. Dağ kırlangıcı.
palvaye   f. Dağ kırlangıcı.
panzde(h)   f. Onbeş.
panzehir   Zehire karşı ilâç.
papağan   İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş.
papez   f. İnişi ve yokuşu olan yer.
papure   f. İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban.
par   f. Geçen yıl, bıldır. * Para.
parafe   Fr. Kısa imza, işâret.
paralel   Yun. Müvazi. * Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.
parantez   Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.
parav   f. Kocakarı, acûze.
paravan(a)   İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler. * Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli More…
parçe   f. Ufak şey, küçük nesne, parça.
parduz   f. Eskici, yamacı.
pare   f. Cüz, parça. Kesinti. * Para. Kuruşun kırkta biri. * Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. * Sayı, bölük. * 'Parça' mânâsına gelir ve birleşik More…
pare-duz   f. Eskici, yamacı.
pare-pare   f. Parça parça.
pargî   f. Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. * Orospuluk.
parin   (Pârine) f. Geçen yılki, geçen sene olan, bıldırki.
parir   f. Dayak, destek, direk.
pars   f. Dine bağlı kimse. * Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. * Fars milleti, İran kavmi.
parsal   f. Geçen yıl, bıldır.
parse   f. Dilencilik.
parsel   Fr. Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası.
parseng   f. Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey.
paru   (Pârub) f. Kocakarı, acûze.
parule   f. Şakacı, lâtifeci. * Yonga. * Hayırsız ve işe yaramaz kişi.
paryab   f. Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin.
pas   f. Gecenin sekizde biri. * Gözetleme, bekleme. * Keder, hüzün, gam. * İç sıkıntısı.
paş   f. 'Serpen, saçan, dağıtan' mânâsında birleşik kelimeler yapılır.
paş paş   f. Parça parça, ufak ufak. * Dağınık.
pas-par   f. Tekme.
paşa   'Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken More…
paşali   Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar.
paşan   f. Saçan, saçıcı.
paşazâde   Paşa oğlu.
pasban (pâsuban)   f. Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi.
pasbanî   f. Bekçilik.
pasdar   f. Gece bekçisi.
pasdarî   f. Bekçilik, gözcülük.
pasek   f. Esneme, esneyiş.
paşende   f. Saçan, dağıtan, saçıcı.
paşib   f. Basamak, merdiven.
paşide   f. Saçılmış, serpilmiş, dağılmış.
paşna   f. Topuk, ökçe.
paşnin   f. Ağaç ve tahta parçaları.
pasuh   f. Karşılık, cevap.
pasuhgüzar   f. Cevap veren, karşılık veren.
pasuhşinev   f. Cevabı dinleyen.
pasvan   f. Gece bekçisi.
patile   f. Tencere.
patinî   f. Harman yabası.
pay-der-gil   f. Ayağı çamurda. * Sıkıntıda, dertte. * Mc: Davranamaz.
pay-der-hava   f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
pay-efzar   f. Ayakkabı.
pay-endaz   f. Ayak atan, ayak atmış. * Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. * Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş.
pay-fersud   f. Ayağı incinmiş, aşınmış.
payan   f. Kenar, son nihayet, uç. * Tas: Ehl-i tarikatın ulaşacağı birlik âlemi. * Akıbet.
paybaf   f. Çulha.
paybend   f. Ayakbağı. * Mani, engel. * Köstek.
paybeste   f. Hareketsiz. Ayağı bağlı.
paydar   (Pâyidar) f. İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. * Sağlam. Muhkem. * Sermedî. * Bedi. '* Sâbit.
paydarî   f. Devamlılık, süreklilik.
paydos   f. Tatil, teneffüs, serbestlik.
paye   f. Rütbe, derece. * Merdiven ayağı. * İlim sahibi olanların bir derecesi.
payedâr   f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı.
payedârî   f. İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık.
payende   (C.: Payendegân) f. Payanda, destek, dayak. * Duran, sürekli.
payendegî   f. Devamlılık, süreklilik.
paygâh   f. Derece, mertebe, rütbe.
payin   f. Aşağı. Aşağı taraf. * Merdivenin ilk basamağı.
payitaht   (Bak: Pâytaht)
payiz   f. Güz, sonbahar. * Yaşlılık, ihtiyarlık. * Eski, köhne, yıpranmış.
paykub   f. Ayak vuran. * Mc: Rakseden, köçek.
paymal   (Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş.
paymüzd   f. Bahşiş, ayak teri.
paytaht   (Pâyitaht) f. Merkez-i hükümet, başşehir, başkent.
payûe   (Bak: Pâ)
payzar   f. Ayakkabı, pabuç.
payzede   f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
payzen   .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri. * Suçlu. * Esir. * Hizmetçi, uşak.
pazac   f. Ebe kadın. * Dadı, sütnine.
pazen   f. Pezevenk.
pazin   f. Gecenin bir kısmı.
pazir   Destek, payanda, dayak.
pazubend   (Bak: Bâzubend)
peçe   (C.: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. * Oğlan, çocuk. * Sarmaşık bitkisi. ◊ Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü.
peçegân   (Peçe. C.) f. İnsan veya hayvan yavruları.
peçel   f. Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam.
pede   f. Çakmak, kav. * Kavak ağacı.
pedender   f. Üvey baba. Babalık.
peder   f. Baba.
pederâne   f. Babaya yakışır tarzda, pedercesine.
pederî   f. Babalık, pederlik.
pederze   f. Çıkın, bohça.
pedid   f. Aşikâr, görünür, açık, belli.
pedme   f. Nasib, kısmet. Pay, hisse.
pedrud   f. Vedâlaşma.
pehin   f. Çok enli.
pehle   f. Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad.
pehlev   f. Şehir, belde. * Yiğit, kahraman.
pehlevan   f. Pehlivan. Yiğit. Kahraman. Güreşçi.
pehlevanî   f. Pehlivanlık, güreşçilik, yiğitlik, kahramanlık.
pehlu   f. Vücudun iki yanından biri, yan.
pehn   f. Enli, geniş, yassı. * Genişlik, enlilik.
pehna   f. Genişlik, enlilik. * Enli, geniş, yaygın.
pehnane   f. Beyaz pide. * Bir cins maymun.
pehnaver   f. Pek geniş. Pek açık. * Soluk, solmuş.
pehnaverî   f. Enlilik, genişlik. Vüs'at.
pejgale   f. Pay, hisse. * Yırtık, yama.
pejm   f. Sis, duman.
pejman   f. Pişman, nâdim. * Kederli, hüzünlü.
pejmürde   f. Dağınık. * Eski, yırtık. * Perişan. * Buruşuk, buruşmuş.
pejmürde-hal   f. Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan.
pejuh   f. Araştırma, soruşturma.
pejuhende   f. Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis.
pejuhide   f. Çok akıllı, olgun, bilgili.
pejulide   f. Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış.
pejvin   f. Kirli, pis. Çirkin.
pelade   f. Fesatçı. Müfsid.
pelas   f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs.
pele   f. Terazi kefesi.
pelid   f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse.
pelite   f. Lâmba veya kandil fitili. Fitil. * Yaralarda kullanılan fitil.
pelle   f. Derece. * Merdiven.
pelme   f. Yazı tahtası.
pelus   f. Hilekâr. Hile yapan.
pelvas   f. Yaltaklanma.
penagâh   f. Sığınacak yer. Sığınak. Melce'.
penah   f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta.
penah-âverde   f. Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci.
penahende   f. Sığınan, iltica eden.
penahgâh   f. Sığınacak yer, melce.
penahî   f. Sığınma.
penahide   f. Sığınmış, iltica etmiş.
penam   f. Gizli, saklı. Örtülü.
penbe   f. Pamuk. * Açık kırmızı renk.
penbezâr   f. Pamuk tarlası.
penbezen   f. Hallaç. Pamuk atıcı.
penc   f. Beş.
pencah   f. Elli. (50)
pencahsâle   f. Elli yaşında.
pençe   f. El ayası ile beş parmağın tamamı. * Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. * Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne More…
pençe-i kahr   Kahir pençesi. Mahveden el.
pençezen   f. Pençe vuran, düşman.
pencgane   f. Beşli, beşten ibâret, beş tâneli.
penciş   f. İncinme.
penckuşe   f. Beş köşeli. Muhammes.
pencpay   f. Beş ayaklı. Yengeç.
pencruze   f. Beş günlük. * Süreksiz, pek az.
pencsale   f. Beş yaşında.
pencşenbih   f. Beşinci gün. Perşembe.
pencüm   f. Beşinci.
pencümin   f. Beşinci.
pend   f. Nasihat, vaaz, öğüt.
pendimi guş etti   Nasihatımı dinledi.
pendkâr   (C.: Pendkârân) f. Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren.
pendnâme   f. Öğüt kitabı.
penduz   f. Çuvaldız.
penir   f. Peynir.
per   f. Kanat.
per-aver   f. Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan.
per-güşa   f. Kanat açıcı, uçucu. * Keskin uçucu.
perakende   f. Dağınık. Dağıtma. * Azar azar yayılan veya satılan.
perakendegû   f. Saçma sapan konuşan. Saçmalayan.
perandah   f. Sepilenmiş deri sahtiyan.
perçem   f. Kâkül. * Tepede bırakılan saç. * Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler.
perd   f. Kıvrım, büklüm, kat.
perda   f. Yarın.
perdaht   f. Cilâ. Parlaklık, parlama. * Düzleme, temizleme.
perdahte   f. Cilâlanmış, parlatılmış. * Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş.
perdar   f. (Bak: Berdâr)
perdaz   f. Tertib eden, düzenleyen, düzeltici.
perde   f. Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. * Mc: Irz, namus, iffet.* Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık More…
perde-i cümud   Donmuş, katı perde. * Mc: Alem, tabiat. * Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde.
perde-i nilgün   Gökyüzü, sema.
perde-i türabiye   Toprak perdesi, yer yüzü.
perdeber-endaz   f. Perdeyi kaldırıp atan. * Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız.
perdeberdar   f. Perde kaldırıcı. Perde açıcı.
perdebirun   f. Utanmaz, açıksaçık konuşan.
perdebirunâne   f. Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce.
perdedâr   f. Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan.
perdedâr-i felek   Ay, kamer.
perdeder   f. Perde yırtan. Utanmaz, hayâsız.
perdegî   (C.: Perdegiyân) f. İyi örtünmüş ve namuslu kadın.
perdekâr   f. Perdeli. Perde ile örtülü yer.
perdekeş   f. Perde çekici, örtücü. Engel, mâni.
perdenişin   f. Perde arkasında oturan. * Mc: Namuslu, temiz.
perdepuş   f. Örten, örtücü.
perdeserâ   f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. * Saz çalan, çalgıcı. * Küçük çadır.
perdeserây   f. Küçük çadır. * Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan.
perdeşinâs   f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
pere   f. Uç, kenar.
pere-i binî   Burun ucu.
pere-i kûh   Dağ eteği.
perend-aver   f. Çok keskin kılınç, pala veya hançer.
perende   f. Uçan, uçucu. * Av kuşu. * Çark gibi dönerek atılan takla.
perendebâz   f. Takla atan kimse. Cambaz.
perendek   f. Küçük tepe.
perendin   f. İpek elbise, ipek kumaş veya ipek mendil.
perendun   f. Evvelki gece.
perenduş   f. Dün gece.
perenduşine   f. Dün geceki şey.
perendvar   f. Evvelki gece.
pereng   f. Suyu iyi verilmiş kılınç.
perest   (C.: Perestân) f. Tapan, tapınan, taparcasına seven.
perestan   (Perest. C.) f. Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler. ◊ f. Ocak, fırın.
perestar   (C.: Perestarân) f. Hizmetçi. * Kul. * Tapan, tapıcı. * Dalkavuk.
perestar-i hayâl   Şâir, ozan.
perestarân   (Perestar. C.) f. Kullar, köleler. * Hizmetçiler. * Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. * Tapanlar, tapıcılar.
perestarî   f. Hizmetçilik. * Kulluk. * Tapıcılık. * Dalkavukluk.
perestide   f. Sevgili, mahbub, sevilen.
perestiş   f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek.
perestişkâr   İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.
pergâl   f. Pergel.
pergâle   f. Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. * Parça.
pergâm   f. Döl yatağı. Rahim.
pergâr   f. Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet.
pergârvâr   f. Pergel gibi.
pergaze   f. Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı.
pergem   f. İşsiz güçsüz, boşta dolaşan adam.
pergul   f. Bulgur. * Bulgur pilavı. * Un helvası.
pergune   f. Yakışıksız, çirkin.
perh   f. Hisse, pay. * Değersiz mal.
perhaş   f. Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga.
perhaşcu(y)   f. Muharib, savaşçı. Kavgacı.
perhide   f. İşaret olunmuş.
perhiz   'f. Sakınmak, çekinmek. * Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. * Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak.'
perhizkâr   Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.
perhüde   f. Saçmasapan söz, hezeyan. * Ateşten dolayı sararmış eşyâ.
perhun   f. Pergelle çizilmiş çember, dâire, halka.
peri   f. Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. * İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. *Mc: Güzel insan. Güzel kimse.
peri peyker   Peri yüzlü güzel.
peri-çihre   f. Peri yüzlü, güzel yüzlü.
peri-i melâhat   Güzellik perisi.
peri-ru   f. Peri gibi güzel yüzlü.
peride   f. Uçmuş. *Solmuş, soluk.
peridereng   f. Rengi uçmuş, solmuş.
perir   f. Evvelki gün.
perişan   f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı.
perişanhâtir   f. Dalgın, düşünceli.
perişanî   f. Perişanlık, dağınıklık. * Düzensizlik, bozgunluk. * Yoksulluk, fakirlik.
periz   f. Haykırma, bağırma. Feryâd. * Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot.
perize   f. Ateşte pişirilen ekmek. * Kırmızı altun.
permer   f. Ümid etme, umma, bekleme. İntizar.
permun   f. Süs, bezek.
pernih   f. İnce düz taş.
perniyan   f. Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş.
pernun   f. İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş.
perran   f. Uçan, uçucu.
pertab   f. Atılma, sıçrama. * Hız almak için geriden koşarak atılma. * Uzağa düşen ok veya başka bir şey.
pertev   (Pertav) f. Ziya, ışık. * Atılma, sıçrama, hız.
pertev-endâz   Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.
pertev-feşan   Işık saçan, ziya saçan.
pertev-i mihr   Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı.
pertev-suz   Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.
peruş   f. Küçük çıban, sivilce.
perva   f. Korku, çekinmek. * Alâka, ilgi, bağ. * Takat. * Durup dinlenmek. * Bilmek. * Vesvese. * Kayd. * Iztırab. * Terk, feragat. * Hayran, şaşmış.
pervane   f. Fırıldak çark. * Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. * Haberci, kılavuz.
pervanegân   (Pervane. C.) Gece kelebekleri.
pervanek   f. Karakulak adı verilen bir hayvan. * Aks: Öncü, pişdâr.
pervar   f. Besili, beslenmiş.
pervas   f. El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama.
pervaz   f. Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. * Nur. * Karargâh. * Saçmak. * Hücre. * Saçak. * Ayna. Dolap. * İnce, uzun tahta. * Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır.
pervaz-i berdâr   Yükselip uçan. Uçarak dolaşan.
pervaze   f. Kır gezisi için hazırlanan yemek. * Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı.
pervazgâh   f. Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı.
perver   (Pervar) f. 'Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan' mânâsında birleşik kelimeler yapılır.
perverân   (Perver. C.) f. Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler.
perverde   f. Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş.
perverende   f. Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. * Terbiye edici, yetiştirici.
perverî   f. Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye.
perveriş   f. Besleme, besleyiş. Beslenme. * Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. * İlerleme, terakki.
perverişyâb   f. Beslenen. * Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen.
perverişyâfte   f. Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş.
pervin   f. Ülker denilen yedi yıldızın tamamı.
perviz   f. Üstün, galib, muzaffer. * Elek. Süzgeç. * Güzellik. * Balık. * Cilve. * Tar: İran Hükümdarı Husrev'in lâkabı.
perviz-i felek   Güneş, şems.
pervizen   f. Elek, kalbur.
pes   f. Arka, art, geri. * Öyle ise, imdi...
pes ü piş   Arka ve ön.
pes-i divâr   Duvarın arkası.
pes-i perde   Perde arkası.
pesadet   f. Veresiye alışveriş.
pesavend   f. Kafiye.
peşe   (Bak: Peşşe)
pesend   f. Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık.
pesendâne   Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle.
pesendide   f. Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab.
peşiman   f. Pişman. Nâdim.
peşimanî   f. Pişmanlık, nedamet.
pesin   f. Sonraki, gerideki, en son.
peşin   f. Nakdî para. * Önceden, önce.
peşinât   f. Peşin verilen paralar.
peşiz   (Peşize) f. Akçe, mangır. Pul. * Balık pulu.
peşkeş   (Pişkeş) f. Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek.
peşleng   f. Geri kalan, geri kalmış.
peşm   f. Yapağı, yün. * Keten helvası.
pesmande   f. Geri kalmış, geride bulunan, bâkiye. * Artmış, artık.
pesmande-hor   f. Artık yiyen.
peşmin   (Peşmine) f. Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. * Sâde ve süssüz elbise.
pesperde   f. Perde arkası, gizli iş.
pesrev   f. Arkadan gelen. * Uşak, hizmetçi.
peşrev   f. (Aslı: Pişrev) Önde giden. * Türk müziğinde bir saz eseri. * Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. * Bir çeşit ok.
peşşe   f. Sivrisinek.
peşşegir   f. Sinek avlıyan. * Mc: İşsiz güçsüz, boş gezen kimse.
pest   f. Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. * Sesi galiz, kalın ve korkunç olan.
pestbaht   f. Talihsiz. Bahtı fenâ olan.
pestî   f. Alçaklık, âdilik, zillet.
pestpaye   (C.: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.
pestperde   f. Alçak ve hafif sesle.
pestsada   f. Hafif ses.
peter   f. Düz maden levha.
petgir   f. Kıl elek.
pey   f. İz, işaret, nişan. * Ard, arka, akab.
pey-a-pey   f. Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. * Azar azar, tedricen, peyderpey.
pey-der-pey   f. Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar.
pey-ender-pey   f. Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar.
peyam   (Peygam) f. Haber.
peyam-âver   (C.: Peyamâverân) f. Haber getiren.
peyam-ber   f. Haber getiren. Peygamber.
peyam-i hasret   Hasret, özleyiş haberi.
peyda   f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan.
peyemres   f. Haber getiren, haber ulaştıran, haberci.
peygam   (Bak: Peyam)
peygamaver   (Peygam-âver) f. Haber getiren, haberci.
peygamber   (Peyamber) f. Allah'tan haber getiren. Allah'ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi.
peygamberân   (Peygamber. C.) Peygamberler.
peygamberî   f. Peygamberlik. * Peygamberle alâkalı.
peygar   f. Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga.
peygare   f. İftira.
peygule   f. Köşe, bucak.
peygule-i nisyan   Unutulma köşesi.
peygulegüzin   Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan.
peygun   f. And, şart, ahd, peyman.
peyk   f. Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. * Haber ve mektup getirip götüren.
peyk-i felek   Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki.
peykan   Okun ucundaki sivri demir.
peyke   f. Tahta sedir.
peyker   f. Yüz, çehre, surat.
peym   f. Haber.
peyma   f. Ölçen, ölçücü.
peyman   f. And, yemin, muahede, ahitleşmek.
peyman-şiken   (Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen.
peymane   f. Büyük kadeh. * Ölçek, kile. * Şarap bardağı.
peymane-şikest   f. Kadehi kırık.
peymanekeş   f. İçki içen.
peymay   f. Tartıcı, ölçücü.
peymude   f. Ölçülmüş.
peyrev   f. Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan.
peysiper   f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
peyug   (C.: Peyugân) f. Gelin.
peyugan   (Peyug. C.) Gelinler.
peyvend   f. Ulaşma, varma, vasıl olma. * Bağ, alâka.
peyvest   f. Ulaşma, vasıl olma, kavuşma.
peyveste   f. Her zaman, dâima. * Ulaşmış, ermiş. * Bitişik, muttasıl.
peyvestegî   f. Bitişme, ulaşma, bitişiklik.
pezir   f. Kabul eden, olan, olabilen. * 'Söz dinleyici, emir tutan' mânasında birleşik kelimeler yapılır.
pezira   f. Kabul eden.
peziray-hitam   Sona eren, biten, hitam bulan.
pezire   f. Karşılama, karşılayış.
peziriş   f. Kabul edilmiş. Kabul ediş.
piç   f. Büklüm, kıvrım, dolaşık. * Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. * Aslına benzemiyen. * Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. * Sarmaşık. * Vida.
piç ü tab   Iztırab ve sıkıntı.
piç-a-piç   f. Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım.
piç-pa   f. Yengeç.
piçan   f. Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım olan.
piçide   f. Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış.
piçidemuy   f. Saçı kıvrılmış.
piçiş   f. Büklüm, kıvrım.
piçtab   f. Sıkıntı, telâş. * Şaşkınlık.
pih   f. İçyağı. Şahm. ◊ f. Göz çapağı.
pih-suz   f. 'Yağ yakıcı': Toprak kandil.
pijuh   (Bak: Pejuh)
pil   f. Topuk, ökçe. * Çelik çomak oyunu. * Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. ◊ f. Fil.
pil-bân   f. Fil besleyen, filci.
pil-ten   Fil gibi iri, fil vücutlu.
pil-zur   f. Fil gibi kuvvetli, fil kuvvetinde.
pilaçka   (Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul.
pile   f. İpek kozası. İpek.
pileste   f. Fildişi.
pilvaye   f. Kırlangıç.
pindar   Sanma, zannetme. * Böbürlenme.
pine   f. Yama.
pineduz   Yamacı. * Ayakkabı tamircisi, eskici.
pineduzî   f. Eskicilik, yamacılık.
pineduzluk   Yamacılık. Eskicilik.
pingan   f. Fincan, tas.
pingançe   f. Küçük fincan.
pinhan   f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.
pir   f. Yaşlı, ihtiyar. * Reis. * Bir tarikatın kurucusu. * Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi.
pir ü berna   İhtiyar ve genç.
pir-i fanî   Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar.
pir-i moğan   (Pir-i muğan) Meyhaneci. * Mc: Mürşid.
pira   f. Süsleyici, düzenleyici, donatıcı.
pirahen   (Pirehen) f. Gömlek. Kamis.
pirahen-i ismet   Namus perdesi.
piramen   f. Çevre, etraf, yan.
piramun   f. Yan, etraf, çevre.
piran   (Pir. C.) f. İhtiyarlar, yaşlılar.
piraste   f. Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü.Pirastegî  . f. Düzen, intizam.
piraye   f. Zinet. Süs.
pirayebahş   f. Süsleyici, süs veren.
pirayende   f. Süsleyici, donatıcı.
pirayiş   f. Düzen, nizâm, intizam, tertib. * Süs, zinet.
pirehen   f. Gömlek.
pirezen   f. Kocakarı, acuze.
pirî   İhtiyarlık. Kocamışlık.
piristu   (Piristuk) f. Kırlangıç kuşu.
piristubeçe   f. Kırlangıç kuşu yavrusu.
pirsal   f. Kocamış, ihtiyar, yaşlı.
piruz   f. Uğurlu, hayırlı.
piruzî   f. Uğurluluk, hayırlılık.
pirzen   f. Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın.
piş   f. Huzur, ön, ileri taraf.
piş-geh   f. Ön, huzur.
piş-gir   f. Havlu, peşkir.
piş-i nazar   Göz önü.
piş-i nazara getirmek   Göz önünde bulundurmak.
piş-müzd   f. Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para.
pişadest   f. Peşin para ile alış veriş. * İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para.
pişaheng   (Piş-âheng) Önde giden, öne düşen.
pişan   f. En ön, en ileri.
pişanî   f. Alın, cebin.
pişanîdâr   f. Yüzsüzlük yaparak işini beceren.
pişbin   f. İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı.
pişdar   f. Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. * Önde giden. Önayak olan. * San'at, meslek. * Kumandan. * Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren.
pise   f. Saksağan. * Alaca renk.
pişe   f. İş, kâr. Meşguliyet. * Alışkanlık, huy, âdet. * Meslek, san'at. * 'Huy edinmiş, alışmış' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe
pişegâh   f. İş yeri. Fabrika.
pişegân   (Pişe. C.) f. Meslekler, san'atlar. İşler. * Huylar, âdetler, tabiatlar.
pişeger   f. San'atkâr işçi.
pişekâr   f. Sanatkâr, oyuncu.
pişever   f. Sanat ehli, işçi.
pişhane   f. Balkon. * Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası.
pişhayme   f. Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı.
pişî   f. İlerleme, üstünlük, tefevvuk. * Önünü gören, ileri görüşlü.
pişigâh   Huzur.
pişin   f. Peşin, önce, önden. * Evvelki, eski. * Önden verilen.
pişinî   (C.: Pişiniyan) f. Evvel zaman adamı.
pişkeş   f. Hediye, armağan, hibe.
pişnemaz   f. İmam.
pişnihad   f. Usûl, kanun. * Temel, esas.
pişrev   f. Önden giden.
piştahta   f. Çekmece. Küçük sandık. * Mal serilen yer, vitrin.
pistan   f. Meme.
piste   f. Fıstık.
pister   f. Yatak, döşek.
pişva   (Pişuva) f. Reis, baş. Hâkim. * Mukteda, imâm.
pişvayan   (Pişvay. C.) Reisler, başkanlar. Hâkimler.
piyade   Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi. * Aks: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip More…
piyale   f. Kadeh. Şarap bardağı.
piyaz   f. Soğan. * Zeytinyağlı ve sirkeli fasulye haşlaması.
polat   (Pulat da denir) Çelik. * Mc: Sağlam, sert.
post   f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki.
posta   İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi. * Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri. * Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan More…
postin   f. Kürk.
postinduz   f. Kürk diken.
postinpuş   f. Kürk giyen.
postnişin   Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen.
pot kirmak   Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.
pota   f. Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur.
pranga   İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir. * Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır. * Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç More…
propaganda   Fr. Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat.
pu   (Puy) f. Araştırma, arama. * Koşma.
puç   f. Kaba, çirkin. * Boş ve faydasız şey. * İçi boş.
puç-magz   f. Boş kafalı.
puhte   (C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan.
puhtegân   (Puhte. C.) Olgun kimseler, pişkin kişiler.
puhtegî   f. Olgunluk, kemalât, pişkinlik.
pujine   f. Kantar.
pul   f. Para.
pül   f. Köprü.
pulad   f. Çelik.
puladbâzu   f. Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit.
puladsenc   f. Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen.
pülpül   f. Karabiber.
pünçüşk   f. Serçe.
pur   (C.: Purân) Oğul. Evlâd.
pür   f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik.
pür-âmâl   İstek ve emellerle dolu.
pür-âteş ü hevl   Ateş ve korku dolu.
pür-bâd   f. Kibirli. * Çok rüzgârlı.
pür-bim   f. Korkmuş.
pür-çin   f. Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık.
pür-dil   (C: Pür-dilân) f. Yürekli, cesur.
pür-dilân   (Pür-dil. C.) f. Cesurlar, yürekli kimseler.
pür-dud   f. Çok tüten, çok dumanlı.
pür-emvât   Ölüler dolu.
pür-envâr   (Pür-nur) Çok parlak, çok nurlu.
pür-fer   f. Çok parlak. Çok aydınlık.
pür-gazab   f. Çok kızgın ve hırslı.
pür-gû   f. Çok söyliyen, çok konuşan.
pür-gubâr   f. Çok tozlu. Toz içinde.
pür-hânde   Neş'e dolu, çok gülme ve sevinç dolu. Sevinçli, neşeli.
pür-hayâl   f. Hayal ile dolu.
pür-hazân   f. Sonbahara uğramış, solup sararmış.
pür-heves   f. Çok hevesli. Heves dolu.
pür-heyecân   f. Heyecan dolu. Çok heyecanlı.
pür-hun   Kan içinde. Kan dolu.
pur-i duht   Hemşirezâde, yeğen.
pür-kine   f. Düşmanlık ve gazab dolu.
pür-nâr   Çok ateşli. Çok kızgın. Ateş dolu.
pür-nâz   Çok nazlı.
pür-nevâl   Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek.
pür-nur   (Bak: Pür-envar)
pür-paye   f. Kırkayak.
pür-şa'şaa   Çok gösterişli, şa'şaa dolu.
pür-sâle   f. Yaşlı. Yaşı dolgun.
pür-suz   f. Çok yakıcı. Çok yanık.
pür-temkin   f. Çok ağır başlı. Çok temkinli.
purân   (Pur. C.) Oğullar, veledler.
purmend   f. Evlâd sahibi.
pürsan   (Pürsâ) f. Soran, sorucu.
pürsiş   f. Soruş, sorma, sual ediş.
pürsiş-i hâtir   Hatır sorma.
püryan   f. (Bak: Biryan)
puş   f. 'Örten, giyen, giyinmiş' mânasına birleşik kelimeler yapılır. * Örtü, elbise, zırh.
puşe   (Bak: Puşide)
puşende   f. Örten. Örtücü.
puşende-i hatâ   Ayıp örten.
püsender   f. Üvey oğul. Üvey evlâd.
püser   (C.: Püserân) f. Erkek çocuk, oğul.
puside   f. Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük.
puşide   (Puşe) f. Örtülmüş. * Örtü. * Örtülü, gizli.
puşide-çeşm   f. Örtünecek, giyilecek şey. * Örtü.
puşide-raz   f. Sırrı gizli.
puşidenî   f. Örtünecek, giyilecek şey. Örtü.
puşiş   f. Örtecek şey. Örtü.
püşt   f. Sırt, arka.
püşt-pa   f. Ayak tabanı.
püşte   f. Tepe, yığın.
püşte-i bağ   Çimenlik, çayırlık.
püşter   f. Arka, sırt.
püştiban   f. Payanda, destek, dayanak. * Yardımcı, muin.
püştivan   f. Destek, dayanak, payanda. * Yardımcı.
püştmal   f. Peştemal.
püştvare   f. Bir hamal yükü. Bir arkalık yük.
put   Allah'tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.
put-perest   f. Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan.
pute   Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası. * İçinde mâden eritilen tava.
puya(n)   f. Koşan. Seğirten.
puye   f. Koşma, seğirtme.
puyeger   f. Koşucu.
puyende   f. Koşan. Seğirtici. Koşucu.
puzen   f. Nadas edilmiş, sürülmüş tarla.
puzine   f. Maymun.
puziş   f. Özür, mâzeret.
ra'   şiddetle sürmek. ◊ Küçük kene.
ra'ad   Geveze kimse. Çok konuşan adam. * Torpil balığı.
ra'b   Doldurmak. * Efsun, (sihir yapanlar okurlar.)
ra'c   Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.
ra'd   Gök gürültüsü. * Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı. * Tehdit etmek, korkutmak.(Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. More…
ra'd suresi   Kur'an-ı Kerim'in 13. Suresi.
ra'd u berk   Gök gürültüsü ve şimşek.
ra'de   Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur)
ra'dendaz   (Ra'd-endaz) f. Gürleyen, gürleyici. Gök gürültüsü gibi gürleyen.
ra'did   Korkak.
ra'din   Gürleyen. * Gürültülü.
ra'l   Koyunun kulağından kesilen parça.
ra'la'   (C.: Rual) Akılsız kadın. * Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.
ra'le   (C.: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü. * Hurma ağacının uzunu.
ra'n   (C.: Ruun-Riân) Ahmaklık. * Sarp dağ. * Önüne sivrilmiş dağ burnu.
ra'na   İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan.
ra'ra'   (C. Raâri') Kötü, alçak kimse. * Yaramaz gönüllü. * Çok uzun boylu adam. * Güzel itidalde olan kimse.
ra'raa   Suyun şiddetle akması. * Depretmek. (Çocuk) büyümek. * Bitirmek.
ra's   Boyanmış renkli yün. * Süt vermek. * Süt içmek. ◊ Yorulduğunda yab yab yürümek. * Birşeyi silmek.
ra'sa'   Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.
ra'san   Yorgunluktan dolayı yab yab yürümek.
ra'şan   Titreme, titreyiş.
ra'se   (C.: Riâs) Kulağa takılan küpe.
ra'şe(t)   Titreme, titreyiş. * Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak.
ra'şeaver   (Ra'şe-âver) f. Titretici.
ra'şedar   f. Titreyen, ürken.
ra'şever   f. Titretici.
ra'y   Teslim olma. * Otlatma, gütme. Otlama.
raa'   Boğazına hizmet eden adi insan.
raabe   Genişlik, vüs'at. * Büyük olmak.
raale   Hamakat, ahmaklık.
raaş   (Ra'şe-Ra'şen) Titretmek.
rab'   Vasat, orta boylu. * Avlulu ev.
rab'at   (C.: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu. * Orta boylu kimse.
rabb   Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.) * Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend. ◊ Üveybaba.
rabbanî   (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.
rabbaniyyun   (Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.
rabbat   Kadınların efendileri, sâhipleri, kocaları.
rabbe   Üveyana.
rabbena   Ey bizim Rabbimiz! Ey Sâhib-i Hâlikımız! Ey bizi terbiye edip besleyen sâhibimiz! (meâlinde).
rabbî   Ey benim Rabbim.
rabe   Yoğurt damızlığı.
rabea   Devenin katı katı yelmesi.
rabi'   Dördüncü.
rabia   (Müe.) Dördüncü. * Saatteki sâlisenin altmışta biri.
rabian   Dördüncü olarak.
rabib   Yoğurt.
rabih(a)   (Ribh. den) Kârlı, kazançlı, faydalı.
rabit   Bağlı, bağlanmış, merbut.
rabit(a)   Rabteden, bağlayan, bitiştiren. * Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip.
rabitabend   f. Rabtedici, bağlayıcı.
rabiye   (C.: Revâbi) Yüce, yüksek yer.
rabiz   Koyun ağılı.
rabt   Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. * Nizam vermek, intizam bulmak. * Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
rabt edati   Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi)
rabtiyye   Rabtiye. * Bağlayacak şey.
rac   f. Mide.
raci   Rica eden, eden, uman, yalvaran. Niyaz eden. Ümitli.
raci'   (Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden. * Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik. * Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.
racibe   (C.: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.
racife   Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha.
racih   Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan. * Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf.
raciha   Tercihli, daha önce diğerlerinden üstün.
racil   Yaya olarak, yürüyerek.
racilen   Yaya. Piyade. * Mc: Cahil, bilgisiz.
racin   Adama alışmış davar.
raciyane   f. Rica ederek, yalvararak.
rad   f. Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli.
rad'   Men'etmek, engel olmak. * Bırakmak, terk etmek. * Güzellik eseri. * Kına.
radaf   Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş.
radafe   (C.: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.)
râdd   (Redd. den) Geri döndüren, reddeden, geri bırakan.
radd   Süt ile pişmiş hurma. * Vurmak, dövmek.
radde   Derece. Rütbe. Sıra. Kerte. Mertebe. * Aşağı yukarı. * Fayda, menfaat. * Çizgi, hat.
rade   Faide, menfaat.
radga   (C.: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık.
radh   Az bir şey verme. Az verilen şey. * Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal.
radhe   (C.: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi. * Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)
radi   (Râdiye) Razı olan, rıza gösteren, itaat eden.
radi'   (Rıda'. dan) Süt kardeş. * Süt emen çocuk. * Levmedilen kimse. ◊ (C.: Ruzâa-Ruzâ) Süt emen çocuk.
radib   Zayıf yağan yağmur. * Sidre ağacından bir cins.
radif   Kızmış taşla ısıtılan süt. * Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.) ◊ Binicinin ardına binen kişi.
radife   Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.)
radig   Ahmak, akılsız kimse.
radin   Za'feran çiçeği.
radiyallahü anh   Allah (C.C.) ondan razı olsun, mealinde duâdır. Aslında Allah ondan razı oldu demektir.
radiyallahü anha   (Kadın için) Allah ondan razı olsun.
radiyallahü anhüm   Allah onlardan razı olsun.
radiyallahü anhüma   Allah onların ikisinden razı olsun.
radiyen   Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle.
radk   Her nesnenin evveli.
radm   Binayı taşla yapmak ( O binaya 'razim' derler.) ◊ Büyük set.
radme (radmâ)   Büyük taş.
radua   Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun.
radyasyon   (Fr. Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması.
rafi'   Yükseltici. Hâmil. Sâhib. Kaldırıcı, kaldıran. * Esma-i İlâhiyedendir.
rafia   Yükselten. * Kaldırmak için destek.
rafidan   Dicle ve Fırat ırmakları.
rafide   Binanın direği.
rafih   Rahat içinde ve refahla yaşıyan.
rafit   Nikâh. Cima. Fuhşiyyat.
rafiz   Terk eden. Salıveren. Bırakan.
rafiza   Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse. * Asker kaçağı güruhu. * Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar.
rafizî   (Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan.
rafiziyyun   (Rafızî. C.) Rafızîler.
rafz   Bırakma. * Rafızîlik.
rag   f. Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. * Dağ eteği.
ragabat   Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar.
ragad   Refah, genişlik, kolaylık. * Geçim kolaylığı.
ragame   (C.: Rugâm) Toprak.
ragba'   Rağbet etmek.
rağbet   (Ragbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla dua etmek, teveccüh etmek.
rağbeten   Rağbet ederek, istekle.
ragd   Maişet genişliği, geçim bolluğu.
ragib   (Râgıbe) (Ragbet. den) İsteyen, rağbet eden. ◊ İçi geniş olan nesne.
ragibe   Rağbet olunan veya rağbetle istenilen şey. * İhsan, hediye.
ragid   Süt bulamacı.
ragif   Pide. Yufka.
ragife   Sütlü bulamaç.
ragim   Galebe eden, galip olan.
ragiye   Dişi deve.
rağm   (Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek.
rağmen   Aksine olarak, inadına, zıddına olarak, zoraki.
ragmiyyat   Aksine, rağmına, inadına, zıddına yapılan işler.
ragn   Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
rags   Nimet. Lütf-u İlâhî. Bereket. Hayır. * Çoğalmak ve uzamak.
ragsa'   İçinden sütün aktığı meme içindeki damar.
rah   (C.: Rayâh) Şarap, içki, hamr. * El ayası mânâsına olan 'Râha'nın C.' * Gitmek. ◊ (Reh) f. Yol. Tarz. Usûl. Meslek. ◊ f. Zan, sanma. Kaygı, keder.
rah-nüma   f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Rehnüma)
rah-var   f. Sarsmadan yürüyen at, rahvan at. * Atın sarsmadan yürüyüşü.
raha   Değirmen.
rahabe   Genişlik, vüs'at.
rahah   Davanın tırnağının geniş ve büyük olması.
rahal   (C.: Rihâl) Semer. Palan.
rahamet   Rahim hastalığı.
rahasa   Yumuşaklık.
rahat   Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih. * Dinlenmek. * El ayası.
rahat-efza   f. Rahat arttıran.
rahat-nişin   f. Rahat eden, rahat oturan.
rahcen   Ağırlık, sıklet. * Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
rahdan   f. Yol bilen.
rahe   Avuç içi, el ayası.
rahf(e)   Kaymak. * Elde durmaz derecede sıvı olan hamur.
rahi   f. Yola ait, yolla alâkalı, yola dâir. ◊ Rahat yürüyüşlü binek. * Sâkin, rahat.
rahib   Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan. * Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş. * Aslan. ◊ Bol, geniş. * Obur, çok yiyen kişi. ◊ Kendisinden korkulan şey. More…
rahiban   (Râhib. C.) Râhibler. Keşişler.
rahibe   Kadın rahib.
rahih   Yumuşak, sulu balçık.
rahik   Safi şarap, Cennet şarabı.
rahil   (C.: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine 'hamel' derler.) ◊ Göç eden, göçen, ölen, rıhlet eden. ◊ Göç. Göçme, hicret etme.
rahile   Yük hayvanı. * Yük getiren deve. * Topluluk, kafile. * Üzerine binilen deve.
rahilezen   f. Yük hayvanını süren.
rahim   (Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. ◊ (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde More…
rahim(e)   Hafif sesli, lâtif sözlü kız.
rahimallah   Allah rahmet eylesin.
rahimane   Şefkat ederek, acıyarak. Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda.
rahime   Rahmet eylesin.
rahimehullah   Allah ona merhamet eylesin, Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır.
rahimehumallah   Onların ikisine de Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır.
rahimehumullah   Allah onlara rahmet eyleye meâlinde duadır.
rahimîn   (Rahîmûn) Merhametliler, acıyıp esirgeyenler, rahmet edenler, şefkat edenler.
rahimiyyet   (Bak: Rahmaniyet)
rahin   Rehin veren, malını rehine koyan. *Sâbit, dâim, devamlı. * Devenin ve adamın zayıfı.
rahis   Ucuz, yumuşak elbise. * Ansızın ölüm.
rahiye   (C.: Revâhi) Bal arısı.
rahiyye   Yolluk. Yol masrafları.
rahk   Sarmak, istilâ etmek.
rahl   (C.: Rihâl) Semer, palan. * Yağmurluk ve saire gibi yol levâzımı.
rahl (rihl)   Göçmek, irtihal etmek.
rahlâ'   Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun. * Yalnız arkası kara olan deve.
rahle   Küçük masa.
rahm   Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek. * Hısımlık, karabet, akrabalık.
rahm ü şefkat   Merhamet ve şefkat etmek.
rahma'   Başı beyaz olan dişi koyun.
rahman   Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)
rahman suresi   (Errahman Suresi de denir.) Kur'an-ı Kerim'in 55. suresidir. Bu sureye Arus-ül Kur'an da denilmiştir. Mekkîdir.
rahmanî   Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan.
rahmaniyyet   Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu.
rahme   (C.: Ruham) Kartal. * Rahmet, muhabbet.
rahmet   Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur.
rahmi   Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik.
rahmut   Mübalağa ile esirgemeklik.
rahname   f. Yol ve yön gösteren kâğıt. Harita.
rahne   f. Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. * Yara. * Bozukluk. Zarar.
rahnedâr   f. Eksiği, bozuğu olan. * Zarara uğramış. * Yıkığı olan.
rahrev   f. Yolcu.
rahs   Yıkamak. * Yumuşak.
rahş   Gösterişli, güzel at. * Rüstem adlı bir pehlivanın atı.
rahşa   (Rahşân) f. Parlak.
rahşende   f. Parıldıyan, parıldayıcı.
rahşiş   f. Parlayış.
raht   (C.: Ruhut) Binek atlarına vurulan eyer, takım. * Pencere ve kapıların menteşe takımı. * Yol levazımı. * Döşeme ve ev takımı.
rahtlamak   Ata raht ve takım takmak.
rahum   Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve.
rahv   Gevşek, sölpük, rahâvetli.
rahve   (Bak: Rihve)
rahyan   Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi.
rahye   Düz meydan.
rahz   Yıkamak.
rahzen   f. Yol vuran. Yol kesen. Eşkiyâ, haydut.
rahzenî   f. Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik.
rai   Çoban. * Gözetleyici ve koruyan kimse. * Vâli. * Güvercin kuşundan bir kısım. ◊ (Rü'yet. den) Görücü, gören. * Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub.
raib   Korkmuş. * Semizliğinden yağı damlar olan. * Dolu. ◊ Göz bağlayıcı, büyücü. * Doldurucu.
raic   Revaçta olan, sürümü olan. Rağbet bulan.
raid   Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse. * El değirmeni. ◊ Gürleyen, gürüldeyen.
raide   (C.: Revâid) Gürleyen bulut. * Sözü çok olan kişi.
raif   Önde giden at. ('pişnek' derler) * Burun ucu. * Dağ burnu. ◊ Merhametli, re'fetli.
raik(a)   Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
rain   Muhkem, sağlam yapılı, berk yer.
raiş   Huk: Rüşvet veren kimse ile rüşvet alan arasında vasıtalık eden kimse.
raiyane   f. Çobanca. Çobanlığa ait.
raiyye   (C.: Raâyâ) Saklı, mahfuz.
raiyyet   Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar. * Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.
raiyyet-perver   f. Halka iyi bakan, iyi idare eden. İnsanların ihtiyacını te'min eden, onların iyiliğini seven ve onlar için iyilik isteyen.
raiz   (Râyiz) Öfkeli, kızgın.
rak   Erkek yengeç.
rak'   Kaftana yama vurmak. Elbiseyi yamamak. ◊ Eğilmek.
rakaat   Hamâkat, ahmaklık.
rakabat   (Rakabe. C.) Boyunlar. Ense kökleri. * Köleler, câriyeler. Kullar.
rakabe   Ense kökü, boyun. * Kul, köle, câriye.
rakadan   Oynayıp sıçrama.
rakaha   Ticaret. * Kesb, kazanma.
rakak   Üstü yumuşak, altı sert olan düz yer.
rakam   Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret. * Yazı yazmak. ◊ Bütün satıcı, bütün satan.
rakamî   Rakam ve sayıya ait. Rakamla alâkalı.
rakamkeş   f. Rakam atan. Yazan çizen.
rakamzede   f. Yazılan, söylenen. Yazılmış.
rakamzen   f. Yazıcı, yazan. Kayıt ve işâret eden.
rakan   (Rakun) Za'feran çiçeği. * Kına.
rakb   Muntezir olmak, beklemek.
rakd   Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi olma.
rakde   Uyku. Berzah.
raki'   Rüku' eden. Huzur-u İlâhîde eğilen. ◊ Ahmak kimse. * Gökyüzü.
rakian   Rüku' ederek, huzur-u İlâhîde eğilerek. Rüku' etmek suretiyle.
rakiane   f. Rüku' eder gibi. Eğilerek.
rakib   (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten. * Bekçi. * Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri. * Esma-i Hüsna'dandır. More…
rakiban   (Rakib. C.) f. Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. * Bekçiler.
rakiben   Binmiş olarak, binerek.
rakid(e)   Hareketsiz, durgun.
rakide   Mertek adı verilen uzun ince ağaç.
rakik ü nizâr   İnce ve zayıf.
rakik(a)   (Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. * Köle, câriye.
rakim   'Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha. * Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi. * Ashab-ı More…
rakime   Yazılmış kâğıt. Mektub.
rakis   Yol gösteren, kılavuz. * Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi.
rakk   Kitap, sahife. * Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası. * Tomar. * Yama.
rakka   Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi. * Bir yerin adı.
rakkas   Oynayan, dans eden, köçek.
rakkasâne   f. Oynar şekilde. Raksederek.
rakkase   Oynayıp dans eden kadın.
rakle   (C.: Rikal) At sürüsü. * Uzun hurma ağacı.
rakm   Yazmak. * Mühür yapmak.
rakme   Derenin kenarı. * Bahçe.
rakmiyyat   Medine yakınında bir yere nisbet edilen oklar.
rakrak   Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu.
rakraka   Su dökmek. * Su gelip gitmek. * Parlamak. * Suyun akması. ◊ Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın.
rakrakan   Serap.
raks   Sıçrayarak oynamak, dansetmek.
rakş   Nakşetme, süsleme.
rakşa'   (C.: Rukaşâ) Alaca yılan. * Süslü kadın.
raksân   Rakseden, dans eden, oynayan.
rakskünân   f. Raksederek, raksede ede, oynıyarak, oynıya oynıya.
rakud   (C.: Revâkıd) Derinliği fazla olan küp.
raky   Yükselmek, terakki etmek.
ral   (C.: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu.
ram   f. İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad.
ramad   Kül, ateş külü.
ramak   Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri. * Çok az şey.
ramas   Göz çapağı.
ramaz   Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak. * Kesinleştirmek.
ramazan   Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu.
ramazaniye   Ramazana ait. Ramazan hakkında. * Ramazan ayına dair medhiye veya kaside.
rametmek   Boyun eğdirmek, itaate getirmek.
rami   (Remy. den) Ok, mermi v.b. şeyler atan atıcı. ◊ f. Çok itaatkâr olan.
ramih   Süngü batıran, mızrak saplayan.
ramik   Miskle karıştırılan siyah bir madde.
ramile   Yelmek. * Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı.
ramis   Toprağı her yöne sürüp savuran rüzgâr.
ramişe   İyilik, gökçelik, hasene.
ramişger   f. Çalgıcı. Saz çalan.
ramk   Nazar etmek, bakmak.
rampa   Fr. İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. * Şose veya demiryolundaki yokuş. * Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set.
rampaci   Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek More…
ramt   Ayıplama.
ramuz   Deniz.
ran   f. Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. * Kelimenin sonuna getirilerek. ' Süren, sürücü' mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân  - Hüküm süren. 
ranec   Hindistan cevizi.
ranin   f. Pantolon. şalvar. Don.
rapor   Fr. Bir tedkik neticesini bildiren yazı.
rapörtaj   (Bak: Röportaj)
ras'   Yapışmak.
rasaa   (C.: Rusâ) Bal arısının yavrusu.
rasad   Gözetlemek, beklemek, pusuda olmak.
rasadgâh   f. Bekleme yeri, gözetleme yeri. Gözlemevi.
rasadhâne   f. Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer.
rasaf   Kaldırım. Kaldırım taşları.
rasafe   (C.: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.
rasafet   Dayanıklılık, sağlamlık.
rasanet   Sağlamlık, dayanıklık. * Sabit, muhkem, metin.
rasas   Kurşun, kalay, lehim.
rasasî   Kalaycı. * Kurşun renginde olan.
rasd (rusud)   Yol gözlemek.
rasf   Oka kiriş sarmak. * Birbirine zammetmek. * Kaldırım döşemek.
rasğ   Bilek, elbileği.
rasî   Kımıldamıyan, sâbit. * Lenger atmış olan gemi. Demirlemiş gemi.
raşi   Rüşvet veren.
rasi'   Hırs ve tama eden.
rasia   (C.: Rasâyi) Halka.
rasib (râsibe)   Tortulaşan, dibe çöken.
rasid   Muntazır, bekleyen kimse. * Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar. ◊ (C.: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan.
raşid(e)   (Rüşd. den) Hak dinini kabul eden, doğruya giden, rüşde erişmiş olan. * Akıllı.
rasidân   (Râsıd. C.) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler.
raşidîn   Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar.
rasif   Dayanıklı, sağlam, muhkem. * Taş temel, rıhtım. * Denizin yüzüne çıkmış kayalar.
rasife   Su içinde yapılan sed. Rıhtım.
raşih   Yürüyebilen geyik yavrusu.
rasih(a)   (C.: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam. * Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan. * İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan. More…
rasihâne   f. Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle.
rasihun   (Rasihîn) (Râsih. C.) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar. * Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar.
rasim   Resim yapan, çizgi çizen. * Akar su.
rasime   Âdet. Eskiden kalma âdet.
rasin   Sağlam, dayanıklı. * Sabit hüküm. ◊ Andız otu.
raşin   Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse.
rasiye   (C.: Revâsi) Büyük dağ.
rasn   İkmal etmek, tamam etmek, muhkem kılmak.
rasras   Sağlam ve sert yer.
rasrasa   Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
rass   Binayı sağlamlaştırmak. * Birbirine darlık getirmek. * Bazısını bazısına ulaştırmak.
rassad   (Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen.
rassas   Kalaycı.
rast u çep   f. Sağ sol, sağdan soldan.
rastan   (Râst. C.) Doğru olanlar. Haklı kimseler.
rastbîn   f. Herşeyin hak ve doğrusunu görüp farkeden.
rastgû   (C.: Râstguyân) f. Doğru konuşan, hak konuşan.
rastî   f. Doğruluk, gerçeklik.
rastkâr   f. Doğru adam.
rasyonalizm   Fr. Fls: Akliyecilik. Her şeyin yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş.
rasyonel   Fr. Fls: Akla uygun, hesaplı, ölçülü, biçili.
rat'   (Bak: Ret') RATA': Hamakat, ahmaklık.
ratabet   (Ratb. dan) Rutubet, nem, yaş.
ratanet   Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.
ratb   Rutubet, nemlilik yaşlık. * Rutubetli, yaş. * Yaş hurma. * Mülâyim, yumuşak.
ratbe   (C: Ritâb) Genç ve güzel sevgili. * Yonca otu.
rath   Yoğurmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
ratib   Islak, nemli, çok yaş, rütübetli. Tâze. ◊ Tertib edip sıraya koyan.
ratibe   (C.: Revâtib) Maaş. Vazife.
ratibehâr   f. Vazifeli. Görevli.
ratic   Çam sakızı.
ratik   Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak. * Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek. ◊ Bir şeyin yarığını bitiştiren, yırtığını kavuşturup birleştiren.
ratin   Reçine. Çam sakızı.
ratit   Avaz, ses. * Ahmak, akılsız kişi.
ratiyan   (Râtiyâne) f. Çam sakızı, reçine.
ratk   Ulaşmak, yetişmek.
ratl   (Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir.
ratrat   Bir nevi pelte. * Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su.
rats   El ayasıyla vurmak.
rauf   Çok acıyan, esirgeyen, merhamet sâhibi. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
raufe   Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş. * Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.
rauk   Süt süzeği.
raum   Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun.
raus   İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi.
rav'   Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf.
ravh   Rahatlık. Rahmet ve kolaylık. * Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa. * Koklamak.
ravhullah   Allah'ın verdiği rahatlık.
ravi   Rivayet eden. İnsanlara haberleri nakleden. * Hadis nakleden. * Söyleyen, anlatan.
raviyan   (Râvi. C.) Rivayet edenler. Hikâye anlatanlar.
raviye   Su taşıyan hayvan.
ravuk   Süzek, süzgeç.
ravvah   Rahat ettirmek. (Bak: Ravh) RAVZ: Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler.
ravza   Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer.
ravzat   (Ravza. C.) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler.
ray   Re'y, fikir, Hüküm ve itikad. (Bak: Re'y)
ray'an   Her nesnenin evveli.
rayat   (Râyet. C.) Bayraklar.
rayb   şek, şüphe, reyb.
rayet   Bayrak, alem, livâ, sancak. * Gerdanlık.
raygan   f. Parasız, bedâva. * Pek fazla, pek çok.
rayi'   Acib nesne. * Cömert kişi.
rayic   (Bak: Râic)
rayiha   Koku, hoş koku.
rayihadar   f. Kokulu. Hoş kokulu.
rayihanisar   f. Koku saçan.
rayik   Acib ve hâlis nesne.
rayiş   (Bak: Raiş)
rayiz   Seyis.
raz   f. Gizli sır, saklı şey. * Mimar. * Marangozların işini tanzim eden.
raz puş   f. Sır saklayan, sır gizleyen.
raz-aşna   f. Bir sırrı bilen.
raz-dan   f. Sırrı bilen, sırra ortak olan dost.
razan   f. Gizli sırlar, gizlilikler.
razi   Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden. * Boyun eğen, itaat eden.
razia   Emzikli, çocuklu kadın.
razik   'Rızık veren; yiyecek, içecek, giyecek gibi canlı mahlukata lüzümu bulunan her çeşit ihtiyacını te'min edip veren. (Allah)'
raziyane   (Rezene) Dere otu nev'inden bir nebat adı.
raziz   Dökülmüş ve parçalanmış.
razraz   İri vücutlu kimse. * Dökülmüş ve ufanmış taş.
razz   Kesmez âlet.
razze   (Razz. dan) Ezen, ezici.
re'b   Mantar. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek, düzeltmek.
re'bele   Cür'et, ikdam.
re'bil   Câriye, kadın esir.
re'fe   Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek.
re'fet   Merhamet, acımak. * Yüce.
re'fetlü   Eskiden kumandanlara, serdarlara mahsus resmi ünvan.
re'fetmeâb   f. Çok merhametli.
re'l   (C.: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği.
re'ree   Gözü tez tez döndürmek. * Koyun çağırmak.
re's   Baş, kafa. * Tepe. Uç. * Başlangıç. * Reis.
re'sa   Başı ve yüzü siyah olan koyun.
re'sen   Kendi başına, bizzat. * Kimseye danışmadan. Müstakil olarak. * Doğrudan doğruya.
re'y   Görüş, görmek, rey. Hüküm ve itikad. Kıyas etmek. Bir iş hakkında söylenen söz, fikir.
realist   Fr. Fls: Hakikatçı. Nefs-ül emre uygun düşünen. Realizm taraftarı.
realite   Fr. Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Bak: Rasyonalizm)
realizm   Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.
reaya   (Raiyet. C.) Bir kimsenin emri altında bulunanlar. * Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk. * Hristiyan tebaa. * Bütün halk.
reb'   Ev, arazi. Barınılan, iskân olunan yer.
reba'   Uzunluk.
rebabe   (C.: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut.
rebace   Bönlük, ahmaklık, biladet.
rebah   Faide, menfaat. * Kediye benzer bir canavarın adı.
rebaiye   (C.: Rebâıyyât) Seniyye ile nâb arasında olan dört diş.
rebaz   Şehrin yarısı ve etrafı. * Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri. * Koyun ağılı. * 'Göden bağırsak' denilen büyük bağırsak.
rebaze   Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse.
rebbi   İlmiyle amel eden kişi.
rebeb   Tatlı ve çok su.
rebele   (Buğday) Çok olmak.
rebez   Ayağı hafif. Hızlı yürüyüşlü.
rebeze   (C.: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü.
rebi'   Yaz günü. * Küçük nehir.
rebib   (C.: Rebâib) Üvey oğul. * Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe)
rebibe   Üvey kız. * Dadı.
rebie   (C.: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.
rebih   Organları sülpük ve sarkık olan iri insan.
rebiî   Bahara ait, baharla ilgili.
rebika   İp ile bağlanan davar.
rebike   Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek. * Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek. * Bulamaç aşı.
rebil   (C.: Rubul) Yoğun, semiz, besili. * Yer kuruyunca biten bir ot. * Uyluğun iç yanı.
rebile   Semizlik, besililik.
rebis   Bahadır, kahraman. * Meşakkat.
rebiz   Semiz ve kuyruğu büyük olan koç. ◊ Koyun sürüsü.
rebk   Karıştırmak.
rebrak   Tilki üzümü.
rebreb   Yaban sığırı sürüsü.
rebs   Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. ◊ El ile vurmak.
rebsa'   Müenneslik özelliğindendir. * Katı nesne.
rebt   Şişmek. * Terbiye etmek. * Uyusun diye çocuğun yan taraflarına yab yab vurmak.
rebub   Üvey oğul. * Üvey baba.
rebun   Pey akçesi, pey olarak verilen para.
rebuz   Büyük.
rebvet   (Rubve - Ribve - Rebâvet) Yüce, yüksek yer.
rec'   Geri döndürmek. * Döndürülmek. * Yağmur. * Menfaat, fayda. * Rücu' etmek veya ettirmek.
rec'a   Geri gelme, dönüş. * Öldükten sonra tekrar diriliş.
reca   Emel, ümit, yalvarmak. * Cânib, taraf. * İstek, arzu, dilek. ◊ Kenar, yan. Taraf.
recac   Her şeyin zayıfı.
recah   (C: Rucah) Oturak yeri etli ve büyük olan kimse.
recai   Ricacı. Ricayla ilgili. Dua ve yalvarmağa, ümide dair.
recale   Yayan yürümek.
recaze   Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler.
recc   Deprendirmek. Sarsılmak. Gidip gelmek.
recca'   Hörgücü büyük dişi deve.
receb   Azametli, heybetli. Ta'zim etmek. * Cennet'te bir nehir ismi. * Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi. * Erkek ismi.
receban   Receb ile Şaban ayları.
recefan   Şiddetle sarsılma, sallanma. * Şiddetle gürüldeme. Şiddetli ıztırab, büyük acı.
recefe   Zelzele. * Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir. (Bak: Mürcif)
recel   Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması. * İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak.
recen   Hapsetmek.
recez   Vezni altı defa müstef'ilün'den ibaret olan bir nevi şiir veya bahire denir. * Kaside tarzında yazılan manzume. (Bak: Kaside, Ercüze)
recf   Şiddetle sarsmak veya sarsılmak.
recfe   (C: Recefât) Zelzele, deprem.
reci'   Necis, pislik. Terslemek.
recif   Şiddetli ıztırab.
recil   Çok yürüyen.
recim   (Recm. den) Taşlanmış, taşa tutulmuş. * Lânetlenmiş, mel'un.
recin   Devecilerin ini.
recla'   Katı, sağlam, sert. * Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)
reclan   (C.: Raclâ-Rıccâl) Yayan kimse.
recm   Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek. * Atılan taş. * Kabre taştan nişan dikmek. * Şeytan üzerine atılan nücum. * Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek. * Zan ve kıyas etmek.
recmetmek   Taşlamak, taşlamak suretiyle öldürmek. * Mc: Aleyhte konuşmak.
recrace   Asker kalabalığı. * Ses çokluğu.
recrece   Sarsılma, titreme, sallanma.
recs   (Recse) şiddetli gök gürültüsü. * şiddetli ses.
recsan   Gök gürlemesi sesi.
recül   Yetişkin erkek. Bir işin ehli. Er kişi. Adam.
recüle   Giyiniş ve hareketleriyle kendini erkeklere benzeten kadın.
recület   Erlik, erkeklik.
recüliyet   Erkeklik, erkek olmak. * Cesâretlilik, erişkenlik.
red'   Geri verme, reddetme.
reda'   Önleme, men'etme, yasaklama. ◊ (Redaet) Süt emmek.
redaet   Kötülük, fenalık, bayağılık.
redah   (C.: Rudüh) Dolu büyük çanak. * Etli ve şişman kadın.
redane   Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka.
redd   Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek. * Bir şeyin karşılığını icra etmek. * Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin More…
reddet   Güzellikler arasında nazara çarpan çirkinlik. * Bir defa reddediş.
reddiye   Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.
rede   Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası.
reden   Hazz denilen kumaş. * Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses. * İplik eğirmek.
redi   (Rediye) Fenâ, kötü, bayağı.
redif   Arkadan gelen, birisinin ardından giden. * Birbiri ardınca zuhur etmek. * Terhis olup ihtiyata geçen asker. * Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.
redig   Yere vurulmuş. * Nâdan, ahmak.
redim   Eski, köhne kaftan.
redm   (C.: Rüdum) Bir şeyin önüne sed yapma. * Bir şey dâimi olmak ve akmak. * Pencere, kapı ve delik gibi yerleri tıkama. Tamâmen kapama. * Zülkarneyn seddinin ismi.
reds   Taş atmak.
redyan   Davar yelmek.
ree   (Bak: Rie)
reel   Fr. Gerçek, hakiki, sahici.
ref'   Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma. * Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak.
refagat   Bolluk içinde geçinme.
refah(et)   Bolluk, rahatlık.
refakat   Arkadaşlık, beraberlik.
refd   Atâ etmek, hediye vermek. * Yardım etmek. * Büyük kadeh.
refenn   Kuyruğu uzun olan at.
refes   (Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek. * Kinâye olarak. * Cimâ, nikâh. * Fuhşiyyât.
refez   Bölük bölük olan cemaat. (C: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su.
reff   Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.
refh   Yağlanmak.
refhan   (Refâh. dan) Varlık içinde yaşıyan.
refi'   Yüksek, bülend, âli, yüce.
refif   (Ateş) Parlamak.
refig   Bolluk ve rahat içinde geçinen adam.
refih   Rahatlık ve huzur içinde geçinen. Refah ve rahat ile yaşıyan.
refik(a)   Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.
refil   Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen. * Ahmak kimse. * Kuyruğu uzun at.
refiş   Ağaç kürek. * Dövmek.
refiz   (Rafz. dan) Atılmış, bırakılmış, terkedilmiş. Metruk.
refl   Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.
reform   Fr. Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların More…
refref   Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. * Cennet.
refrefe   Kuşun kanatlarını oynatıp açması.
refs   Edeb hârici söz söyleme. * Kadınlara lâf atma. ◊ Ayakla vurmak.
refş   Küçük kazma. * Çapa. * Büyük kulaklık. * Kulağı büyük olma.
refse   Tokuşmak.
reft   Bir şeyi ufalıyarak kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama. ◊ f. Gitmek, yürümek. * 'Gitti' mânasında fiildir.
reftar   f. Gidiş, salınarak yürüyüş.
refte   f. Gitmiş.
refte refte   f. Git gide, azar azar.
reften   f. Gitmek.
refuşe   f. Lâtife, şaka. * Suç, günah.
refv   Sabretmek. * Korkudan emin etmek. * Islah etmek, düzeltmek.
refz   Terketmek.
reg   f. Damar.
regabe   Yumuşak arazi.
regad   Varlık, genişlik.
regaib   (Ragibe. C.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek.
regaib gecesi   Receb ayının ilk perşembe gününün akşamı (Cuma gecesi).
regami   Çekirge çokluğu.
reh   f. Yol, kaide, tarz, usul. (Bak: Râh)
reh-averde   f. Yolcunun getirdiği hediye.
reh-güzer   (Reh-güzâr) f. Geçilen yol. Yol üstü. Geçit.
reha   f. Kurtuluş, kurtulma. Halâs. * Urfa şehrinin eski ismi. (Bak: Rüha)
reha'   Geçim bolluğu. * Genişlik, gevşeklik, pörsüklük, yumuşaklık. ◊ Geniş yer.
rehabe (rihâbe)   Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik.
rehabin(e)   (Ruhban. C.) Râhibler. Ruhbanlar.
rehafe   İncelik.
rehafeşan   f. Kurtarıcı.
rehah   Yumuşak. * Geniş.
rehain   (Rehine. C.) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar.
rehak   Gaşyetmek, sarıp bürünmek. Bir adamın arkasından yaklaşıp çatmak.
rehakâr   (C.: Rehakâran) f. Kurtarıcı.
rehamet   Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.
rehan (rihân)   Bahadırlık, kahramanlık. * Denemek, tecrübe etmek. * At yarıştırmak, müsabaka.
rehaset   Tazelik, yumuşaklık, incelik. * Ucuzluk. * Bir işi gevşek tutma.
rehavet   Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık.
rehavî   f. Urfa'lı.
rehayab   f. Kurtulan. * Yolcu olan.
rehayafte   f. Kurtulmuş.
rehayî   f. Kurtulma, halâs, necat.
rehb   Korku. Havf.
rehbaniyyet   Râhiblik. Papazlık.
rehbele   Yelmek.
rehber   f. Yol gösteren, kılavuz.
rehberî   Kılavuzluk, rehberlik.
rehbet   Fazla korku, yılmak, çekinmek.
rehbeten   Korkup çekinerek, çekingenlikle.
rehc   Toz, gubar. * Fitne.
rehd   Bastırarak ezme.
rehden   (C.: Rahâdin) Serçeden büyük bir kuş.
reheb   Korkmak, yılmak. Çekinmek. * Korku, havf.
rehebut   Çok korkmak.
rehec   Toz.
rehf   Keskinleştirmek, bilemek.
rehhas   Kârgir bina yapan.
rehide   f. Sıkıntı ve dertten kaçmış olan.
rehin   (Rehn-Rehine) Bir şeyin yerine teminat olarak tutulmuş olan şey, rehin edilmiş. * Mevkuf ve mahpus kılmak.
rehk   Aradan yetişip yaklaşma. * Yürüme. * şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma. * Kötü şeylere düşkünlük.
rehket   Güçsüzlük, kuvvetsizlik, zayıflık.
rehl   Sülpük olmak. Kendini salıvermek. * Acı çekmek, muztarib olmak. * Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak.
rehlet   şişkinlik, şişme.
rehmet   Yağmur, rahmet.
rehn   Sâbit ve dâim olmak. *Devamlı oluş. * Hapsetmek.
rehneverd   f. Yola çıkan. Yolcu.
rehnüma   f. Yol gösteren. Kılavuz.
rehnümun   Rehberler, yol göstericiler.
rehnümunî   f. Kılavuzluk, rehberlik.
rehpeyma   f. Yol ölçen.
rehpeymayî   f. Yolculuk.
rehrehe   Parlamak.
rehrev   f. Yolcu. Yola giden.
rehs   Kârgir bina yapmak. * Bir nesneyi çok sıkmak. ◊ Bir şeyi ayakla çiğniyerek ezme.
rehş   Asmacık.
reht   (C.: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık. * Kavim, kabile. * Ondan az olan adamlar. * Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler)
rehv(e)   (C.: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer. * Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır) * Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark. * Üveyik kuşu. * Arası açılmış ve ayrılmış.
rehvac   Kebabı iyi pişirmek.
rehvece   Sür'atle gitmek.
rehyab   f. Yolunu bulabilen, girebilen.
rehyat   Acizlik. * Zayıflık, süstlük. * Bir dengi birinden ağır etmek.
rehz   Hareket etmek.
rehzen   f. Yol kesen, haydut, eşkiya.
reim   (C.: Arâm) Beyaz geyik.
reis   Baş, başkan.
rejim   Fr. Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. * Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz.
rek'at   (Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak. * Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü.
rek'ateyn   İki rekât.
rekabet   Kıskanmak. * Hıfzetmek. * Gözetmek. * Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak. * Kendi işini yürütmeğe çalışmak.
rekaik   (Rakik. C.) İnce ve nâzik olan şeyler.
rekaket   Kekeleme, dil tutukluğu. * Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. * Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. * El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. * Gevşeklik, zayıflık, More…
rekam   Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne.
rekanet   Vakarlılık, ağırbaşlılık.
rekb   Atlılar alayı, süvari takımı. * Diz ile vurmak. Dizi vurmak.
rekd   Kımıldamamak, durgun olmak.
rekeat   (Rek'at. C.) Rekâtlar.
rekeb   (C.: Erkâb) Kasığın kıl bittiği yeri.
rekik   Dili tutuk, kusurlu, peltek. * Rey ve idraki zayıf olan. * Gayret ve namusu olmayan. * Zayıf, kuvvetsiz.
rekin   Yüce, yüksek, âli. * Ağırbaşlı, ciddi, vakarlı.
rekiz   (Rekz. den) Sağlam. * Gizli, gömülü define.
rekk   İlzâm etmek, susturmak. * Birbiri üstüne bırakmak.
rekl   Ayağıyla vurmak.
rekm   Biriktirme, yığma.
rekme   Cem'olmuş, toplanmış. * Yön, cânip. * Parça, cüz'.
rekn   Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
reks   (Rekkese) Geri döndürmek, çevirmek, tepesi aşağı etmek.
rektör   Fr. Üniversitenin başkanı.
reku'   Sâkin olmak. * Kesilme.
rekub   Erkeğinin ölümünü bekleyen kadın. * Evlâdı durmayan avret. * Kalabalıktan suya yaklaşamıyan deve. ◊ Binek hayvanı, binilecek şey.
rekud   Uyumuş.
rekve   (C.: Rukâ-Rekavât) İbrik.
rekye   (C.: Rekâyâ-Rekâ) Örülmemiş kuyu.
rekz   Harıl harıl ayak ile tepmek. Hayvana tekme ile vurmak. Kakıvermek. * Kaçmak. Seğirtmek, koşmak. * Hicret. Gaza. ◊ Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
rem   f. Titreme. * Ürkme. * Sürü.
rema   Bir yerde ikamet eylemek. * Ziyade olmak. * Riba, faiz. * Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.
remad   Kül. (Bak: Ramad)
remadet   İnsan veya hayvan kırımı.
remak   Bedende ruhun bakiyyesi. * Koyun sürüsü.
reman   (Remen) f. Sürü. * Ürken, ürkücü.
remas   Göz pınarında toplanan çapak.
remaz   Güneşin harâretinin çoğalması.
remaze   Oturak yeri. * Zina eden kadın.
remd   Helâk olmak. * Gözün çapaklanması. Göz hastalığı.
reme   Ürkek, ürken. * İyi nesne.
remed   Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı.
remeke   (C.: Rimâk-Ramek-Ramekât-Ermâk) Kısrak.
remel   (C.: Ermâl) Yelmek. * Yağmurun az yağması. * Vahşi sığırın ayağında olan hatlar.
remende   f. Ürkek, ürkücü.
remes   (C.: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal. * Kalan süt artığı.
remg   Bâtıl etmek. * Baş yarmak.
remgerde   f. Titremiş. * Ürkek, ürkmüş.
remh   Süngü ile vurmak. * Tekme vurmak.
remi   (C.: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut.
remide   f. Ürkmüş, korkmuş, çekingen.
remim   f. Kemiğin çürümesi. Çürük.
remiyye   Bir nesne ile atılmış olan av.
remk   Durmak, ikâmet. * Boz renk.
reml   (Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu. * Filistin'de bir kasaba.
remla'   Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun.
remlî   (Şihâbüddin Remlî) (Mil: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında More…
remm   Islah etmek, düzeltmek. * Yemek, ekletmek.
remma'   Beyaz tenli kadın.
remmaa   Oturak yeri. * Çocukların başındaki oynak yer.
remmah   Mızrakçı, süngücü.
remmaz   (Remz. den) İşaretlerle konuşan.
remram   Bir ağaç cinsi. * Yazın biten bir ot.
rems   Sürtme odunu. * El ile meshetmek. * Islah etmek, düzeltmek. ◊ (C.: Rumus) Mezar, kabir.
remy   Atma. Tüfek atma.
remz   İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme.
remza'   Güneşin tesiriyle kızmış taş.
remzen   İşaretle. Remz olarak.
remzî   İşarete ait, işaretle alâkalı.
remzşinas   f. Bir maksad anlatan şekil, resim vb. * Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen.
rena   Nazar olunan, bakılan.
renak   Mastar. * Suyun bulanık olması. * Kederli olmak, mükedder olmak.
renanet   İnleme.
renc   f. Sıkıntı, zahmet, eziyet. * Ağrı, sızı. * Öfke, gazab, hışım.
renc-ber   'f. (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. * Çiftçi.'
rencide   f. İncinmiş, kırılmış.
rencidegî   f. İncinip hatırı kırılmış olma. * Dertlilik, kederlilik.
rencidehâtir   f. Gücenmiş, hatırı kırılmış.
renciş   f. Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder.
rencur   f. İncinmiş. Sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta.
rencurî   f. Dertlilik, rahatsızlık, hastalık. İncinmiş olma.
rend   Mersin ve defne ağaçları.
rende   f. Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. * Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona More…
rendelemek   Pürüzlerini gidermek. Rende ile düzlemek, pürüzlü yerlerini kazımak. Rende ile ufalamak.
rendide   f. Rendelenmiş, ufalanmış.
renem   Avaz, ses, savt. * Ayrılmak.
renevna   Dâim sâkin olmak, devamlı durmak.
renf   (Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak.
reng   f. Renk, levn. * Suret, şekil. * Oyun, hile, dalavere.
reng ü bu   Renk ve koku.
reng-amiz   f. Renk renk, çeşitli renkli.
reng-aver   f. Dalavereci, hilekâr.
rengâreng   f. Renkli, çeşit çeşit.
rengin   f. Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif.
renim   Türkü söylemek.
renin   Bağırma, haykırma. * İnleme, inilti.
renk   Bulanık su.
renna'   Devamlı kadınlara bakan kimse.
rennan   Çok ses çıkaran, inleyip duran. Çınlıyan.
renne (rinne)   Avaz, ses, savt.
renv   Bakma hususunda mübâlağa etmek.
res   f. (Residen  Erişmek mastarının emir köküdür.) 'Ulaşan, erişen, yetişen' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
resa   f. Yetişen, erişen. Yetiştiren.
resa'   Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe 'resise' derler.) ◊ Şiddetli hırs.
reşa'   Yürüyebilen geyik yavrusu.
reşad   Hak yolda yürümek. Doğru yolda olmak. Doğru yolu bulup ondan sapmamak. * Aklın kuvvetli olması.
resae   Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak.
resag   Devenin ayaklarında olan gevşeklik.
reşahat   (Reşehât) (Reşha. C.) Reşhalar. Sızıntılar, serpintiler.
resail   (Risale. C.) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar. * Dergiler, mecmualar.
reşak   Helâk etmek. * Atmak.
reşakat   Bel inceliği. * Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.
resalet   Saçı salıverme. * Deveyi eşkin yürütme. (Bak: Risalet)
resan   f. (Residen mastarından) 'Yetişenler, ulaşanlar, getirenler' mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. ◊ Ulaştırı yağan yağmur.
resane   f. Teessüf. * Hasret.
resanehâr   f. Hasret çekici.
resanende   f. Ulaştırıcı, getirici.
resanet   (Bak: Rasanet)
resas   (Bak: Rasas)
reşaş   (Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur.
reşaşat   Su sızıntıları, serpintiler.
resaset   Eskilik, köhnelik. Yıpranmış olma.
reşaşet   Su serpintisi. * Emmek, emerek içmek.
reşat   (Bak: Reşad)
resatik   (Rustâk. C.) Köyler, çiftlikler.
resd   Eşyaları birbiri üstüne yığmak.
resed   f. Lâyık, şâyan, şâyeste. ◊ Ev eşyası.
reşed   Hayır. Rahmet. Hidayet.
reşehat   (Reşha. C.) Reşhalar, damlalar, sızıntılar.
resel   (C.: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat.
resem   Atın üst dudağında olan beyazlık.
reşem   İlk evvel çıkan ot.
resen   (C.: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak. * İp, halat, urgan.
reşen   Tar:  Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı.
resenbaz   f. İple oynayan. İp cambazı.
resenbend   f. Halat atmış, halatla bağlı.
reşf   Suyu dudakları ile emmek, emerek içmek.
resf (resfân)   Ayağı köstekli gibi yürümek.
resh   Âcizlik, zayıflık. * Uyluk etleri az olmak. ◊ Bir şeyin, yerin sabit olması.
reşh   Sızma, terleme, sızıntı.
reşha   Damla, katre. Sızıntı, ter, rutubet, yaşlık.
reşhapâş   f. Damla saçan.
reşhariz   f. Damla döken.
reşhayâb   f. Sızıntı bulmuş.
resibe   (C.: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık.
reşid(e)   Doğru yolda giden, hak yolunda olan. * Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun. * Büluğ çağına girmiş kimse. * Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden. * Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, More…
reside   f. Erişmiş, ulaşmış, yetişmiş.
reşidiyye   Reşid olanla ilgili. * Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.
resif   Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.
reşih   Ter.
reşik   Boyu, endamı lâtif ve güzel olan.
resil   (C.: Rüsül - Rüselâ) Elçi.
resim   Bir çeşit deve yürüyüşü.
resis   Sâbit, devamlı. * Bakıyye, artık. * Akıllı, zeki kimse. * Sahih olmayan haber. * Aşk-ı muhabbetin ibtidası. * Hastalık başlangıcı. ◊ Yaralı, mecruh. * Köhne, eski. Eskimiş, More…
resiyy   Hayır veya şerde musırrâne direnen. * Çatıyı ayakta tutan direk.
reşk   Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren.
reşk-âver   f. Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran.
reşk-endâz   f. İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı.
reşk-saz   f. Gıpta ettiren, imrendiren.
reşkin   f. Kıskanç. Kıskanan. Hased eden. Hâsid.
resl   Kıvırcık olmayan saç.
resm   (Resim) Yazma, çizme, desen. * Eser, iz, nişan, alâmet. * Suret. * Tertib. Tarz, üslub. * Fotoğraf resmi. * Âdet, usul, tavır, davranış. * Alay, merâsim. * Man: Bir şeyi başkalarından More…
resmen   Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından. * Kat'i olarak anlaşıldığına göre. * İsteye isteye. Bile bile. * Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak.
resmî   Devlet adına veya devlet tarafından. * Ciddi. Çok sert. * Resme, yazıya, çizgiye ait. Resme dair.
resmiyât   Resmî olan işler.
resmiyet   Resmîlik. Resmî olmaklık.
reşn (rüşün)   Köpeğin, başını kaba sokması.
reşraş   Kavak ağacı. * Su veya yağ damlayan kebap. * Su saçmak.
reşreş   Yumuşak döş kemiği.
ress   Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu. * Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı. * Maden. * Dere. * İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.
reşş   Serpmek, püskürtmek. * Serpinti, serpintili yağmur, çisilti.
ressam   Resim yapan, resim çizen.
resse   (C.: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne. * Ev eşyasından eskiyip atılanı. ◊ Avcıların gizleneceği yer. * Hastalığın başkasına bulaşması.
reste   (C.: Restegân) f. Kurtulmuş.
restegân   (Reste. C.) f. Kurtulmuş olanlar.Restgâr: f. Kurtulan.
restgârî   f. Kurtulma, necat.
restorasyon   Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri.
resül   Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip More…
resülullah   Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamber. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
reşv   Rüşvet almak.
resve   (C.: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı.
resy   Sâbit olmak, devamlı olmak.
resye   Romatizma.
ret'   (Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek. * Oynamak.
retaim   (Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
retc   Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi.
reteb   Zahmet. Şiddet. * Şehadet parmağı ile orta parmak arası.
retec   (Ritâc) Büyük kapı.
reted   Defne ağacının yaprağı.
reteh   Bündük-i Hindî denilen yuvarlak taş.
retel   Muntazam, hoş. Gönül çeken.
reteme   (C.: Ratem) Bir ağaç cinsi.
retime   (C.: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.
retk   Yırtığı onarmak, yarığı düzeltmek, bitiştirmek.
retk (retkân)   Adımların birbirine yakın olması. * Deve kuşunun sür'atle gitmesi.
retk ü fetk   Noksanları düzelterek idare etme. * Ayırmak ve bitiştirmek. * İyi idare etme.
retl   (Diş) seyrek olmak. * Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak.
retm   Kırmak.
retn   Karıştırmak.
rett   şerif, seyyid.
retv   Kuyudan kova çekmek.
retve   Adım. Hatve.
reum   Yavrusunu seven deve. * Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.
rev   f. (Reften mastarının emir kökü) 'Giden, yürüyen' mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev  - Önde giden.
rev'   Korku, halecan. Ürkmek. * Nefsanî hareket.
rev'a   Korkak kadın. * Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' - Tatlı.
reva   f. Lâyık, uygun. Meydana gelmek. * Gidici.
revabit   (Rabıta. C.) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler. * Düzenler, sıralar, tertibler.
revac   Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
revacdâr   f. Sürümlü ve revâcda olan mal.
revadaşte   f. Uygun bulmuş.
revah   Öğleden akşama kadar olan vakit. * Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e.
revahi   (Râhiye. C.) Bal arıları.
revahil   (Râhile. C.) Yük hayvanları.
revaid   Göçebe topluluk.
revaih   (Bak: Revâyih)
revak   (Rivak) Ev önündeki saçak. * Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer.
revakid   (Râkid. C.) Durgun olanlar.
revalver   (Bak: Rovelver)
revan   f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz.
revan-bahş(a)   f. Canlandırıcı, can bağışlayıcı.
revane   f. Yürüyen, giden.
revani   f. Değerli, rağbetli revaçlı. * Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi.
revani-füruş   f. Revanici. Revani satan.
revasi   (Râsiye. C.) Büyük dağlar.
revasib   (Rüsub. C.) Tortular.
revasim   Akarsu.
revasir   (Reysar. C.) Reçeller.
revatib   Vazifeler, maaşlar. * Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler.
revayih   (Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih)
revazin   (Revzen. C.) f. Pencereler.
revb (rub)   Sütün yoğurt olması.
revban   (C.: Rübâ) Sütün yoğurt olması. * Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.
revc   (Revac) Geçmek. * Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.
revende   f. Giden, gidici. * Çok yürüyen.
revendegân   (Revende. C.) f. Yürüyenler, gidenler.
revg   Talep etmek, istemek. * Yönelmek, eğilmek, meyletmek.
revgan   f. Yağ. * Hafif hafif esen rüzgârın verdiği serinlik, rahatlık. * Üstü yağ gibi kayan parlak nesne. * Parlak deri.
revgandân   f. Yağ kandili.
revgani   f. Revani tatlısı.
revh u reyhan   Rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk.
revh(a)   İç açıklığı. Rahat. * Rahmet. * Hafif esen rüzgârın verdiği tatlılık, canlılık. (Bak: Ravh)
revhanî   İyi ve pâk olan, ferahlık veren yer.
revhaniyet   Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük.
revhat   Öğlen vaktinden akşama kadar gitmek.
revhullah   (Bak: Ravhullah)
revir   Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri. * Bölge, mıntıka.
reviş   f. Gidiş, hal, tavır. * Tutum, yol.
reviy   Edb: Kafiye olan kelimenin son harfi. Şiirde kafiye harfi.
reviyyet   (C.: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme.
revk   (C.: Ervâk) Perde, hicâb. * Boynuz. * Ev önü. * Saf, hâlis, katıksız.
revm   Maksad. Taleb, istek. * Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke.
revnak   f. Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet.
revnak-bahş   f. Güzellik, tazelik ve parlaklık veren.
revnak-dâr   f. Parlak, lâtif, güzel, hoş.
revnak-efza   f. Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren.
revnak-nüma   f. Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren.
revnüma   (Ru-nüma) f. Zuhur eden, kendini gösteren. * Yüz görümlüğü.
revs   Sabit olmak.
revse   Pislik. * Fışkı, tezek.
revv   Çift, karı-koca, zevc.
revy   (Davar) Suya kanmak.
revz   Sınamak, denemek, tecrübe.
revzat   (C.: Ravz-Ravzât-Riyaz-Rizât) Çayırlı, çimenli ve sulu yer. * Bostan.
revzeke   (C.: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak.
revzen   (C.: Revâzin) Pencere.
revzene   (C.: Revâzin) Pencere.
rey'   Arpa, buğday, tahıl. * Rücu', geri dönme, avdet. * Ziyade, çok.
reyah   (Râh. C.) şaraplar. * Gökçek kokulu küçük bir kuyu.
reyb   (Bak: Rayb)
reyc   Akça, para, pul. * Örtülmüş ve kilitlenmiş olan büyük kuyu.
reyde   (C.: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı. * Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr.
reyean   Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme. * Her şeyin evveli, tazelik zamanı.
reyhan   Hoş güzel koku. * Rızık ve maişet, rahmet. * Ekin yaprağı. * Fesleğen denilen kokulu bir ot.
reyhanî   Fesleğen gibi ince nakışlı. * Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.
reyhekan   Za'feran.
reyk   Her nesnenin evveli ve efdali, iyisi.
reym   Alçak yer. * Kabir. * Derece. * Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik. * Ziyâde çok, fazla.
reyn   Leke, kir, pas. * Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması. * Uyku, mestlik galebe etmek. * Çıkması mümkün olmayan şey.
reys   (Reysân) Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. ◊ Eğlenmek, eğlendirmek.
reyş   Ok yeleklemek.
reyta   (C.: Riyat-Riyâtâ) Car denilen örtü.
reyya   Güzel koku.
reyyan   (C.: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş. * Sarhoş.
reyye   Çokluk, fazlalık, kesret.
rez   f. Bağ kütüğü, asma.
reza'   (Bak: Reda')
rezaat   Süt emme.
rezag   Sıvı balçık. * İnce çamur.
rezahat   Yorulmak. * Hali yaramaz, vaziyeti kötü olmak.
rezail   (Rezile. C.) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler.
rezalet   Utanç verici şey. Utanılacak hal. * Alçaklık, rezillik. * Maskaralık. * Arsızlık.
rezan   Ağır, ciddi, vakarlı, ağırbaşlı ve temkinli kimse.
rezanet   Ağırbaşlılık, vakarlılık, temkinlilik, ciddilik.
rezaya   (Rezie. C.) Musibetler, belâlar.
rezayil   (Rezile. C.) Çörçöp. * Faydasız ve asılsız nesne.
rezaz   Zayıf yağan yağmur.
rezban   f. Bağ bekçisi, bağcı.
rezeme   (C.: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses.
rezen   (C.: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.
rezie   (C.: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ.
rezil   Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz.
rezil ü rüsva   Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.
rezile   (C.: Rezâil) Fenâ ve kötü huy.
rezim   Arslan kükremesi.
rezin   Vakarlı, temkinli, ağır başlı, sağlam.
reziz   Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi.
rezm   Deve avazı. * Gök gürlemesi. * Cem'etmek, toplamak. ◊ f. Cenk, muharebe, çarpışma, savaş. ◊ Akmak, seyelân.
rezmgâh   f. Savaş meydanı, muhârebe sahası.
rezmî   f. Savaşla ilgili.
rezmyuz   f. Savaşçı, kavgacı, muhârib.
rezn   Bir şeyi kaldırıp ağır mı hafif mi diye görmek. ◊ Koparmak.
rezz   Bir şeyi yere batırmak. * Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi.
rezzak   Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah)
rezzakane   f. Rızık verene, rezzaka yakışır surette.
rezzakiyet   Her mahluka münasib rızkını verici olmak.
rezzaz   Pirinç satan. Pirinç satıcı.
rezze   İçine kilit sokulan kapı razzesi.
ri   Kur'an alfabesinin onuncu harfi olup, ebcedî değeri 200'dür.
ri'bal   (Ri'bân) Arslan.
ri'be   (C.: Riâb) Sihir.
ri'de   Titremek, hareket etmek.
ri'mam   Sevmek.
ri've   Depretmek.
ri'y   Hey'et. * Güzel halet, iyi hal. * Güzel elbise.
ri'ye   (C.: Riin) Sihir.
ria   (Râî. C.) Çobanlar. ◊ Yüksek yer.
rias   Tâç.
riat   (Rie. C.) Akciğerler.
riayet   İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.
riayeten   Saygı ve hürmet göstererek. Sayarak. Hürmet ederek. * Tâbi olarak.
riayetkâr   f. Hürmetkâr, itaatkâr. Sevgi ve saygı gösteren.
rib'   Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.
riba   Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir. * Faiz. * Muamelede meşru miktardan More…
riba-har   f. Faizle para işleten, tefeci.
ribab   Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı.
ribabe   Ahd, söz, yemin, misak.
ribac   Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.
ribah   (Ribh. C.) Kazançlar, kârlar, ticaretten elde edilen kârlar.
ribat   (C.: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke. * Bağ, ip. * Sağlam yapı.
ribatet   Kalb kuvveti. * Tahammül, sabır. * Kalbi sağlam olma.
ribatî   Hancı, odacı.
ribbî   (C.: Ribbiyyun) Büyük kalabalık.
ribbiyyun   (Rabb. dan) Âlimler, fakihler. * Büyük topluluk.
ribet   (C.: Riyeb) şüphelilik. şüpheye düşme.
ribh   Kâr, kazanç. * Fâiz. ◊ (Bak: Ribh)
ribhale   Azası büyük olan, organları iri olan.
ribka   (C.: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip. ◊ Kement. Kement bağı. İlmekli ip.
ribze   Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.
ric'at   Geri dönme, çekilme, kaçma, vazgeçme.
ric'î   Geri dönmeye ait ve mensub. * Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir.
rica   Yalvarmak, niyaz eylemek. * Canib. Taraf. (Bak: Recâ)
rical   (Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar.
riçal   f. Reçel.
ricalen   Yaya olarak. Yayan. * Erkek olarak.
ricalullah   Mânevi kudret ve kuvvet sahipleri olan evliya. (Bak: Ebdal)
ricam   Büyük taş.
ricaname   f. Bir iş için yazılan rica mektubu.
riçar   f. Reçel.
ricl   Ayak, kadem.
ricle   Semizlik otu.
rics   Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık.
ricz   Azab, vesvese. * Maddi ve mânevi pislik. * Puta tapma.
rid'   Yardımcı, muavin. * Gözleyici.
rida   Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. * Akıl. İlim. Seha. * Zinet. Parlaklık veren şey. * Hırka.
rida'   (Bak: Red'a)
ridas   Taş atmak.
riddet   İslâm dininden dönme. İrtidad. * Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması.
riddidî   Reddetmek.
riddis   (Mübalağa ile) Taş atan.
ridf   (C.: Erdâf) Arka.
ridfan   Gece ve gündüz.
ridfe   (C.: Ruzuf) Diş aşığı kemiği.
ridvan   Memnunluk, razılık, hoşnudluk. * Cennet'in kapıcısı olan büyük melek.
ridvanullahi aleyh   Allah ondan razı olsun meâlinde dua.
rie (re')   Akciğer.
rieteyn   İki akciğer.
rif   (C.: Eryâf) Mâmur, bayındır yer. * Ekini bol ve ucuz olan yer.
rif'at   Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak.
rifa'   Ekini tarladan getirip harman yerine ilettikleri vakit.
rifade   Yara üstüne sarılan bez. * Ziyâfet.
rifas   Ayakla vurmak, tepmek.
rifd   (C.: Erfâd - Rufud) Atâ, hediye, bahşiş. * Yardım, muavenet.
rifk   Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket. (Zıddı: unf)
rifkî   (Rıfkıye) Yumuşaklıkla, tatlılıkla ilgili.
rig   f. Kum. * Toz.
rih   Rüzgar, yel. * Sızı, romatizma. * Mc: Galebe, kuvvet. Rahmet. * Devlet. Hoş ve iyi şey. * Koku.
rihal   (Rahl. C.) Deve palanları. ◊ Büyük halı.
rihale   At semeri, eyer.
rihat   Kayış yapımında kullanılan deri.
rihlet   Geçmek. Göç etmek, göçmek. Ölmek. ◊ (Bak: Rihlet)
rihme   (C.: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi.
rihs   (C.: Revâhıs) Alçak duvar.
rihte   f. Dökülmüş, akıtılmış.
rihtim   f. Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı.
rihv (rahv)   Yumuşak.
rihve   (Ruhve) Rehâvetli, gevşek. * Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.
rihvet   Gevşek ve sölpük olma. Rahavet.
rik   Salya. Ağız suyu.
rik'a   Kur'an-ı Kerim'in harfleri ile bir yazı çeşidi.
rika   Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları. * Kısa mektublar. * Yamalar. * İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler. ◊ Darbolunmuş dirhem.
rikab   (Rakabe. C.) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler. * Boyun, ense kökü.
rikâb   Özengi. * Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı.
rikâbdar   Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.
rikâbî   Binici, binen.
rikak   Yer yarığı.
rikase   Davar bağlanan yer.
rikaz   Yer altında bulunan madenler. * Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal.
rikbe   '(C.: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)'
rikk   Kulluk, ubudiyet. * Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb. * Yufka, yumuşak nesne. ◊ (C.: Erkâ) Kul, abd. * Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet. * Yufka nesne.
rikkat   Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
rikkat-âver   f. Acıma ve merhamet uyandıran.
rikkat-engiz   f. Acıklı.
rikkat-yâb   f. Acıyan, merhamet eden.
rikkiyyet   Kölelik, kulluk.
riks   Adam topluluğu. * Pis, necis.
rikz   Gizli söz.
rim   (C.: Arâyim) Beyaz geyik. ◊ f. İrin.
rima   Atmak. * Atışmak. * Bırakmak.
rimah   (Rumh. C.) Mızraklar, kargılar, süngüler.
rimaha (remuh)   Tepici davar, tepen davar.
rimahat   Mızrakçılık sanatı.
rimak   Nifak, ayrılık. * Darlık.
rimal   (Reml. C.) Kumlar.
riman   Eğilip meyletmek.
rimayet   Ok, gülle, kurşun gibi şeyleri atmada mâhir olma. Atıcılık.
rimdida'   Gül.
rime   f. Çapak.
rimm   (Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi. * Yer. * Çok mal.
rimme   (C.: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik.
rimnak   f. Murdar, pis. * İrinli.
rims   Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot. * Islah etmek, düzeltmek.
rind   f. Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. * Laübali meşreb feylesof. * Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında More…
rindân   f. Kalenderlik. * Rindler.
rindî   f. Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık.
rir   Fâsid, bozuk, yaramaz.
ris   f. Öfke, gazab, gayz.
riş   f. Yara. * Yaralı. * Tüy. Kıl. Kuş kanadı. * Sakal.
riş (riyâş)   Çok pahalı elbise.
rişa   (Rişvet. C.) Rüşvetler.
rişa'   (C.: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. * Menazil-i Kamer'den 'Balık karnı' dedikleri menzilin adı.
risail   (Bak: Resail)
risale   Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.
risalet   Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.
risar   (C.: Ravâsır) Reçel. * Turşu.
rişaş(e)   Döküntü, serpinti.
rişbüz   f. Keçi sakalı gibi sivri olan sakal.
rişdar   f. Sakallı.
risde   İnsan cemaatı, insan topluluğu.
rişdet   Doğruluk, dürüstlük. Temizlik.
rise   Miras yemek.
rişe   Saçak, püskül.
rişe-gir   f. Kökleşmiş, kök tutmuş.
rişhand   f. Bıyık altından gülme. Alay.
rişk   Atılan ok.
risl   Vakar, ciddiyet, sekinet. * Sabır.
rism   Kırmak. * Bulaştırmak.
risman   f. İp, halat.
risman-bâz   f. İp oynayan. * Mc: Cambaz.
rişsaz   f. Cerrah.
riştab   f. Kıvırcık saç ve sakal.
rişte   f. Tel, iplik, hayt.
rişte-füruş   f. İplik satan. İplikçi.
rişvet   Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para. (Bak: Rüşvet)
rişvet-hâr   f. Rüşvet yiyen.
ritam   (Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
ritane   Arap lisanından başka dille konuşmak.
ritic   Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram.
ritl   (Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey. ◊ (Bak: Ratl)
ritm   (Reythme) Fr. Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. * Müvazeneli ve tenasüblü hareket.
ritmik   Ölçülü, âhenkli.
riv   f. Hile, düzen.
riva   (Reyyân. C.) Suya kanmış olanlar.
riva'   (C.: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.
rivad   Talep etmek, istemek, arzulamak.
rivak   (Bak: Revak)
rivayat   (Rivâyet. C.) Rivayetler.
rivayet   Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan More…
rivayetkerde   f. Söylenilen. Rivayet edilen.
riya   Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs)
riyad   Ot aramak.
riyah   (Rih. C.) Rüzgârlar, yeller. * Letaif ve in'amlar. * Mc: Galebe, kuvvet, rahmet, devlet. * Mazarrat.
riyakâr   Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.
riyakârâne   f. İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla.
riyaset   Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık.
riyasetpenah   f. Başkanlık makamında bulunan. Başkanlık eden, başkan olan. Reislik yapan.
riyaz   (Ravza. C.) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
riyazat   (Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
riyazet   Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve More…
riyazi   Hesap ve hendeseye dair. Matematiğe dair.
riyaziyat   Matematik ilmi, hesap-hendese ilmi. Aritmetik-geometri.
riyaziye   Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. * Bir yazı çeşidi.
riyaziyyun   (Riyazî. C.) Matematik âlimleri.
riyeb   (Ribet. C.) Şüpheye düşmeler.
riyy   Suya kanmak. * Beni Amir vilâyetinde bir dağın adı.
riz   f. Döken, saçan, akıtan.
riza   Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği.
riza-cu   f. Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen.
riza-dâde   f. Razı olmuş, kabul etmiş.
rizaen   Razı olarak.
rizam   Kabile, kavim, topluluk. ◊ Serkeş adam veya at. ◊ Büyük kaya parçası.
rizan   f. Akan, dökülen.
rize   f. Döküntü, kırıntı. Ufak parça.
rize rize   f. Parça parça, ufak ufak.
rizeçin   f. Kırıntı ve döküntü toplayan.
rizehâr   f. Kırıntı ve döküntü yiyen.
rizehor   f. Kırıntı, döküntü yiyen.
riziş   f. Akış, dökülüş.
rızk   Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet.
rizme   Esvap koyulan bohça.
rizne   Su toplanacak yer.
rizvan   (Bak: Rıdvan)
rizz   Gizli ses.
robot   Fr. Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz.
rol   Fr. Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım.
roman-vâri   f. Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan.
romörk   Fr. Denizde veya karada başka bir vasıta tarafından çekilen motorsuz taşıt.
röportaj   Fr. Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı.
rota   Vapur ve gemilerde istikamet yolu. Geminin seyir yolu.
rovelver   Fr. (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca.
ru   f. Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru - Kendiliğinden.
ru (ruy)   f. Yüz, cihet. Sebep. Çehre.
ru'   Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. * Zihin ve akıl.
ru'b   Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak. * Kesmek. * Sihir, büyü, efsun. ◊ Sütün yoğurt olması.
rü'be   (C.: Rüâb) Ağaç parçası.
ru'bub   Zayıf, korkak kişi.
rü'yet   Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. * Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. * Araştırmak.
ru'z   (C.: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.
ru-mal   f. Yer süren.
ru-nüma   f. Yüz gösteren, meydana çıkan. * Yüz görümlüğü.
ru-nümun   f. Meydana çıkan, yüz gösterici.
ru-puş   f. Yüz örtüsü, peçe. * Yüz örten.
ru-şinas   f. Bilen, tanıyan.
ru-şinasî   f. Aşinâlık, tanırlık.
ru-siyah   f. Kara yüzlü. Ayıbı olan.
ru-zerd   f. Sararmış, sarı yüzlü.
ruaf   Burun kanaması.
ruam   Burun suyu, sümük. * Sakağı (mankafa) hastalığı.
ruama   Çekirge çokluğu.
ruat   (Râî. C.) Çobanlar.
rüavi   Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve.
rub   f. Süpürge. * Süpürme.
rub'   Dörtte bir. Bir şeyin dört kısmından bir kısmı.
ruba   (Bak: Rüba)
rüba   f. Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba  - Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba - Aklı alan, hayret veren. ◊ (C.: Ravâbi) Tepe
rubah   (Rubeh) f. Tilki. * Mc: Kurnaz, hilekâr.
rubaî   (Bak: Rübaî)
rübaî   Dörtlük olan. Dörtle ilgili. * Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir. * Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi More…
rubb   Meyva suyu.
rübb   (C.: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.
rübba   (C.: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun.
rübbah   Erkek maymun.
rubban   Kaptan.
rubbe   Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. 'Öylesi var ki' mânâsındadır.
rubbema   (Rubbe-mâ) Bâzan, bâzı kere.
rübbema   (Bak: Rubemâ)
rübd   Kılıcın cevheri ve rengi.
rübde   Siyaha yakın boz renk.
rubehane   f. Kurnazca, tilkicesine.
rubehî   f. Kurnazlık. Tilkilik.
ruberah   f. Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru.
ruberu   f. Yüzyüze.
rubh   Deve yavrusu. * Bir kuşun adı. * İç yağı.
rubu'   (Rub'. C.) Dörtte birler. * Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.
rübubiyet   (Bak: Rububiyet)
rübud   Dâim. * Yüreğin oynaması. * Durdurmak. * Hapsetmek.
rübude   f. Kapılmış, kapılan.
rubuz   Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere 'merbaz' derler)
rübye   (C.: Rubâ) Arz haşeratından bir cins. * Çok, ziyâde.
rubz   Her nesnenin ortası. * Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt.
rüc'a   Rücu' mânâsına mastar.
rücbe   Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)
rüceme   (C.: Rucâm-Rucum) Büyük taş.
rüchan   Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak.
rüchaniyet   Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma hali.
rücu'   Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme. * Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.
rücum   (Recm. C.) Taşa tutmalar, taşlamalar.
rücun   Mahbus olmak, hapsolunmak. * Bir yere durmak.
rücz (ricz)   Devenin mak'adında olan bir hastalık. * Pis, necis. * Azap. * Put, sanem.
rud   f. Irmak, çay. * Saz teli, saz kirişi. * Kemençe. ◊ Yavaş yürümek.
rud-averd   f. Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler.
ruda'   Hastalığın insana yine dönmesi. * Gövde ve beden ağrısının her birisi.
rudaa'   (Radi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
rudab   Ağızdan akan su.
rüdab   Ağızdan akan su, salya.
rudbar   f. Irmak kenarı. * Büyük ırmak.
rudda'   (Râdı. C.) Süt emenler.
rude   (C.: Rudegân) f. Bağırsak.
rudha   Perde, setre.
rüdn   (C.: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı.
rudsaz   f. Çalgıcı.
rüdum   (Redm. C.) Bendler, sedler.
rüesa   (Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar.
rüfaî   Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub.
rüfat   Parçalanmış, dağıtılmış. * Çürümüş.
rüfaz   Müteferrik. dağılmış, parçalanmış.
rüfeka   (Refik. C.) Arkadaşlar.
rüfka   (C.: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat.
rufse   Su nöbeti.
rüft   Bir küçük canavar. ('İnâk-ul arz' da derler) ◊ f. Süpürme.
rufud   (Rifd. C.) Bahşişler.
rüful   Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
ruga'   Sada, ses. * Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.
rugba'   Rağbet etmek, istemek, arzulamak.
rugerdan   f. Yüz döndüren, yüz çeviren.
rugl   Bir acı ot. * Sünnetsizlik. * Bol olmak, bolluk.
ruh   f. Yanak, yüz, çehre. * Arapçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr) RUH: Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. 
ruh-bahş   f. Ruh veren, ruh bahşeden.
ruh-efza   f. Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir)
ruha   Ferahlık. * Yumuşak rüzgâr.
rüha   Urfa şehri.
ruham   Mermer.
ruhama   (Rahim. C.) Rahim olanlar.
ruhamî   Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili.
ruhanî   Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek. * Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
ruhaniyyet   Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti. * Ruhanilik.
ruhaniyyun   (Ruhanî. C.) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar.
ruhas   (Ruhsat. C.) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler.
ruhasa'   Sıtma teri.
rühavî   f. Urfa'lı.
ruhb   Genişlik, vüs'at.
ruhban   'Korkmak, çekinmek, yılmak. * Rahib, Hristiyan din adamı. (Bak: Rehbaniyyet)(Hâsıl-ı kelâm; biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi' oluyoruz. Akıl ve fikir ve More…
ruhbaniyet   (Bak: Rehb, Rehbaniyet)
ruhda'   Sıtma.
ruhî   Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça.
ruhiyat   Ruh ilmi, psikoloji.
ruhlet   Göçüp giden kimseler.
ruhperver   f. Ruha ferahlık ve kuvvet veren.
ruhs   Ucuzluk. * Hafif pahalı olmak.
ruhsar (ruh)   Yanak. Çehre. Yüz.
ruhsat   (C.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer More…
ruhsât   (Ruhsat. C.) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler.
ruhsatiyye   San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı.
ruhsatname   f. İzin kağıdı.
ruhsatyâb   f. İzin ve müsaade alma.
rühşuş   Sütlü deve.
ruhud   Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude)
ruhul   Binmek için kullanılan deve.
ruhullah   Allah'ın emriyle meydana gelen. * İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.
ruhum   Esirgemek, korumak, rahmet.
rühun   (Rehin. C.) Rehinler.
rühus   Çok yiyen obur, ekvel.
ruhve   (Bak: Rihve)
ruk'a   (C.: Rıka'-Ruka') Kısa mektub. * Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası. * Dilekçe. * Yama.
rukaba'   (Rakib. C.) Bekçiler.
rukad   Uyku, nevm. Uyuma.
rukak   Yufka ekmeği.
rükam   Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan.
rukba   Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, 'Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun' demek.
rükban   (Râkib. C.) Biniciler, binenler, binmişler.
rükbe   (C.: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı.
rukde   Uyuma. * Berzah âlemi. (Bak: Rukud)
rükeb   (Rükbe. C.) Dizler, dizkapakları.
rukk   (C.: Rikâk) Yer, arz.
rükkab   (Râkib. C.) Biniciler, ata binenler.
rükn   Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. * Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. * Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
rukta   Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması.
rükû'   Huzur-u İlâhîde eğilmek. Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek.
rükub   Binme. * Bir vasıtaya binme.
rüküb   (Rikâb. C.) Üzengiler.
rukud   Uyuma, nevm.
rükud   Durgunluk. Durgun olma.
rükudet   Durgunluk, durulma.
rukum   (Rakam. C.) Rakamlar.
rükun   Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil.
rükün   (Bak: Rükn)
rükunet   Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma.
rükuz   Seğirtmek, koşmak.
rukye   (C.: Rukâ) Duâ, efsun.
rum   Anadolu. * Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler. * Romalı.
rum suresi   Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir.
rümam   Kuru ot.
rumeli   Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Kıt'asındaki kısmı.
rumh   (C.: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.
rümh   (C.: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü. * Mc: Yoksulluk, fakirlik.
rumi   Rumelinden olan, Anadolulu olan. * Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı.
rümis   Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.
rümle   (C.: Ermal-Rumul) Siyah hat.
rumman   Nar. (Bir meyva adı)
rümman   Nar denilen yemiş.
rümmane   Kapan taşı. * Kırkbayır.
rümme   (C.: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası.
rümuk   Durmak. * İkamet etmek, oturmak, mukim olmak.
rumus   (Rems. C.) Mezarlar, kabirler.
rumuz   (Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.
rumuzât   (Rumuz. C.) Remizler, işaretler.
rümye   Ağaçtan nakşolmuş bir suret.
rüs'   Göz kapağında olan hastalık.
rüşa   (Rişvet. C.) Rüşvetler.
rüşd   Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi More…
rüşd ü irşad   Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek.
rusde   (C.: Risâd) Ziynet, süs.
rüşdî   Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair.
rüşdiye   Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep. * Rüşde dair.
rüşeda   (Reşid. C.) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri.
rüsela   (Resül. C.) Resüller, peygamberler.
ruşen   f. Parlak, aydın. Belli, âşikâr.
ruşenbeyan   f. Fasih konuşan. Açık ifadeli.
ruşendil   Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar.
ruşengir   Cilâcı, parlatıcı.
ruşenî   f. Açıklık, aydınlık. * Belli olma.
ruşenzamir   Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan.
rüşeym   Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir)
rusg   Bilek.
rüsg   (C.: Ersâg) Bilek. * Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.
ruspi   Fâhişe, orospu.
rusta   f. Köy, karye.
rüsta-hiz   f. Mahşer, kıyamet.
rustaî   f. Köylü.
rüstaî   (Rüstâyi) f. Köyle ilgili. * Köylü.
rustak   (C.: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik.
rüstak   (C.: Resâtik) Büyük köy.
rustakî   Köylü.
rüste   f. 'Çıkmış, bitmiş, yetişmiş' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste  - Yeni yetişmiş bitki.
rüstem   f. Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya 'Rüstem-i Sistanî' nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır.
rüstî   f. Üstünlük, muvaffakıyet. * Yiğitlik. * Kuvvet.
rüsub   Kab içinde kalan su. * Suyun dibine batmak. * Tortu, dibe çöken, çöküntü.
rüsubat   Çöküntüler, tortular.
rüsuh   İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke.
rüsuhiyet   Rüsuhluluk, rüsuhlu oluş.
rüsül   (Resül. C.) Peygamberler, resüller. Bir kitapla gelen nebiler.
rüsum   Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi. * Merasim, usûl.
rüsumat  (Rüsüm. C.) Gümrük idâresi.
rüsva   (Rüsvay) f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış.
rüsvayî   f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik.
rüsve   Muhkem ve sağlam olmak. * Sâbit olmak.
rüşvet   Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda.
rutab   Hurma.
rutb   Yaş ot.
rütbe   Basamak, derece. * Memuriyet derecesi. * Sıra. Mertebe, menzile. * Efkârın sonu. * Merdiven ayağı.
rütbeşinas   f. Derece bilir. Rütbe tanır.
rüteb   (Rütbe. C.) Rütbeler, dereceler.
rutebî   Rütbelere ait.
rütebî   Rütbeye dair ve rütbelere mensub.
rütte   Pelteklik, kekemelik.
rütte'   Otlayan hayvan.
rütub   Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik.
rutube   (C.: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma.
rutubet   Yaşlık, nem, ıslaklık. * Havadaki veya yapı içindeki nem.
ruud   (Ra'd. C.) Gök gürültüleri.
rüüd   Genç kadın. Kız.
ruunet   İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma. * Sünepelik, bönlük.
rüus   (Re's. C.) Re'sler. Başlar. Kafalar.
ruval   Salya.
rüval   Salya, ağız suyu.
ruvat   (Râvi. C.) Hikâye edenler. Rivayet edenler.
rüveyde   (Rüvide) İnce, hoş, nazik. * Bitmiş, neşvünema bulmuş.
rüveyha   Zariflik, incelik.
ruy   (Bak: Ru) ◊ f. Tunç.
ruy-ver   f. Tunçtan.
ruya   f. Yerden biten (bitki).
rüya   (Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.
ruyin   f. Tunç. * Tunçtan.
ruyin-ten   f. Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu.
rüyub   (Reyb. C.) şekler, şüpheler.
rüyuh   Zelillik, horluk, hakirlik. * Zayıflık.
rüyun   Galebe etmek, üstün gelmek. RÜZ': Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak.
ruz   f. Gün, 24 saatlik müddet. * Gündüz.
ruz u şeb   Gece ve gündüz.
ruz-efzun   f. Uzun ömürlü.
ruzaa'   (Razi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
rüzah (rüzuh)   Davarın çok zayıf olması.
rüzam (rüzum)   Davarın çok yorulup zayıflaması.
ruzan   (Ruz. C.) Günler. Gündüzler.
ruzane   f. Gündelik. Yevmiye.
rüzaz   Ufalanmış taş. * Her maddenin ufağı.
ruzban   f. Kapıcı.
ruzberuz   f. Günden güne.
rüzdak   (C.: Rezâdik) Köy.
ruze   f. Oruç.
ruzedâr   f. Oruçlu.
ruzegüşa   f. Oruç bozan, oruç açan, iftar eden.
ruzehar   f. Oruç yiyen. Oruçsuz.
rüzela   (Rezil. C.) Reziller.
rüzgâr   f. Zaman, devir, hengâm, vakit. * Dünya, âlem. * Yel.
ruzî   f. Azık, rızık. Nasib, kısmet. * Gündüzle alâkalı. Gündüze âit.
ruzîhâr   f. Rızık yiyici. Canlı, mahlûk.
ruzine   f. Gündelikçi.
ruziresan   f. Rızık yetiştiren, rızık ulaştıran, Allah (C.C.)
ruzmerre   f. Her günkü. Her günlük.
ruzname   Vakit cetveli, takvim. * Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt. * Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı. * Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter.
rüzz   Pirinç.
sa   f. Benzetme edâtı olan 'âsâ' nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ - Anber gibi. ◊ (-Sây) f. Sürücü, süren.
sa'   Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı. ◊ 1040 dirhemlik hububat ölçeği. Kile. ◊ Vakitler, saatler, zamanlar.
şa'ar   Kıl büken.
şa'b   Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak. ◊ (C.: şuub) Tâife, cemaat. Kabile.
sa'b(e)   (C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli.
şa'ban   (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.
sa'ber   Sedir gibi bir ağaç.
şa'beze   El çabukluğu.
sa'cez   Dökmek.
sa'd   Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu. ◊ Mihnet, meşakkat, zahmet.
sa'dane   (C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı.
sa'de   Dişi eşek. * Süngü ağacı. ◊ (C.: Siad) Yumuşak hurma.
sa'dî   (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub.
sa'f   Bir şarap cinsi.
sa'fe   Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel.
sa'k(a)   Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak.
sa'ka   Bayılma. Baygınlık.
sa'l   Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek.
sa'la   Küçük başlı kadın. SA'LA: Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al)
şa'la'   Kuyruğu beyaz olan davar. ◊ Uzun, tavil.
sa'le   Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu.
sa'leb(e)   (C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri.
sa'm   Soymak.
sa'neb   Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi.
sa'net   Et yağı. * Yağ.
sa'niye   Takkenin tepesi.
sa'r   Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü. ◊ Ateşin alevlenmesi.
şa'r   (C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
şa'ra   (C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek.
şa'ranî   (Hic: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur.
şa'riyye   Çorbalık makarna, şehriye.
şa'riyyet   Fiz: Kılcallık.
sa'sa   Dağılmış develer. ◊ İnci, sedef.
şa'şa'   Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak.
sa'saa   Keçiyi sağmak için çağırmak. ◊ Perakende etmek, dağıtmak.
şa'şaa   Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.
şa'şaadar   f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak.
şa'şaapaş   Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan.
sa'sae   Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.
sa'sea   Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak.
sa'ter   Güvey otu. * Kekik otu.
sa'terî   şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı.
sa'v   Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş.
şa'va'   Perâkende, dağınık. * Dağıtmak.
sa'vat   (Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar.
sa've   (C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.
sa'y   Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. * Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. 
saab   Zor, güç, çetin.
şaab   Ayrılmak. * Yarmak.
saade   Yokuş başı.
saâdet   Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
saâdet-bahş   f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran.
saâdet-hane   f. Büyük bir kimsenin evi.
saâdet-meâb   f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan.
saâdet-mend   f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan.
saâdet-mendî   f. Mutluluk, bahtiyarlık.
saâdet-resan   f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan.
saak   Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi.
saal   Dikkat.
saalib   (Sa'leb.C.) Tilkiler.
saalik   Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler.
saan   Suya yakın yerde develerin yattığı yer.
şaar   Ağaç, şecer.
saat   Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet. ◊ Saatler. Vakitler.
sab   Bir acı otun suyu.
şab   (Bak: şap)
sab'   Parmakla işaret etmek.
şab-hane   f. Şap çıkarılan yer.
saba   Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr. ◊ Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık.
saba-beraber   f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif.
sababet   Şiddetli sevgi. Âşıklık.
sabae   Bir dinden bir dine geçmek.
sabah   Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman.
sabahat   Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.
sabahgâh   f. Sabah vakti.
sabareftar   f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü.
sabaret   Kefalet.
şabaş   f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek.
şabaşhân   f. Beğenip alkışlayan.
sabat   (C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)
sabavet   Çocukluk, sabilik.
sabaya   (Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.
sabb   Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun.
şabb   Genç, delikanlı, yiğit.
sabbag   Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde.
sabbar   Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr)
sabbare   Soğukluk.
şabbe   Genç kadın.
sabbur   Katı, şiddetli, şedid.
sabeb   (C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer.
sabg   Boyama. Boyanma.
sabga'   Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.
sabhid   Bey, emir.
sabi   Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk.
sâbi'   (Sabi'a) Yedi, yedinci.
sabi'   Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi.
sâbi'aşer   Onyedinci.
sâbian   Yedinci olarak.
sabib   Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu.
sâbig   (Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol.
sâbih   Yüzen, yüzücü.
sabih   (Sabiha) Güzel, latif, şirin.
şabih   Misil olan, nazir, benzeyen.
sâbiha   (C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen.
sabiha   Fecir vakti.
sâbihât   Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar.
sabiî   İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.
sabiîn   (Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.
sâbik(a)   Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç.
sâbikan   Bundan önce, evvelce.
sabikîn   (Bak: Sâbıkûn)
sâbikûn (sâbikîn )   (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
sabil   Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse.
sabir   (C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut. ◊ Altın ismi.
sabir(e)   Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
sabir-şiken   f. Sabrı kıran, sabrı bozan.
sabirî   Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma.
sabirîn (sâbirûn)   Sabredenler. (Bak: Sabr)
sabirsûz   f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren.
sabit   Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan.
sabite   Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı)
sabiyy   (C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse.
sabiyye   Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.
sabn   Men'etmek, engel olmak.
sabr (sabir)   Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden More…
sabsab   Irak, uzak, baid.
sabsaba   Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek.
şabub   (C.: Şeabib) Sağanak yağmur.
sabur   f. Çok sabır gösteren, çok sabreden.
saburâne   f. Çok sabır göstermek suretiyle.
sabye   (Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.
sac   Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler)
sace   Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç.
saci'   Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden.
sacid   Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: 'Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an  O'na secde ettiği zamandır.'
sacim   (C: Secâm) Akıcı, akan, sâil.
şacine   (C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere.
sacir   Selin gelip su ile doldurduğu yer.
şacir   Ayak altında ızdırap çekmek.
sacur   Köpeğin boynuna takılan tasma.
sad   Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir. ◊ Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında More…
şad   f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar.
sad suresi   Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir.
sad'   Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak.
şâd-âbî   f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik.
şad-hab   f. Uykusu tatlı.
sadâ   Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı.
sada'   Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak. ◊ More…
şadab   (Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze.
şadabter   (şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış.
sadaga   Zayıflık.
şadan   f. Sevinçli, bahtiyar.
sadef (suduf)   Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek.
sadefçe   f. Küçük sadef.
sadefe   (C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi.
sadegî   f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük.
sadelevh   Saf, bön.
sademat  (Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar.
saderu   (C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.
sadgune   f. Çeşitli. Yüz türlü.
sadh   Horozun ötmesi.
sadha   Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.
sadhezar   f. Yüzbin.
sadhezarân   Yüzbinlerce.
şadi   Mahkeme hademesi. Mübâşir. * İlimden, edebiyattan hissesi olan. * Nağme ile şiir okuyan. ◊ f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı.
sadi'   Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan.
sadic   Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak.
sadid   Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin.
sadidel   Yaprağı katmerli olan gül.
sadig   Zayıf.
sadih   Kavi, sağlam, kuvvetli. ◊ Erkek baykuş.
sadiha   Bulutun kat kat olması. ◊ Teganni eden.
şadihe   Alından buruna varana kadar olan beyazlık.
sadik   Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü.
sadik(a)   Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.
sadikan   f. Sâdıklar, sâdık dostlar.
sadikiyyet   Sâdık oluş, sâdıklık.
sadin   (C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi.
sadir   Sudur eden, çıkan, meydana gelen. ◊ Şaşan, hayrette kalan.
şadirvan   Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.
sadis(e)   Altıncı. (6.)
sadisen   Altıncı olarak.
sadk   Berk, sağlam, muhkem süngü. ◊ Akmak, seyelan.
şadkâm   f. Çok sevinçli.
sadm   Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek.
şadman   (Bak: şadüman)
sadme   Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet.
şadnak   f. Gönlü memnun, mesrur.
sadpare   f. Yüz parça. Parça parça olmuş.
sadr   Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin More…
sadreyn   Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.
sadrgâh   f. Tam orta yer. * En mühim yer.
sadrî   (Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait.
sadrnişin   f. Bir toplantıda baş sedirde oturan.
sadsal   f. Asır, yüzyıl.
sadtu(y)   Çok katlı, yüz katmerli.
saduk   Çok sâdık.
sadukat   Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr)
şadüman   (şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar.
sady   Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş.
şae   Diledi, istedi, murad eyledi.
saet   Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.
saf   Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar. ◊ Tüylü ve yünlü hayvan. ◊ (Bak: Saff)
saf (sâfi)   Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.
saf'   Sille vurmak, tokat atmak.
saf'an   (C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.
safa   Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi. ◊ Yüzü More…
safa-bahş   f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden.
safa-cu   (C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan.
safa-yi sadr   f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak.
safahat   (Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.
safaih   (Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar.
safak   Kıllı derinin altında olan ince deri. ◊ Yeni kırba içine konulmuş su.
şafak   Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin 'Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun' More…
şafak-âlud   f. şafak gibi, şafak renginde.
şafak-gûn   f. Şafak renkli, kızıl.
safal   Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer.
safaperver   f. Safa veren. İç açan, safalı.
safare   Zurna.
safayab   f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş.
safbeste   Saf bağlamış, saf olmuş.
safd   Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek.
safderun   f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen.
safderunan   (Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar.
safderunane   f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette.
safdil   f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse.
safdilâne   f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle.
safe   (C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.
şafe   Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.
safed   (C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye.
safen   (C.: Esfan) Haya derisi.
safer   (C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı.
saff   Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası.
saff suresi   Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.
saff-beste   f. Saf bağlamış, saf olmuş.
saff-der   (C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit.
saff-derâne   f. Yiğitçesine.
saff-i evvel   İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.
saff-şikaf   f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit.
saff-zen   f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler.
saffat   (Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar. ◊ (C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.
saffat suresi   Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir.
saffeyn   İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf.
safh   Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme.
safha   Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen More…
safi   Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.
şafi   Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden.
şafi'   (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.
safif   Kuru ot.
safih   Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey. ◊ Men eden, engel olan.
safiha   (C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)
şafiî   Şâfiî mezhebinden olan. (Bak: İmam-ı Şâfiî)
safil   Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz. ◊ Alçak yer. ◊ Tortu.
safile   Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı.
safilîn   Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar.
safiliyyet   Alçaklık, aşağılık.
safin   (C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.
şafin (şefun)   Göz ucuyla bakan kişi.
safine   (C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh.
safir   Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd. ◊ (Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib.
safiye   Temiz, katışıksız, bozuk olmayan. * İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz. ◊ (C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel.
safiyet   Saflık, hâlislik, temizlik.
safiyullah   Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. More…
safiyy   Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız.
safk   Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak.
safka   Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, 'hayrını gör' demeleri. * Yapılan satış.
safra   Sarı. * Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder. ◊ Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, More…
safragun   Bir cins serçe kuşu.
safre   Açlık.
safriye   Güz mevsiminden önce biten ot.
safsaf   (C.: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri. * Döğülmüş yumuşak toprak. * Mâkul olmayan kelimeler. * Mânâsız şiir. * Yaramaz ve kötü işler. ◊ (C.: Safâsıf) Yüksek düz More…
safsafa   Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek.
safsafe   Ekşi aş. * Ekşili nesne.
safsata   Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ)
safsataperdaz   f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam.
safsatiyât   Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
safvan   (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün.
safve   Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse.
safvet   Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
saga   (C.: Sayâg) Kuyumcu.
sagair   (Sagire. C.) Küçük günahlar.
sagan   Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı.
sagar   Zelillik, alçaklık, âdilik. ◊ f. İçki bardağı. Kadeh. ◊ Küçük olmak.
sagat   Aslı 'sagavet' olup, bir cihete meyil demek olan 'sagav' masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi: 'tasgi' gelir.
şagb   Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek.
sagg   Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
sagib (sagbân)   Aç kimse. (Müe: Sagbâ)
şagil   İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan.
sagir   Zelil ve aşağılık kimse.
sagir(e)   Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.
sagire   (C.: Sagair) Küçük günah.
sagiye   Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.
sağnak   Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur.
sagr   (Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler.
şagr   Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi.
şagrabiyye   (C.: Şegârib) Ayak bağlamak.
sagsag   Galat kelâm konuşmak.
sagsaga   Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak.
şagşaga   Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek.
sagsega   Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek.
şagva'   (C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın.
sagy   (Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi.
şagzebiyye   (C.: Şegâzib) Ayak bağlamak.
şah   f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. * Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. * Asıl. * Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. ◊ f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. More…
saha   Meydan, yer, avlu, geniş yer. ◊ Kirli ve paslı olmak.
şaha   f. Boyunduruk.
saha'   (Bak: Sehâ)
saha-kâr   f. Eli açık, cömert, sahi.
sahabe   (Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman.
sahabet   Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma.
sahabetkâr   f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan.
sahabi   (Bak: Sahâbe)
sahabiye   Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab)
sahad   Yakmak.
şahadet   (Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid)
şahadetname   f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma.
sahafet   Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik.
sahaif   (Sahife. C.) Sahifeler.
saham   (Bir kimse) güneşte yanma.
şahamet   Semizlik, yağlılık, şişmanlık.
şahan   (şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar.
şahane   Şah gibi, şaha yakışır bir surette.
sahanet   Kızgınlık, sıcaklık.
sahari   (Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar.
saharî   Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı. ◊ (Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller.
sahat   (Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.
sahavet   'Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, More…
sahavetkâr   f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden.
sahb   (Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı. ◊ (Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler.
şahb   Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi.
sahb(et)   Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması.
şahbal   (Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
şahbaz   f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman.
şahbeyt   Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt.
sahc   Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak.
şahdane   f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu.
şahdar   f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan.
sahe   İnce ve zayıf deve.
şahenşah   f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah.
şaheser   f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan.
sahf   Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek.
sahfe   Zayıf akıllılık ve az fikirlilik. ◊ Arka derisine yapışan yağ. ◊ (C.: Sıhâf) Küçük çanak.
sahh   (Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve 'doğrudur, yanlışsızdır' mânasına gelen bir işâretti. ◊ şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. More…
sahha   Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.
sahhab   Gürültücü, patırtıcı.
sahhaf   (Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse.
sahhaka   Sevici kadın.
sahi   Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen. ◊ (Sehv. den) Hata işleyen.
şahî   f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın More…
sâhib   (Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan.
sahib   Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C:  Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb))
sahib-firaş   f. Hasta. Yatağa düşmüş.
sahib-huruc   f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse.
sâhib-i huruc   f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi.
sahib-kemal   f. Olgun, kemal sahibi.
sahib-kiran   f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar.
sahib-nazar   f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan.
sâhibat   (Sâhibe. C.) Kadın sâhibler.
sâhibe   (Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın.
şahic   Eşek, hımar.
sahid   Uyanık.
şahid   Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören. * Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı. * Melâike-i kiram. * Hazır. ◊ More…
şahid-zor   f. Yalancı şâhit.
şahide   (Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel.
sahif   (Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş.
sahife   Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli.
sahih   'Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: More…
şahih   (C.: Şihah) Bahil kişi.
sahihan   Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı. ◊ Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten.
sahik   Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz. ◊ Ezip döğen.
şahik   Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç.
şahika   Dağ tepesi, zirve.
sahil   Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı. ◊ Kişneyen. Kişneyici. ◊ At kişnemesi.
sahilhane   f. Yalı evi.
sahilnişin   f. Sâhilde oturan.
sahilreside   f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış.
sahilsaray   Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı.
şahim   Semiz, yağlı, şişman, besili.
sahime   Zayıf dişi deve.
sahimet   Kin, çekememezlik. * Hased.
şahin   (C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur.
sahin(e)   (Sihan. dan) Sık. * Kalın, sıkı. * Katı, pek. ◊ (Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.
şahine   Öşür memuru.
sahir   (Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan. ◊ Büyücü, büyü yapan, sihir yapan. ◊ Maskaralık eden, maskara eden.
sahir-pişe   f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan.
sahirâne   f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi.
sahire   Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem. ◊ İçine kızmış More…
şahis   (C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı. ◊ (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan. * Belirten. ◊ Büyük More…
sahit   Dargın, kırgın.
şahit   (C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne.
sahk   Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme. * Kırma, kırılma. * Sürtme. ◊ Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise.
şahkâr   f. En güzel eser. Baş eser. şâheser.
sahl   Ses kısıklığı. Ses bozukluğu. * Boğazını boğup şiddetle çağırmak. ◊ Az az vermek.
sahle   (C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)
şahm   Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak. ◊ Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı.
şahm-pare   f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı.
sahmem (sahmim)   Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve.
şahmerdan   (Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak.
sahn   Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * More…
şahn   Doldurmak. * Sürüp reddetmek.
şahna'   Buğz, düşmanlık, adâvet.
sahnan   Çifte zil.
sahne   Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri. ◊ Cerahat, yara.
şahne   İnzibat memuru, emniyet memuru.
şahnişin   f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları.
sahr   (Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş. * Maden kütlesi. * Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit. ◊ Masharaya almak. ◊ Örtmek.
şahr (şahir)   Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek.
sahra   (C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar)
sahra-neverd   f. Çölde dolaşan. Göçebe.
sahra-nişin   f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren.
şahrah   f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol.
sahravat   (Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar.
sahre(t)   Büyük ve sert taş.
şahreg   f. şah damar, büyük damar.
sahrinç   Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni.
şahs   Acı çekmek. Iztırab çekmek. ◊ (Bak: Şahıs)
sahsah   Yağmurun sert ve katı yağması. ◊ (C.: Sahâsıh) Düz yer. ◊ Geniş, düz yer.
şahşah   Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse. ◊ Görevli, vazifeli.
sahsah(a)   Döndürmek. * Evin ortası.
şahşaha   Kuşun hızla uçması.
sahsalik   Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses.
şahsar   f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk.
şahsen   Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek.
şahsî   Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
şahsiyet   Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
şahsiyyat   Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri.
şahsüvar   (C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen.
saht   Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam. ◊ Boğazlamak.
saht (suht)   Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap.
şaht (şühut)   Iraklık, uzaklık, bu'd.
saht-ligam   f. Gem almaz, sert başlı at.
sahtdil   f. Katı yürekli.
sahte   f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık.
sahtegî   f. Sahtelik, yalan, düzme.
sahtekâr   f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan.
sahtekârî   f. Hilekârlık, sahtekârlık.
şahterec   şahtere otu.
sahtevekar   f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan.
sahtgir   f. Bir şeyi sıkıca tutan.
sahti   f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı.
sahtiyan   f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri.
sahtru   f. Suratı asık, dargın, kırgın.
sahun   Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler. ◊ Adım tutan eşek.
sahur   Gece uyanıklığı, uykusuzluk. * Ayın etrafındaki hâle. * Yer yüzünün gölgesi. ◊ Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.
şahur   f. Ekmek fırını.
sahv   Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.
sahv(e)    Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık.
sahva'   (C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.
şahvar   (Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci.
sahve   En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı.
şahve   Adım, hatve.
sahy   Nemli olmak. * Islaklık, rutubet.
şahz   Keskinleştirmek.
şahzade   f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens.
sai   Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan. More…
saib   (Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan. ◊ Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan. ◊ Ak saçlı, beyaz saçlı. More…
saibe   Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime.
şaibe   Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik.
said   (Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar. ◊ Yukarıdaki temiz toprak, More…
saidan   Kol ve bacak.
saig   Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek.
saigan   Boğazdan kolayca geçerek.
saih   Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan.
saik   Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep. ◊ Kırağı, çiğ. ◊ (Bak: Saak)
şaik   Dikenli.
şaik(a)   Şevkli, hevesli, şevk verici.
saika   Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek. ◊ Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
saika-vari   f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak.
saika-zede   f. Yıldırım çarpmış.
şaikane   f. İsteklice ve şevkli olarak.
sail   (Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden.
sail(e)   (Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden.
şaile   (C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve.
sailiyet   Akıcılık. * Dilencilik.
saim   (Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan.
saime   Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan.
saimîn   (Sâim. C.) Oruç tutan kimseler.
sair   Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri.
şair   Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden. ◊ (C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi.
şairâne   f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey.
şaire   Bir tek arpa, arpa tanesi. * (C.: Şaâyir) Tıb: Arpacık. ◊ (C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair.
şairiyy   Arpa satan kimse.
sait   (Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan.
saiyan   (Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar.
sak   Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet.
sak'   Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek. ◊ Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması.
sak'a   Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu.
sak'ab   Uzun, tavil.
saka   Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı.
şaka   Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.
şaka' (şika')   Bedbahtlık. * Yaramazlık.
şaka' (şüku')   Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek.
sakalan   (Sakaleyn) İnsanlar ve cinler.
sakam   (Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet.
sakamet   Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert.
sakar   (C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak. ◊ Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem)
sakare   Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci.
sakat   Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde).
sakatî   Yanlışları çok olan muharrir veya şâir.
şakavet   (Bak: şekavet)
sakayn   İkizkenar.
sakb   (C.: Sukub) Delinme, delme. * Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik. * Sütü çok olan deve. * Çok kırmızı, koyu kırmızı. ◊ (C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan More…
sakbe   Çadır direği. * Oklava.
şakce   Henüz yeni renk almış olan hurma.
sakek   At kusurlarından bir kusur.
sakf   Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü. ◊ Hızla almak. Sür'atle ahzetmek.
saki   (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ': Kırağı, şebnem, çiğ.
şaki   (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen. ◊ Şikâyet eden. * Ağlayan. * Hiddetli ve şevketli. ◊ Şekavette bulunan.
sakia   (C.: Savâkı) Yıldırım.
sakib   Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen. ◊ (Sâkibe) Dökülen.
sakif   Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren.
şakife   (C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.
şakik   İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş.
şakika   (C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık.
sakil   Ağır, can sıkıcı. Çirkin. * Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece. ◊ (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba. ◊ Cilâ yapan, parlatan.
şakil   Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat.
şakile   Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.
sakim   Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış.
sakin   Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
sakinan   (Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.
sakinâne   f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce.
şakir   Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr)
şakirâne   f. şükrederek. şükretmek suretiyle.
şakird   f. Talebe, çırak.
şakirdân   şakirdler, talebeler.
şakirî   (Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz.
şakis   Şerik, ortak. * Hisse, nasip.
sakit   Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk.
sakit(e)   Susan, ses çıkarmayan.
sakitâne   f. Ses çıkarmayarak, sessizce.
sakiye   (C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı.
sakiyy   (C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı.
şakiz   Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.
sakk   (C.: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap. * Kapı yapmak. * Vurmak, darbetmek. ◊ Kin tutmak.
şakk   Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma. ◊ (Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç. ◊ Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden.
şakk-i asâ   f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak.
sakka   Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu.
sakka'   Kulağı çok küçük olan koyun.
sakl   Törpü ile eğeleme. Cilâlama.
şaklaban   Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.
sakme   şiddetle ve kakarak vurmak.
sakn   Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri.
şakn   Eksilmek, noksanlaşmak.
sako   Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi)
sakre   Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi.
saksaka   Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi.
şakşaka   Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi.
sakta   (C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık.
sakta (sikat)   Kapmak. * Düşmek.
şakul   (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.
şakulî   Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.
sakur   Sivri burunlu büyük balta. Külünk. ◊ Deyyus.
saky   Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak.
sal   f. Sene, yıl.
sal'   Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik.
sal'a   Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer. SALA': Kuyruğun sağı veya solu.
sal-dide   f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş.
salâ   Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı 'Essalât' veya 'Salât' dır.)
sala'   Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.
salâ-han   f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi.
salaa   Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.
salabet   Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun Zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ) More…
salaet   (C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.
salah   Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
salahat   Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli.
salahattin   (Bak: Salah-üd din)
salahdem   Katı, şiddetli, şedid.
salahdi   Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.
salahiyet   Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek.
salahiyetdar   f. Vazifeli, salahiyet sâhibi.
sâlâr   f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan.
salat   Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * More…
salatîn   (Sultan. C.) Sultanlar.
salavat   (Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ More…
salavatullah   Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.
salaye   (C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.
salayik   Yufka yapmak.
salb   Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak.
salben   Asarak, asmakla öldürmek suretiyle.
salbetmek   Asarak öldürmek.
sald   Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak.
saldah   Sağlam ve katı nesne.
sale   Âfet, belâ, musibet, dâhiye. ◊ f. Yıllık, senelik.
salef (salf)   Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi.
salehba   Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât)
salenbac   Uzun ince balık.
salfa'   Sağlam ve sert yer.
salha   (Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler.
salhhane   f. (Bak: Selhhane)
salhurde   f. Çok yaşlı, pek ihtiyar.
salib   (C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli. ◊ Titreten. * Hareketli.
salib(e)   Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.
salibe   Ayakları yarık olan kadın.
salibiyyun   Hristiyanlar.
salid   Pak, temiz.
salif   Boynun genişliği, kalınlığı.
salif(e)   Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem.
salig   (C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır.
salih   Kara yılan.
salih(a)   (Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan.
saliha   Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse.
salihat   Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar.
salihûn   Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.
sâlik   (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
sâlikân   (Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.
sâlikûn (sâlikîn)   (Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler.
salil   Demirden çıkan ses. Demir sesi.
sâlim(e)   Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. More…
sâlimen   Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle.
sâlimîn   (Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler.
sâlis(e)   Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri.
sâlisât   (Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.
sâlisen   Üçüncü olarak.
saliye   Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye.
salk   Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.
salkame   Azı dişlerinin birbirine dokunması.
sall   Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses. ◊ (C.: Sellât) Dar su yolu.
salla   (Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.
salle   (C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild.
salm   Kesmek.
salma'   Kesmek.
salname   f. Yıllık, senelik.
salsal   Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek.
salsale   Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.
salt   Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar.
saltanat   Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset)
salus   f. İkiyüzlü, riyakâr.
salusî   f. İkiyüzlülük, riyakârlık.
salv   Uyluk.
salvele   Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua.
saly   Pişirmek. * Yakmak.
sam   Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi.
şam   Akşam. Akşam yemeği. 'Şe'm, şâm' Arapçada 'sol' mânâsına gelir. 'Yemen' sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ More…
şam u seher   Akşam sabah.
sam'a   Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot.
sam'ar   Katı şiddetli, şedid.
sam'are   Sağlam ve dayanıklı, sert.
samahmah   Uzun ve çok yoğun olan madde.
samam   Belâ. * Zahmet, meşakkat.
sâmân   f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti.
sâmânsuz   f. Rahat ve huzuru bozan.
şamar   t. Tokat. Belâ, musibet.
şamat  (şâme. C.) Vücuttaki benler.
samd   Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun.
şame   f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben.
şâme-geş   f. Başına örtü alan.
samece   (C.: Samec) Kandil.
samed   Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu.
samedanî   Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.
samediyet   Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
samekmek   Çok kuvvetli adam.
samem   Sağırlık.
samer   Bozulup fena kokmak.
sameyan   Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi.
samg   Zamk, ağaç sakızı.
şamgâh   f. Akşam vakti.
samgî   Zamk gibi, zamk halinde olan.
samha   Kolaylık. Asânlık. Sühulet.
sami   Sertlik, katılık. Kuruluk. ◊ Yüksek, yüce, refi'.
şamî   Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı.
sami'   İşiten, duyan, dinleyen.
samia   Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.
samid   Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil.
samih   Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan.
şamih(a)   Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.
samiîn   (Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler.
samil   Kuru, yâbis.
şamil(e)   Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.
samim   İç, asıl, öz.
samimâne   f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla.
samimî   İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı.
samimiyet   İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık.
samin   Semiz, yağlı, besili.
samin(e)   Sekizinci.
saminen   Sekizinci olarak. Sekizinci derecede.
samir   Yemişli, meyvalı ağaç. ◊ Gece toplantıları.
samirî   Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi.
samit   Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek.
samit(e)   Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf.
samitane   f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane.
samkuk   Kaba adam.
saml   Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak.
samlah   Kulak deliği. * Kulak kiri.
samm   Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak.
samm(e)   Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr.
şamm(e)   (şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun.
samma   Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat.
samme   (C.: Sevvâm) Zehirli hayvan.
samsam   Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim.
samsame   Cemaat, topluluk. * Bölük.
samt   Susma, sükût.
samu   İyi olma, afiyet bulma.
samut   (Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan.
samyeli   Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr.
san   f. 'Benzer, andırır' mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır.
şan   (C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet.
san'   Sağlam ve muhkem yer.
san'a   Yemen diyarında bir şehrin adı.
san'at   Ustalık, hüner, mârifet.
san'atger   f. San'atçı.
san'atkâr   f. Usta, san'atçı.
san'atkârane   f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde.
san'atnüma   San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren.
san'atperverane   f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek.
san'avî   (San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı.
sanabir   Şiddet.
sanadid   Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.
sanadik   (Sunduk. C.) Sandıklar.
sanai'   (Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi.
sanavber   Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı.
sanavberî   Kozalak biçiminde. Koni şeklinde.
sanayi   San'atlar.
sanbur   Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.
sanc   Zil.
sancakdar   f. Sancak taşıyan. Alemdar.
sance   (C.: Sanecât) Terazi. * Taş.
sand   Bendetmek, bağlamak.
sandal   (C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç.
sandid   Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr.
sanduk   (C.: Sanadik) Sandık.
sanduka   Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç More…
sandukçe   f. Küçük sandık.
sandukkar   Veznedar.
şane   f. Tarak.
sanem   Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı.
sanem-hane   f. Tapınak, puthane.
şanesâz   f. Tarak yapan, tarakçı.
sanevber   (Bak: Sanavber)
sanevî   İkinci. İkinci derecede.
şanezede   f. Tarakla saçları taranmış.
şanezen   (C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen.
sani   İkinci.
sâni aşer   Onikinci.
sani'   (Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah) ◊ Görülen iş.
şani'   'Adavet etmek, kin tutmak mânasına 'şeneân' dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden More…
sania   Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil.
sanife   Bez kenarı.
sanih   Mübarek fiil, iyi iş.
saniha   Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir.
saniha-ârâ   f. Hatıra gelen, akla gelen.
sanihât   (Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh)
saniye   (C.: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve. ◊ Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.
saniyen   İkinci olarak. İkinci derecede.
sansür   Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi.
şantaj   Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma.
santit   Ulu, kerim kişi.
şantiye   Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı.
santrifüj   yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye)
sanvan   (Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık.
şap   (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık.
şape   f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu.
sar   f. Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar  - Çok dağlık yer. ◊ İntikam, öç.
şar   f. şehir, belde.
sar'   Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder.
sar'a   Tıb:  Bir nevi baygınlık hastalığı.
sar'î   Sar'a hastalığı ile ilgili.
sara   f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. ◊ Rengi değişmiş olan su.
sara'   Sararmış hanzal otu.
şarab   İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
sarad   Yer bağırsağı.
sarah   Her şeyin hâlis ve safisi.
sarahat   Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt.
sarahaten   Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
saramet   Yiğitlik, mertlik.
şarapnel   Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça.
sararî   (C.: Sarariyyûn) Gemici.
sarasir   (Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar.
sarasira   Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı.
sarat   Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.
saray   (Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev.
sarb (sareb)   Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * 'Zamk-ı talh' denilen ağaç sakızı.
sarban   f. Deve sürücüsü. Deveci.
sard   Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk.
sardah (sirdâh)   Düz yer. * Sahrâ, çöl.
sare   (Sayr: Olmak. dan) Oldu (meâlinde fiil). ◊ (C.: Savâr) Hâcet, ihtiyaç. * Susuzluk. ◊ Cemaat, topluluk.
şare   Libas, elbise. * Heyet.
sarf   (C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin More…
sarf u nahiv   Dilbilgisi. Gramer.
sarfe   Boncuk. * Nurlu bir yıldız ismi.
sarfî   (Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili.
sarfiyyat   Masraflar, giderler.
sarh   (C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı.
sarha   Çağırmak, bağırmak, feryad etmek.
sari   (Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan. ◊ f. Süren, sürücü.
sarî   (C.: Surrâ) Gemici.
sari'   Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse.
şari'   Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan.
sarib   Yol, tarik.
şarib   (Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık.
şaribe   Su kenarında olan tâife.
şarid   Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri.
sarif   Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi. ◊ (Sarf. dan) Değiştiren. * Harcayan, sarf eden.
şarif   (C.: Şürüf) Yaşlı deve.
sarife   (C.: Savârif) Değişiklik. Değişme.
sarih   Kurtaran, maded veren. İmdad eden. * Çağırılan, kendisinden meded beklenen. * Meded isteyen. ◊ Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.
şarih   Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden. ◊ (C.: Şurah) Yiğit, kahraman.
sarihan   Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.
sârik   (Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız.
sarik   (Bak: Sârık)
şarik   (C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim. ◊ Çıkan, tulu' eden. * Parlayan.
şarika   (C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.
sârikane   f. Hırsız gibi, hırsızcasına.
sarim   Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman. ◊ Kesen, kesici. * Şecaatlı.
şarim   Ucu yarılmış ok.
sarime   Ekini biçilmiş yer.
sarir   (Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı.
sariye   (C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut.
şark   Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.
şark musikisi   (Bak: Musikî)
şarkî   Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.
şarkiyat   Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.
şarkiyyun   Doğulular, şarklılar.
şarlatan   Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız.
sarm   (Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.
sarma'   Susuz sahra. Suyu olmayan çöl.
sarniç   (Bak: Sahrınç)
sarr   Kesenin ağzını bağlamak. * Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. * Yukarı kaldırmak. * Zammetmek, artırmak. ◊ Sevindiren, sürura sebeb olan.
sarraf   Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan.
sarrafân   (Sarraf. C.) Sarraflar.
sarram   Ham deri satıcısı.
sarrar   Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan.
sarre   Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses.
sarsar   Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği.
sarsara   Doğan sesi. * Horoz sesi.
sarsarani   (C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık.
şart   'Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan More…
şartiye   Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart)
şartiyyet   Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık.
şartname   f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt.
saruc   Alçı. * Hamam otu.
şaruf   Süpürge.
sary   Kalem ve kapı cızıltısı.
şaryo   Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım.
şasif   Kuru ve zayıf.
sasim   Kara ağaç. * Abnus ağacı.
şasiye   (C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak.
şasr   Seyrek seyrek dikmek.
şass   (C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.
şast   f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası. ◊ f. Altmış. (60)
şat   (C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır. ◊ (C.: şutut) Büyük nehir.
sat'   Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek.
şat'   Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak.
şatahat   Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
şatata   Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz.
şatbe   (C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın.
sath   (Bak: Satıh)
sathen   Dış yüzden, dıştan.
sathî   Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.
sathiyât   Sathi ve âdi şeyler.
şathiyyat   Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.
sati   Adımlarını geniş atan at.
sati'   (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.
şati'   (C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön.
şatib   Eğri, eğik, mâil.
şatibe   Uzun boylu.
satih   Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik. ◊ (Bak: Şıkk)
satim   (C.: Sutem) Galiz, kaba.
şatim   (Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan.
satir   Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten.
şatir   (Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker. ◊ Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz.
satit   Ses. * Topluluk, cemaat.
satl   Kova, tas, küçük leğen.
satr   (C.: Sutur) Satır. Yazı sırası.
şatr   Taraf, cihet, yön.
satranç   32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.
şatrenc   Satranç oyunu.
satt   Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek.
şatt   Irmak kenarı.
satur   (C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak. ◊ Satır.
satv   Yürürken sıçramak.
satvet   Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk.
saud   İnişli ve yokuşlu yer.
saur   Ocak. Fırın.
saut   Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar.
sav   Vatan. * Niyyet.
sav'   Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak.
savab   Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst.
savab-nüma   f. Doğruyu gösteren.
savabdide   f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş.
savafik   Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler.
savaik   Saikalar, yıldırımlar.
savalic   Cirit oynanan eğri sopalar.
savarif   (Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler.
savarim   (Sârım. C.) Keskin kılıçlar.
savat   (Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer.
savb   Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük.
savb-i âlî   Yüksek taraf.
saver   Eğri boyunlu olmak.
savg   Batmak, * Kuyumculuk yapmak.
savh   Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak.
savi   Kuru, yâbis.
şavk   Işık, parıltı. * Şevk.
savl   Saldırma, atılma. Saldırış, atılış.
savlec   Misk. * Gümüş.
savlecan   (C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.
savlet   Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.
savm   Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet.
savmaa   (Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre.
savn   Koruma, muhafaza, sıyanet.
savr   (C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.
savre   Uyuza benzer bir hastalık.
savt   Ses. Bağırmak. ◊ (C.: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç. * Bir şeyi diğerine karıştırmak.
şavt   (C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe.
savtal   Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki.
savvag   Kuyumcu.
savvane   (C.: Savân) Bir cins çakmak taşı.
say'   Suyun akması.
say'ariyye   Boyunda olan işaret.
sayadid   Belâ. * Zahmet, meşakkat.
sayakile   (Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri.
şayan   f. Münasib, lâyık, yaraşır.
şayan-i temaşa   f. Görülmeğe değer olan.
şayanter   f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak.
sayarif   (Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler.
sayasi   (Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler.
sayb   İnmek.
sayd   Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
sayda'   Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi.
saydani   Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk.
saydelan   (C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi.
saydelanî   Boncukçu, çerçi.
saydele   Eczahane.
saydelî   Eczacı.
saydenani   Bir küçük canlı.
saydgâh   f. Av yeri.
saydger   f. Avcı. Sayyad.
saye   (C.: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş. ◊ f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım.
saye- zar   f. Gölgelik.
saye-dar   f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden.
saye-endaz   f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan.
saye-gâh   f. Gölgeli yer. Gölgelik.
saye-güster   f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden.
saye-nişin   f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören.
sayed   Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek.
sayehan   Çağırmak.
şayeste   f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune.
şayestegî   f. Uygunluk, liyâkat.
şayet   f. ('Lâyık, yaraşır, şâyân' mânâsına gelen 'Şâyesten' mastarından) Şart veya ihtimal gösterir. 'Eğer, belki, olur ki' gibi.
sayf   Yaz, yaz mevsimi.
sayfî   Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı.
sayfiye   Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer.
sayfufet   Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek.
şaygan   f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul.
şayganî   f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk.
sayh(a)   (C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet.
sayhed   Uzun.
sayhud   Çok sıcak olan gün.
şayi'   (Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse.
şayia   (Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti.
şayib(e)   (C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.
sayibe   (C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * 'Ümm-ül bahire' adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü More…
sayide   f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş.
sayife   (C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.
şayife   Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ)
şayik   Nefsi bir şeye yönelen.
sayil   Alında olan beyazlık. * Burun kamışı.
sayime   (C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar.
sayir   Bakan, seyreden. Seyredici.
sayis   (Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü.
sayis-hane   f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan.
sayk   (Bak: Sıyk)
şayk   Dağ, cebel.
saykal   Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen.
saykal vurmak   Cilâ vurmak, parlatmak.
saykalzede   f. Cilâlı. Cilâlanmış.
saykalzen   f. Yaldızcı.
saylem   Zorluk, meşakkat.
sayref   (C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.
sayrefî   (C.: Sayârife) Sarraf.
sayrem   Bir lokma yemek.
sayruret   (Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn.
saysa   Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi.
sayyad   Avcı, avcılık yapan.
sayyad-i bî-insaf   f. İnsafsız avcı.
sayyag   (Sıyâgat. dan) Kuyumcu.
sayyere   (Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde).
sayyib   Yağmur veren bulut.
sayyihanî   Medine hurmalarından bir cins.
sayyur   Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir.
saz   f. Kamış. * Bir çalgı âleti. * Takım, silâh, edevat. * Ustalık. * At takımı. * Düzen, tertip, sıra. * Öğrenme. * Kuvvet, kudret. * Menfaat. * Benzer, misil, eş. * Hile. ◊ f. More…
şaz   (Bak: şazz)
sazec   (C.: Sevâzic) Sâde, basit.
sazende   (C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı.
sazî   f. Düzenleyicilik, yapıcılık.
şazib   (C.: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar. * Katı yer, sert arazi. ◊ Vatanından başka bir tarafa giden kimse.
şaziyye   (C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği.
sazkâr   f. Uygun, muvafık.
sazkârî   f. Uygunluk, muvafakat.
şazz   (Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan.
se   Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır. ◊ f. Üç.
se'b   Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak.
se'bül   (C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek.
se'd   Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne.
se'met   Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak.
şe'n   İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin More…
se'r   İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek.
se'se'   Defetmek, kovmak.
se'see   Suya kandırmak.
se'sem   Kara abnus ağacı.
se't   Boğmak.
se'te   (C.: Set) Kara balçık.
se'v   Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza.
şe'v   Geçmek, takaddüm eylemek. * Son, nihayet. * Devenin yuları. * Zembil. * Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak. * Kaygan.
şe'z (şe's)   Kaba ve katı.
se-pa   f. Üç ayaklı. Sehpâ.
sea   Güç, iktidar.
şea'   Dağılıp parçalanmak.
seab   (C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.
seabib   (Su'bub. C.) Saf su akan yerler. ◊ Salya.
şeabib   (Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub)
seabin   (Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar.
seaf   Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.
şeaf   Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması.
şeafe   (C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü.
şeair   (Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler.
şeal   Davar kuyruğunun beyazlığı.
sealil   (Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller.
seam   Bir çeşit deve yürüyüşü.
şeamat  (Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler.
şeamet   Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık.
şeanla'   Uzun, tavil.
searir   Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık.
şearir   Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak.
şeas   Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek.
seat   Kokmak.
şeayir   (Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.
şeb   f. Gece, karanlık.
seb'   İçmek için şarap satın almak. * Yakmak. * Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek. ◊ Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek. ◊ (Seb'a) Yedi.(7)
şeb'an   Karnı doymuş, tok. * Emin.
seb'în   Yetmiş.
seb'îne merre   Yetmiş defa.
seb'ûn   (Bak: Seb'în)
şeb-i firkat   f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı.
şeb-i yelda   f. En uzun gece.
şebaat   Dolgunluk, tokluk.
şebab   (Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler.
şebabane   f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine.
şebabiyet   Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.
şebah   (C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı.
sebahat   (Bak: Sibâhat)
şebahet   Benzeme, benzeyiş.
sebaik   (Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.
sebak   (C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül.
şebak   Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık.
sebak-âmuz   f. Ders arkadaşı.
sebak-daş   f. Ders arkadaşı.
sebak-gâh   f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese.
sebak-hân   f. Ders okuyan, talebe.
şebaket   Kafes veya ağ gibi örülme.
şebam   Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile.
şebaman   Paça bağı.
şeban   (şeb. C.) f. Geceler.
şebane   f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik.
şebangah   f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer.
şebanruz   f. 24 saatlik zaman. 'Gece gündüz'.
sebat   Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir More…
şebat   (C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf.
sebata   Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.
sebatî   Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.
sebatkâr   f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan.
sebaya   (Sebbî. C.) Harbde esir düşenler.
sebb   Küfür, küfran. Sövüp saymak.
şebb   Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
sebbab   (Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz.
sebbabe   Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı.
sebbabegezâ   f. Şaşarak parmağını ısıran.
sebbah   (Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç.
sebbahe   Yüzücü kuşlar sınıfı.
sebbak   Eritip kalıba döken, eritici.
şebbake   (C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne.
şebbe   Genç kadın.
sebbetmek   Söğmek, sövüp saymak.
sebc   (C.: Esbâc) Orta vasat.
sebca'   (C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec)
sebe   Yaşlılıktan dolayı bunamak.
şebe   Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet.
sebe'   (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin More…
sebe' suresi   Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir.
sebeb   Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest)
şebeb   Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır.
sebebiyet   İcab ettirme, sebep olma.
şebec   Ovanın ve sahranın bir miktarı.
sebed   Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması.
şebefruz   (Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan.
şebeh   (Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni. ◊ (C.: Eşbâh) Karaltı. * Şahıs. * Ceset.
sebehlel   Bâtıl, boş, abes.
şebeke (şebike)   Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular. More…
sebel   Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı.
sebele   Bıyık.
şebem   Soğukluk.
şebengiz   (Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu.
sebenta   Çeri, öncü. * Ayı.
sebet   Kıvırcık olmayan saç. ◊ Hüccet, delil.
şebet   (Bak: şâbet)
sebete   (C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer.
sebg (sübug)   Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak.
şebgerd   (şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer.
şebgir   (Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan.
şebgun   f. 'Gece renkli' Kara, siyah.
sebh   Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme. ◊ Genişlik. * Hafiflik.
şebh   Çekmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. ◊ Süt sağarken çıkan ses.
sebha   Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla
sebhale   Sübhânallah demek.
şebhan   f. Geceleyin öten bir cins bülbül. ◊ Uzun, tavil.
şebhiz   (C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören.
şebhun   (Şeb-hun) f. Gece baskını.
sebi   (C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.
şebib   Bıçak üstüne sürçmek.
sebibe   (C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası.
şebibe   Gençlik. Yiğitlik.
sebic(e)   Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik.
sebid   Başa yağ sürmeyi terketmek.
sebih   Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.
şebih   (Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir.
sebiha   Gecelik. Geceleyin giyilen elbise.
şebihun   f. Gece baskını. Şebhun.
sebike   Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük.
şebike   f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke)
sebil   Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer.
sebilhane   f. Sebil olarak su dağıtılan yer.
sebilullah   Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.
sebin   Bir dağın adı.
sebir   Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet.
şebistan   f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda.
sebit   Aklın sabit olması, aklın durması.
şebit   Bahadır, kahraman, yiğit.
sebk   İleri geçme, ilerleme. Öne göçme. * Vâki olma. * Koşuda kazanan hayvan. ◊ Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi.
şebk   Karıştırmak.
sebkat   Geçmek, ilerlemek.
sebla'   Uzun kirpikli göz.
seblet   (C.: Sibâl) Bıyık.
şebnem   f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda.
şebpere   f. Yarasa.
şebperest   (Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren.
sebr   Denemek, imtihan. * Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak. ◊ Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek.
şebr   Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira.
sebre   (C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit.
şebreng   f. 'Gece renginde olan' Siyah, kara.
şebrev   (Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden.
sebseb   (C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı.
sebt   (C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek. More…
şebtab   (Şeb-tâb) f. Ateş böceği.
sebtane   Tüfek.
sebtel   Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.) * Susak. (Pınarlarda su içilir.) ◊ Ot tohumundan bir tohum. ◊ Çürük yumurta.
sebu   f. Testi.
sebu'   (C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar.
sebuçe   f. Küçük testi. * Küçük kap.
sebuh   (Sibh. den) Yüzgeç.
sebuha   Mekke şehri.
sebuiye   Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili.
sebuiyet   Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.
sebük   f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan.
sebük-endiş   f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen.
sebük-inân   f. Çabuk koşan.
sebükbâr   f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan.
sebükhîz   f. Çabuk kalkan, hareket eden.
sebükî   f. Hafiflik.
sebükmağz   f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız.
sebükmâye   f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz.
sebükmizac   f. Hafif mizaçlı.
sebükre'y   f. Düşüncesiz, hafif fikirli.
sebükrev   f. Çabuk giden.
sebükruh   f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli.
sebükser   (C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık.
şebur   Boru.
seby   Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme.
sebz   f. Yeşil, yeşil renkli.
sebzevat   f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar.
sebzezar   f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası.
sebzfam   f. Yeşil renkli.
sebzin   .f Rengi yeşil. Yeşil renkli.
şebzindedar   (Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden.
sebzpuş   f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü.
sec'   (C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz.
sec'a   Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı.
seca'   Yarasa.
secaât   Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri.
şecaat   Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme.
secah   Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer.
secahat   Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.
secavend   f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.
secaya   (Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar.
şecb   Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak.
secc   (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak. ◊ Gayet ince olan nesne. * Duvar sıvamak. * Hoş kokulu nesne ezmek.
şecc   Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması.
seccac   Çağlayan. Şarıltı ile akan. ◊ Suyu çok olan süt.
seccade   Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
seccan   (Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru.
şeccat   (şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.
şecce   Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.
secde   Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak More…
secde suresi   Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir.
secdegâh   f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer.
secdeteyn   Birbiri arkası yapılan iki secde.
şecea   Küt ve kötürüm kimseler.
şeceb   Hüzün ve gussalı olma.
secec   Dökülmüş su.
secede   (Sâcid. C.) Secde edenler.
secel   Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet.
şecen   (C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün.
secencel   (Secencele) Ayna.
secer   Yassı ve enli.
şecer(e)   Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
şecerât   (şecere. C.) şecereler.
şeceristan   f. Orman, ağaçlık yer, koruluk.
seces   Bozuk ve bulanık su.
secfan   Ev önünde olan perdenin iki kanadı.
sech   Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma.
seci'   Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara 'Seci'-i mukayyed' More…
şeci'   Kahraman. Yiğit. Şecaatli.
şecib   Helâk olan, mahvolan.
secic   Asan, kolay. * Yumuşak yer. ◊ Su sesi.
secif   Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak.
seciha   Tabiat. * Miktar.
secil   Uzun, tavil.
secile   Büyük kova. * Dökülmüş su.
secir   Posa. ◊ Dost.
şecir   Küçük ve kısa ağaç.
secis   Yılın ve zamanın sonu.
seciye   Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu.
secl   (Sicâl) İçi su dolu kova.
secla'   Karnı büyük kadın. (Müz: Escel) * Her büyük cisim. ◊ Emziği uzun dişi deve.
şecn   (C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.
secr   Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak.
şecr   İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak.
şecra'   Meşelik.
secsec   Ne yumuşak ne sert olan yer.
secur   Tennur kızdırılan nesne.
şecv   Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.
şecze   Zayıf yağan yağmur.
seda   Çiy denilen yaşlık, kırağı. ◊ (Bak: Sadâ)
seda'   (C.: Esdiye) Bezin hatâsı.
sedacet   Sâdelik.
sedad   İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl.
şedaid   (Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler.
sedail   (Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler.
şedak   Ağızın her iki yanının geniş olması.
şedaka   Çok konuşan kadın.
sedane   Etlilik, semizlik, besililik.
şedar   Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer.
sedare   Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.
sedaya   (Sedâ. C.) Memeler.
sedc   Yalan.
sedd   Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek.
şedd   Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir.
seddad   Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon.
şeddad   Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani More…
şeddadane   f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce.
şeddadî   Çok büyük ve sağlam yapı.
şedde   Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. (  ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak. ◊ More…
şede   Çok hırslı olmak.
sedef   Karanlık ve aydınlığın karışması. * Gece ve sabah. * Sabahın evveli. ◊ (Bak: Sadef)
şedef   (C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı.
sedel   (C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek.
sedem   Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık.
seden   (Sedâne) Hizmet.
sedene   (Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları.
sedg   Baş yarığı. * Baş yarma.
sedh   Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak.
şedh   Baş yarmak. * Kırmak. * Atın yüzünde beyazlığın çok olması. ◊ Tembel olmak.
sedid   Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin.
şedid(e)   Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.
sedif   Deve hörgücü. * Her canlının sırtı.
sedil   (C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar.
sedin   Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.
sedir   Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet.
sedk   Lâzım olmak, icab etmek, lüzum.
şedkam   Geniş, vâsi.
sedl   İrsal etmek, göndermek, yollamak.
sedm   Dik fışkıran su.
sedn   Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi. ◊ Tapınak. * Puthane.
sedr   Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek.
sedum   Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri.
sedv   El uzatmak.
şedv   'Irlamak; teganni ve terennüm.'
sedy   Meme.
sedya'   Büyük memeli kadın.
seele   (Sâil. C.) Dilenciler.
sef'   Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek.
şef'   Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i More…
şefa   Kenar, taraf, uç.
sefa'   Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak.
şefaat   Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber More…
şefaceref   (Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı.
şefafet   Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma.
sefahet   (Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek.
sefain   (Sefine. C.) Gemiler.
şefak   Korku, havf.
sefaka   Katılık. * Sıklık.
şefakat   Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.
sefalet   Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.
şefan   Yağmurlu soğuk rüzgâr.
sefare   Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek.
sefaret   Sefirlik, elçilik.
sefarethane   f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı.
sefaric   (Sefercel. C.) Ayvalar.
şefaric   Bir cins helva.
sefasif   (Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar.
şefaşif   Çok susamak.
sefat   (C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu.
sefe   Kepek.
şefe   f. Dudak. * Kenar.
sefeh   Akılsızlık.
şefeka   Esirgemek, korumak.
sefele   (Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.
şefellec   Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret.
sefen   Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet.
sefenc   Yeyni, hafif.
sefer   Yolculuk. * Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. * Def'a, kerre. * Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Mukim) ◊ (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.
seferber   f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu.
sefercel   (C.: Sefâric) Ayva.
sefere   Yazıcılar.
sefergüzin   f. Yolculuk yapan, seyahat eden.
seferî   Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden More…
şefetan   İki dudak.
şefeteyn   İki dudak.
şefevat   (şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar.
şefevî   (Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı.
seff   Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme.
şeff   Yünden yapılan çok ince elbise.
şeffaf   Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.
seffah   Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar.
seffak   (Sefk. den) Kan döken, kan dökücü.
seffud   (C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir.
sefh   (C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek.
sefi'   Şiddetle tutup çekme.
şefi'   Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.
sefid   (Sepid) f. Ak, beyaz.
sefidî   Beyazlık, aklık.
sefif   Deve beline çekilen kolan.
şefif   Soğuktan incinmek. * Soğuk.
sefih   Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan.
sefihan   Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval.
sefihane   f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak.
sefik   (C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez.
şefik(a)   Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.
şefikane   f. Merhametlice, acıyarak. Acımak suretiyle. şefkat ederek.
sefil   Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi.
sefile   Mc: Fâhişe. Namussuz kadın.
sefine   Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı.
sefir   Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi.
sefit   Keremli, cömert kimse.
sefiyy   Saçılmış toprak. * Bulut.
sefk   Dökme, akıtma.
şefkat   Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak.
sefn   Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık.
şefn   Akıllı ve zeyrek kişi.
sefne (sifne)   (C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.
şefnin   Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş.
sefr   Ev süpürmek. * Yüzünü açmak. * Yazı yazmak. * Islâh etmek, düzeltmek. ◊ Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve.
sefsaf   (C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz.
şefşaf   Soğuk yumuşak rüzgâr.
şefşef   Yaramaz huylu. * Titremek.
sefsefe   Nişasta, un gibi şeyleri eleme.
şefşefe   Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak.
seft   Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut.
şeft-alû   f. Yarık erik. Şeftali.
sefuf   İlâçlar, devâlar, mâcunlar.
sefuh   Dökülmüş su.
sefva'   Hızlı yürüyen katır.
sefy   Savurmak. Saçmak.
seg   f. Köpek, kelb.
sega'   Koyun ve keçi sesi.
segab   (C.: Sügbân) Kesmek. * Dere içinde yağmurdan biriken su. * İyi ve tatlı su. ◊ Açlık.
şegab   Çanak kırığını tamir eden. * Çanak yapan. ◊ Fitne uyandıran.
segabet   Açlık.
şegaf   Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak. ◊ Delicesine sevme.
şegafdâr   f. Delirtici.
şegal   f. Çakal.
segame   (C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot.
segar   (C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar.
segban   (Bak: Sekbân)
segil   Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.
şegire   Çuvaldız.
segpeçe   f. Köpek yavrusu.
seha   (C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu. ◊ Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse. ◊ Cömertlik, el açıklığı.
şeha   f. Ey pâdişah! Ey şâh.
seha'   Tıb: Beyin zarı.
sehab   (C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler. ◊ Çağırgan, gürültücü kişi.
şehab   Su ile karışmış süt. ◊ (Bak: şihab)
sehab-alud   f. Bulutlu.
sehabe   Tek bulut.
sehabî   Bulut ile alâkalı.
şehacir   Rahm.
şehadet   (Bak: şahadet)
şehadetnâme   (Bak: şahadetname)
sehah   Yumuşak ve sıcak yer.
sehaib   (Sehâbe. C.) Bulutlar.
sehale   Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.
seham   Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr. ◊ Yaş ağaç. * Demir.
şehamet   Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık. * Tez anlayışlı olmak. ◊ Yağlılık, semizlik, besililik.
şehametlû   Tar:  İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.
sehane   Heyet. * Süs, ziynet. * Renk.
sehanet   Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik. ◊ Sıcaklık.
sehar   Bir havuç cinsi.
şehav   Açmak, feth.
sehavet   (Bak: Sahavet)
sehay   Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak.
sehaya   (Sehâ. C.) Beyin zarları.
şehazan   Karnı aç olan kimse.
sehb   Sahra, çöl. Düz yer. * Çok söylemek, çok konuşmak. ◊ Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek.
sehba   Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.
şehba'   Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene.
şehbal   (Bak: şahbal)
şehbaz   (Bak: şahbaz)
sehbel   Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler.
şehbender   Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.
şehbeyt   (Bak: şahbeyt)
sehc   Seyretmek. * Ezmek.
şehd   Bal. Gömeç balı, asel.
şehd-ab   (şehd-âbe) f. Bal şerbeti.
şehd-amiz   f. Bal gibi tatlı. Balla karışık.
şehd-kâm   f. Tadı damağında kalmış.
şehdanec   İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu.
şehdere   Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse.
sehef   Çok susamak.
sehek   Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması.
sehem   (C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib.
seher   Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. ◊ Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.
sehergâh   f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit.
seherhîz   f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen.
şehevat   (şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular.
şehevî   Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.
sehf   Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı.
sehh   Dökmek.
sehha'   (Sehh'ten mübalağa sigası) 'Çok dökücü' mânasına gelir.
sehhac   Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse.
sehhah   (Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne.
sehhar   (Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı.
sehi   f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy.
sehi-kamet   f. Düzgün boy.
şehic   Katır sesi. * Kuzgun avazı.
şehid   Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları More…
şehik   Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.
sehil   Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.
sehim   Hisse sâhibi. Hissedar.
şehim(e)   (Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit.
sehin   Altı görünmeyen sık ve kalın nesne.
sehine   Bulamaç aşı.
şehir   Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi.
şehiy (e)   (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.
şehka   Hıçkırık. Keskin çığlık.
sehl   (C.: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise. * Nakit, para. nakit akçe. * İpliği bir kat bükmek. * Ezmek. * Dövmek. ◊ Kolay. * Toprağı yumuşak düz yer. * Sâde. ◊ Yere More…
şehl   Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü.
şehla   Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel.
şehleb   Uzun boylu.
sehlen   Kolaylıkla, kolay surette.
şehlevend   f. Boylu boslu, güzel genç.
sehlter   f. En kolay, çok kolay.
sehm   Ok. * Hisse. nasib * Kısım. * Hazine geliri. * Korku, dehşet. * Hazz. * Yay. ◊ f. Dehşet, korku.
şehm   Korku.
sehm-gin   f. Korkunç, korkulu.
sehm-nâk   f. Korkunç, korkulu.
sehma'   Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç.
sehme   Karalık, siyahlık.
sehna'   Heyet. * Suret.
şehname   f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser.
şehnaz   f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan.
şehnişin   f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon.
şehniz   Çörek otu.
şehper   f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
şehr   Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek.
şehr-i âyin   (Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma.
sehran   Geceleri uyanık duran.
şehreka   (C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.
şehri   f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince.
şehristan   f. Büyük şehir.
şehriyar   f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı.
şehriyye   Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar.
şehrud   f. Büyük ırmak. Nehir.
şehşeh   Karışmak.
sehuk   (C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı.
sehum   Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.
sehv   Keşfetmek, bulmak. * İzâle etmek. * Kabuk soymak. ◊ Hata, yanlış, yanılma.
sehva'   Geceden bir saat.
şehvanî   şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse.
sehve   Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve.
sehven   Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle.
şehvet   Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak More…
şehvet-engiz   f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden.
şehvet-perest   f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan.
sehviyat   (Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler.
şehzade   (Bak: şahzade)
şehzare   Fâhiş nesne.
şeîle   (C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil.
sek'   Gitmek.
seka'   Kulağı olmayan dişi hayvan.
şeka'   Maraz, hastalık. * Hiddet, kızgınlık, gadap. * İncelemek. ◊ Rezalet, rezillik, alçaklık. * Bedbahtlık, kutsuzluk. ◊ şikâyet.
sekab   Dayanıp itimat edilen, güvenilen. ◊ Yakınlık.
şekab   Çukur yer.
sekaf   Kabile, soy. Nisbet. ◊ Uzunluk.
sekafe   Akıllılık.
şekah   Yakınlık.
şekahteb   İki boynuzlu koç.
şekakil   Bir Hind ağacının dalları.
sekal   (C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân)
sekam   Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam)
şekavet   Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
şekaya   şikâyetler. Memnuniyetsizlikler.
şekaz   Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması.
sekb   Su dökmek. Su dökülme.
sekban   f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. More…
sekbe   (C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke.
şekd (şükd)   Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek.
sekebe   Güzel kokulu bir ağaç.
sekel   Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü.
sekem   Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek.
seken   Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne.
sekene   Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
seker   Hurma şarabı.
şeker   f. şeker.
şeker(e)   Davarın sütü çok olmak. * Dolmak.
şeker-ab   f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk.
sekerat   Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler.
şekergüftar   f. Sözü şeker gibi tatlı.
şekergüzar   (Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden.
şekerhab   f. Otururken gelen tatlı uyku.
şekeristan   f. Şeker kamışı tarlası.
şekerpare   f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı.
şekerriz   f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı. ŞEKEVAT: (şekve. C.) şikâyetler.
sekf   Bulmak.
seki   Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme More…
şekib   Sabır, tahammül.
şekiba   f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil.
şekil   (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin More…
şekim(et)   (C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu.
sekine(t)   Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın More…
şekir   Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar.
şekire   Sütü çok olan davar.
sekit   Kırağı.
sekk   (C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne. ◊ Seyahat etmek, gezmek.
şekk   (C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak.
sekka'   Su ulaştıran.
sekkab   Delici, delen.
sekkak   Bıçakçı, çakıcı.
sekkakî   (Hic: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. 'Miftâh-ül Ulûm' isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri More…
sekkar   Lânet eden kişi.
sekkare   şarap yapan.
şekkerîn   f. Şekerli, tatlı.
şekl   (Bak: şekil)
sekla   Çocuğunu kaybeden kadın.
şekla'   Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç.
şeklen   Şekilce. Şekil bakımından.
şeklî   Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.
şekm   Sertlik. * Güç. Kuvvet.
sekn   Sâkin olmak.
sekr   (Sekir) Sarhoşluk.
sekr-âver   f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren.
sekran   Sarhoş, mest olan adam.
sekre   Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet.
şeks   Ahlâksız, yaramaz kimse.
sekseke   Hamakat, ahmaklık.
şekt   Bedel etmek, karşılık vermek.
sekte   Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.
sektedâr   Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş.
sekub   (Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak. ◊ (Bak: Sükub)
şekub   Ruşen olmak, parlamak.
şekufe   (Bak: şükufe)
sekun   Yemen vilâyetinde bir kabile adı.
şekur   Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr)
şekva   Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak.
şekve   Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi.
sel'   Baş yarmak.
sel'a   Hıyarcık hastalığı. * Yarmak.
sel'af   Yutmak.
sela   (C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.
sela'   Bir acı ağaç. * Medine'de bir dağ. * Yarmak. Parçalamak. * Ayak yarığı. (Bu mânâya C.: Sülu) ◊ Pişirmek. * Eritmek.
şela'la'   Uzun boylu kişi.
selacika   (Selçuk. C.) Selçuklular.
selah   (C.: Selhân) Keklik yavrusu.
selahif   (Sulahfât. C.) Kaplumbağalar.
selahiyet   (Bak: Salâhiyet)
selaik   (Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri.
selak   (C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak.
şelalat   (Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler.
selale   Çanak içinde yalanan nesne.
şelale   Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.
selalim   (Süllem. C.) Merdivenler.
selam   'Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. More…
selaman   Bir mekânın adı. * Büyük ağaç.
selamet   Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
selamlik   (Bak: Harem)
selase   Üç.
selaset   Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.
selasil   (Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar.
selasûn   (Selâsîn) Otuz, 30.
selata   Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek.
selatin   (Sultan. C.) Sultanlar.
selb   Zorla alma, kapma, soyma. * Nefy ve inkâr etme. * Kaldırma, giderme, izale. * Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması. ◊ Ayıp. * 'Noksan etmek ve çekmek' More…
selben   İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek.
selbî   Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan.
selbub   Bir dere.
selc   (C.: Süluc) Kar. ◊ Yutmak.
selcem   (C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam.
şelcem   (C.: şelâcim) şalgam.
seleb   Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı.
selecan   Yutmak.
selef   (Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam.
selel   Helâk olmak, mahvolmak.
şelel   Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke.
selem   Teslim etmek. * Ayıplardan uzak olmak. * Selef. * Peşin para ile veresiye mal alma. ◊ Diş gediği.
selenka'   Yıldırım.
selentah   Geniş, açık yer.
self   Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık.
selfa'   Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve.
selfe   Ahmak. * Kurt.
selg   Ayırmak. * Yarmak.
selh   Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak.
selh-hane   f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, 'salhâne' şeklinde kullanılır.)
selha   Kıyamet günü.
selib   Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış.
selif   Eski zamanda geçmiş olan.
seliha   Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı.
selik   Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması.
selika   Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri. * Tabiat. ◊ Güzel söz söyleme ve yazma istidadı.
selil   Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere.
şelil   (C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek.
selile   Yeni doğmuş kız çocuğu.
şelim   Şam yakınında bir beyt-i mukaddes.
selim(e)   (Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan.
selis   Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade. ◊ Kolay, yumuşak. * Boyun eğmiş, bağlı.
selit   Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı.
selk   Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak. ◊ Çekmek veya çekilmek. * Gitmek. * İthal etmek, More…
selka'   (C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer.
sell   Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme.
şell   Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu.
sellac   Buzcu, buz satan adam.
sellah   (Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen.
sellat   (Selle. C.) Sepetler, seleler.
selle   Koyun ve keçi sürüsü. * Yıkmak, hedm. * Kuyu içinden çıkartılan toprak. ◊ (C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele.
sellebâf   f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi.
selleme   Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin meâlinde duâ.
sellemehüsselam   Gelişi-güzel. Rastgele.
selm   Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm)
selme   Rahne, gedik.
selmec   (C.: Selâmic) İnce uzun demir.
selmet (silmet)   Taş.
sels   Beyaz boncuk dizilen iplik. ◊ Akmak, seyelân.
selsal   Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su.
selsebil   Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su.
selsel   Tatlı ve yumuşak su.
selsele   Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek.
şelşele   Dökmek. * Su damlatmak.
selt   Karın gürüldemesi.
selub   (C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve.
seluc   Rahat olmak. Mutmain olmak.
seluf   Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve.
seluk   Yemen vilâyetinde bir köydür ve 'kilâb-ı selukiyye' denilen büyük köpekleriyle meşhurdur.
selukiyye   Kaptan kamarası.
selul   Ölü olarak doğmuş çocuk.
selv   Kanaat vermek.
selva   Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü.
şelvar   f. şalvar.
selvet   Kalb rahatı. Gönül rahatı.
sem'   İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği.
şem'   Mum, ışık.
şem'a   Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil.
sem'an   Dinliyerek. * İşiterek, duyarak.
şem'dan   f. şamdan.
şem'un   Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mil: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek More…
sema   Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü.
sema'   Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak. ◊ İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.
şema'   (C.: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum. * Oyun. * Mizaç, huy. ◊ Yüce, yüksek, ulu âli.
sema'ma'   Küçük başlı. * Yular.
şema'ma'   Küçük başlı. * Aceleci kişi.
semaan   (Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle.
semaat   Dinlemek, kulak vermek.
semacet   Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat.
semad   Davar tersi. * Gül.
semadir   Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.
semaen   İşiterek, duyarak.
semahat   Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
semahic   Deniz içinde bir alanın adı.
şemahter   Kötü, menhus.
semaî   İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.
semaî müennes   Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî)
şemail   (Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.
şemaim   (Şemime. C.) Güzel kokular.
şemak   Neşat, sevinç. Ferah.
semakil   Somak ve tadım denilen ekşi taneler.
şemakmak   Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse.
şemal   (C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç.
semale   (C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile.
semame   (C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve.
seman   Sekiz.
semane   f. Tavan. * Bıldırcın.
semanet   Semizlik, yağlılık, besililik.
semanîn   Seksen. 80
semaniye   Sekiz. 8
semanûn   Seksen. 80
semapare   f. Gök parçası.
semar   Meyva, yemiş. ◊ Duru süt.
şemarih   (Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları.
semarug   Başı yumru yumurta gibi olan mantar.
semasire   (Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar.
şemate   Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek.
şematet   Kuru gürültü. şamata.
şematetkârane   f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak.
semavat   (Sema. C.) Gökler, semalar.
semave   Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı.
semavî   Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.
semaviyyât   Semavî olan şeyler.
şemayil   Ahlâk.
sembol   Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti.
şemc   Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek.
semcer   Çok su katılmış olan süt.
semdar   f. Zehirli.
semed   Devamı gelmeyen sarnıç suyu.
semehder   Geniş, bol, vâsi.
semek   Balık.
semel   Eski kaftan, eski elbise. ◊ Sarhoşluk.
şemel   Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne.
semele (sümle)   Kap dibinde kalan azıcık su. ◊ Kap dibinde kalan artık.
semen   Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı. ◊ Yağ. Erimiş tereyağı. (Bak: Simen) ◊ f. Yâsemin.
semen-bu   f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu.
semen-fam   f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan.
semend   f. Çevik ve güzel at.
semenî   Tereyağı.
semer   Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak.
semer(e)   Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice.
semerât   (Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler.
şemerdel   Uzun boyunlu, seri davar.
semeredâr   f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren.
semerrec(e)   Üç defa haraç çıkarmak.
semertul   Uzun, tavil.
şemet   Saçın akı karasına karışmak.
semg   Yarmak.
semh   Cömertlik, keremli olma.
şemh   Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek.
semha   Kolaylık, sühulet.
semhac   Arkası uzun olan at ve eşek.
semhak   Yağmursuz bulut.
şemhar   Büyümek. Uzamak.
semhec   Yağlı tadı azmış süt.
semher   Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip 'rumh-i semherî' derler.)
semhuk   Uzun, tavil.
semi'   İşiten, duyan.
semi'na ve ata'na   İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne meâlindedir.
semic   (Semc) Çirkin, kötü görüşlü.
semik   (C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.)
semil   Sarhoş.
semile   Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı.
şemille (şemlâl-şemlil)   Yeyni, hafif.
şemim   Koku. Hoş koku.
şemime   (C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.
semin   (Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli. ◊ Semiz. Eti yağı bol.
semir   Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye. ◊ Meyvalı, yemişli. Meyva veren. * Sinici olan su.
semire   Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.
şemire   Hızlı yürüyen deve.
şemirr   Katı, şiddetli, şedid.
semit   Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan.
şemit   Karışık.
semiy   Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm.
semiyye   Yüce, yüksek, refia.
semiz   t. Eti, yağı bol. Besili.
şemizer   Hızlı yürüyen deve.
seml   (C.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak.
şeml   Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını.
semlah   Tadı azmış olan yağlı süt.
semlak   (C.: Semâlik) Düz, yüksek yer.
şemlak   Yaşlı, pir, ihtiyar.
şemle   (C.: şümül) Kilim. * Az miktar su.
semm   Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek. ◊ (Simm - Sümm) (C.: Sümum) Delik. ◊ Zehir, ağu.
şemm   Koku hissetmek, koklamak.
semmak   Balıkçı.
şemmam   Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.
semman   Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi.
semmdar   f. Zehirli.
şemme   Bir defa koklamak. * En küçük mikdar.
semmî   (Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli.
şemmus   Yavuz tosun at.
semn   Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı.
sempati   Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi.
şemr   Yürürken sallanmak.
semra   (Müe.) Esmer. Kumral renkte olan.
semra'   Yemişli ağaç. Meyveli ağaç.
semre   (C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı.
şems   Güneş, âfitab.
şems-abad   f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer.
şems-pare   f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak.
semsak   Yâsemin.
semsam   (C.: Semâsim) Hafif edepsiz kişi. * Aceleci kimse. ◊ Eline ne alırsa kıran.
şemseddin   (Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır.
şemşelik   Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın.
semsem   Tilki. * Bir yerin adı.
şemşem   Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.
semsere   Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek.
şemsî   Güneşe ait. Güneşle alâkalı.
şemşir   f. Kılıç.
şemşir-baz   f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren.
şemşir-bedest   f. Elinde kılıç tutan.
şemşir-ger   (C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı.
şemşir-zen   f. Kılıç çeken, kılıçla vuran.
semt   Yön, taraf, cihet. * Koz: Açıklık. ◊ Paklık, nezâfet, temizlik.
şemta   Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç.
şemtit   Perakende, dağınık, müteferrik.
şemu'   Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı.
semud   (Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi.
semuh   (Semahat. dan) Çok cömert.
şemul   Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar.
semum   Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder.
semunyun   Yaban kerevizi.
semure   Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı.
semüvv   Ad koymak, isim vermek.
şen   f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı.
şen' (şin')   Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak.
sena   Şimşek parıltısı. * Ulviyet. Yükseklik. * Aydınlık. * Bir ot ismi. ◊ Medihle tarif. Medhetmek, övmek.
sena'buk   Kötü kokulu bir ot.
senaa   Cemali güzel.
şenaat   Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket.
senabik   (Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları.
senabil   Sünbüller. Başaklar.
senaf   Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü.
senagû   f. Medheden, öven, sena eden.
senahan   f. Medheden, alkışlayan, öven.
şenak   Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet.
senakâr   f. Öven. Medheden.
senakârane   f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde.
senam   (C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği.
senan   Parlak, ziyâdar, ışıklı.
şenan   Buğz, adâvet, kin, düşmanlık.
senanir   (Sinnevr. C.) Kediler.
şenar   Büyük utanç, ayıp.
senaver   f. Medheden, öven.
senaverî   f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane.
senaya   Öndeki dört dişler, ön dişler.
şenayi'   (Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler.
senber   Her umuru bilen, her işten anlayan.
şenbih   f. Gün. * Cumartesi günü.
senbol   (Bak: Sembol)
senc   f. Ölçen, tartan, değerlendiren.
şenc   Hıçkırık tutmak.
şencar   Eşek marulu adı verilen bir cins ot.
sence   (C.: Senecât) Terazi taşı.
senceref   Sülügen adı verilen kızıl taş.
sencide   f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz.
sencilat   Bir cins koku.
sencileyin   Senin gibi.
sendel   f. Sandal. * Sandal ağacı.
sendere   Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız.
sendüve   (C.: Senâdâ) Meme.
sene   Yıl.
şeneb   Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak.
seneb(e)   Zamandan bir parça.
şenec   Derinin buruşması.
sened   Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan More…
şenef   Buğz. * Kibir.
senem   Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
senen   Yol, tarik.
sener   (C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu.
şenes   Galiz. Kaba.
seneta   Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.
seneteyn   İki yıl. İki sene.
senevat   (Sene. C.) Yıllar, seneler.
senevî   Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub.
şenf   (C.: Şünuf) Salkım küpe.
seng   f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık.
şeng   f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya.
seng-endaz   f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen.
şengare(t)   Kötü huyluluk.
sengdil   (C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz.
sengin   f. Taştan olan, taştan yapılmış.
sengistan   f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer.
senglah   f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
sengpare   f. Taş parçası.
sengsar   f. Taşlık yer.
sengtraş   f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr.
sengzar   f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
senh   Arız olmak.
şeni'   (Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş.
senih   Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket.
senin   Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları.
senine   (C.: Senayin) Kumdan tepe.
seniy   (C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan.
seniyye   (C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol. ◊ (Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan.
senkendaz   Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle More…
senn   Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek.
şenn   (C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak.
şennar   (C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük.
şenşene   Usul. Âdet.
sent   Etin kokması.
şenun   Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve.
senut   Yere saçılan buğday.
sepid   f. Ak, beyaz.
sepide   f. Tan vakti.
sepidedem   f. Sabah aydınlığı.
sepidî   f. Aklık, beyazlık.
septisizm   Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm)
sepükpây   f. Ayağına çabuk olan.
ser   f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis.
ser'   Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam. ◊ Yumurtlamak.
şer'   Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile More…
şer'ab   Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak.
ser'an   Evmek, acele etmek.
şer'an   şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre.
şer'î   Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.
şer'î takvim   (Bak: Takvim-i Arabî)
şer'iyye(t)   Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma.
ser-agaz   f. Yeniden ve baştan başlama.
ser-amed   (C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan.
ser-azad   f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat.
ser-be-ceyb   f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan.
ser-dade   f. Baş vermiş, baş göstermiş olan.
ser-efgende   (C.: Serefgendegân) f. Başını eğen.
ser-efraz   f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib.
ser-endaz   (C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz.
ser-giran   f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş.
ser-kerde   f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut.
sera   f. 'Şarkı söyleyen' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ  - Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. ◊ Yer, toprak. Arz. * Malı çok olmak. Zengin More…
sera'   Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi.
sera-perde   f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ.
serab   Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.
serabil   (Sirbâl. C.) Gömlekler.
serabistan   f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.)
seraçe   f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık.
seradik   (Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.
seradikat   Padişaha mahsus perdeler.
şerafeddin   (Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi.
şerafet   Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.
serafil   (C.: Serâfilât) Şalvar. Don.
serah   Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak.
serahin   (Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar.
serahor   Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem More…
şeraif   (Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler.
serair   (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
şerait   (Şart. C.) Şartlar.
serak   Hırsızlık yapmak.
şeraket   Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat.
seramac   f. Boyunduruk.
serapa   f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar.
serar   Ayın son gecesi.
şerar   Şerir den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses. ◊ (Bak: şerare)
şerarat   Şerareler, kıvılcımlar.
şerarat-i neyyirane   f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık.
serare   İyilik. * Şeref.
şerare   (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.
şerarefigen   f. Kıvılcım saçan.
şeraret   Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım.
serari   (Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar.
seraser   f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen.
şeraset   Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik.
serasime   f. Sersem.
serasimegî   f. Sersemlik.
şeraşir   Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık.
serasker   f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı.
şerat   (C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi.
seratî   Keskin.
seravil   (C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar.
seray   f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı.
seray-dar   f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse.
seraya   (Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler.
serayende   (C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen.
şerayi'   Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları.
şerayin   (Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar.
şeraze   Katı kurumak.
şerazim   (Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler.
serb   (C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.
serbalin   f. Baş yastığı.
serbaz   (C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit.
serbazî   f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk.
şerbe   Bir içim su.
serbeha   f. Baş pahası. Diyet. Haraç.
serbend   f. Başa bağlanan veya sarılan şey.
serbeser   f. Baştan başa.
serbest   f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz.
serbestâne   f. Serbestçe.
serbeste   f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü.
serbestî   f. Serbestlik.
serbestiyet   f. Serbestlik. Serbest oluş.
serbesücud   f. Secde edici. Başını yere değdirici.
serbezemin   f. Başı yere eğilmiş olan.
şerbin   Katran ağacı.
serbülend   (C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek.
serbülendî   f. Başı yükseklik. Yücelik.
serc   (C.: Süruc) At takımı, eyer.
şerc   Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins.
şerca'   Uzun tavil. * Taht. * Cenaze.
şerce   Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su.
şerceb   Uzun, tavil.
şercele   Yemiş kabı.
sercem   Uzun.
şercem   (C.: şerâcim) şalgam.
serçeşme   (C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse.
sercuc   Ahmak.
sercümle   f. Hepsi, tamamı, bütün.
serd   Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak. ◊ f. Bârid, soğuk, bürudetli olan. * Sert, kaba, hoyrat. ◊ Çanak More…
şerda   Benzemek. Misil.
serdab   f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna 'zir-i More…
serdah   Geniş ve düz yer.
serdar   f. Askerin başı. Kumandan.
serdarân   (Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar.
serdarî   f. Başkumandanlık, serdarlık.
serdefter   f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan.
serdengeçti   Tar:  Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere More…
serdetmek   Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak.
serdî   f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık.
serdümen   Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe.
sere   Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı. ◊ Suyun çok olması. * Devenin More…
şere   Yemeğe karşı çok hırslı.
sereb   (C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot.
şerebe   (C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz.
şerec   (C.: Şüruc) Donyağı.
sered   Dudağın yarılması.
seref   Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy.
şeref   Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * More…
şeref-bahş   f. şereflendiren. şeref veren.
şeref-efza   f. Şeref artıran.
şeref-pezir   f. Şeref ve itibar bulan.
şeref-riz   f. Şeref veren.
şeref-varid   f. Şerefle gelen.
şeref-yab   f. şeref bulan, şeref kazanan.
şeref-zahir   f. Şerefle çıkan.
şerefe   Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.
şereh   Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs.
sereka   İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar.
şereke   (C.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek)
şerekrak (şerakruk)   Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.
serem   Dişin, ağızda kökünden kırılması.
şerem-sar   f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan.
serencam   f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a.
serendî   Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât)
serendib   (Hintçe) Hindistan'ın güneyindeki Seylân adasının ismi.
şereng   f. Zehir.
serer   (C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir).
şerer   (Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar.
şerere   (C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı.
şererfeşan   f. Kıvılcım saçan.
şerernâk   f. Kıvılcım saçan.
seres   Zayıf endamlı.
şeres   Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak.
şeret   (C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti.
seretan   Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar)
şeretiyy   (C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı.
sereyan   Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet.
serf   Yemek yemek.
serfiraz   f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan.
serfirazî   f. Serfirazlık.
serfüru   f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan.
serfüru-bürde   f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış.
sergerdan   f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran.
sergerde   f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis.
sergerm   f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest.
sergeşte   f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış.
sergin   f. Gübre, fışkı.
sergüzeşt   f. Macera, baştan geçen hâller.
serh   Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek.
şerh   Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem More…
şerha   Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça.
serhad   Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır.
serhadlû   Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler.
serhan   Canavar. Kurt.
şerhan   (Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek. ◊ Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.
serhas   Sivri uçlu bitki.
serhayl   f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan.
serhed   Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili.
seri'(a)   Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan.
serian   Çabuk, tez elden, acele.
şerib   Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak.
serid   Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.)
şeride   Kavun dilimi.
şerif(e)   Şerefli, mübarek. * Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse. (Bak: Sâdât)
serih   (C.: Serâyih) Nâlin kayışı.
şeriha   (C.: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası. * Et dilimi.
serik   Hırsızlık.
şerik   Ortak. * Arkadaş.
serika   Çalınmış. Çalınmış şey.
serir   Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht.
şerir(e)   Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü.
serir-nişin   f. Tahtta oturan, padişah.
serirara   (Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah.
serire   (C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak.
seriredân   f. İçteki sırrı bilen.
serirî   Yatırarak hastaya bakma, klinik.
şeris   Yaramaz huylu kimse. ◊ Eski nalin.
şerit   Hurma yaprağından yapılan urgan.
seriyy   (C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak. ◊ Çok, kesir.
şeriyy   İyi, kıymetli at.
seriyye   Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
şerka'   Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun.
serkâr   f. Müdür, iş başı, kâhya.
serkat   (Bak: Sirkat)
serkâtib   f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri.
serkeş   f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi.
serkeşâne   f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla.
serkeşî   f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık.
serkub   f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey.
serkuçe   f. Sokak başı.
serkuy   f. Yol, sokak veya mahalle başı.
serlevha   f. Yazıda başlık.
serm   Birinin dişlerini kırma.
şerm   Yarmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
şerm (şirm)   f. Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme.
serma   f. Kış. Soğuk.
serma-dide   f. Çok üşümüş. Donmuş.
sermak   Pazı otu.
sermaye   f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür.
sermayedâr   f. Sermâyesi olan.
sermed   Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece.
sermeden   Ebedî olarak.
sermedî   Daimî, ebedî, sürekli.
sermediyet   Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet.
sermele   Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.
şermende   f. Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan.
sermenzil   f. Durak yeri.
sermeşk   f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı.
sermest   f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş.
sermestî   f. Sarhoşluk.
sermeta   Yaş balçık.
şermgin   f. Utangaç. Utanan, hayâ eden.
şermin   f. Mahcub. Utangaç.
şermnâk   f. Mahcub. Utangaç.
şermsâr   f. Utangaç, müstahyi, mahcub.
sermuharrir   f. Baş muharrir. Baş yazar.
şernak   Göz kapağının ağır ve kalın olması. * Ekinin bir mertebe uzun olması.
sername   f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz.
sernigûn   f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız.
şernis   Eli ve ayağı kaba olan.
sernüvişt   f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat.
serpaş   f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık.
serpençe   f. Güçlü kuvvetli kimse.
serpuş   f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık.
serpuşe   f. Başörtüsü.
serr   Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma.
şerr   Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü.
şerr ü fesad   Kötülük ve bozukluk. şer ve fesat.
serra   Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk.
şerrede   Ayırdı mânâsına Teşridden mâzi fiili. (Bak: Teşrid)
serrişte   f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad.
sersam   f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem.
sersar   Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı.
serşar   f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan.
sersere   Bir kimse konuşurken söz katmak.
şerşere   Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek. * Yarmak. * Kesmek. * Meta, mal mülk. * Ağırlık. (Bu mânâya C.: Şerâşir)
serseri   f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz.
serseriyâne   f. Serserice.
serşikeste   f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık.
sert   Aşağı getirmek. * Yutmak. SERT: Çiriş mâaunu.
sertab   f. İnatçı, muannid.
sertac   f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri.
sertak   f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire.
sertapa   f. Baştan ayağa. Baştan aşağı.
sertaser   (Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep.
sertem   Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.
sertiye   Zayıf vücutlu, ahmak adam.
sertiz   f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin.
seru   f. Boynuz. * şarap kadehi.
serupa(y)   * Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek.
şerur   Çok şerli.
serüven   Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera.
serv   f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet. ◊ Mal artırmak. * Suyun çok olması.
serv-endam   f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse.
serva   f. Masal. * Söz.
servakt   f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer.
şerval   f. şalvar.
servan   Malı çok olan kimse.
şervat   Uzun, tavil.
server   f. Reis. Baş. Seyyid.
serveran   (Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler.
serverî   f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk.
servet   f. Mal, mülk, zenginlik.
sery   Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak.
şerye   Çekirdekten biten hurma ağacı. * Az pahalı nesne.
serye (seryâ)   Yaş yer.
şerz   (C.: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet. * Zorluk. * Kuvvet. * Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek.
serzakir   f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.)
şerze   f. Kuduruk, kudurmuş.
serzede   f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış.
serzemin   f. Başını yere koyarak.
serzeniş   f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama.
şerzime   Küçük insan topluluğu. (Bak: Şirzime)
şeş   f. Altı. 6
şeş-cihet   f. Altı yön, altı cihet. (Bak: Cihat-ı sitte)
şeş-pa   f. Altı ayaklı.
şeş-per   f. Altı kanat. * Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz.
şesar   (Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara)
şesasa   şiddet. * Yaramazlık. * Sığır üstüne yük vurmak. * Kuru ve sert yer. * Acele.
şesel   Yoğunluk.
şesen   Huşunet, haşinlik.
şeşhane   f. Namlusunda 6 yivi bulunan tüfek veya top.
şesib   Yay.
şesis   Sütü gitmiş hayvan.
şess   (C.: şisâs) Boya otu.
şest   f. Balık oltası. * Okçuların parmaklarına taktıkları yüksük.
şesu'   Uzak. * Ayakkabısının tasması parçalanmış olan.
şeşüm   Altıncı, sâdis.
şesus   (C.: Şesâyıs) Sütü az olan deve.
şet'   Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak.
set'et   Böy denilen zehirli böcek.
seta   Hamakat, ahmaklık.
seta'   Boyunun uzun olması.
setair   (Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler.
şetame   Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak.
şetaret   Şenlik. Şatır ve şuh olmak. * Yarım olmak. * Göz ucuyla bakmak. * Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.)
setat   Sakalın hafif olması.
şetat   Hadden aşırı olmak. * Hakdan uzak. * Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma. ◊ Dağılmak, perakende ve dağılmış olmak.
sete'   Bezin hatâsı.
seteh   (C.: Estâh) Oturak yeri.
setel   Her nesnenin kötüsü, yaramazı.
şeten   (C.: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan. * Uzak olmak. * Sağlam yapmak.
şeter   Gözün kapaklarının devrik olması. * Bir kale adı.
şetet   Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt.
şeteviyy   Kışa mensup, kış ile ilgili. * Kış evi. * Kış kaftanı, kışlık elbise. * Kış yağmuru.
seth   Bir kimsenin arkasına vurmak.
şetibe   Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası.
setih   Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum.
şetim   Küfredilmiş sövülmüş kimse. * Kerih ve kabih olan, çirkin.
şetime   Sövme, sövüş, sövüp sayma.
setir   Örtülmüş, kapalı. Mestur.
setire   Parmak otu.
şetit(e)   Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli.
setl   (C.: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak. * Hamam tası. * Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap. ◊ Birbiri ardınca bir bir çıkmak.
şetm   Sövmek, azarlamak, küfretmek.
şetn   Dokumak. Çulhalık.
setr   (Setir) Örtme, kapama, gizleme. ◊ Hat. * Saf. * Yazmak.
setre   Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise.
şett   Dağınık olmak, târumar etmek, dağıtmak. Başka başka olmak.
şetta   Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan.
şettam   (şetm. den) Çok küfreden.
settar(e)   Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten.
şette (şetât)   Perâkende olmak, dağılmak.
settuka   İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça.
şetun   Irak, uzak, baid.
şetut   Büyük hörgüçlü dişi deve.
şetutî   Büyük hörgüçlü deve.
setv(e)   (C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek.
şetva   Mısır'da bir köy.
şetve   Kış olmak. * Soğuk olmak. * Kıtlık olmak.
şeub   Ölüm, mevt.
şev   f. Gece. Leyl.
sev'   Akmak.
sev'e   Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri.
seva   Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak. ◊ Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi.
şeva   Kolay. * Vücut organları. (El, ayak gibi). * Malın kötüsü.
sevab   Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
sevabik   (Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.
sevabit   (Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler.
sevad   Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama.
sevafil   (Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)
şevagil   (Şagile. C.) Uğraşmalar, meşguliyetler.
şevahid   (Şâhid. C.) Şahitler, şehadet edenler.
şevahik   (şahika. C.) Yüksek tepeler, şahikalar.
sevahil   (Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları.
şevahin   (Şahin. C.) Şahinler, doğan kuşları.
sevaî   İpek kumaş.
şevai'   (Şâyi'. C.) Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar.
şevaib   (Şâibe. C.) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar. * Şüpheler * Eserler, izler, nişânlar.
sevaid   (Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar.
sevaim   (Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar.
şevair   (Şâire. C.) Kadın şâirler.
sevaiye   Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak.
sevakî   (Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler.
sevakib   (Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar.
şevakil   (Şâkile. C.) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler.
sevakin   (Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.
sevakit   (Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler.
sevalif   (Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar.
sevam   Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar.
şevamih   (Şâmiha. C.) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler.
şevamil   (Şâmile. C.) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler.
sevani   (Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler.
sevanih   (Sâniha. C.) İçe doğan fikirler.
şevar   Ev esvabı, elbise, libas. * Heyet.
şevari'   (Şâri'. C.) Büyük yollar, caddeler.
şevarib   (Şârib. C.) Bıyıklar.
şevarid   (Şâride. C.) Dağılmış, dağınık şeyler.
şevarik   (Şârıka. C.) Nurlar, aydınlıklar. Parlaklıklar.
şevat   (C.: şivâ) Baş derisi.
şevatî   (Şâti. C.) Kenarlar, kıyılar.
sevati'   (Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler.
sevatir   (Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar.
şevayib   (Şayibe. C.) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar.
şevaz (şüvâz)   Tütünsüz ateş.
şevazî   Dağların dik tepeleri.
sevazic   (Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler.
şevazz   (şâzze. C.) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar.
sevb   (C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine 'sevvab' derler.) * Rücu' manasına mastar.
şevb   Karıştırmak. * İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey.
şevbec   Oklava.
sevda   f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, More…
sevdafeza   f. Sevda artıran.
sevdager   (C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun.
sevdagerî   f. Âşıklık, sevdalılık.
sevdakâr   f. Sevdalı. Âşık.
sevdaperest   f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr.
sevdavî   Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı.
sevdazede   f. Âşık, meftun, sevdalı.
sevde   Karalık, siyahlık.
sevded   Ulu olmak.
şeve   Göz değmesi, nazar değmesi.
seveban   Hastalığın iyileşmesi.
şeveh   (şevh) Kara olmak ve çirkinlik. (Bak: şâhet-il vücuh)
sevel   Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur.
severan   Tozun, dumanın kalkması.
şeves   Gururdan dolayı göz ucuyla bakma.
sevf   Koklamak.
sevg   Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak.
sevgend   f. Yemin, kasem, and.
sevh   Batmak.
şevh   Kara ve çirkin olmak.
şevha   Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın. ◊ Yay yapımında kullanılan ağaç.
sevhak   Uzun.
şevheb   (C.: şevahib) Kirpi.
şevher   f. Erkek eş, koca, zevc.
sevik   (C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına 'sevvâk' denir.
sevile   İnsan topluluğu.
sevim   Sevme. * Câzibe.
seviş   Misafire yemek ve azık vermek.
sevit   Karışmış, muhtelit.
seviyy   Bir, beraber. * Düz, doğru.
seviyye   Müsavilik, birlik, beraberlik. * Düzlük, doğruluk. ◊ (C.: Sevâyât) Koyun yatağı.
seviyyen   Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak.
seviyyet   Eşitlik, müsavilik, denklik.
sevk   Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek. * Neticeye bağlamak. ◊ Misvak yapmak.
şevk   Çok istek, şiddetli arzu. * Neş'e. *Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama. * Memnun. Şâduman. (Bak: Himmet, Şavk) ◊ Diken. * Birinin hiddet ve şevketi görünmek. * Ekin.
şevk u iştiyak   Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak.
şevk-âlud   f. şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli.
şevk-âver   f. Neşe veren, neşe getiren, şevklendiren.
şevk-bahş   f. şevk veren, şevklendiren. * Meşhur bir çeşit lâle.
şevk-efzâ   f. şevklendiren, neşe artıran.
şevkeran   Baldıran otu.
şevket   Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. * Diken. Diken batmak.
şevketlû   Tar:  Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.
şevkî   Neşe ve şevk ile alâkalı.
şevkistan   f. Dikenlik.
sevkiyat   Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri.
sevl   Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak. ◊ Bal arısı.
sevla'   Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel) ◊ (C.: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel)
sevleb   (C.: Sevâlib) Tilki.
sevm   Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * More…
sevmele   Leğen.
şevnir   Çörek otu.
sevr   Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah)
şevr   Davarı baharda otlamağa bırakmak. * Kovandan bal almak. * Satılığa çıkarmak.
sevret   Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik.
sevs   Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi.
şevsa   Karın içinde olan yel.
şevşat   Tez yürüyüşlü dişi deve.
şevşeb   Karınca.
sevsen   Susam.
şevtab   El silecek bez. El bezi.
sevva   Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren.
sevvab   Elbise satan, elbiseci.
şevval   Arabi aylardan onuncusu. Ramazandan sonraya geldiği için ilk üç günü mübarek Ramazan bayramıdır.
sevvam   (Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar.
sevvib   Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak.
şevzak   şahin kuşu.
sevzak (sevzenik)   Çakır doğan kuşu.
şevzeb   Uzun, tavil.
şevzenik   Şahin kuşu.
sey'   Meme başında olan süt.
şey'   Miktar. * Uzaklık. * Arslan eniği. ◊ Nesne, şey. * İstemek, dilemek.
şey'an   Uzaktan gören. * İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen.
şey'en feşey'en   Yavaş yavaş, azar azar.
seyahat   Yolculuk, gezi.
seyahin   Basra ırmağının adı.
şeyatin   Şeytanlar. (Bak: Şeytan)
seyb   (C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal.
şeyb   İhtiyarlık. Yaşlılık. * Saç, sakal ağarması.
şeyd   Binayı kireçle yapmak.
seyda   Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.
şeyda   f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal.
şeydâi   f. Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık.
seyehan   Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi. ◊ (Vapur v.s.) batma.
seyelan   Akma. Cereyan. * Sel felâketi.
seyeran   (Bak: Seyran)
seyf   Kılıç.
seyfeddin   (Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri.
seyfî   (Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde.
seyfullah   Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan.
seyh   Yere batmak. * Sefer. * Akarsu. * Dikilmiş aba. * Atâ etmek, hediye vermek. * Çizgili elbise. ◊ Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması.
şeyh   Yaşlı adam. * Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. * Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat)
şeyhan   '(şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. * Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i More…
seyhec   (Seyhuc): Katı, şiddetli şedid.
seyhek   Katı yel. Şiddetli rüzgâr.
şeyhem   (C.: şeyâhim) Erkek kirpi.
şeyheyn   (Bak: şeyhan)
şeyhuhet   (Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık.
seyis   Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.
seykane   İnce bellilik.
seyl   Sel. şiddetle gelen şey.
seylab   (Seylâbe) f. Taşkın su, sel.
şeylem   Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum.
seylhiz   f. Taşkın ve coşkun su.
şeym   Çok soğuk su. * Kılıç çıkarmak. * Kınına sokmak.
şeyn   Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey.
seyna'   Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer.
seyr   Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk.
seyr ü sefer   Gidiş geliş. Trafik.
seyr ü seyelân   Devamlı akıp gitme ve değişme.
seyr ü süluk   Tas:  Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme.
seyran   (Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc.
seyrangâh   f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri.
seyruret   Yürümek, gezmek.
şeyt   Helâk olmak, mahvolmak. * Yanmak. * Kaynamak.
şeytan   İblis.
şeytanet   Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık.
şeytanî   Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.
şeytanî pişe   f. Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet.
seytel   Vahşi sığır.
seytere   Havâle olunmak.
seyyad   Avcı. (Bak: Sayyad)
şeyyad   (Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen. * Sıvacı.
seyyaf   (Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât.
seyyah   (Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu.
seyyahîn   (Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler.
seyyal(e)   Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey.
seyyalât   (Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.
seyyar(e)   Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil.
seyyarat   (Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler.
şeyyebet   (Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.). Şeyyebetnî: Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında)
seyyi'   Kötü, fena.
seyyiat   (Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.
seyyib(e)   Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın.
seyyibât   (Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar.
seyyid   Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan More…
seyyide   Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım.
seyyie   Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık.
şeyyir   (C.: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan.
şeyzem   Katı ve uzun.
şeyzenuk   şahin kuşu.
şeyzuman   Kurt.
seza   f. Lâyık, münasip.
şeza   Kokulu şeylerin şiddetle kokması.
şeza'   Sinirin yarılması.
sezab   Sedef otu.
sezase   Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak.
şezat   Budak kırmak. * At sineği. * Bir gemi cinsi. * Tuz. * Kuvvet ve şiddet bakiyyesi. * Ağaç ismi.
sezavar   f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân.
şezaze   Çok kurumak.
şezb   Ağaçtan budanan kuru odun. * Geçmek, intikal etmek. * Sınır. (Bu mânâya C.: Eşzâb)
şezebe   (C.: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan.
şezen   Nahiye, cânip, taraf. * Kaba ve sağlam yer.
şezerat   (Şezre. C.) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları. * Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.
şezf   Şiddet. * Darlık.
şezim   Sağlam, muhkem ve uzun.
şeziyye   (C.: Şezâyâ) Bir parça nesne.
şezr   Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak.
şezr (şezir)   Altın mâdeninden toplanan altın ufağı. * İnci parçaları.
şezre   Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme. * İpi soluna bükme. * Tersine bükülmüş ip, urgan. * El değirmenini sola More…
şezz   Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca 'şizâz' derler.)
sezze   Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü.
si   f. Otuz.
şi'b   (C.: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu.
si'la'   (C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri.
şi'r   (Şiir) Anlama, idrak. * Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü. (Bak: Şiir)
şi'ra   Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız. ◊ Koz: İki yıldızın adı.
şi'ren   Şiir tarzında, şiir olarak.
şi'şa'   Uzun, yeynicek kimse. * Uzun boyunlu deve.
si'sia   Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.
si'v   Saat.
si'va'   Saat.
si'venn   Deve kuşunun erkeği.
sia   Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik.
siab   (Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler.
şiab   (Şi'b. C.) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar. * (Şube. C.) Şubeler. (Bak: Şuâb)
şiar   İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret. * İnsanın gömleği. * Ölüm. * (Şa'r. C.) Kıllar.
şiar-i râz   f. Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret.
şiare   (C.: Şeâyir) Hac amelleri. * Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne.
siayet   Dedikodu, gıybet, koğuculuk.
sib   Suyun aktığı yer. ◊ f. Elma.
şib   Üzerine kar düşen dağ. * Su içerken devenin dudağından çıkan ses. ◊ f. İniş. Aşağı doğru eğiklik.
sib'   Susuzluk.
şib'   Tokluk.
siba'   Cima. * Kesret-i cima ile iftihar edişmek. * (Sebu. C.) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar. ◊ Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli. ◊ Esir etmek.
şiba'   (Şeb'ân. C.) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler. ◊ Tokluk, doyma.
sibab   Sövme, küfretme, şetm.
şibab   Bıçak üstüne sürçmek. * At neşesi.
sibag   (C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış.
sibah   Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule. ◊ Tuzlu ve çorak yerler.
sibahat   Suda yüzmek.
sibak  (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı.
şibak  (Şebeke. C.) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar.
sibak u siyak   Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.
sibar   Cerrahların yara yokladıkları mil.
sibb   Tülbent. Baş örtüsü.
sibd   (C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye.
şibdi'   (C.: Şebâdi) Akrep. * Dil, lisan. * Belâ. * Şiddet.
sibga   Boya, renk, levn. * Din, mezheb.
sibgatullah   Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini.
şibh   Benzer. Benzeyen şey.
sibhal   Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye.
sibhale   Azası iri ve uzun olan.
sibkan   Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır.
şibl   Aslan yavrusu.
sibr   (C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi.
şibr   Karış.
şibrak   Yırtmak. * Parçalamak.
sibt   (C.: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı. * Torun. ◊ Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi. ◊ (C.: Esbât) Torun.
sibteyn   İki torun.
sibtir   (C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş.
sibyan   (Sabi. C.) Çocuklar, sabiler.
şica'   (Bak: Şücâ)
şicab   Divit kapağı. * Her nesnenin ağzına, yarığına ve gedik yerine koyup tıkadıkları nesne.
sical   Münavebe. Arab ata sözlerinde: 'Harp sicaldir' denir. Yani:  Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları.
şicar   Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç. * Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç. * Kapı ağacı. * Deve alâmetlerinden bir alâmet.
siccil   Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla.
siccin   Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.
sicil   Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya.
sicistan   Bir cins darı.
sicl   Turp.
siclat   Bir güzel kokulu çiçek.
sicm (sicâm)   Seyelân etmek, akmak.
sicn   (C.: Sücun) Hapis, zindan.
şid   f. Nur, ziya, aydınlık. * Güneş. ◊ Kireç. Sıva.
sid(e)   (C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan.
sida'   Sahrâ, çöl. * Yazı.
sidad   Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey.
şidad   (Şedid. C.) Sertler. Şiddetliler.
sidak   Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi.
sidar   Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.
sidder   Bir oyun adı.
şiddet   Sertlik, katılık. * Ziyadelik. * Sıkılık. * Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma More…
siddîk   Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
siddîka   Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir.
siddîkîn   Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.
şided   (Şiddet. C.) Şiddetler.
sidk   Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği.
şidk   (C.: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı. * Ağzın kenarı.
sidk u selâmet   Doğruluk ve selâmetlik için oluş.
sidn   Etli ve gövdeli şişman kimse.
sidr   Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları.
sidre   Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.
sidre ağaci   Arabistan kirazı denen bir ağaç.
şie   Alâmet, işaret, nişan.
sif   (C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi.
sif'   Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması.
şifa   Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.
şifa-bahş   f. Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren.
sifad   Hayvanların çiftleşmesi.
sifah   Zina.
şifah   (Şefe. C.) Dudaklar.
şifahane   f. Hastahane.
şifahen   Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle.
şifahî   Ağızdan, şifahen, sözlü.
şifahiyât   Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler.
şifakâr   f. Şifalı. Şifaya sebeb olan.
sifal   (Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu. ◊ Değirmen altına döşenen deri. * Değirmen süpürgesi.
şifanapezir   (Şifâ-nâpezir) f. Tedavi edilmez, şifa bulmaz, tedavi olmaz.
sifanet   Marangozluk.
şifapezir   f. İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir.
sifar   Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik.
sifare   Habercilik.
şifaresan   f. Şifaya erişen, hastalığı iyileşen.
şifasaz   f. şifa veren, iyi eden.
sifat   Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.
sifât   (Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar.
sifat terkibi   Sıfat tamlaması. Meselâ: 'Kâmil insan' kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre 'kâmil insan' terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci More…
şifayab   f. Şifa bulma, iyileşme.
şife   (Bak: Şefe)
siff   Kuru deri.
şiff   Ziyade, çok, fazla. * Eksik, noksan. (Ezdattandır)
sifir   Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi.
sifle   Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.
siflekâm   f. Adi kişilerin işine yarayan.
sifleperver   f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan.
sifr   Yazılmış nesne, mektup.
şifre   Fr. Gizli ve işaretle yazı usulü. * Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. * Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü.
sifrid   (C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.
sifsil   Bir ot cinsi.
sifsir   (C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan.
şifte   f. Düşkün, tutkun, meftun.
şiftedil   f. Gönül vermiş, meftun, tutkun.
şiftegî   f. Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet.
siftit (siftât)   Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.
siga   Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
sigal   f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe.
sigaliş   f. Düşünüş, kuruş.
sigar   Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş. ◊ (Bak: Sıgar) ◊ Küçükler.
sigar ü kibar   Küçükler ve büyükler.
sigreb   Küçük dişler.
sih   f. Demir şiş. * Kebap şişi.
şih(a)   Yavşan denilen ot.
sihab   Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık.
şihab   Parlak yıldız. * Kıvılcım. * Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı.
sihae   (C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı.
sihaf   (Sahfe. C.) Geniş düz kaplar.
siham   (Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler.
sihan   Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde.
şihat   (Bak: Şeyhuhet)
şihban   (Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
şihdare   Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse. * Kısa boylu ve şişman kimse.
şihe   f. At kişnemesi.
sihhat   Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır.
sihhî   Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.
sihhiye   Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri.
sihir-âmiz   f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici.
sihirbâz   Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase.
sihle   (C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne. ◊ İri taneli kum.
sihna'   (Sıhnat) Balık yahnisi.
şihne   Adâvet, düşmanlık. * Davar bağladıkları yer. ◊ Emniyet memuru. İnzibat memuru.
sihr   (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve More…
sihre   Kaynana, kayınvâlide.
sihrî   Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.
sihriyet   Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.
sihriz   Kızıl hurma.
sihtit   Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un.
sihve   (C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc.
şiî   Şia fırkasından olan.
şiir   Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz. * Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas.
sik'al   Suda ıslanmış kuru hurma.
sika   (C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse. ◊ (C.: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh. * Ses.
şika   (Şekve. C.) Şikâyetler, sızıltılar.
sika'   Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü. ◊ Devenin burnuna bağladıkları nesne. * Kadınların örtündükleri peçe. ◊ Sakaların içine su More…
sikab   Su çeken. Su çekici.
şikab   İki dağ arası. * İki kaya arası.
sikaf   Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç.
şikâf   f. (Şikâften: 'Yarmak' mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. * Kelime sonuna gelerek 'yırtıcı, yırtan' mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf - Ciğer parçalayan.
şikak   Ayak yarığı. * Ot. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ◊ Nifak, ikilik, ittifaksızlık.
sikal   Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal)
şikal   Devenin palanını bağlıyan ip. * Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek. * El ve ayak zinciri. * Üç ayağı beyaz olan at.
sikaliş   (Bak: Sigâliş)
şikar   f. Av, avlanan hayvan. Avlama. * Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. ◊ Mc: Değerli, kıymetli.
şikaristan   f. Av yeri, avı çok olan yer.
sikat   (Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.
şikayat   (Şikâyet. C.) Şikâyetler.
sikaye   Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer.
sikayet   Birine içecek su verme.
şikayet   Sızlanma, sızıltı. * Haksız olan, haksız iş yapan bir kimseyi üst makama bildirmek.
şikb   (C.: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı. * Çukur yer.
sikbac   Ekşi aş.
sikec   Başı kızıl olan zehirli bir yılan.
sikek   (Sikke. C.) Sikkeler.
şikem   f. Karın.
şikembe   f. İşkembe.
şikembende   f. Midesine düşkün. Çok yiyen.
şikemderd   Karın ağrısı.
şikemperver   f. Yemek tiryakisi, boğazına düşkün.
şiken   f. (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. * Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken  f. Haysiyet kıran.
şikenc   f. Kıvrım, büklüm.
şikence   f. İşkence. Azap. Eziyet.
şikened   Kırıyor, kesiyor.
şikest   f. Kırma, kırılma. * Kıran. * Yenilme, mağlubiyet.
şikeste   f. Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi.
şikestebâl   f. Kanadı kırık, kırık kanatlı. * Mc: Kederli, üzgün.
şikestedil   f. Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü.
şikestegî   f. Kırıklık.
şikestepâ   f. Ayağı kırık.
şikestezebân   f. Peltek.
şikiba   (Şikibende) Sabırlı.
şikk   (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye More…
şikk-i muhalif   Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı.
şikkayn   Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı.
sikke   Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * More…
şikke   (C.: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı. * Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.
sikkehane   f. Para basılan yer.
sikkezen   f. Madeni para basan.
sikkif   Çok keskin sirke.
sikkîn   Bıçak.
sikkîr   Devamlı sarhoş kimse.
şikl   Güçlük. * Naz.
siklet   Ağırlık. Mânevi sıkıntı.
şikn   Az, kalil.
sikr   Rüzgârın eserken dinmesi.
şiks   (C.: Aşkâs) Bir parça yer. * Her nesnenin bir miktarı.
siksak   Hamâkat, ahmaklık.
şikşaka   (C.: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.) * Zayıf, yaşlı kimse. * Uzun ince çubuk. * Ağzın çevresi.
sikt   Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş.
şikve (şekâve)   Bedbahtlık. * Yaramazlık.
siky   Yer sulamak. Sulu ekin.
şikz   (C.: Şekazân) Keler eniği.
şikza'   Çok acıkmış tavşancıl.
sil'   (C.: Eslâ) Dağ yarığı.
sil'a   Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük.
sila   Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin More…
sila'   Kebap. * Isınmak için yakılan ateş. ◊ Arınmış, temizlenmiş nesne.
silab   (C.: Sülüb) Kara mâtem donu.
silah   Musâlaha mânâsına mastar.
silahdar   Tar:  Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. 'Silahdar-ı şehriyarî' de denilirse de mâruf olan 'Silahdar Ağa'dır.
silahendaz   Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri.
silahhane   f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer.
silahşör   Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette More…
silak   Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip.
şilak   Cima etmek. * Vurmak. * Kulağı uzunlamasına yarmak.
silal   (Selle. C.) Sepetler, seleler. ◊ Yaş ot.
silam   Hamd, şükür. * Taş. * Su.
silame   (C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka.
silan   Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.
silat   (Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler.
silb (selebe)   (C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve.
sile   Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.
silfed   Ahmak kimse. * Kurt.
silhem   Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.
sili   f. Tokat. Şamar.
silif   Bacanak.
silizen   f. Tokat vuran, şamar atan, döven.
silk   Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt.
silk(a)   Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın.
silka'   Arkası üstüne yatmak.
sill   Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem. ◊ (C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan.
sille   (C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ. ◊ f. Tokat. Şamar.
silm   Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak.
silsil   Kapı halkası.
silsile   Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra. More…
silsile-name   f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel.
silv   Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak.
şilv   Vücut azâlarından biri.
silyane   (C.: Salayan) Bakla.
sim   f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan.
sim ü zer   Gümüş ve altın.
sim-ten   f. Gümüş tenli.
sima   Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet.
sima'   Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin 'ney' veya 'def' ile berâber More…
simad   Şişe tıpası. ◊ Az su.
simag   Ağızın bir tarafı.
simah   Kulak deliği, kulak. ◊ (Bak: Sımah)
simak   (Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.
simal   Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi.
şimal   Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey.
şimalen   Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan.
şimalî   şimale ait, sola ve kuzeye ait.
simam   (Semm. C.) Zehirler. ◊ Tıpa. Şişe tıpası.
simame   Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.
siman   (Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar.
simar   (Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar.
şimas   Davarın ürkek olması.
simat  (C.: Sümut) Sofra. Yemek masası. * Yemek. * Ziyâfet. ◊ Damga, iz. Nişan, alâmet.
simatoğraf   (Bak: Sinematoğraf)
simavî   Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı.
sime   (C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan. ◊ (C.: Simât) Damga, alâmet, nişan.
şime   (C.: Şiyem) Huy, tabiat.
simen   Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen)
şimendifer   Fr. Demir yolu katarı, tren. * Demir yolu.
simendud   (Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı.
simer (semer)   (C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan.
simin   f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer.
simin-ten   f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu.
simk   Yüce olmak, yükselmek.
simlah   Kulak kiri.
simm   Belâ, âfet. * Arslan.
simme   Hâlis ve temiz.
simmî   (C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.
simn   (Simâne) Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık.
şimrac   (C.: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek. * Yalan karışık söz.
şimrah   (C.: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı. * Dağ tepesi.
şimşad   f. Şimşir ağacı.
simsam(e)   Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması.
simsar   (C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı.
simsim   (C.: Semâsım) Şişman ve etli adam. ◊ Susam.
şimşir   (Bak: Şemşir)
simt   (C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik. ◊ (C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.
simurga   Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka)
simya   (Fr: Alşimi) Kim:  Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. 
simyan   (Simân) (Süryanice) Hak.
sîn   Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü.
şin   Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür. ◊ Çok nikâhlı kimse. * Huruf-u mu'cemeden bir harf. ◊ (Bak: Şeyn)
sina   Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin More…
sina'   Deve ayağına bağladıkları ip.
sinaat   (C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık.
sinab   Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya.
sinad   Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer.
şinah   f. Suda yüzme.
sinaî   (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı.
sinaiyyat   (Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler.
şinak   (C.: Eşnâk) Sivri başlı kimse. * Kırba bağladıkları ip. * Başı büyük olan at. * Kuş tuzağı.
sinan   (C.: Esinne) Mızrak, süngü.
sinar   Çınar.
şinar   Ayıp. * Hayâ, utanma, âr. ◊ f. Suda yüzme.
sinare   Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak.
şinas   f. Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas: f. Tarihten anlayan, tarih bilen. ◊ Uzun, tavil.
şinaver   f. Suda yüzen. Yüzgeç.
sinaye   Yünden ve kıldan yapılan ip.
sindan   Örs.
sindiban   Pelit ağacı.
sindid   (C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen.
sine   Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.) ◊ An. Bir lahzacık. * İki ağızlı balta. ◊ f. Göğüs. Sadır. Kalb.
sine-bend   f. Göğüs bağı, sütyen.
sine-gâh   f. Göğüs.
sinematoğraf   Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir.
sinepüryan   (Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş.
sinesaf   f. Sarılıp kucaklaşmış.
sinesuz   f. Yürek yakan.
sinet   Uyuklamak.
şinev   f. İşiten, dinleyen.
sinf   Söğüt yaprağı.
sinh   (C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası. ◊ (C.: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü.
sini   f. Büyük tepsi, sini.
şinid   İşitme. Duyma.
şinide   f. İşitilmiş. Duyulmuş.
sinif   Kısım, bölüm, tabaka.
sinifî   Sınıfla alâkalı, kısıma ait.
şinik   On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü)
sinimmar   Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan More…
sinin   (Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı.
sinn   Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği. ◊ (C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın More…
sinne   (C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri.
sinnen   Yaşça, yaş bakımından.
sinnevr   (C.: Senânir) Kedi.
sinsin   (C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.
sintah   Büyük karınlı kuvvetli deve.
sintel   Kısa boylu.
sinv   Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul.
şinvay   Kulağın işitmesi.
sinvu ebî   Babamın kardeşi.
siny   (C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat.
sinyal   Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret.
sipah   (C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu.
sipahdar   f. En büyük asker, serasker.
sipahi   Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında 'Timar' namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı More…
sipahsalar   f. Askerlerin en büyüğü. Serasker.
sipar   f. Veren, fedâ eden.
sipare   (Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz.
sipariş   f. Ismarlamak, ısmarlayış.
sipas   f. Şükretme, dua etme.
sipas-dâr   f. Hamdeden, şükreden.
sipeh   f. Asker, leşker. * Ordu.
sipeh-büd   f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan.
sipeh-keş   f. Başkumandan, başbuğ.
sipenc   f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir.
siper   f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede More…
sir   f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak. ◊ Yarık. Delik. * Balık yahnisi. ◊ (Bak: Sırr)
şir   f. Aslan. * Süt.
şir'a   (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir.
sir'et   Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar.
sir-ab   f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze.
şira   Satın alma, satın alınma.
sira'   Hızla gitmek, acele etmek.
şira'   Yelken. Gemi yelkeni.
sirac   Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey.
sirad   Gön, sahtiyan.
şirad (şürud)   Dağılmak. * Kaçmak.
siraf (saruf)   Hayvanın kızmakla erkeğini araması.
şirak   (C.: Şürük) Nalbant kayışı.
siram   Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş.
siran   (Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar.
şiran   f. (Şir. C.) Aslanlar.
şirane   f. Aslanca, gazanferâne.
sirar   Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip. ◊ (C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu.
şirar   Ateş kıvılcımları. * Şerirler. Şerli kimseler.
sirat   Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol.
şirat   Neşter.
siravari   f. Sıralı halde, sıra gibi.
sirayet   Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
şiraz   Süzülmüş yoğurt.
şiraze   f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas.
şiraze-bend   f. Şiraze bağlayan. * Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren.
sirb   (C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü.
şirb   (Şürb) İçme veya içirme nöbeti. İçmek.
sirbal   (C.: Serâbil) Gömlek, kamis.
şirceng   f. Arslan gibi savaşan.
sircin   Kurumuş davar tersi.
sirdab   (C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.
şirdah   Büyük ayaklı.
sirdaş   (Bak: Sırrdaş)
şirdil   (C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur.
sire   (C.: Sıyer) Koyun ağılı.
şire   f. Süt. * Şıra.
şirec   Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira.
siret   Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
sirf(e)   Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
sirhak   Çağırmak.
sirhan   (C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.
şirhar   'f.Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara, yavru demek olan beççe; sekizle oniki yaşındakilere gülâmçe; büluğa erenlere gulâm; epeyce traşı gelenlere sakallı; yaşlılara da pir denilirdi. (O.T.D.S.)
şirin   f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın.
şirin-cemal   f. Sevimli yüzlü.
şirin-edâ   f. Lâtif ve şirin edâlı.
şirinî   f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik.
şirinkâm   f. Tadı damağında kalmış.
şirinkâr   f. Hoş ve tatlı muamele eden.
şirinzeban   f. Tatlı dilli.
sirişk   f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi.
sirişt   f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat.
sirişte   f. Yoğrulmuş, karıştırılmış.
şirk   En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek.
şirk-âlud   f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette.
sirkat   (Serkat) Çalma. Hırsızlık.
sirkatibi   Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib.
sirke-furuş   f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi.
şirket   Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk.:İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet)
sirkin   Kuru davar tersi.
sirm   (C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler.
sirme   (C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü.
şirmerd   f. Arslan yürekli, cesur.
sirp   Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi.
şirpençe   (Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban.
sirr   Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey. ◊ (C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli. More…
sirran   Gizli olarak, gizlice.
sirrdaş   Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan.
sirre   Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık.
şirret   Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı.
sirrî   (Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili.
şirrib   Şaraba karşı hırsı olan.
şirrir   (C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir.
sirsir   Çekirgeye benzer bir hayvan.
sirval   (C.: Serâvil) şalvar.
şirvaz   Yoğun, kalın ve büyük.
sirve   (C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası.
şiryan   (Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar.
şirzime   Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu.
şis (şisâ')   Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.)
şis'   (C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması.
sisa   (C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu.
sisa'   (C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı.
şisb   (C.: şesâyib) şiddet. * Nasip.
şişe   Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
şişehane   Şişe yapılan yer.
şişhane   (Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı.
şisi'   Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.
sismoğraf   Fr. Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet.
sistem   Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * More…
sît   Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam.
şit   Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı More…
şita   Kış. Senenin soğuk mevsimi.
sita'   Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği.
şitab   f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek.
sitad   f. Alma, alış.
şitaî   (Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair.
sitam   Kılıcın ağızı.
sitan   (-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan - (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük. ◊ f. Alan, alıcı. Can-sitan  - Can alan.
sitare   (Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey. ◊ f. Yıldız, kevkeb.
sitat   Husumet, düşmanlık.
sitayiş   f. Övme, medhetme. Medih.
sitayiş-kâr   f. Medheden, öven.
sitebr   f. Kalın, kaba, yoğun.
sitem   f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa.
sitem-âmiz   f. Hâin. İnsafsız, haksız.
sitem-kâr   (C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim.
sitem-keş   f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum.
sitem-reside   f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş.
şitevî   (Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze.
sitiz   (Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme.
sitize-cu   f. Kavgacı.
sitize-kâr   f. Kavgacı.
sitr   (C.: Estâr) Örtü. * Perde.
şitre   Yarım, nısf.
sitt   Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)
sitte   Altı. (6) Altılık.
sittîn   (Sittûn) Altmış. 60
sîv   f. Elma.
siva   Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva)
şiva'   Kebap.
sivad   Gizli söz, sır.
sivak   (C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak.
şival   Az şey.
sivar   (C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı. ◊ (C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.
şivar   Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.
şivaz   Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz)
sivcar   Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak.
şive   Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz.
şivebâz   f. Cilveli, şive ve naz eden.
şivekâr   f. İşveli, şiveli, cilveli.
şiven   f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas.
sivil   Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni.
siya'   Samanlı balçık.
şiya'   Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı.
siyab   (Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler.
siyabe   Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması.
siyac   Dikenli duvar.
siyadet   Seyyidlik. (Bak: Seyyid)
siyafet   Kılıççılık sanatı.
siyagat   Kuyumculuk.
siyah   (Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar. ◊ f. Kara, esved. * Zenci.
siyaha   Suyun akması. * Oruç tutmak.
siyahat   (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)
siyahbaht   f. Tâlihsiz, kara bahtlı.
siyahçerde   f. Esmer, karayağız olan.
siyahfam   f. Siyah renkli.
siyahî   f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık.
siyahkâr   (C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu.
siyahkede   f. Kapkara yer.
siyahlika   f. Kara yüzlü.
siyahpuş   f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı.
siyahruz   f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
siyak   Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması.
siyakat   Binek hayvanını arkasından sürme.
siyal   (Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.
siyam   (Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan) ◊ Oruç. (Bak: Sıyam)
şiyam   Yerden kazılan toprak.
siyan   Elbise saklama yeri, sandık.
siyanet   Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza. ◊ Koruma, muhafaza, hıfz.
siyar   (C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü.
siyas(i)   (Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler.
siyaset   Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * More…
siyaseten   Siyaset bakımından, siyasî bakımdan.
siyasî   Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik.
siyasiyyun   Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.
siyat   (Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar.
şiyat   Yanmış yün ve pamuk kokusu.
siydane   (C.: Saydân) Taş çömlek.
siye   Koyun yatağı.
şiyem   (Şime. C.) Huylar, tabiatlar.
siyer   (Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar.
siyera'   İbrişimle karışık alaca bez.
siyk   (Sevk. den) Sevk olunan (meâlinde). ◊ Kesif toz ve fena ter kokusu.
siyonist   (Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. More…
siysa   (C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk.
siyy   Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil.
siyyan   (Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.
siyyanen   Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.
siyye   Yay başı.
şiz   Abnus ağacı.
şizaf   Katılık, sertlik.
skolastik   Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.
slogan   ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü.
sofi   Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun)
sohbet   Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.
şöhre   Ünlü, şöhretli, meşhur.
şöhret   Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.
şöhretgir   f. şöhretli, ünlü. Meşhur.
şöhretşiâr   f. şöhretli. şöhret sahibi.
sokrat   Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. 'Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey More…
solcu   (Bak: Ashab-ı Şimal)
sömestr   Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri.
sorguç   Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs.
sosyal   Fr. İçtimaî. Cemiyete ait.
sosyalist   Fr. Sosyalizm taraftarı olan.
sosyalizm   Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik.
sosyoloğ   Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı.
spiker   ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.
spiritualizm   Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık.
staj   Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma.
stajyer   Fr. Staj yapan kimse.
strateji   yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş.
stratosfer   Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası.
su'   Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena.
sü'b   Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek.
su'ban   (C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en More…
sü'ban   (Bak: Su'ban)
su'be   Yeşil başlı kertenkele.
şu'be   Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol.
su'bub   (C.: Seâbib) Saf su akan yer.
şu'bub   (Bak: şü'bub)
şü'bub   Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti.
su'l   (C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.
şu'le   Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun.
şu'lebâr   f. Işıklı.
şu'ledâr   f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı.
şu'lefeşân   f. Işık saçan, parlatan.
şu'legir   f. Tutuşan, alevlenen, alev alan.
şu'lenümâ   f. Alev gösteren, alevli.
şu'lepâş   f. Işık saçan.
şu'leperver   f. Işıklandıran. Alevlendirici.
şu'lepuş   f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü.
şu'leriz   f. Işıldayan, alev saçan.
su'luk   (C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri.
sü'lul   Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.
şu'm   (Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz.
su'n   (C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.
su'r   (C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı.
sü'r   Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.
su'rur   Ağaç sakızı parçası.
su(y)   f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan.
şua   (C.: Şu') Sorgun ağacı.
şua'   Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
şuaat   Işıklar, parıltılar, nurlar.
şuab   (şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb)
şuabat   (Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar.
süac   Koyun avazı, koyun sesi.
suada'   Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası.
suadî   Topalak otu.
sual   İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik. ◊ Öksürük.
süal   Bir kabile ismi. ◊ Öksürük.
şual   (şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri.
sualât   (Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler.
süar   Ateşin harareti. * Çok acıkmak.
şuara   (Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir.
sub'   (Bak: Sübu') ◊ Yedide bir.
süb'   Yedide bir.
suba (sabâ)   (C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.
subabe   Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık.
sübaî   Yedi harfli, yedili.
şuban   f. Çoban.
şüban   Çoban.
şübanî   Kırmızı yüzlü.
subare   Taş.
subaşi   Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.
subat   (Bak: Sübât)
sübat   Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman. ◊ (Sübe. C.) Cemaatler, bölükler.
sübata   Süprüntülük, virâne.
subbah   (Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda).
şübban   Gençler, delikanlılar.
sübbet   İnsanın oturak yeri.
sübbuh   Tesbih edilen (Allah. C.C.)
şübbut   Kalkan balığı.
sube   At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su.
sübe   On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası.
şübeh   (şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler.
subesu   f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda.
subh   Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
subha   Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha) ◊ Sabah uykusu.
sübha   Uyku, nevm. * Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek. ◊ Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz.
sübhakeş   f. Tesbih çeken.
sübhan   Allah (C.C.)
sübhanallah   Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir.
sübhanî (sübhaniye)   Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.
subhdem   f. Sabah vakti.
şübhe   (C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.
subhgâh   f. Sabah vakti. Tan yeri.
subjektif   (Bak: Sübjektif)
sübjektif   Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan.
sübjektivizm   Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye.
şübke   (C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.
subr   Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer.
subre   Birikinti, yığın.
şübrüm   Kısa boylu kimse.
sübrut   (C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam.
sübt   Hatmi gibi bir otun adı. ◊ Ayıp.
subu'   Dinini terk edip başka dine girmek.
sübüha   (C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük.
subuhat   (Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal)
sübül   (Sebil. C.) Yollar, caddeler.
sübur   Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek.
sübut   Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş. ◊ (Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri.
sübutî   Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret)
şüca'   (Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli.
süccad   (Sâcid. C.) Secde edenler.
sücced   (Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar.
şücea'   (Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar.
şüceyre   Çalı, ufak ağaç.
sücfe   Geceden bir saat.
sücle   Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık.
şücne   Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları.
sücre   (C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su. ◊ Derenin orta geniş yeri.
şücub   Ev içinde olan direk.
sücud   Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler. More…
sücuf   (Secf. C.) Perdeler, örtüler.
sücul   (Secl. C.) Büyük su kovaları.
sücun   (Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları.
şücun   Ağaç dalları. * Füruât, teferruat.
şücur   Muhtelif ve çeşitli olmak.
sücv   Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı.
sud   (Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar. ◊ f. Kâr, faide, kazanç.
şüd   'f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd: Geldi gitti.'
sud'a   Deve ve koyun bölüğü.
süda   Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak.
suda'   Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.
süda'   Bir otun adı. ◊ Geçmek.
suda-ger   f. Bezirgân, tüccar.
suda-gerî   f. Ticaret.
sudagî   Zülüfte olan nişan ve alâmet.
sudah   Horozun ötmesi.
sudam (sidâm)   Hayvanların başında olan bir hastalık.
südasî   Altılı. Altılık. Altı harfli.
sudd   Dağ.
südd   Dağ. * Bulut. * Mâni, engel.
suddad   (C.: Sadâyid) 'Sâm-ı ebras' denilen kertenkele. * Suya varacak yol.
südde   (C.: Süded) Kapı, eşik.
sude   f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş.
süded   (Südde. C.) Kapılar, eşikler.
sudeka   (Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar.
sudg   (C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç.
südg   (C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.
sudkan   (Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.
sudmend   f. Kazançlı, faydalı, kârlı.
sudre   Acem gömleği.
süds   (Südüs) Altı kısımda bir kısım.
sudud   Men'etmek, engel olmak.
şüdun   Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak.
sudur   Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.
süeba'   Esnemek.
sueda   (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
süeda   (Bak: Suedâ)
suf   (C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim.
süf'a   Kırmızılığa yakın olan siyahlık.
şüf'a   Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk.:Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması.
süfae   (C.: Süfâ) Bir ot cinsi.
şüfafe   Kap dibinde kalan su.
süfal   Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve.
sufar   Yürekte sarı suların toplanması. ◊ f. Ok gezi. * İğne deliği.
sufariye   Sarı asma adı verilen bir kuş.
şüfea'   (Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.
sufef   (Sofa. C.) Sofalar.
süfeha   (Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler.
süfela   (Sefil. C.) Sefiller.
süfera   (Sefir. C.) Sefirler, elçiler.
suffa   (Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki.
suffah   Enli uzun taş.
süffar   (Sâfir. C.) Yolcular.
sufi   (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.
süfl   Tortu, çöküntü.
süfla   (Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz.
süflî   Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan.
süfliyat   Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.
süfliyyet   Alçaklık, bayağılık, âdilik.
sufn   Çobanların dağarcığı.
sufr   (Sıfr) Bakır. Tunç.
şüfr   (C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı.
süfre   Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.
şüfre (şefre)   (C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer.
sufret   Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu.
sufrit   (C.: Safârit) Fakir.
sufruf   Üzüm çöpü. * Hurma çöpü.
süfte   f. Delinmiş, delikli.
süfte-guş   f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik.
süftece   (C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.
sufuf   (Saf. C.) Saflar. Sıralar.
şüfuf   Zayıf olmak.
süful   Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek.
süfül   (C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek.
sufun   (Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler.
süfün   (Bak: Sufun)
şüfun   Göz ucuyla bakmak.
süfüvv   Yürümeye ve uçmaya başlamak.
sufvan   Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.
süfyanî   Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.
şugl   İş, meşgul olunacak şey, gaile.
şugmum   Uzun, tavil.
sugra   (Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar)
sugre   (C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik.
şugul   (Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler.
şügül   (C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak.
sugur   Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar.
şügur   Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak.
sugv   Meyletmek, yönelmek, eğilme.
sugvar   f. Kederli, acılı.
suh   Duvar.
şuh   f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak. ◊ (Şıh) Bahil, cimri, hasis kimse.
şuh-meşreb   f. Açık meşrebli, şen ve neşeli.
süha   Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.
şuha   Karın ağrısı.
sühad   Uyanıklık.
suhaf   Akciğer veremi.
sühaf   Verem hastalığı.
sühal   Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar.
sühale   Küçük tavşan.
süham   (Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey. * Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler. * Yumuşak kumaş, elbise. ◊ Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * More…
suhan   f. Törpü.
sühan   f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz.
sühan-ârâ   f. Düzgün ve güzel söz söyleyen.
sühan-çin   f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu.
sühan-dân   f. Güzel söz söyleyen.
sühan-fehm   f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden.
sühan-gû   f. Söz söyleyen, söz söyleyici.
sühan-güzar   f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen.
sühan-perdaz   f. Güzel ve düzgün söz söyleyen.
sühan-pira   f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen.
sühan-rân   f. Güzel söyleyen, güzel konuşan.
sühan-senc   (C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan.
sühan-şinas   f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden.
sühan-ver   f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan.
suhansera   (C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen.
suhar   Umman kasabası. * Bir erkek ismi.
suhare   Başkasıyla alay eden. ◊ Yağ kıkırdağı.
sühbe   Derin.
şühbe   Siyaha galip olan beyazlık.
suhd   (C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su.
şüheda   (şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid)
suhen   (Sehun - Suhun) f. Söz.
süheyl   Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)
süheyla   Yumuşak huylu kadın.
suhf   Akıl ve fikrin zayıf olması.
şuhh (şihh)   Bahillik.
suhk   Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet.
sühl   Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.
suhme   Karalık, siyahlık.
sühme   Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet.
suhnan   Sıcak, kızgın. * Sıcak gün.
suhne   Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak.
sühnun   Rüzgârın ve yağmurun evveli.
suhre   Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan. ◊ (C.: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı. * Kırmızıya benzer renk.
sühre   Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı.
şühre   Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak.
suhrekâr   f. Maskaralık yapan. Maskara.
suhriyen   (Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan.
suhriyye   Maskaralık.
suht   Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak mânasına saht'dan alınmıştır. ◊ Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı)
suhte   f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi.
suhub   (Sehâb. C.) Bulutlar.
şühub   Mütegayyer olmak, değişmek.
şühüb   (Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
sühud   Uyanıklık.
sühüd   Uyanıklık.
şuhud   (Bak: şühud)
şühud   şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme.
şühudî   Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub.
suhuf   (Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap.
sühuh(a)   Dökülmek. * Semiz ve besili olmak.
sühuk   Kaftanın eskimesi.
sühuk(e)   Şiddetli rüzgâr. Katı yel.
suhulet   Kolaylık. (Bak: Sühulet)
sühulet   Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet)
sühulet-bahş   f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik.
sühum   Demirci çekici.
şuhum   (Şahm. C.) Yağlar, içyağlar.
sühumet   Akrabalık, hısımlık.
suhun   (Sahne. C.) Sahneler.
sühunet   Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi. ◊ Katılık, peklik.
suhur   (Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar.
sühur   Uyanık olmak.
şuhur   (Bak: şühur)
şühur   (şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler.
şühus   Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak. More…
sühve   Yumuşak. Sükun, sessizlik.
suk   Çarşı, pazar. Alım satım yeri.
suk'   Taraf, yön. * Nahiye.
suk'a   Başın ortasındaki beyazlık.
suka   Çarşı adamı, esnaf.
suka'   Horoz sesi, horoz ötüşü.
sukab   (Sukbe. C.) Delikler.
şükaf   (Bak: şikâf)
şukak   Bir çeşit hayvan hastalığı.
sükala'   (Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.
sükara   (Sekren. C.) Sarhoşlar.
şükara   Sütlü deve. * Sütlü koyun.
sükat   Yüksek yerden düşen nesne.
şükat   (şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler.
sukata   Kırıntı, döküntü, artık.
sukataçin   f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan.
sukatahâr   f. Kırıntı, artık yiyen.
sukaybe   Küçük delik, delikçik.
sukb   (C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak.
sukbe   (C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.
sukî   Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı.
sükk   Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu.
şukka   Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere.
sükkân   (Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu.
sükker   şeker.
sükkerî   şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı.
sükl   Kadının çocuğunu kaybetmesi.
sukl(e)   Böğür. * Taraf, yön.
şükle   Gözün ağındaki kırmızılık.
şükm   Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti.
sukm (sekam)   (C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz.
sükn   Yolun ortası.
sükna   Oturacak yer. Mesken.
sükne   Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir.
şükr   (Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür.
şükran   İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli.
şükraniyet   Şükranlık.
şukre   Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.
şükrgüzar   f. İyilik bilen, teşekkür eden.
sükte   Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.
sukub   (Sakb ve Sukb. C.) Delmeler veya delinmeler. * Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler. ◊ (Sukbe. C.) Delikler.
sükub   (Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi. ◊ (Sakb. C.) Delikler. ◊ Yetişmek.
sukuf   (Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat.
şükuf(e)   f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk.
şükufezar   f. Çiçek bahçesi.
şüküfte   f. 'Açılmış' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte  - Yeni açılmış.
şükuh   f. Azamet, ululuk, celal.
sukuk   şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.
sükuk   (Bak: Sukuk)
şukuk   (Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar.
şükuk   (şekk. C.) şekler, şüpheler.
sükul (sâkil)   Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın.
sükûn   Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm)
şukune   Azlık.
sükûnet   Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik.
sükûnetgâh   f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar.
sükûnetperver   f. Dinlendirici, rahatlandırıcı.
sükûnetyâb   f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran.
şükur   Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme.
sükuredyun   Yaban sarmısağı.
sukut   Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü More…
sükût   Susma. Konuşmama.
sükûtî   Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.
sukutiye   Paraşüt.
sukve   Toprak kap.
sukya   (Saky. den) Sulamak.
sülae   Hurma yaprağının, başında olan dikeni.
sülah   Necis, pis.
sulahfat   (C.: Selâhif) Kaplumbağa.
sülal   İshal olmak.
sülale   Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı. ◊ Soy, sop. Bir kimsenin soyu.
sülam   El arkası.
sülama   Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik.
sülas   Akıl gitmek. * Delirmek.
sülasa'   Salı.
sülasî   Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime.
sülasî mezid   Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.
sülasî mezidün fih   Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.
sülasî mücerred   Gr: Üç harfli aslî kelime kökü.
sulb   Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.
sulbî   Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.
sulbiye   Nesebi hâlis olan.
sulbiyet   Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk.
suleha   (Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar.
sülehfat   (C.: Selâhıf) Kaplumbağa.
sülek   (C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke) ◊ Cemaat, topluluk.
sulfato   (Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı.
sülfe   Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.
sulh   Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık.
sulh-âmiz   f. Ara bulucu, barıştırıcı.
sulh-nâme   f. Sulh, barış kâğıdı.
sulh-perver   f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever.
sulhen   Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle.
suliyy   Ateşin yanması.
sulla'   (C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi.
sullaa   Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer.
süllaf   (Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar.
sülle   Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para.
şülle   Niyyet. * Uzak emir.
süllem   Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.
sülme   Çatlak, gedik.
sulsul   (C.: Salâsıl) Üveyik kuşu.
sulsule   Havuz veya kap dibinde kalan su artığı.
sult   (C.: Eslât) Büyük bıçak.
sült   Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı.
sulta   Baskı, otorite.
sülta   Uzun ok.
sültah   Düz kaypak taş.
sultan   Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * More…
sultan reşad   (Mil: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi More…
sultan selim han   (Bak: Yavuz Sultan Selim)
süluc   (Selc. C.) Karlar.
suluh   Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.
süluk   (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
sulul   Bozulup fena kokmak.
sülüs   Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi.
sülüsan   Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım.
sülüseyn   Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki.
sülüsî   Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili.
sum   Sarımsak.
süm   f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı.
şum   Hayırsız kişi.
sum'   Pervane denilen kelebek.
sum'a   İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık.
süm'a   (Bak: Sum'a)
şuma   f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri)
sümak   Hâlis, sâfi.
sümame   (C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek.
sümanat   (C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.
şümar   f. Hesap, sayı. * Sevgi, muhabbet. ◊ f. Sayan, sayıcı. Eden, edici.
şümarende   f. Sayan, hesab eden.
sumari   Dübür.
şümaride   f. Sayılmış, hesab edilmiş.
sumat (sumt)   Susmak, sükut etmek.
sume   Koyuna yapılan işaret ve nişan.
sümeniyye   Puta tapanlardan bir fırka.
şümhut   Uzun, tavil.
sümkat   Kızıl, kırmızı, ahmer.
sumluh   Kulak kiri.
summ   İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar.
sümm   Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf.
sümmak   Türkçede 'tadım' denilen ekşi taneler.
summaki   Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş.
sümme   Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak 'vav' mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet More…
sümmeha   Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek.
sümn   Sekizde bir.
sumnat   f. Kilise, puthane.
sümne   Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.
sümpare   Zımpara.
sümr   Mal.
sümre(t)   Esmerlik, karayağızlık.
şümruh   Hurma budağı.
şüms   (C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık.
sumsum   Çok katı olan.
sümu   Yücelik, yükseklik.
şümu'   (Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları.
sümud   Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak.
sumug   (Samg. C.) Zamklar.
sümuh   Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.
şümuh   Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed.
sümuhat   El açıklığı, cömertlik.
sümuk   Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
sumul   Sertlik, kuruluk, katılık.
sümul   Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.
şümul   Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak.
sümum   (Semm. C.) Zehirler, ağular.
sümün   Sekizde bir.
sümür   Gümüş.
şümürde   f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış.
şümus   (şems. C.) şemsler, güneşler.
sumut   Susma, sükut. * Somurtma.
sümut   (Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler. ◊ (Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar. ◊ (Semt. C.) Semtler, yönler.
sümüvv   Yücelik. Yükseklik.
sun'   Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak.
sun'î   İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.
sunafir   Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu.
sünaî   İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime.
sunan   Koltuk kokusu.
şünan   Perâkende, dağılmış.
sünat (sinât)   (C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.
sünbade   f. Zımpara.
sünbazih   Zımpara.
sünbe   Suret.
sünbük   (C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.
sünbülât   (Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar.
sünbüle   Başak.
sunbur   (C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.
sündüs   Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş More…
sündüs-misal   f. Sündüsten yapılmış gibi.
sündüsî   Sündüsten yapılmış.
sünen   Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet)
sünepe   Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis.
şünhub(e)   (C.: Şenâhıb) Dağbaşı.
sünnet   Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. ◊ Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar.
sünnetullah   İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
sünnî   Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle More…
şünşün   Zeyrek ve akıllı genç yiğit.
şüntür   (C.: şenâtir) Parmak.
sunuat   Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler.
sünud   Dayanmak, güvenmek, itimad.
şünue   Uzak olmak. Irak olmak.
sunuf   (Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler.
sünuh   (C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek. ◊ Sâbit olma. More…
sünuh (senâha)   Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
sünuhat   (Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha)
sünun   (Sene. C.) Seneler, yıllar.
sünya   İstisnadan bir isim.
sünyan   (C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.
şünzuve   (C.: Şenazi) Dağ kenarı.
süpare   (Bak: Sipare)
suples   Fr. Yumuşaklık, esneklik.
süpürde   f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş.
şüpüş   f. Bit.
sur   (Suret. C.) Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Buna Sur-u İsrafil de denir. * Boynuzdan yapılan düdük. ◊ Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek More…
şur   f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü.
sur'a   Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik.
sür'a   Evmek, acele etmek.
sür'at   Çabukluk. Hız.
sür'aten   Sür'atle, hemen, derhal, çabuk.
sür'ub   Gelincik adı verilen hayvan.
sür'uf   Yumuşak, hafif.
şur-baht   f. Bahtsız, talihsiz.
şur-efgen   f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran.
şur-engiz   f. Gürültü çıkaran, şamata yapan.
sur-na(y)   f. Zurna.
sur-naî   f. Zurnacı.
sur-name   (Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar.
süra   Gece seyri.
şura   Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme.
şura suresi   Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, 'Hâ mim ayn sin kaf' Suresi de denir.
suraa   Pehlivan ve bahadır kimse.
şurab (şurâbe)   f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı.
şürabiye   f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak.
süradik   (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.
sürag   f. İz, işaret, eser.
surah   Bir tavus kuşu ismi. * Kapının gıcırdaması. * Ses. * İnlemek. ◊ f. Delik. Gedik.
surahi   Su şişesi, sürahi.
suram   Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt.
sürat   Her nesnenin üstü ve ortası.
sürb   f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı.
şürb   İçme. İçilme.
sürbe   (C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer.
sürcuce   Tabiat. * Tarikat.
sürdah   (C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer.
sürdak   (C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev.
sürde   Ekmeği yağla ıslamak.
sure   Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan.
şure   f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak. ◊ Heyet.
şürebe   Çok içen. Çok içici olan.
sured   (C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.
şüref   (şerefe ve şürfe. C.) şerefeler.
şürefa   (Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar. More…
süreha'   (Sarih. C.) Saf ırklar.
şüreka   (şerik. C.) şerikler, ortaklar.
surencan   Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü.
suret   (C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare.
suretâ   Görünüşte. Zâhiren.
suretbend   f. Tasvir yapan. Resimci.
sureten   Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.
suretger   f. Suret yapan, resim çizen, ressam.
suretperest   f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest)
suretpezir   f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen.
suretyâb   f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen.
süreycî   Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip 'süreycî' derler.)
süreyya   'Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta 'Ikd-ı More…
şurezar   Çorak yerler, verimsiz araziler.
sürfe   f. Öksürük.
sürh   Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb. ◊ Seri nesne.
sürh-âb   f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap.
sürha   Su yolu.
sürhî   Kırmızılık, kızıllık.
sürhub   Uzun, tavil.
surî   Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
şuride   f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun.
şuridegî   f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük.
şuriş   f. Karışıklık, kargaşalık.
şuristan   Çorak yerler.
süriyye   (C.: Serâri) Cariye, odalık.
sürm   (C.: Esrem) Necisin çıktığı yer. ◊ Ön dişlerin dökülmesi.
sürmüle   Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi.
surna-pa   f. Zürafa.
sürpriz   Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey.
sürr   Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği.
şürr   Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek.
surrad   Yağmuru olmayan ince bulut.
sürrak   (Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler.
surre   (C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
sürre   (C.: Sürer - Sürrât) Göbek.
sürrî   Göbekle alâkalı. Göbeğe ait.
sürriyye   Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye.
şürruf   Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.
şürse   Papuç. Nâlin. Ayakkabı.
şürsuf   (C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı.
sursur   Büyük kuvvetli deve.
sürsur   Âlim ve akıllı kişi.
şürşur   Yund kuşu dedikleri kuş.
şurta   (Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma.
şürta   (C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.
sürtüm   Kap içinde kalan yemek artığı.
sürü   Tar:  Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle More…
şuru'   Başlama. Mübaşeret etme.
şüru'   Başlamak. (Bak: şuru')
sürub   (Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar. ◊ Taşraya gitmek.
süruc   (Serc. C.) Eyerler, at takımları.
surud   Soğuk yer.
sürud   f. Terennüm. Şarkı, türkü.
suruf   (Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler.
suruh   (Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar.
şüruh   (Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar.
şüruk   Tulu' etmek, doğmak.
sürun   Kalça başı.
sürur   (Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler. ◊ Sevinç. Neş'eli olmak.
şürur   (şerr. C.) şerler. Kötülükler.
süruş   (C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.)
şurut   (Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller.
şürut   (Bak: şurut)
süryanî   Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan.
sürye   Gece seyri. * Ulaşmak, varmak.
sus   Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü. ◊ Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan.
şus   Pak etmek, temizlemek.
şüs   f. Akciğer.
şüş   f. Karaciğer.
susen   f. Susam.
susmar   f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler.
süst   f. Gevşek, tembel, sölpük.
şüst   f. Yıkama.
şüste   f. Yıkanmış.
süstî   f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik.
şüsu'   Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma.
şüsub   Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet.
şusy   Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.
sut   (C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş.
süta'   Nezle.
sütahî   Oturak yeri büyük olan kişi.
şutbe   (C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.
sütre   Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. More…
şuttar   Pazu hareketi.
sutu'   Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma.
sütu'   Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak.
sütude   (C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer.
sütuh   f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz.
şütum   (şetm. C.) Küfürler, sövmeler.
sütun   f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon.
sutur   (Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri.
sütur   (Sitr. C.) Örtüler. Perdeler. ◊ f. Binek ve yük hayvanı. ◊ (Bak: Sutur)
şutur   Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve. ◊ Irak, uzak, baid.
şütür   f. Deve.
şütür gürbe   'f. 'Deve ile kedi': İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü.'
süturbân   f. Hayvana bakan. Seyis.
şütürbân   f. Deveci. Deve çobanı.
şütürbâr   f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık.
süturdân   f. Ahır.
sütürde   f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
şütürdil   f. Deve huylu, kinci, inatçı.
sütüre   f. Ustura.
sütürg   f. Büyük, iri, muazzam.
şütürgâv   f. Zürafa.
şütürleb   f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse.
şütürmürg   f. Devekuşu.
şütürpâ   f. Deve ayaklı. * Kekik otu.
sütut   Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler.
şutut   (şatt. C.) Büyük nehirler.
şuub   (şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler.
şuubat   (şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler.
suubet   Zorluk, güçlük.
şüubiyye   Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife.
suud   Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak. ◊ Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar.
suude   İyi addetmek. Mübarek saymak.
şuun   (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
şüun   (Bak: şuun)
şuunat   Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler.
şüunât   (Bak: şuunât)
suur   (Sivâr. C.) Bilezikler.
şuur   Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar.
suut   Enfiye.
suva'   Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.
süva'   Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put.
suvab   (C.: Su'bân) Bit sirkesi.
süvaf   Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü.
suvan (sivân)   (C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.
suvar   (Bak: Süvar)
süvar   f. Ata binmiş. Binici.
süvar olmak   Ata binmek. Yola çıkmak.
süvarî   Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı.
şüvaye   Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a.
şuvaz   Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama.
şüvaz   (Bak: şuvaz)
süvba'   Gittikten sonra yine dönmek.
suver   Boynuz. * (Suret. C.) Suretler.
süver   (Sure. C.) Sureler.
suveyda   (Bak: Süveyda)
süveyda   Siyahlık.
süveyş   Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.
şuveyy   Yavaş.
süvre   (C.: Sivere-Sire) Dişi sığır.
süvüm   f. Üçüncü.
suvvam   (Sâim. C.) Oruç tutanlar.
suy   f. Cihet, yön, taraf. ◊ Kurumak.
şuy   f. Koca, eş, zevc.
şuyide   f. Yıkanmış.
süyu'   Suyun akması.
şüyu'   Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma.
suyuf   (Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
süyuf   (Seyf. C.) Kılıçlar.
süyuh   (Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler.
şüyuh   (Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar.
süyul   (Seyl. C.) Seller.
süyum   Emin, mahfuz.
süyutî   (Bak: Celaleddin-i Süyutî)
suz   f. (Suhten: Yanmak mastarından) 'Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak' mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. ◊ f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık.
şüzam   Tuz. * Akrep ve arı dikeni.
suzan   f. Yakan, yakıcı. Ateşli.
suzen   f. İğne.
suzende   f. Yakan. Yakıcı.
suzenger   f. İğne yapan, iğneci.
suzer   (C.: Suzerât) Necis, pis, murdar.
suzî   f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili.
suziş   f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması.
şüzub   Davarın ince belli olması.
şüzur   (Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.
şüzuz   (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak.
şüzzaz   Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.
tâ be kiyamet   Kıyamete kadar.
tâ bekey   Ne vakte kadar.
tâ haşre dek   Haşre kadar.
ta key   f. Ne vakte kadar?
ta' (tae)   Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek.
ta'an(e)   (Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren.
ta'b   Latife etmek, şaka yapmak.
ta'bid   Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak.
ta'bie   Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak.
ta'bir   (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve More…
ta'birat   (Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.
ta'biye   Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ('Tabya' More…
ta'cib   Hayrete düşürme, şaşırtma.
ta'cif   Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek.
ta'cil   Acele ettirme, hızlandırma.
ta'cilât   (Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.
ta'cim   Noktalama, noktalatma.
ta'cin   (Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme.
ta'ciz   (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.
ta'cizât   (Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.
ta'dad   Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak.
ta'did   Sayma. * Hazırlanma, hazırlanılma. ◊ Mübâlağa ile ısırmak.
ta'dil   (Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.* Hafifletmek. * Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak. ◊ Darlık vermek. * Veledi karnında büyük olup doğurması güç olmak. More…
ta'dilat   Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
ta'diye   Tecavüz ettirmek, geçirmek. * Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: 'Gülmek. Den- Güldürmek. Ölmek. Den- Öldürmek' gibi. ◊ Dağılmak. * Koyunun yününü kırkmak.
ta'dud   Çok tatlı kara hurma.
ta'fir   Tozlu ve topraklı yapmak. * Ağartmak, beyazlatmak. * Kirletmek. Mülevves etmek. * Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi. * Güneşte et kurutmak.
ta'kib   Gözlemek. * Yolunda gitmek. * Peşinden yürümek. * Suçlunun suçunu araştırmak. * Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi. * Bir şeyi ciddiyetle istemek.
ta'kibât   Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.
ta'kiben   Takip ederek, takip suretiyle.
ta'kid   Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma. * Düğümlenme, düğümleme.
ta'kif   Eğriltmek.
ta'kil   Devenin ayağına ip takıp bağlamak.
ta'kim   (Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma.
ta'kir   Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme. ◊ Suyu bulanık etmek.
ta'lik   Asmak. * Geciktirmek. * Bağlanmak. * Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, More…
ta'lil   Sebep göstermek. * İllet. Bahane. * Müessirden esere yapılan istidlâl. (Bak: Bürhaân-ı limmî)
ta'lim   Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
ta'limat  Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.
ta'limat-name   f. Yönetmelik.
ta'limgâh   Tâlim ve öğrenme yeri.
ta'limhane   f. Öğrenme yeri. Ta'lim yeri.
ta'lin   Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.
ta'lit   Devenin yularını başından indirmek. * Deve boynuna nişan etmek.
ta'liye   Yükseltme.
ta'm   Yeme. Tad. Lezzet. Zevk.
ta'mid   Vaftiz etmek.
ta'mik   (Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.
ta'mikat   (Ta'mik. C.) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.
ta'mim   Umumileştirme. Herkese bildirme.
ta'mimen   Ta'mim suretiyle. Herkese bildirmek suretiyle.
ta'mir   Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.
ta'mirât   (Tamir. C.) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.
ta'miye   (Amâ. dan) Körletme. Kör etme. * Kapalı şekilde anlatmak. * Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.
ta'n   Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek. * Küfretmek. * Muhalifin iddialarını çürütmek. * Vurmak. * Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
ta'ne   Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme.
ta'ne-zen   f. Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren.
ta'nif   Şiddetle azarlamak. * Darılmak. * Meşakkat vermek. Melâmet etmek.
ta'nifât   (Ta'nif. C.) Şiddetle azarlamalar, darılmalar.
ta'nik   (Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak.
ta'nis   Büluğdan sonra kızın kendi evlerinde çok durması.
ta'niye   İncitmek.
ta'rib   Bir kimseden söz nakletmek. * Çirkin etmek. * Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek.
ta'ric   Meyletmek, eğilmek. * Bir nesne üzerinde durmak. * Çıkıntı. Tümsek peyda etme.
ta'rid   Kaçmak. * Gitmek.
ta'rif   (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. More…
ta'rife   Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı.
ta'rik   Şaraba biraz su katmak. * Kovayı doldurmak. * Terletmek. * Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak. ◊ Ovmak.
ta'rir   Yere dökmek.
ta'ris   Düğün yapma. Bir kızı gelin etme. ◊ Et kurutmak.
ta'riş   Üzüm çubuğuna çardak yapmak. * Temel yapmak.
ta'riye   Soyma. Çıplaklaştırma.
ta'riz   Dokunaklı söz söylemek. Kapalıca yapılan sitem. Kinâye ile söylemek. ◊ Gizleme, saklama. * Sağlamlaştırma. * Alıp götürme.
ta'rizât   (Ta'riz. C.) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.
ta'sene   Ahlâkı yaramaz kadın. * Çok, kesir.
ta'sib   İhata edip kaplamak, içine almak. * Bir kimsenin başına taç koymak. * Açlıktan dolayı karnını bağlamak.
ta'sil   (Asel. den) Bal katma, ballandırma.
ta'sir   (C.: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma. ◊ (C.: Ta'sirât) (Usr. dan) Güçleştirme.
ta'şir   (C.: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma. * Ona bölme.
ta'şiş   Hurmanın yaprağının az olması. * Kuşun yuva yapması.
ta'şiye   Akşam yemeğini yemek.
ta'te   Cinli olmak. Delirmek.
ta'tif   Şefkat uyandırmak. Acındırmak.
ta'tik   Eskitmek.
ta'til   Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. * Kesmek. * Muattal bırakmak. * Ziynetsiz etmek, süssüz yapmak.
ta'tir   (Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma. ◊ Dizmek.
ta'tis   (Atse. den) Aksırtma, aksırtılma.
ta'tiş   Susatma, susatılma.
ta'vic   Eğme, eğip bükme. Eğriltme.
ta'vid   (Deve) çok yaşamak. * Âdet edinmek. Alıştırmak, âdet ettirmek.
ta'vik   İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek. * İşinden alıkoymak.
ta'vil   İtimat etmek. * Sesle ağlamak.
ta'vim   Arpayı ve buğdayı tutam tutam biçip yığmak.
ta'vin   Evde kâhyâ kadın.
ta'vir   Gözsüz etmek. Kör etmek.
ta'vis   Güç etmek, zorlaştırmak.
ta'viz   Nazar veya kötü şeylerden muhafaza için takılan dualı kâğıt, nüsha. Muska. ◊ Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek. * Değiştirmek.
ta'vizât   (Ta'viz. C.) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para.
ta'vizen   Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.
ta'yib   Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek.
ta'yibât   (Ta'yib. C.) Ayıplamalar.
ta'yid   Bayram etmek.
ta'yil   Davarı yürütmek.
ta'yin   Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.
ta'yin-kerde   f. Belirtilmiş. Tâyin edilmiş.
ta'yir   (C.: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.
ta'yis   Görmeden bir cismi eliyle aramak.
ta'yiş   Diri tutmak.
ta'zib   Davarları gece yabanda otlatıp eve getirmemek. ◊ Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek.
ta'zibât   (Ta'zib. C.) Eziyetler, tâzibler, azablar.
ta'zil   Azletme. İşinden çıkarma. ◊ (C.: Ta'zilat) Ayıplama.
ta'zim   Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.
ta'zimat  (Ta'zim. C.) Hürmet ve riayetler. Tazimler.
ta'zimen   Hürmet ve ikram ederek.
ta'zir   Siyaset. * Tehdit etmek. * Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek. * Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafından tatbik edilen cezalar hakkında kullanılır bir ıstılahtır.Ta'zirin meşruiyeti; Kitab ile, Sünnet-i Nebeviye ile ve icma-i ümmet ile sabittir.
ta'zirat   (Ta'zir. C.) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler. ◊ (Ta'zir. C.) Azarlamalar, ta'zirler, tekdirler.
ta'ziyane   f. Ta'ziye eder surette. Ta'ziye ederek.
ta'ziye   Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. 'Allah sabr-ı cemil ihsan etsin' diye söylemek.
ta'ziz   Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek.
ta-be   f. '... e kadar' mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir.
taa   Muti olmak. İtaat etmek.
taab   Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.
taab-âver   f. Yorgunluk veren.
taabbüd   İbadet etmek. Kulluk etmek.
taabbüs   Sayıklama. * Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme. ◊ (C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.
taac'uc   Çeşitli seslerin birbirine karışması.
taaccüb   şaşma, hayret etme. Tahayyür.
taaccüc   Şamata, gürültü, patırtı.
taaccül   Acelecilik. Acele etmek.
taaccülat   (Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler.
taaccün   (Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma.
taacib   Acayib şeyler. Tuhaf şeyler.
taaddi   Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
taaddüd   Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme.
taadi   Düşmanlık etmek.
taadül   Beraberlik, eşitlik.
taaffüf   İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma.
taaffün   (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
taaffünat   (Taaffün. C.) Fena ve pis kokular.
taahhüd   (Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.
taahhüdât   (Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler.
taahhüdnâme   f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika.
taakkud   (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.
taakkul   Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ)
taala   (Bak: Teâlâ)
taalluk   Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
taallukat   Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.
taallül   (İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret.
taallülât   (Taallül. C.) Ağır davranma.
taallüm   (İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.
taallün   Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.
taam   Yemek. Yenilen şey.
taamiye   Yemeklik. Yemek parası.
taammi   Kör olma. Görmez hale gelme.
taammüd   (Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma.
taammüdât   (Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler.
taammüden   Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile.
taammüdî   (Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı.
taammuk   (Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.
taammukat   (Taammuk. C.) Derinleşmeler.
taammül   Amel etme. Çalışma. Vazife yapma.
taammüm   Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini 'amca' diye çağırma.
taannüd   (İnad. dan) İnad etme. Ayak direme.
taannüdât   (Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler.
taannüf   Azarlama. Darılma.
taannüt   Herkesin yanlışını arama.
taarr   Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek.
taarrüb   Araplaşma. Arap kılığına girme.
taarrüf   Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma.
taarruk   (Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak.
taarrüm   Kemikten et soymak.
taarrus   (C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.
taarruz   Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.
taarüc   Aksaklanmak.
taarüf   Birbirini bilmek, tanımak.
taarüz   Muaraza edişmek, çekişmek.
taassub   '(Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa More…
taassubkâr   f. Taassub gösteren. Mutaassıb.
taassüf   Sapmak, doğru yoldan çıkmak.
taassüfât   (Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar.
taaşşuk   Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
taassür   (Usur. dan) Güçleşme. Güç olma.
taasür   Güç yapmak, zor yapmak.
taat   İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.
taatgâh   f. İbadet yeri. İbadetgâh.
taattuf   (Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme.
taattufât   (Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.
taattul   (Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma.
taattur   (Itr. dan) Güzel kokular sürünme.
taavvüc   (C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma.
taavvüd   (Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek.
taavvuk   (Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
taavvuz   (İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak.
taavvüz   Allah'a (C.C.) sığınırak 'Euzubillâh' demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.
taayyün   Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
taayyünat   Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.
taayyüş   (Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
taazi (taazzi)   Musibet vaktinde' İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun' demek.
taazum   Gözünde büyümek. Büyük görünmek.
taazzi   Uzuv peydâ etme. Şekillenme.
taazzüb   Evlenmeyip bekâr kalmak.
taazzum   (Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek.
taazzumât   (Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler.
taazzür   Özür bildirmek. * Güçleşmek Güç olmak. ◊ Tâzim etmek. Hürmet etmek.
taazzüz   Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme.
tab   f. 'Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab  - Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. 
tab'   Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür.
tab'a   Bir kere basılma.
tab'an   Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.
tab'hane   f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer.
taba'   Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması.
tababet   Hekimlik. Doktorluk.
tabah   Kuvvet.
tabahat   Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.
tabahece   Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.)
tabak  (C.: Etbâk) Örtü. * Hâl. * Cemaat, topluluk. * Kabile. ◊ (Bak: Debbag)
tabak-çe   f. Küçük tabak.
tabaka   Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt.
tabaka'   Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse.
tabakat   Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
tabakhane   Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ)
taban   f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş.
tabançe   f. El ayası, avuç içi.
tabankeş   f. Yaya yürüyen piyade.
tabasbus   Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
tabasbusât   (Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
tabaşir   Hind hıyarı' denilen bir deva.
tabassur   (Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.
tabaver   (Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan.
tabayi'   Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar.
tabb   Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim.
tabbağ   Kılıç yapan kimse.
tabbah   (C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı.
tabbahîn   (Tabbah. C.) Aşçılar.
tabbal   Davulcu.
tabdade   f. Parlatılmış, yandırılmış.
tabdar   f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı.
tabdarî   f. Parlaklık.
tabdih   f. Işık veren. * İplik bükücü.
tabe   (Tayyib. den) ' İyi ve temiz olsun' mânasınadır. ◊ Hurma. * Hamr. ◊ f. Tava.
tabel   (Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat.
taben   (Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.
tabende   f. Işık veren, parlayan.
taberzed   Bir cins şeker.
tabeseher   Sabaha kadar.
tabh   Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma.
tabhî   Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.
tabi'   Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, More…
tabiat   (Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler.
tabiat-i ma'siyet   f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak.
tabiati taklid   Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme.
tabiatperest   f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden.
tabib   (C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim.
tabibân   (Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler.
tabih   (Tabh. dan) Pişiren, aşçı. ◊ Suda pişmiş et yahnisi.
tabiha   Öğle sıcağı.
tabiî   Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden. ◊ Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve More…
tabiiyyet   Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma.
tabiiyyun   Tabiatçılar. Naturalistler. 'Her şeyi tabiat yapıyor' diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler.
tabik   Büyük kiremit.
tabil   (C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne.
tabiş   f. Parlayış, parıldayış.
tabiş-geh   f. Parıltı yeri.
tabistan   f. Yaz mevsimi.
tabiûn   (Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî)
tabl   Davul. * Kulak zarı.
tabl-baz   f. Davulcu.
tabl-hane   f. Büyük davul.
tabl-zen   f. Davulcu.
tabldot   Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek.
table   Dirhem.
tablek   Dünbelek.
tabn   Defnetmek, gömmek. * Tanbur.
tabnak   f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
tabs   İnsan.
tabtaba   Su çağıltısı. * Tıpırtı.
tabu   (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.
tabut   (C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası.
tabv (taby)   Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek.
taby (tiby)   At, katır, eşek ve geyik memesi.
tac   'Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; More…
tac ü serir   Taç ve (üzerine oturulan) taht.
tacbeyt   Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit.
tacdar   f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar.
tacdarane   f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca.
tacdarî   f. Padişahlık, hükümdarlık.
tacen   Tava. * Büyük kiremit.
tacgah   f. Hükümet merkezi.
tacir   Ticaret yapan, ticaretle uğraşan.
tacser   (Bak: Tâc-ı ser)
tacver   f. Hükümdar, pâdişâh.
tad'if   İki kat yapmak. * Çoğaltmak. * Zayıflatmak.
tada'du   Alçak gönüllülük gösterme. * Viran olma. * Aklını kaybetme.
tadabbüb   Besililik. Semizlik.
tadabbür   Muhkem olmak, sağlamlaşmak. * Bağlanmak.
tadaccu'   Üşenme, gevşek davranma.
tadaccur   (Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması.
tadacüm   İhtilâf. Anlaşmazlık. * Eğrilik.
tadadd   Birbirine düşmanlık etmek.
tadafür   Bir yere toplanmak. * Yardım etmek, muâvenet etmek.
tadagun   Birbirini istemeyip garaz edişmek.
tadahduh   şarap dökülmek.
tadahhum   Ağızla tutmak.
tadahuk   Gülüşmek.
tadallu'   Dolmak. * Suya kanmak.
tadallül   Gedik olmak.
tadamm   Bir yere cem'olmak, toplanmak.
tadammüd   Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.
tadammuh   Bulaşmak.
tadammun   (Bak: Tazammun)
tadarr   Birbirine zarar etmek.
tadarru'   İnlemek.
tadarrus   Diş kamaşması.
tadarug   Sıkılmak.
tadarut   Yellenmek.
tadauf   Kat kat olmak.
tadavvu'   Kokmak.
tadavvüc   Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak.
tadavvür   Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. * İnlemek. * Açlık.
tadbas   Sabun.
tadbib   Semiz etmek, beslemek. * Geri koymak.
tadbir   Tabiatı muhkem olmak. * Nameyi iplikle bağlamak.
tadbis   Sabun.
tadci'   Süstlük etmek, zayıflamak.
tadcir   Can sıkma, yürek daraltma.
tadfir   Saç örmek. * Yürürken çok sallanmak. * Çok çalışmak.
tadhik   Güldürmek.
tadhiye   Kurban kesmek.
tadî   Âdet.
tadli'   Kavunu dilim dilim kesmek.
tadlil   Doğru yoldan sapıtmak. * Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak.
tadmid   Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak.
tadmir   Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.) * İnce belli yapmak.
tadri'   Yakın etmek, yaklaştırmak.
tadrib   Kebabı iyi pişirmek. * Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna 'tadrib-i fi-s-savt' denir).
tadric   Kanatmak.
tadrim   Ateş yakmak.
tadris   Tecrübe görmüş olma.
tadriye   Kandırmak. * Çok hırslı olmak.
tadyi'   Zâyi etmek, kaybetmek.
tadyif   Konuk almak.TAF': Ateşin sönmesi.
tafa   İnce bulut.
tafa'fu'   Evmek, acele etmek.
tafaddul   Faziletlilik iddia etmek, üstünlük iddiasında bulunmak.
tafadul   Fazilet göstermek.
tafaf   Dolu olmak.
tafassi   Halâs olmak, kurtulmak.
tafattun   (Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme.
tafattur   Yarılma, ayrılma, açılma.
tafazzu'   Kesilmek.
tafazzuh   Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık.
tafazzul   (Fazl. dan) Üstünlük taslama.
tafdih   (Fedahat. dan) Rezil etme. Kötülüklerini yayarak adını kötüleme.
tafdil   'Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. * Gr: Bir şeyi 'en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi' gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük More…
tafe   Yağmur. * Karanlık. * Güneşin, batmaya yaklaşması.
tafes   Kir, necis.
taff   Tamam alıp eksik vermek.
tafh   Kaldırmak. * Dolu olmak.
tafi   Her nesnenin üstüne gelen. * Hâriç, dış.
tafif   Az, kalil.
tafih   Dolu, mümteli.
tafk   (Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.
tafn   Ölüm, mevt. * Haps.
tafr (tufur)   Yukarı sıçramak. Kalkmak.
tafra   Yukarıya sıçrama atlama. * Yukarıdan atıp tutma. * İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma.
tafs (tufus)   Ölüm, mevt.
tafşele   Kaygana aşı. * Baklava.
tafsil   Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
tafsilât   (Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
tafsilen   Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak.
tafsiye   Halâs etmek, kurtarmak.
taftaf   Yumuşak taze ot. * Ağacın çevresi.
taftafe   (C.: Tavâtıf) Böğür, hâsıra.
tafthane   f. Matbaa. Basımevi.
taftin   (Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme.
taftir   Orucunu açmak.
tafv   Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması. * Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi. * Bir işe girmek. * Hayvanın tepe üzerine çıkması. * Ceylânın koşması.
tafzih   (C.: Tafzihât) Rezil etme.
tafziz   Gümüş kaplama, gümüşleme.
tagaddi   (Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek. * Sabah yemeği.
tagaddiyât   (Tagaddi. C.) Gıdalanmalar, beslenmeler.
tagallüb   Zorbalık. * Hilâf-ı hak olarak musallat olmak. İstilâ etmek. * Üstün gelmek.
tagallübât   (Tagallüb. C.) Zorbalıklar, tahakkümler.
tagame   (C.: Tıgâm) Hor ve zelil kimse. * Ufacık kuşlar.
tagamgum   Anlaşılmaz söz.
taganni   (Gınâ. dan) Muhtaç olmamak. * Kâfi bulmak. * Zengin olmak. * Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak. * Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.
tagannüm   (Bak: Tegannüm)
tagaşşi   (Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek.
tagavvül   Renkten renge girmek. Rengini değiştirmek.
tagayyüb   (Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme.
tagayyür   Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek. * Kokmak.
tagayyürat   (Tagayyür. C.) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler.
tagayyüz   Gayzlanma, kin besleme. * Kızma, hiddete gelme.
tagayyüzat   Hiddetlenmeler. Kızmalar.
tagazzi   (C.: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.
tagbir   (C.: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma. * Gücendirme, muğber etme.
tagdiye   Sabah yemeği yedirmek. * Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.
tagfil   (C.: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma.
tagi   (Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan. * Dindar olmayan padişah.
tagiye   Salak, kibirli ve inatçı adam. * Yıldırım.
taglib   Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya 'Ebeveyn' denilmesi gibi.
taglif   (Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma. * İyi kokulu nesneler yapmak.
taglik   (C.: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma. * Kilitleme. * Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme.
taglis   Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir) * Bir işi üzerine almak. * More…
taglit   (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. * Karıştırma.
tagliye   Pahalanma. * Kaynatma.
tagliz   (Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma. * Kaba söyleme. * Pahalanma.
tagmid   Kınına koyma.
tagmis   Batırma, daldırma.
tagmiye   Evin üstüne direk yapmak. * Yüzü bir şeyle örtmek.
tagmiz   Sıkmak. * Gövdesini sıktırıp ovdurmak. ◊ Göz yummak. * Sözü müşkil söylemek.
tagniye   (Gınâ. dan) Birini zengin etmek.
tagr  (C.: Tagrân) Bir küçük kuş.
tagrib   (Gurbet. den) Birini gurbete gönderme. * Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma. * Kovma.
tagrid   Çağırmak. * Kuş ötmek.
tagrik   (Gark. dan) Suda boğma.
tagrim   Ödetme. Ödenme.
tagrir   (C.: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma. * Tehlikeli yerlere düşürmek.
tagris   (Gars. dan) Yere dikme. ◊ Aç etmek.
tagriz   Batırmak. * Çekirgenin kuyruğunu yere batırması.
tagşiş   (Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak. * Aklı gidermek. * Hayran etmek.
tagşiye   (Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek. * (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek.
tagtiye   Örtme, örtülme.
tagun   Azgın kimseler. * Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler.
tagut   İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr. * Her bâtıl mâbud. * Şeytan. * İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.
tagva   Tuğyan. Azgınlık.
tagvir   Sonuna yetişmek. * Çukur yapmak. * Öğle vaktinde uyumak.
tagvis   Medet istemek, yardım istemek.
tagviye   Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.
tagyib   Kaybetmek.
tagyim   (Hava) bulutlu olmak.
tagyir   Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
tagyirât   '(Tagyir. C.) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar.'
tagyiz   (Gayz. dan) Hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.
tagzin   Hışım etmek, kızmak. * Buruşturmak.
tagzit   Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma.
tagziye   Gazâ ettirme, din uğrunda savaştırma.
tagziz   Gümüşle süslemek.
tah   Atmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. * Cimâ etmek. ◊ Hamur.
tâhâ   Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif More…
taha   ('Serdi' manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek. * Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz. ◊ Bulut.
tâhâ suresi   Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir.
taha'   Döşenmiş ve yayılmış yer. * Bir nebat cinsi. ◊ Yüksek bulut. * Gam, hüzün, keder.
tahab   Birbiriyle sevişmek.
tahabbüb   Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.
tahabbüş   Cem'olmak, toplanmak.
tahabbut   Düşünmek. * Aklını eksiltmek, fâsid etmek.
tahacc   Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak.
tahaccüm   (Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek.
tahaccür   Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak.
tahaccürat   (Tahaccür. C.) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.
tahaci'   Eğlenmek. * Tenbellik etmek.
tahacu   Hicvedişmek. Mesel söyleşmek.
tahacüc   Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek.
tahacüz   Men'edişmek, karşılıklı engel olmak.
tahadd   Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek.
tahaddi   Meydan okuma.
tahaddu'   (Hud'a. dan) Bilerek aldanma.
tahaddüb   (C.: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma.
tahaddür   (Hader. den) (Kadının) örtünme(si). Tesettür. * Uyuşma, uyuşturulma. ◊ (Hadr. dan) İnişe doğru akıp gitme. * Yokuş aşağı hızla inme.
tahaddüs   Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek. * Sür'atle idrak etmek. ◊ Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak. * Haber More…
tahaddüş   Tırmalanma. * Üzüntü duyma.
tahadu'   Aldanmış gibi görünme.
tahadüs   Haberleşmek.
tahaf   İnce ve şeffaf bulut. ◊ Yüksek bulut.
tahaffüf   (Hiffet. den) Hafiflemek. Hafif olmak. * Ayağa mest gibi bir şey giymek.
tahaffuz   Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek. * Barınmak.
tahaffuzî   Korunma ile ilgili.
tahaffuzkâr   f. Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden.
tahai   Birbiriyle kardeş olmak.
tahakkud   Kin tutma, kin gütme.
tahakkuk   Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
tahakkük   Kaşınmak. Ovunmak.
tahakküm   (Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla hükmetmek.
tahakkümât   (Tahakküm. C.) Tahakkümler, zorbalıklar.
tahakkümî   Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva.
tahaküm   Hükmedişmek.
tahalhul   (Halhal. dan) Ayağa bilezik takma. * Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi. * Hava cereyanı olması. ◊ Deprenmek, harekete gelmek. * Aşağı etmek.
tahalli   (Halâ. dan) Boşalmak. Boş kalmak. Tenhaya çekilmek. Yalnız kalmak. ◊ (Halâvet. den) Kendi kendini donatmak. Süslenmek.
tahallüb   Sızma. Ter çıkarma. * Sütlenme. Süt peyda etme. * İmrendiğinden ağzının suyu akmak. * Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak.
tahallüd   (Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak.
tahallüf   Geride bırakılma. Arkada kalma. * Değişme. Uygun olmama.
tahalluk   Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
tahallül   (Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak. * Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması. * Dişleri hilâllamak. ◊ (Hall. den) Hallolmak. Eczası birbirinden More…
tahallüm   Bâliğ olmak.
tahallüs   Halâs olmak. Kurtulmak. * Edb: şiirde mahlâs kullanmak.
tahallut   (Halt. dan) Karışma. Karışık olma.
tahalüs   Sövüşmek.
tahamhum   Atın yulaf görünce kişnemesi.
tahami   İhraz etmek. Erişmek. Kazanmak.
tahammi   (Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme. * Perhiz etme.
tahammüc   Dikkatle bakmak.
tahammüd   Ateşin sönmeğe yüz tutması.
tahammuk   Ahmaklaşma.
tahammül   Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
tahammülgezâ   f. Dayanılmaz, tahammül edilmez.
tahammülgüdâz   f. Tahammülü ve dayanmayı yırtıp geçen.
tahammülsuz   f. Tahammülü yok eden. Sabırsızlık veren.
tahammür   Mayalanmak. Ekşimek. * Sarhoşluk verecek hâle gelmek.
tahammürât   (Tahammür. C.) Ekşimeler, mayalanmalar.
tahammus   Büzülme. Büzülüp buruşma.
tahammüs   Sağlamlık, muhkemlik.
tahammuz   Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek.
tahamuk   Ahmaklaşmak.
tahamül   Başkasının zahmetini yüklenmek.
tahamür   Uyuşturmak. * şarap yapmak.
tahan   Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan. ◊ Kendini deli olarak göstermek.
tahanet   Değirmencilik.
tahanni   (Hany. dan) Eğilmek, eğrilmek. * Kınaya boyamak.
tahannüf   Hanefi mezhebinden olma. Hanefî Mezhebine girme.
tahannük   Tülbendi çenesi altından dolamak.
tahannün   Çok istekle sızlanma. * Şefkat etme. * Meyl ve muhabbet.
tahannüs   Kırılmak. * Eğilmek. * Kırılıp bükülür olmak. ◊ Tehir etmek, sonraya bırakmak. ◊ İbadet etmek. * Andını bozmak.
tahannüt   Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek.
taharet   Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
taharri   (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
taharriyât   Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar.
taharrüc   Zahmetli yerden uzaklaşmak. * Günah işlemek. ◊ Günahtan içtinab etmek, günahtan çekinmek.
taharrüf   Sapmak. İnhiraf etmek.
taharruk   Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma.
taharrük   (Bak: Teharrük)
taharrüm   (Haram. dan) Haramdan sakınma. Kaçınma, sakınma, çekinme. ◊ Yarılmak.
taharrüs   Sakınmak, korunmak. ◊ Ekin ekmek.
taharrüş   (C.: Taharrüşât) Tırmalanma.
taharrüz   Sakınma, çekinme, korunma.
taharüc   Tevzi etmek, dağıtmak.
taharüs   Ekin ekmek, tahıl ekmek.
tahaşhuş   Kâğıt hışırtısı. * Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses. ◊ Deprenmek, harekete geçmek.
tahaşi   Bir yana olmak. * Utanmak. * Sıkılmak.
tahaşşi   (Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek.
tahaşşu'   (Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme.
tahaşşüd   Birikme, yığılma. Toplanma.
tahassul   Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.
tahassun   Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.
tahassün   (Bak: Tahassun)
tahaşşün   (Huşunet. den) Katılaşma, sertleşme. ◊ Kin tutmak. * Kokup yemek.
tahassungâh   f. Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak.
tahassur   Eli böğüre koymak.
tahassür   (Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. ◊ Pıhtılaşmak. Kanın pıhtılaşması. ◊ Dili tutulup konuşamamak.
tahassürât   Tahassürler. Hasret çekmeler.
tahassus   (Husus. dan) Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye mahsus kılınmak.
tahassüs   İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek. * Casuslamak. * Aratmak.
tahassüsât   (Tahassüs. C.) Duygulanmalar, hislenmeler.
tahasüb   Hesaplaşmak.
tahasüd   Hased edişmek, düşmanlık etmek.
tahasüm   Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
tahasür   Birbirinin beline elini sokup yürümek. * Eli böğürüne koymak.
tahat   Ufak etmek. Ufalamak.
tahatih   Karanlık. * Bulutluluk.
tahatti   (Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek. * Sınırı aşmak. * Saldırış. ◊ (Bak: Tahaddi)
tahattiat   (Tahatti. C.) Saldırışlar, tecavüzler.
tahattum   Kin, hiddet ve öfke içinde olmak.
tahattüm    (Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak. * Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret. ◊ (Hatm. dan) Lüzumlu ve gerekli olma. Vâcib olma. ◊ Kırmak.
tahattur   Hatırlamak. * Muhatara ve tehlikeden kaçıp uzaklaşmak.
tahattür   Tembel tembel yürümek.
tahatül   Birbirini aldatmak.
tahavus   Göz ucuyla bakmak.
tahavüz   Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.
tahavvu'   Eksilmek, noksanlaşmak.
tahavvüb   Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak.
tahavvüf   Korkuya düşmek. Korkmak. * Bir şeyi eksiltmek.
tahavvül   (Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek.
tahavvülât   (Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler.
tahavvün   Eksilmek. * Ziyafet vermek. * Söz vermek, ahdetmek.
tahavvür   Tezlik, acelecilik.
tahavvüs   Bahadırlık, kahramanlık. * Sefer niyyetiyle bir yerde durmak.
tahayyül   (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
tahayyülât   (Tahayyül. C.) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.
tahayyür   Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak. ◊ Beğenip seçmek, muhayyer olmak.
tahayyürât   (Tahayyür. C.) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.
tahayyüz   (Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.
tahaz   Birbirini kandırmak, aldatmak.
tahazhuz   Suyun deprenmesi, hareket etmesi.
tahazül   Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek.
tahazzu'   (Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma.
tahazzüb   (Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.
tahazzün   Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak. ◊ Hazineye girmek. * Yığılmak.
tahazzur   (Hazır. dan) Hazır bulunma. Hazır olma. ◊ (Hıdr. dan) Yeşillenme.
tahazzür   (Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme.
tahbib   Fâsid etmek, bozmak.
tahbie   Gizlemek, saklamak. * Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.
tahbir   Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek. ◊ (Haber. den) Haber etme. Haber verme.
tahbiye   Hıfzetmek, korumak. * Engel olmak, men'etmek.
tahcil   Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık. ◊ (C.: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma.
tahcir   Bir yere taş koymak, taş yığmak. * Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak. * Hayvanı dağlayıp nişanlamak.
tahdi'   Aldatmak.
tahdib   Kamburlaştırma. Kubbelendirme.
tahdic   Dikkatle bakmak. * Atmak.
tahdid   Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.
tahdidât   Tahditler. Sınırlamalar.
tahdik   (Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma.
tahdim   Hizmet ettirmek. * Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak.
tahdir   (Hader. den) Örtülendirme, örtülü bulundurma. * Uyuşturmak. ◊ Acele ettirmek. * Nüzul ettirmek, indirmek.
tahdis   (Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek. * Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek. * Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak. More…
tahdiş   (Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak. * İncitmek. * Kaşımak.
tahdisât   Anlatmalar. Rivayet etmeler. * Teşekkürle bildirmeler. * Hadis anlatmalar.
tahdişat   (Tahdiş. C.) Tırmalamalar. Kurcalamalar.
tahe   Helâk oldu, berbad oldu (meâlinde fiil).
tahf   Gam, tasa.
tahfe   Bakla otunun yukarı ucu. ◊ Mekân, mevzi.
tahfif   (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma. * Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak. * Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu More…
tahfifât   '(Tahfif. C.) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.'
tahfil   Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
tahfir   (C. Tahfirat) (Hufre. den) Çukur kazma. ◊ Utandırmak. * Aman vermek.
tahfiz   Aşağı indirmek. * Asan etmek, kolaylaştırmak.
tahh   Ekşi hamur. * Susam posası. ◊ Kırmak.
tahhan   (Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü.
tahhane   Çokluk deve. Deve sürüsü. * Çok asker.
tahi   Çekilmiş. Uzatılmış. * Kesret, çokluk.
tahil   Bayat su. Bekleyerek bozulmuş su.
tahille   Gerçek yere yemin etmek. * Yeminden kurtulmak için verilen keffaret.
tahin   Darı unu. * Öğütülmüş tahıl. * Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.
tahine   (C.: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi. ◊ (C.: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.
tahir   Yüksek nefes.
tahir(e)   Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu More…
tahirat   Pâk ve temiz olanlar.
tahiyyat   Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü)
tahiyye   Selâmlar, dualar. Hayır duâları. * Mülk, beka ve devamlılık. * Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası. * Selâm verme ve hayır dua etme. * Mülk ve mâlikiyet.
tahkik   Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin More…
tahkikan   İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.
tahkikat   Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.
tahkikî (tahkikiye)   Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait.
tahkikî iman   (Bak: İman-ı tahkikî)
tahkim   Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek. * Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek. * Birisini fesattan men'eylemek. * Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi More…
tahkimât   Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.
tahkir   Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
tahkir-âmiz   f. Hakaretle karışık söz. * Tahkir edici.
tahkirât   (Tahkir. C.) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler.
tahkiye   Anlatmak. Hikâye etmek.
tahl   Dalak ağrısından incinmek. * Bozulmak, değişmek. ◊ Durmakla değişen su.
tahlee   Bulut.
tahli'   (Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak. * Tahttan indirmek.
tahlid   (Huld. dan) Devamlı olarak oturtma veya oturtulma.
tahlif   (Halef. den) Birini kendi yerine bırakmak. ◊ (Half. dan) Yemin ettirmek. Yemin vermek.
tahlik   (C.: Tahlikat) Tıraş etme. ◊ Yaratmak. * Eskitmek.
tahlil   Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak. * Yemine kefaret etmek. * Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin More…
tahlilat   (Tahlil. C.) Tahliller, analizler.
tahlim   (Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme.
tahlis   Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.
tahlisen   Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek.
tahlisiyye   Can kurtaran.
tahlit   (Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.
tahliye   (Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak. * Tatlılandırmak. * Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak. 
tahliz   Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak.
tahma   Bir ot cinsi.
tahme   İnsan cemaatı, topluluk. * Büyük sel.
tahmel(e)   (C.: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse.
tahmer   Sıçramak. * Doldurmak.
tahmic   Şiddetle bakmak. * Gözünü açıp yummak.
tahmid   (Hamd. den) Hamdetmek. * Medhetmek, övmek. * Elhamdülillâh' kelâmının mânasını ifade etmek.
tahmidât   Hamdler ve şükürler. (Bak: Hamd)
tahmidiye   Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında. * Çok mühim bir duânın ismidir.
tahmik   (Humk. dan) Ahmak demek, ahmak olduğunu söylemek.
tahmil   Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.
tahmilât   (Tahmil. C.) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler.
tahmim   Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.
tahmin   (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.
tahminen   Takriben, aşağı yukarı.
tahminî   Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı.
tahmir   (Hamr. dan) Mayalandırma. * Yoğurma, yoğurtma. ◊ Kızartmak. * Birine 'eşek' demek.
tahmire   Bulut.
tahmis   (Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek. * Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak. ◊ Ateşte kızdırıp kavurmak. * Kahve kavrulan ve More…
tahmiş   Tırmalamak. * Hiddetlendirmek.
tahmis-hâne   f. Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer.
tahmiz   Azaltmak.
tahn   (C.: Tahniyât) Öğütme, öğütülme.
tahnib   Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak.
tahnik   (Oğlan) damağını ovmak. * Fikrini düzeltmek. ◊ (Hunk. dan) Boğmak.
tahnit   Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak.
tahniye   Kınaya boyamak.
tahr   Uzaklaştırmak. Irak etmek. * Atmak. * Göz çapağını dışarı atmak. * Seri, hızlı. * Oku uzak giden yay.
tahrebe   Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi.
tahrib   (C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma.
tahribât   (Tahrib. C.) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler.
tahribkâr   Tahrib eden, yıkan.
tahric   (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma. * Şehadetname vermek. * Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile More…
tahrif   (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek. More…
tahrifât   (Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.
tahrik   Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme. * Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma. * Yola çıkarma. * Azdırma, kışkırtma. * Uyandırma. ◊ Yakma. Yakılma. * More…
tahrik-amiz   f. Kışkırtıcı. Tahrik edici.
tahrikat   Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.
tahrim   Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme. ◊ Yarmak. Pâre pâre kesmek, parçalamak.
tahrim suresi   Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. 'Lime tüharrimu' da denir. Medine'de nâzil olmuştur.
tahrim tekbiri   İftitah tekbiri de denir. (Bak: İftitah tekbiri)
tahrime   Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri.
tahrimen   Haram olarak. Harama yakın olarak.
tahrimen mekruh   (Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir.
tahrimî   (Tahrimiyye) Haramla ilgili, harama ait.
tahrir   Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. * Hürriyete kavuşturmak.
tahrirât   Tahrirler. Yazı. Resmî mektup.
tahriren   Yazmak suretiyle, yazı ile.
tahris   (C.: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma. ◊ Kendini hıfzetmek, kendini korumak. ◊ Elbisenin eteğine konulan parça.
tahriş   (C.: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma. * Azdırma. Rencide etmek. ◊ Aldatıp kandırmak. * Koparmak.
tahriz   (C.: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma. * Kandırmak. * Koparmak.
tahs   Eliyle defetmek, eliyle itip kovmak. ◊ İfsad etmek, bozmak.
tahsa'   Toprak saçmak.
tahsib   Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek. ◊ Ölüyü taş altına gömmek.
tahşid   Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak. * Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.
tahşidât   Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma.
tahsif   Nâlin yaptırmak.
tahsil   Hâsıl etmek. * İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak. * Vergi toplamak. * Aşikâre eylemek.
tahsilât   Devlet gelirlerinin toplanması.
tahsildâr   f. Devlet gelirlerini vazifeli olarak toplayan, tahsil eden memur.
tahsim   Kestirmek. * Dağılmak.
tahşim   Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma.
tahsin   Beğenmek ve alkışlamak. * Tezyin eylemek, güzelleştirmek. * İyi ve güzel bulmak. ◊ (Hısn. dan) Kale gibi sağlamlaştırma. * Muhafaza altına alma.
tahşin   İri ve kaba etmek.
tahsinat   Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.
tahsinhân   f. Aferin diyen. Beğenip alkışlayan.
tahsinkerde   f. Beğenilmiş.
tahsir   Hasret bırakma. Hasret etme. * Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi. ◊ (Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma. ◊ İnce belli etmek.
tahşir   Noksan etmek, eksiltmek.
tahsis   (Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak. * Kredi. Tazminat. ◊ Rağbet ettirmek. Meylettirmek, yöneltmek.
tahsisat   Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal.
tahsisen   Tahsis suretiyle. * Hele, en çok.
tahşiye   Derkenar, haşiye yazma veya yazılma. ◊ (Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme.
taht   f. Hükümdarların oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı. ◊ Alt. Aşağı. * Gr: Gelecek olan zamir. ◊ f. Yağma, talan, soygun, çapul.
tahtah   Arslan.
tahtaha   Bir şeyi doğrultmak. * Beraber etmek. * Bazısını bazısına katmak. ◊ Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi.
tahtanî   Alt kat. Alt katla alâkalı.
tahtaniye   Altta olan, alttaki. * Noktası altta olan harf.
tahte   f. Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş. ◊ Alt, altta, altında. ◊ f. Tahta.
tahtelhifz   (Taht-el hıfz) Muhafaza altında.
tahtessera   (Taht-es serâ) Toprak altı.
tahtgâh   f. Başşehir, başkent. * Taht yeri.
tahtib   Odun toplamak.
tahtie   Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. 'Bu hatadır' diye iddia etmek. * Ist: 'Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır.
tahtim   Mühürleme. Mühür basma. * Tamamlama.
tahtit   Zayıflık. * Kurmak. * Pare pare etmek, parçalamak. ◊ (Hatt. dan) Çizme. Çizgi ile belli etme. * Çizgi.
tahtiye   Hatâya düşürmek, yanıltmak.
tahun(e)   (C.: Tavâhin) Su değirmeni.
tahur   Tâhir. Hem temiz hem temizleyici. Çok temiz.
tahv   Düşmek. * Çekip uzatmak.
tahve   Eti pişirmek.
tahvid   Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
tahvif   Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak.
tahvifât   (Tahvif. C.) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.
tahvifen   Korkutarak.
tahvil   Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi.
tahvilât   Tahviller. * Borç senetleri.
tahvin   (C.: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.
tahvir   Rücu ettirmek, döndürmek. * Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz.
tahvit   (Havt. dan) Duvar çekme.
tahviye   Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak.
tahviz   Suya dalmak.
tahya   Karanlık gece.
tahye   Bulut parçası.
tahyib   (Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma.
tahyil   (C.: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.
tahyir   (Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.
tahyis   Zelil etmek, kepaze etmek. * Boyun eğdirmek. Muti etmek.
tahzi'   Tevâzu etmek, alçakgönüllü olmak. ◊ Yarma, kesme. * Ameliyat.
tahzib   (Hizb. den) Takım haline getirmek. Hizibleştirmek. Gruplaştırmak. ◊ (Hizab. dan) Saç, sakal boyama.
tahzif   Saçını düzüp bezemek, süslemek.
tahzil   Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma.
tahzim   Kesmek.
tahzin   (Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma. * Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma. ◊ Hazinede saklama.
tahzir   (C.: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme. TAHZİR: Korkutmak. ◊ Yeşil renk verme. Yeşillendirme. * Hazırlama.
tahziz   İsteklendirme, rağbet ettirme.
taî   Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan.
taib   Tövbe eden. Günahlarına pişman olan.
taif   Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan. * Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin More…
taife   Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.
taih   Kibreden. Kibirlenen. Büyüklenen.
tail   Uzayan. * Kudret ve gına. * Fayda. Menfaat.
tain   Süngü ile vurulmuş.
tair   (Tayeran. dan) Uçucu. Uçan. * Kuş.
tais   Hafif başlı.
tâk   Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan.
tak'ir   (Ka'r. dan) Çukurlaştırma, çukur yapma.
tâka   Kubbeli mahfe. Pencere. * Takat. Güç, kuvvet, iktidar.
taka   Korkutmak. * Hazer etmek, çekinmek, korunmak. ◊ İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli.
taka'ku'   Deprenmek, hareket etmek. * Ötmek.
taka'ur   (Ka'r. dan) Çukurlaşma. * Kuyunun derin ve çukur olması.
taka'vüs   Çok yaşlanma. * Evin eskiyip köhne olması.
takabbüb   Binaya kubbe yapmak.
takabbuh   Çirkinlik.
takabbül   (Kabul. den) Kabullenme. Üstüne alma. Bir şeyi taahhüd ve iltizam etme. * Öpülme.
takabbuz   (C.: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme. * Kabız olmak, peklik.
takabuz   Kabz edişmek.
takaddes   Mukaddes olsun (mânasında).
takaddüm   (Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. * Zaman veya mevki bakımından ileride olma.
takaddüs   Mübarek kılmak. Kudsî kılmak. * Çok temiz olma. * Mukaddes olma.
takadi   Birbirine hakkını vermek.
takadu'   Birbirine süngü ile vurmak.
takadüm   Üzerinden zaman geçmek.
takaffül   Kapamak. * Kilitlemek. * Tilki eniği.
takafkuf   Titremek.
takahhül   şikâyet etmek.
takahhum   Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek.
takahhur   Kahrolmak.
takali   Birbirini düşman kabul etmek.
takalkul   Deprenmek, hareket etmek.
takallu'   Ayağını kuvvetiyle kaldırmak. * Yerinden kopmak.
takallüb   Bir taraftan diğer tarafa dönmek. * Bir halden başka bir hale değişmek. * Başka kalıba girmek.
takallüd   (C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. * Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. * (Kılıç) kuşanma.
takallül   (Kıllet. den) Azalma, az olma.
takallus   Kısa olmak, kısalmak. * Toplanmak, cem'olmak.
takallüs   Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.
takammül   Bitlenme. Bitli olma.
takammüm   Evin süprüntüsünü ayırmak.
takammüs   Gömlek giymek.
takamür   Kumar oynamak.
takannu'   Başına örtü örtmek.
takannün   Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme.
takarr   Birbiriyle kararlaşmak.
takarrüb   Yakınlaşmak. Yaklaşmak. * Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak.
takarruh   (Karh. dan) Yara derinleşip büyüme. * Yara çıban olma.
takarrüm   Tatlı tatlı yeme.
takarrür   Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak.
takarrüş   Kesbetmek, almak, kazanmak.
takaru'   Kur'a atışmak.
takarüb   Birbirine yakın olmak.
takas   Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.
takaşkuş   Hastanın iyi olması. * Derinin soyulması. * Her yerden yiyecek istemek.
takassi   Bir şeyin aslını esasını araştırma.
takassu'   Dühul etmek, girmek.
takaşşu'   Havanın açılması.
takassuf   Kırılmak.
takaşşüf   Maişet şiddeti, geçim zorluğu.
takaşşur   (Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma.
takasüm   Kısmet edişmek. * Birbirine yemin vermek.
takasur   (Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.
tâkat   Güç, kuvvet. İktidar.
tâkatfersâ   f. Dayanılmaz, tâkat götürmez.
tâkatgüdaz   f. Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden.
tâkatşiken   f. Tâkati tüketen.
takattub   Kaşların çatılması. * Buruşma.
takattuf   Yüz ekşitmek.
takattur   Damla. Damlama. Damla damla akma. * Ud ağacı ile buhurlanma. * Vuruşmağa hazırlanma. * Bir kimse kendini bir yerden atma. * Ağacın dalı kopup düşme. * Bir adamı yanı üzere düşürmek. More…
takatu'   Kesilmek. Kesişmek.
takatül   Kıtal edişmek, döğüşmek, vuruşmak.
takaud   Oturmak.
takaus   Durdurmak. Sonraya bırakmak.
takavim   (Takvim. C.) Takvimler.
takavül   Birbiriyle söyleşmek.
takavüm   Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak.
takavvi   (Kuvvet. den) Kuvvetlenme.
takavvüb   Bir şeyin kabuğu soyulmak.
takavvül   Haber vermek. * Yalan söylemek.
takavvuz   Ayrılmak. Dağılmak. * Yıkılmak.
takayyü'   Kusar gibi olup kusamama.
takayyüd   Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak. * Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak. * Dikkatli davranmak.
takayyül   Uymak, iktida etmek.
takayyuz   Kırılmak. * Benzetmek.
takaza   Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.
takazic   Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat.
takazüf   Birbirine iftira edip atışmak.
takazzub   Kesilmek.
takazzür   İstikrah etmek, kerih görmek, beğenmemek. ◊ Çirkin şeylerden uzak olmak.
takbib   Kubbe gibi yapma.
takbih   Çirkin görmek. Beğenmemek. * Kabahatli bulmak. * Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
takbihât   (Takbih. C.) Ayıplamalar, çirkin görmeler.
takbil   Öpmek.
takbir   Defnetmek, gömmek.
takbiz   Toplayıp bir yere getirmek.
takdane   f. Üzüm çekirdeği.
takdid   Eti kurutmak. * Uzunlamasına yırtmak veya kesmek.
takdih   Beğenmeme, zemmetme. * Atın belini inceltmek.
takdim   (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün More…
takdimât   Takdim edilenler. Büyüklere verilen şeyler.
takdime   (C.: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye. * Takdim.
takdimen   Takdim ederek, öne geçirerek.
takdir   Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak.
takdiren   Değer ve kıymetini anlıyarak. Takdir ederek.
takdirî   Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan. * İtibarî. * Farazî. * Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime. (Bak: Mukadder)
takdirname   f. Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt.
takdis   Büyük hürmet göstermek. Mukaddes bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın kusursuz, pâk ve her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek ve Allah'a (C.C.) şükretmek.
takdiye   Hâcet bitirmek, ihtiyaç gidermek.
takfil   (Kufl. dan) Kilitleme veya kilitlenme.
takfiye   Kafiye yapmak. * Bir kimsenin ardınca olmak.
takhim   İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek.
takhir   (C.: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme.
taki   Kendini koruyan, saklayan. * Takvalı kimse. Günahtan çekinen.
tâkiyye   Takke.
takiyye   Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek. * Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi. * Mümâşât.
tâkiyye-duz   f. Takkeci, takke diken.
takli'   (Kal'. den) Yarmak. * Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak.
taklib   (C.: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme. * Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme.
taklid   Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.
takliden   Taklid ederek, benzeterek.
taklidgâh   f. Taklid yeri.
taklidî   Taklide ait. Sathî. * Delil ve sened istemeden kabul edilen.
taklidî iman   (Bak: İman-ı taklidî)
taklih   Dişin sarılığını gidermek.
taklil   Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis.
taklim   (Kamış, tırnak, kalem gibi şeyleri) yontma, kesme.
taklis   Def çalıp nağme söylemek. ◊ Büzme.
takmis   (Kamis. den) Gömlek giydirme.
takmiş   Cem'etmek, toplamak.
taknetu   (Bak: Lâtaknetu)
takni'   Başına örtü örttürmek.
taknin   (Kanun. dan) Kanun koyma.
takniye   Çok kırmızı yapmak.
takri'   (C.: Takriât) Tevbih. Azarlama. * Birini telâşa düşürme. * Te'nif. Başa kakma.
takriât   (Takri'. C.) Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar.
takrib   Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin. * Yolunu bulma.
takriben   Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı.
takribî   İhtimale göre olan. Takribe ait.
takrid   Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek. * Hor ve zelil etmek.
takrin   (Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma.
takrir   İyi ifade etmek. Bildirmek. * Ağzından anlatmak. * Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. * Resmî olarak yazı ile bildirmek. * Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek. * More…
takrirât   (Takrir. C.) Ağızdan anlatılan şeyler.
takriren   Ağızdan anlatarak.
takrirî sünnet   Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.
takris   Parmak ucuyla veya tırnakla bir nesneyi ovup yıkamak. ◊ Soğutmak. * Dondurmak.
takriş   Birbirine rağbet etmek.
takrit   Kulağına küpe takmak. * Davarın başına yular takmak.
takriz   (Karz. dan) Ödünç vermek. * Bir şeyi veya bir eseri beğendiğini söylemek. Beğendiğini bildiren yazı yazmak. Bir eserin takdir ve tahsin edildiğini bildiren yazı yazmak. ◊ More…
taksib   Kıvırcık yapmak.
taksif   Çok kırmak.
taksim   (Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma.
taksimât   Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar.
taksir   (Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak.
takşir   (Kışr. dan) Kabuğunu soyma.
taksirat   (Taksir. C.) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
taksis   Kireç ile bina yapmak. * Kireç ile sıvamak.
taksit   (Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para.
taktaka   (Tıktıka) Taşlardan çıkan ses. * Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.
takti'   Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme.
taktib   Kaş çatıp yüz ekşitme.
taktik   Fr. Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. * Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma.
taktil   (Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek. * Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
taktin   Filiz sürme.
taktir   Damla damla akıtmak. Damlatmak. İnbikten çekmek. ◊ Eksik etmek. * Güç olmak.
taktirat   Damla damla akıtmalar.
takut   Feryun adı verilen darı cinsi.
takva   Bütün günahlardan kendini korumak.
takvib   Bir şeyi yerinden çekip koparma. * Yeri kazma.
takvid   Çok uzun boyunlu olmak.
takvil   (C.: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek. * Haber vermek.
takvim   Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma. * Ta'dil etme. * Bir şeye kıymet tâyin eylemek. * Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter. * More…
takvimçe   f. Küçük takvim.
takvir (takavür)   Bir cismi yuvarlak kesmek.
takvis   (Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma.
takvit   Besleme. Tagaddi.
takviye   Kuvvetlendirmek. * Kuvvetlendirilmek.
takviz   Binayı yıkmak.
takyid   (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.
takyih   (Yara) İrinlenmek.
takyin   Tezyin etmek, süslemek.
takyir   Zifte bulaştırmak.
takyiz   Kırılmak. * Takdir etmek. * Sövmek.
takzib   Kesmek.
takzif   Çok iftira atmak.
takziye   (Kaza. dan) Eksiği yerine getirme. Kaza etme. ◊ Gözün çapağı dışarı itmesi.
tal   f. Bakır veya gümüş tepsi. * (Parmaklara takılan) zil.
tal'   Tomurcuk. * Miktar. Kadar. * Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları.
tal'a   Görmek. (Bak: Tal'at)
tal'at   Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek.
tal'at-efruz   f. Parıldayan.
tala'   (C.: Etlâ) Geyik buzağısı. * Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu. * Buzağının ayağını bağladıkları ip. * Şahıs.
talac   f. Bağırma, feryad, çığlık. * Ses, sada. * Kavga. * Meş'ale.
talah   Salih olmayan. Bozuk. ◊ Yorulmak, zayıflamak.
talak   (At) sıçramak ve kalkmak.
talâk   Boşamak. Boşanmak. * Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. * Nikâhlı karısını bırakmak.
talâk suresi   Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir.
talak-name   f. Boşama kâğıdı.
talakat   Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. * Güler yüzlülük.
talam   Esrar otunun tohumu.
talan   f. Çapul, yağma. * Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması.
talanger   f. Yağmacı, talancı, çapulcu.
talangerî   f. Çapulculuk, yağmacılık.
talar   f. Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. * Salon, büyük oda.
talasim   (Tılsım. C.) Tılsımlar.
talavet   Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik. * Ağızda çıkan bir nevi yara.
talazzi   (Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme.
tale   (Tavl. dan) 'Uzun olsun' mânâsındadır.
taleb   İsteme. İstenme. Dileme. İstek.
talebdâr   f. Alacaklı.
talebe   (Tâlib. C.) İstekliler. * Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci.
talebkâr   f. İstekli, talebli, arzulu.
talef   Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe. * Kanı heder olmak.
talel   (C.: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli.
talh   Necis bulaşmak, pislik bulaşmak. * Havuz dibinde kalan tortu. * Kene böceği. ◊ Muza benzer meyve. Akasya ağacı.
tali   Tilavet eden, okuyan. * İkinci derecede. Sonradan gelen. * Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: 'Duman çıkıyorsa ateş vardır' sözünde 'Ateş vardır' sözü More…
tali '   Doğan. Tulu' eden. * Kısmet, kader, baht. * Nişangâhın arkasına düşen ok. * Yeni hilâl.
talia   'Casus. * Nişancı. Asker önünden giden tabur. * Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.' ◊ Doğan. Ufuktan görünen. Tulu' eden.
talib   (C.: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli. * Talebe, öğrenci.
talibe   (C.: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız.
talid   Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası.
talif   Alınmış şey.
talih   Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli')
talik   Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse. * Düzgün söz söyleyen kimse. ◊ Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir.
talil   Hasır.
talk   Doğum ağrısı.
tall   Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem. * Helâk etmek, iptal. * Güzel, lâtif şey. * Şiddet.
tallase   Kendisiyle levha silinen paçavra.
tals   (C.: Atlâs) Mahvetmek. ◊ Su akmak.
taltif   İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak.
taltifât   (Taltif. C.) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.
taltifen   Taltif suretiyle.
taltih   Bulaştırma, bulaşık etme.
talut   (Bak: Yuşa)
talve   Vahşi canavarların yavrusu. * Keçi bağladıkları ip parçası.
taly   Karışmak.
talziye   (Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme.
tam'an   Tama' suretiyle, tama' ederek.
tama'   Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme. * Askerî fertlerin maaşları. (Kamus)
tama'kâr   Aç gözlü. Cimri.
tamaen   Tama' ederek. Hırsla. Cimrilikle.
tamah   (Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
tamam   Bitme, bitirme, son, nihayet. * Tam, eksiksiz, noksansız. * Ne eksik ne fazla. * Münasib, uygun.
tamamen   Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde.
tamamiyet   Bütünlük, tamamlık, tamlık.
tamar (timâr)   Yüksek mekan, yüce yer.
tamat  f. Mânâsız ve uygunsuz söz.
tamele (tamle)   Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.
tamh (timâh)   Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.
tamir   Sıçrayıcı, sıçrayan. ◊ Hurması olan kişi.
tamir bin tamir   Aslı bilinmeyen kimse. * Pire.
tamis   Uzak.
tamiye   Dudak kabarmak.
tamles (tamelles)   Çörek.
tamm   Saçını kesmek. * Galebe etmek. Galib gelmek. * Yükselmek, yüce olmak. * Defnetmek, gömmek.
tamma'   (Tama'. dan) Çok tama' eden.
tammah   Her şeye göz diken pek hırslı kimse.
tammat  Kıyamet.
tamme   (Tâmmât) Kıyamet vakti. * Belâ. Dâhiye. * Keskin çığlık. ◊ Bütün, noksansız, eksiksiz, tam.
tamn   Sâkin olmak, sessiz olmak.
tams   Kadının hayız görmesi, aybaşı olması. * Kir, vesah. * Cima etmek. * Yapışmak. ◊ Yok etme, belirsiz kılma. * Eskimek. * Mahvolmak.
tamş   Halk, nâs, insanlar.
tamtame   Pelteklik, kekemelik, tutukluk.
tamu   (Aslı: Tamuğdur) Cehennem.
tamur   Kan. * Nefes.
tamure   Kalb gılâfı. * Emzikli bardak. * İbrik.
tamv   Yüksek olmak. * Dolu olmak.
tan'im   Nimet vermek, nimetlendirmek.
tana   Susuzluktan ciğerin yapışması.
tanagguz   Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.
tanazzuc   Pişmek. * Olmak.
tancir (tancere)   (C: Tanâcir) Tencere.
tandir   Ufak fırın. * Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
tanef   Kayış. * Dağ burnu. Dağ başı. * Kapı üstüne yapılan örtü. * Duvar üzerine yapılan saçak.
tanfese   (C.: Tanâfis) Uzun saçaklı halı. * Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.
tangim   Avazlandırmak, seslendirmek.
tangis   Dirliğini tatsız etmek.
tango   Fr. Züppe giyinişli kadın. * Turuncuya çalar renk. * Bir dans çeşidi.
tangüb   Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.
tanh   Semiz olmak, besili ve şişman olmak. * Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.
tanin   Sinek vızıltısı. * Kaz sesi. * Avaz ve gürültü. * Çınlamak. Tınlamak.
tanin-endâz   f. Çınlayan, tınlayan.
tanker   ing. Akaryakıt taşıyan gemi veya kamyon.
tannan   Tınlayan, çınlayan.
tannaz   Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi.
tanne   Balçığı çok olan yer.
tansib   Yükseğe kaldırma.
tansif   (Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak.
tansir   Hristiyanlaştırma.
tansis   Tetkikten sonra karar vermek. * Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek.
tansiyon   Fr. Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç.
tantana   Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı.
tantif   Kulağına küpe geçirmek.
tantik   Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.
tantil   Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek.
tanz   Herkesle eğlenme. Alay etmek.
tanzic   Çok pişirmek. * Yakmak.
tanzid   Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.
tanzif   (Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek.
tanzifât   Temizlik işleri. Temizlemeler.
tanzim   (Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek. * Düzenlemek. Tertiblemek. * Islah etmek. * Manzum veya mensur olarak yazmak.
tanzir   Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. * Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma. ◊ Tazeleştirme, tazelendirme.
tanziren   Nazire olarak. Benzetme suretiyle.
târ   f. Karanlık. * Tel. Saç teli. * Tepe. * İplik.
tar tar   Tel tel. İplik iplik.
tar ü mar   f. Dağınık, karmakarışık, perişan.
tara   f. Yıldız.
tarab   Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık.
tarab-efsâ   f. Neşe ve ferahlığı artıran.
tarab-gâh   f. Coşkunluk ve sevinç yeri.
tarab-nâk   f. Sevinçli, neşeli, coşkun.
târâc   f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme.
târâc-ger   f. Yağmacı, çapulcu.
târâc-kerde   f. Yağmalanmış, talan edilmiş.
taraf   Yan, yön. * Yer, memleket, ülke. Kıt'a. * Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak. * Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.
tarafdar   f. Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran.
tarafdarî   f. Kayırıcılık, taraftarlık.
tarafeyn   İki taraf. İki nihayet. * Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf.
tarafgir   f. Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan.
tarah   (C.: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet. ◊ Uzak mekân.
tarahhum   (Bak: Terahhum)
taraif   (Tarife. C.) Az bulunur şeyler.
taraik   (Tarikat. C.) Tarikatlar, meslekler.
tarak   Bulutların bir yere toplanması. * Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.
taran   f. Karanlık.
tarancibin   Kudret helvası.
tararet   Semizlik, besililik, şişmanlık.
taras   İzdihamlık, çok kalabalık.
tarasrus   Katı olmak, şiddetlilik. * Sağlam olmak.
tarassud   Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.
tarassudât   (Tarassud. C.) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler.
tarat   f. Çapul, yağma, talan.
taratun   Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.
taravet   Tazelik. Körpelik.
taravet-dâr   (Terâvettar) f. Tâzece, eskimemiş, tâze.
tarayyuh   Zayıflık, süstlük.
tarazi   Hoşnutlaşmak.
tarazruz   (Taş) Parça parça olmak.
tarazüm   Üzümü ekmekle yemek.
tard   Sürme, kovma, uzaklaştırma. * Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma.
tardetmek   Kovmak, def etmek, uzaklaştırmak.
tardin   Kaftana yen etmek.
tardiye   Allah râzı olsun demek. (Bak: Tarziye) ◊ Red olundurmak.
tare   Defa, kerre.
tared   Irak etmek, uzaklaştırmak. * Sürüp reddetmek.
tarek   f. Tepe. Başın tepesi.
tarem   Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh.
tareş   Sağırlık.
tareten   Bir kere veya bazı defa.
târeten uhrâ   Bir kere daha, başka bir kere daha.
tareyan   Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma.
tarf   Göz, bakış, nazar. Göz ucu. * Soyu temiz kimse. * Her şeyin nihayeti, sonu. * Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. * Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. * Koz: Menazil-i Kamer'den More…
tarfa   Ilgın ağacı.
tarfe   Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. * Göz kırpmak. * Bir yıldız ismi. * Ayın bir menzili.
tarfes   Kum yığını.
tarh   Uzaklaştırmak. * Vaz' etmek. * İndirmek. * Bırakmak, elinden atmak. * Yerleştirmek. * Temel bırakmak. *Mat.: Çıkarma.
tarh-efgen   f. Düzenleyen, kuran, tertib eden. * Temel kuran, bina yapan.
tarh-endaz   f. Temel atan. Düzenleyen, tertib eden.
tarhib   Merhaba' demek.
tarhun   (C.: Tarâhin) Tarhun otu.
tarî   (Tarâ. dan) Birdenbire çıkan, ansızın görünen. ◊ (Taravet. den) Taze, taravetli. ◊ Karanlık, meçhul.
tarid   Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış. * Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu. ◊ (Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden.
taride   Arap çocuklarına mahsus bir oyun. * Okları cilâ edip parlattıkları ağaç.
tarih   Hâdiseye vakit tayin etmek. * Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti. * Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim. * Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam. More…
tarihnüvis   (C.: Tarihnüvisân) f. Tarih yazan. Müverrih.
târik   Gece gelen kimse. * Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler. * Parlak yıldız. * Sabah yıldızı. (Zühre) ◊ Terkeden, vazgeçen, bırakan.
tarik   f. Karanlık.
tarîk   Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
târik suresi   Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir.
tarik-baht   f. Bahtı kara, şanssız, tâlihsiz.
tarikat   Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf)
tarim   Kalın bulut. * Elleri ve ayakları kaba olan kimse.
tarim (tarime)   (C.: Tıram) Kara çadır.
taris   Kavi, kuvvetli.
tariye   Ansızın gelen belâ, dâhiye.
tariz   Cansız, kuru nesne. * Meyyit, ölü.
tark   Vurmak. * Dövmek. * Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak. * Bulanık su. * İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu. * Vücuttaki gevşeklik.
tarmese   Münkabız olmak.
tarr   Kesmek. * Keskinletmek. * Yapmak. * (Bıyık) gelmek. * Çolak olmak. * Düşmek.
tarraka   Gümbürtü.
tarrar   Yankesici, hilekâr.
tarriyan   Sepet. * Büyük tabak.
tarsi'   Bezemek, süslemek. * Sevinç, neşât. ◊ (Göz) yaramaz olmak.
tarsif   Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.
tarsig   Vüs'at vermek, genişlik vermek.
tarsin   Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek. * Bilmek. * Metanet ve cesaret vermek.
tarsinât   (Tarsin. C.) Sağlamlaştırmalar.
tarsis   (Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma. * Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.
tartabe   Keçiyi sağmak için çağırmak.
tartib   Islatma, rutubetlendirme. Islatılma. * Tâzelik verme. * Hoşlandırılma. * Hurmanın rutubetli olması.
tartil   Saçı yağlamak.
tary   Taptaze. Çok taze.
tarz   Usul, şekil, üslub. * Yol. Hey'et.
tarze   şekil, suret.
tarzim   Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.
tarziye   Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. * Râzı etmek. * 'Radıyallahü-anh' diyerek duâ etmek. ◊ Cübbe veya zırh giymek.
tas   (C.: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas.
tas'ib   Güçleştirmek.
tas'ibat   (Tas'ib. C.) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler.
tas'id   Eritme. * Yukarı çıkma ve çıkarılma. * Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme.
tas'ir   Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.
tasa'lük   Fakirlik göstermek.
tasa'su'   Deprenmek, hareket etmek. * Perakende olmak, dağılmak.
tasa'ub   Güçleşme. Güç olma.
tasa'ud   (Suud. dan) Yukarı çıkma. * (Gaz veya buhar) yükselme.
tasabbi   (Saby. dan) Çocuk tavrı takınma. Çocuklaşma.
tasabbu'   Parmak parmak ayırma.
tasabbüb   Dökülmek. * Bahadır olmak, kahraman olmak. * Sıcaklığın artması.
tasabbuh   Sabahleyin uyumak. * Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek.
tasabbun   Sabunlaşma. * Sabun gibi köpürme.
tasabbur   (Sabr. dan) Sabırlanma. Sabretme.
tasabi   Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak.
tasaddi   Bir işe başlamak. * Taarruz etmek. * Yüz döndürmek. * Tesadüf etmek. * Vuku bulmak.
tasaddu'   (Demir) Paslanmak ve küflenmek. ◊ Yarılıp çatlama. * Dağılma.
tasadduk   Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. * Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak.(İlmi olan kimse More…
tasaddukat   (Tasadduk. C.) Sadakalar.
tasaddur   (Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme. * Öğretmek. * Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.
tasaduk   Birbirine inanmak.
tasadüm   Tokuşmak.
tasaffi   Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek.
tasaffuh   Yaprak yaprak olma. * Levha biçiminde olma, levha hâline konulma.
tasaffür   Sararmak.
tasafüh   Musafaha edişmek.
tasafün   Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.
tasalli   Ateşte yanmak.
tasallub   Sertleşmek. Katılaşmak. * Sağlamlaşmak. * Gayret etmek.
tasallüf   Kibirlenmek, övünmek, söz atmak.
tasallüfât   (Tasallüf. C.) Gösteriş olarak yapılan nezaketler.
tasallut   Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek.
tasalluten   Musallat olarak, tasallut ederek, sataşarak.
tasalsul   Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.
tasamm   Kendini sağır etmek.
tasamüm   Sağırlığa vurmak.
tasannu'   Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket.
tasannuf   Zorla yapılan sınıflandırma veya te'lif.
tasarruf   İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.
tasarrufan   Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.
tasarrufât   (Tasarruf. C.) Tasarruflar.
tasarruh   Şiddetle çağırmak.
tasarrum   Cesaretlenme, yiğitlenme. * Kesilmek.
tasaru'   Birbiriyle güreşmek.
tasarum   Birbirini kesmek.
taşaş   Nezleye benzer bir hastalık.
tasavir   (Tasvir. C.) Tasvirler, resimler.
tasavül   Karşılıklı hamle etmek.
tasavün   Hıfzetmek, korumak.
tasavvu'   Ayrılmak, perâkende olmak.
tasavvuf   Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.
tasavvufî   Tasavvufla alâkalı. Tasavvufa ait.
tasavvuh   Yaş otun üstü sıcaktan kurumak.
tasavvün   Kendini sakınmak.
tasavvur   Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ)
tasavvurat   (Tasavvur. C.) Tasavvurlar.
tasavvurî   Tasavvurla alâkalı. Tasavvura ait.
tasaykul   Pürüzsüzlük.
tasayuh   Birbirine çağırmak.
tasayyud   (Sayd. dan) Ava gitme. Avlanma. Ava çıkma.
tasayyuf   (Sayf. dan) Yazlıkta oturma, yazlama, bir yerde yaz mevsimini geçirme.
tasbih   Rüzgârdan dolayı otun kuruması. * Sütü su ile karıştırıp içirmek.
tasdi'   Rahatsız etmek. Sıkmak. Baş ağrıtmak. * Yarmak. * Perâkende etmek, dağıtmak.
tasdik   Doğruluğunu kabul etmek. Bir kararın nizama, şeriata, kanuna uygun olduğunu kabul edip imzalamak. (Bak: Dimağ)
tasdikan   Tasdik için. Tasdik suretiyle.
tasdikat   (Tasdik. C.) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar.
tasdikgerde   Kabul edilmiş, tasdik edilmiş. Doğru olduğu bilinmiş.
tasdim   Tokuşmak.
tasdir   İcra etme. Vaz' etme. * Başlama. * Başlangıç yazma. * Örtme. * Başa geçirme, başa koyma. * Yazma. * Çıkarma, çıkartma.
tasdiye   Alkış. El çırpma.
tase   f. Tasa, keder, kaygı.
tasel   Serabın uzaktan su gibi görünmesi.
tasfid   Muhkem ve sağlam bağlamak.
tasfif   (C.: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme. * Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak.
tasfih   (Safh. dan) (C.: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma. * Yaprak yapma. * Tağyir etme, değiştirme.
tasfik   (C.: Tasfikat) Kanat çırpma.
tasfir   (C.: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama. * Islık çalma.
tasfiye   Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek. * Hesabı kapatmak.
tasgir   Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek.
tasgirât   (Tasgir. C.) Küçültmeler.
tashif   (C.: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma. * Hatâ yapma. * Tağyir etme, değiştirme.
tashih   Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek. * Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.
tashihât   (Tashih. C.) Düzeltmeler, tashihler.
tashin   (Sahn. den) Sahneye koyma.
tasi' (tâsia)   Dokuzuncu.
tasian   Dokuzuncu olarak.
tasig   Gayretsiz kişi.
tasir   Galiz süt.
taskil   Cilâlandırmak. Saykal, cilâ vurmak, cilâ verilmek.
taskilât   (Taskil. C.) Cilâlamalar. Cilâ yapmalar.
taslib   (Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak. * (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak.
taslim   Kulağı dibinden kesmek.
taslit   Musallat etmek. Birini başka birine belâ etmek. Sataştırmak.
tasliye   Sallâllahü Aleyhi Vesellem' diyerek dua etmek. * Bir şeyi yakmak için ateşe atmak. (Bak: Sallâllahü Teâlâ)
tasm   Âd taifesinden bir kabile. * Mahvetmek veya mahvolmak.
tasme   f. Kayış halka. Tasma.
tasmid   Hükmetmek. İçini doldurmak.
tasmim   Bir şeyi önceden iyice kararlaştırmak. Azimet-i sadıka ile kastetmek. * Muhkem kılmak. * İnkâr etmek. * Endişe edip kaçınmamak.
tasmit   Susturma.
tasni'   Düzme. Uydurma. Yakıştırma. * Bir san'atla meşgul kılma. * Güzel terbiye etme.
tasniât   (Tasni'. C.) Hakiki olmayan yapmacık hareketler.
tasnif   Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. * Kitap yazmak. Kitap tertib etmek.
tasnifât   (Tasnif. C.) Tasnif edilmiş eserler.
taşr   Zayıf yağan yağmur.
taşra   Hariç ve dış taraf. * İstanbul harici olan memleket. * Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler.
tasrah   Karınca. * Bit.
taşrah   Hurma ağacı.
tasre   (Süt) koyu olmak. * Su dibinde olan balçık. * Balçıklı su. * Dirlik, iyi olmak.
tasri'   Bir beytin iki mısraını da kafiyeli yapma. * Bütün mısraları kafiyeli manzume yazma. * Yere vurmak. * İki parça etmek.
tasrid   Azaltmak.
tasrif   İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak. * Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek. * Gr: Bir kelimenin veya fiilin More…
tasrih   Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak.
tasrihat   (Tasrih. C.) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.
tasrihen   Açık olarak, açıktan bildirerek.
tasriye   Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
tass   (Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun.
taşş (taşiş)   Yağmur çisintisi.
tass (tasse)   (C.: Tâs-Tusûs-Tassât) Tas, çukurca kap.
tassuc   (C: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane.
tast   (C.: Tısâs-Tısât) Büyük tas.
taşt   Lâkin, fakat, amma. ◊ Büyük leğen.
taşt-gen   f. Leğenci. * Leğen yapan.
tastim   Tamamlamak. Tekmil etmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
tastir   (Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme.
tasvib   Münasib görmek. Uygun ve doğru bulmak. * Aşağı indirmek.
tasvibât   (Tasvib. C.) Tasvib edilip uygun görülen şeyler.
tasviben   Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek.
tasvibkerde   f. Doğru bulunmuş, tasvib edilmiş, münasib görülmüş.
tasvig   (C.: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme. * Batırmak. * Kuyumculuk yapmak.
tasvir   Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde. * Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak. * Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim. * Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize More…
tasvirat   (Tasvir. C.) Tasvirler.
tasvirî   Tasvire dair, tasvirle ilgili.
tasvit   (Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma.
tasy   Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Süst olmak, zayıflamak.
tasyir   Bir surete koyma. Bir şekle vardırma.
tat'ir   Sütü yoğurt yapmak.
tata'tu'   Başını aşağı eğmek.
tatabuk   Muvafık ve müttefik olmak. Uygun olmak.
tatahhur   Temizlenmek. Pâklanmak. * Günah işlemekten teberri ve imtina eylemek.
tatal   Görmek için yüksek bir yere çıkmak.
tatallu'   Nazar etmek, bakmak. * Beklemek, gözlemek, muntazır olmak.
tatallüb   Bir defa daha istemek.
tatalluk   Açılmak.
tatalu'   Birbirine bakmak. Gözlemek.
tatamün   Aşağı düşmek. * Meyelân etmek, eğilmek.
tatarrub   şevke gelme, coşma, neşelenme, keyiflenme.
tatarruf   (Taraf. dan) Bir yana veya bir tarafa çekilme.
tatarruk   Yol bulma. Yol bulup girme.
tatavül   Uzun olmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek. * Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek.
tatavvu'   Müstehab ve mendub olan namazlar. * İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak. * Nafile namaz kılmak. * Üzerine lâzım olmayan işler yapmak.
tatavvüf   Ziyaret etmek. * Dönmek.
tatavvül   Büyüklenmek, kibirlenmek.
tatayyub   Güzel koku sürünme.
tatayyur   Teşe'üm addetmek. Uğursuzluk. * Uçmak.
tatbi'   Doldurmak.
tatbib   Kırbayı ev direğine asmak. * Tabiblenmek, doktor olmak.
tatbik   Yakıştırmak. Yerine getirmek. * Karşılaştırmak. * Bir kaide, kanun veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek. * Benzetme, uydurma.
tatbikan   Tatbik ederek, uygun yaparak. Fiilen işleyerek.
tatbikî   Tatbike ait. Pratik ile alâkalı. Fiilen işlemek suretiyle.
tatbil   Davul çalma.
tatbin   Bir şeye çamur sürme.
tatfif   Alırken dolgun, verirken eksik ölçmek.
tatfif suresi   Kur'an-ı Kerim'in 83. suresidir. Mekkîdir.
tatfih   Doldurmak.
tatfil   Uyuntuluk etmek. * Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi.
tathim   Gökçek etmek, güzelleştirmek, tahsin.
tathin   (C.: Tathinât) (Tahn. dan) Öğütme. Un haline getirme.
tathir   Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak.
tathirât   (Tathir. C.) Temizlikler.
tatlik   Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek.
tatlim   Yüzüne eliyle vurmak.
tatmi'   Tamâ vermek.
tatmin   İkna etmek. Kandırmak. * İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak.
tatrib   Zevklendirme, neşelendirme, keyiflendirme.
tatrid   Reddetmek.
tatrih   Bırakmak.
tatrik   Kuşun yumurtalamaya, kadının doğum yapmağa yakın olması.
tatrim   Tamamlamak. * Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak.
tatrir   Keskin etmek, keskinleştirmek.
tatriz   Elbiseye veya kumaşa süs için kenar işleme, oya yapmak.
tature   f. Hayvanların ayağına vurulan köstek, bukağı.
tatvi'   Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
tatvif   Tavaf ettirmek.
tatvik   Boynuna gerdanlık takınmak.
tatvil   Uzatma. Uzatılma.
tatvilât   (Tatvil. C.) Boş, beyhude ve fazla sözler.
tatviş   Burma, iğdiş etme.
tatyib   İyi davranma. İyi muâmele etme. Hoş etme. Gönlünü hoş etme.
tatyibat   (Tatyib. C.) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler.
tatyir   Kötü görme. ' Bu, filanın şerrinden oluyor' deme.
taun   Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri.
tav'   İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak. * Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.
tav'an   İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
tav'an ev kerhen   İster istemez. İsteyerek olsun yahut istemiyerek olsun.
tav'î   Kendiliğinden. İçinden.
tav'id   Korkutmak.
tav'ir   İri ve kaba yapmak.
tav'iz   Korkutmak. * Söz vermek, va'detmek.
tava   Darı.
tava'ur   Güçlük, zorluk.
tava'vu'   Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri.
tavaddu'   Abdest almak.
tavaf   Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak. * Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
tavaggul   Çok meşgul olmak, uğraşmak, kendini birşeye tamamen vermek.
tavagi   (Tâgut. C.) Putlar. Tâgutlar.
tavahi   Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları.
tavahin   (Tâhun ve Tâhune. C.) Öğütülmüş şeyler. * Su değirmenleri. ◊ (Tâhine. C.) Azı dişleri, öğütücü dişler.
tavaif   (Taife. C.) Gruplar. Milletler, kavimler. Bölükler.
tavali'   (Tâli'. C.) Kısmetler, bahtlar, tâlihler.
tavamir   Tomarlar.
tavarik   (Târika. C.) Gece gelen belâlar.
tavaşi   (C.: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası.
tavasim   (Tavâsin) Kur'an-ı Kerim'den tâ-sin, tâ-sin-mim sureleri.
tavaşir   Tebeşir.
tavassub   Hastalanıp perişan olma.
tavassul   (Bak: Tevessül) ◊ (Bak: Tevassul)
tavassut   Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık. * İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak.
tavattun   Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek.
tavatu'   Muvafık olmak, uygun olmak.
tavaud   Sözleşmek.
tavavis   (Tavus. C.) Tavus kuşları.
tavazzu'   Abdest alma.
tavazzuh   Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek. * Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek.
tavb   Kırmızı kiremit.
tavd   Büyük dağ. Tepe. * Sebât.
tavdi'   Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek.
tavf (tavâf)   Dönmek. * Fırat Nehri gibi sularda üstüne binilen vasıta.
tavh   Helâk olmak. * İftira etmek.
tavil   Uzun. * Çok süren.
tavile   Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı. * Tavla, ahır. * Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.
tavir   (Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar.
taviyyet   İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet.
tavk   Tâkat. Güç. * Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. * Tasma. ◊ Arzu etmek, istemek.
tavl   (Bak: Tul)
tavla   Hayvan bağlanan ahır. San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)
tavme   Tosbağanın dişisi.
tavr   (Bak: Tavır)
tavrî   Vahşi adam veya kuş. * Ehad, vâhid, bir.
tavs   Örtmek.
tavş   Akıl hafifliği, akıl azlığı.
tavsib   Tenbellik ve süstlük.
tavsif   Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak. * Bilgi, ilim.
tavsifât   (Tavsif. C.) Tavsifler. Vasıflandırmalar.
tavsil   (Vasl. dan.) Ulaştırma, vardırma.
tavsim   Azalardan bir uzva zahmet vermek. * Kırmak. * Tenbellik.
tavsit   (C.: Tavsitât) (Vasat. dan) Aracı bulma. Aracılık yaptırma.
tavsiye   Vasiyet bırakma. * Ismarlama, sipâriş etme. * Birini iyi tanıtma. Öğütleme.
tavtid   Bir nesneyi yerinde tutmak. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
tavtie   Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.
tavtin   (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma. * Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak. * Gönlünü bağlamak.
tavtiş   Karşılıklı olarak reddetmek.
tavus   Meşhur bir süslü kuşun adı.
tavvaf   Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden. * Resmî dairelerde gece bekçisi. * Çok tavaf eden.
tavvafe   Kedi.
tavvafiyye   Resmî dairelerdeki gece bekçilerine verilen ücret.
tavvas   Tas yapan.
tavy   Açlık.
tavzif   Vazifelendirmek, iş vermek.
tavzih   Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak.
tayalis   (Taylasân. C.) Başa ve boyna sarılan şallar. * Başa sarılan sarıkların omuzlar üzerine salıverilen uçları.
taybe   Medine şehri. Yesrib. Medine-i Münevvere.
taycan   (C.: Tâyâcin) Tava.
tayeran   (Tayrân) Uçuş. Uçma.
tayf   Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. * Gül. * Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı.
tayfur   Bir kuş ismi.
tayh   Helâk etmek veya helâk olmak. * Bırakmak. ◊ Bulaşmak. * Hafiflik.
tayhan   Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse.
tayhuc   Turaç kuşu (Bir sülün nevidir.)
tayi'   İtaat eden, boyun eğen kimse. * Bir işi kendi isteğiyle yapan.
tayian   İsteyerek.
tayih   Hayran kimse.
tayir   (Tayr.) Kuş. * Uçmak. * Çabuk yürümek.
tayiş   Yeynicek kimse. * Hafiflik.
taylasan   (C.: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal. * Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.
tayr   (C.: Atyâr-Tuyur) Kuş. * Uçmak (mânasına mastardır.)
tayrure   Uçmak.
tays   Çok adet. * Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü. * Nesli çok olan karınca ve sinek.
taysel   Çok miktar. Fazlaca.
taytan   Yaban sarımsağı.
taytava   Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.)
tayy   Bükmek, sarmak, dürmek. * Kaldırmak. * Geçmek. * Açmak. * Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak. * Atlama, üzerinden geçme.
tayyan   Balçık yapan kimse.
tayyar   Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan. ◊ Deniz dalgası.
tayyaş   Aceleci hafif kimse. * Hilebaz kimse.
tayyetmek   Silmek. Kaldırmak. * Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak.
tayyib(e)   İyi, hoş. İyi davranış. Temiz. * Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir. * Fık: Helâlin her türlü şüphelerden More…
tayyibât   (Tayyibe. C.) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller. * Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.
taz   f. Koşma, koşuş.
taz'   Gayretsiz olmak.
taz'if   İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak. * Zayıf addetmek.
tazaccu'   Gevşek davranma, üşenme.
tazaccur   Sıkıntı. İç sıkılma.
tazaffür   Galip olmak, yenmek.
tazallül   (Zıll. den) Gölgelenme, gölgede olma, gölge altına girme.
tazallüm   Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. * Birinin hakkını veya malını gasbetmek. * Mazlum olmak. * Zulmü kendi nefsine isnad etmek.
tazallümât   (Tazallüm. C.) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar.
tazammud   Yaranın merhemli bezle sarılması.
tazammun   İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak. * Tazmini kabul etmek. Kefil olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.
tazannün   (Zann. dan) Sanma, zan ile iş görme, delilsiz hükmetme.
tazarru'   Bir şeye gizlice yaklaşmak. * Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak.
tazarru'en ve hufyeten   Gizlenip saklanarak.
tazarru'kârane   f. Tazarru ederek. Tazarru etmek suretiyle.
tazarruf   Zarafet. * Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak.
tazarrur   (Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama.
tazavvu'   Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması.
tazayyüf   Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
tazayyuk   (Zîk. den) Sıkışma, daralma.
taze   f. Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. * Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. * Kuru olmayan, yeşil. * Genç, körpe.
tazegî   f. Tazelik, yenilik, körpelik. * Gençlik.
tazende   f. Koşucu.
tazfir   Galip etmek. * Tırnaklaşmak.
tazhir   (Zahr. dan) Arkaya atma. Arkaya bırakma veya bırakılma. İhtimâl.
tazi   (C.: Tâziyân) Araplar.
taziyane   f. Sebeb. Vasıta. * Kırbaç, kamçı.
tazlil   (Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme.
tazlim   Zâlim olmak.
tazmid   Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama.
tazmin   Kefil olmak. * Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek. * Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı. * Bir şeyi bir şeye More…
tazminât   (Tazmin. C.) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller. * Zararların bedellerini ödetme.
tazr   Eliyle vurup def'etmek. El ile kovmak.
tazrir   Zarar vermek. Zarara uğratmak.
tazyi'   (C.: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama.
tazyik   'Daraltmak, sıkıştırmak. * İcbar etmek. * Sıkıntı ve ızdırab vermek. * Zorlama, baskı. * Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine More…
tazyikat   (Tazyik. C.) Tazyikler. Sıkıştırmalar. Baskılar. Zorlamalar. * Basınçlar.
te   f. Dek, kadar, değin. Meselâ: Ser-te-ser. Baştan başa.
te'bid   (C.: Te'bidât) (Ebed. den) Ebedileştirme, sonsuzlaştırma.
te'bidât   (Te'bid. C.) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler.
te'bil   Deveyi katarıyla getirmek.
te'bin   Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme. * Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.
te'bir   (Ağaçları) aşılama, (ağaçlara) aşı yapma.
te'bis   Horlama. Hakaret.
te'biye   Yüksek sesle okumak.
te'cic   Tutuşturup alevlendirme.
te'cil   Başka zamana bırakma. * Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil)
te'dib   Edeblendirme. Terbiye verme. * Haddini bildirme.
te'dibat   (Te'dib. C.) Edeplendirmeler, terbiye etmeler.
te'diben   Te'dib suretiyle, te'dib için. Haddini bildirmek için.
te'diyat   (Te'diye. C.) Ödemeler.
te'diye   (C.: Te'diyat) Eda etmek. * Ödenmiş para. Verilmiş borç. * Borcunu vermek.
te'fik   (C.: Te'fikât) Yalan söyleme. * Yalan ve iftirâ etme.
te'haz   Tekrar almak.
te'hil   Misafire 'hoş geldiniz' demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek. * Ehliyetli kılmak. * Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Lâyık ve müstehak görmek.
te'hir   Geciktirme. Sonraya bırakma.
te'hirât   (Te'hir. C.) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar.
te'hiye   Hayvana yatacak ahır yapmak. * Birbirine kardeş olmak.
te'kid   Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama.
te'kiden   Tekrarlama ile. * Sağlamlaştırarak. Te'kid suretiyle. * Evvelce yazılmış olan bir yazıyı tekrarlıyarak.
te'kil   Yedirme veya yedirilme.
te'leb   Bir ağaç adı.
te'lib   Kandırmak.
te'lif   Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek. * Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak. * Eser yazmak. * Noksan bir adedi bine çıkarmak.
te'lifât   Yazılmış eserler, kitaplar.
te'lil   Tez etmek, çabuklaştırmak.
te'lis   Durdurmak, ikâmet. * Yağmurun devamlı yağması.
te'liye   İbadet ettirmek.
te'mim   Kasdetmek.
te'min   Güvenlik, emniyet hissi vermek. * Sağlamlaştırma, şüphe bırakmama. * Sağlamak. Kat'i vaadde bulunmak. Emn ve emân vermek. * Elde etme.
te'minât   (Te'min. C.) İnandırmak ve emniyet vermek için veya muhtemel zararı ödemek için verilen söz veya para, gösterilen kefil.
te'minen   Te'min suretiyle.
te'mir   Emretmek.
te'mit   Zihnen tahmin etme.
te'miye   Öpmek.
te'nib   Ayıplamak. * İncitmek.
te'nis   Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Bir hayvanı terbiye ederek işe yarar hale getirmek. ◊ Bir kelimenin sonuna te'nis alâmeti olan ( ) ilâve ederek müennes yapmak.
te'rib   Kuvvet verme, sağlamlaştırma. * Çoğaltma.
te'rik   Gece uykusuz bırakma.
te'ris   Kandırma. * Ateş yakma. * Fitne düşürme.
te'riş   Bozmak. Fitne çıkarmak.
te'şib   Kandırmak.
te'sif   Sacayak üstüne çömlek koymak.
te'sil   Sermaye vermek. * Asıl etmek. ◊ Tez etmek. Sür'atli yapmak.
te'sim   Günah işledin demek. Bir kimsenin günahkâr olduğunu söylemek.
te'sin   Tağyir etmek, değiştirmek.
te'sir   Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.
te'şir   Gedik etmek.
te'sirat   (Te'sir. C.) Te'sirler.
te'sis   Kurma, temelleştirme, esaslar koyma. * Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak.
te'sisat   (Te'sis. C.) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler.
te'siye   Teselli verme, avutma.
te'te   Tekebbürlenmek, gururlanmak. Ululanmak.
te'tee   Söylerken dilini, 'tâ' lâfzına döndürmek.
te'tiye   Su yolunu vermek.
te'vib   Tesbih etmek. * Sabahtan akşama kadar seyretmek.
te'vid   Eğriltme.
te'vil   (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan 'Evl: ' den alınmıştır.
te'vilât   (Te'vil. C.) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.
te'vim   Tâzim etmek, hürmet etmek.
te'viye   Haz duyup 'oh' demek.
te'ye   Eğlenmek, durmak, oyalanmak.
te'yid   (C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. * Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.
te'yis   (Ye's. den) Me'yus etme, ye'se düşürme. Umutsuzlaştırma.
te'z   Yara. * Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek.
te'zin   Ezan okutma. * Bağırıp ilân etme.
te'ziye   Eziyet etme, cefa çektirme.
tea   Duâ.
teab   (Bak: Taab)
teabbüd   (Bak: Taabbüd)
teabbüs   Abes yüzlü olmak.
teaddi   (Bak: Taaddi)
teadi   (C.: Teâdiyât) (Adu. dan) Ara açılma. Düşmanlık.
teadud   (Adud. dan) Kol kola girme. * Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.
teadül   (C.: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.
teaffüf   (Bak: Taaffüf)
teaffün   (Bak: Taaffün)
teahhüd   Hıfzetmek, korumak. * Uymak, tâbi olmak, riâyet etmek.
teahhur   Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek.
teahüd   Sözleşmek. Ahidleşmek.
teahüdât   (Teâhüd. C.) Sözleşmeler. Ahidleşmeler.
teakk   Dolu olmak.
teakkub   Her nesnenin âkibetine nazar etmek. Sonuna bakmak.
teakkud   Bağlanmak.
teakkum   Tereddüt etmek, kararsız olmak.
teakkün   Karın buruşukluğu.
teakkür   Cem'olmak, toplanmak. * Açlık.
teakküs   (Aks. den) Tersine dönme.
teakub   Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak. * Bir nesneyi sonradan çoğaltmak.
teakud   (Akd. den) Bağlaşma, akidleşme.
teala   Nâmı büyük' meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir.
tealallah   Allah yükseltsin!
teali   Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.
tealiperver   f. Yükselmeyi isteyen.
tealli   (C.: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme.
tealluk   Muhabbet etmek, sevmek. * Alâkalı olmak.
teallül   (Bak: Taallül)
tealüm   (İlm. den) Bir şeyi herkesin bilmesi.
teami   Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme.
teammüc   Eğrilik.
teammüd   (Bak: Taammüd)
teammuk   Batmak, gömülmek.
teammüm   İmame sarmak, sarık sarmak. * Umumileşmek.
teamül   Olagelen iş. * Birbiriyle alıp vermek. * Yapılagelen muamele ve münasebet. * Usul. * Reaksiyon, tepki.
teamüs   Gaflet etmek. Câhillik etmek.
teanni   Zahmet çekme.
teannüd   Hakkı ve doğruyu bilerek tersini yapmak.
teannüt   Meşakkate düşmek. * Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek.
teanuk   Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
tearri   (Uryet. den) Soyunma. Çıplaklaşma.
tearrüf   Bir şeyi araştırarak öğrenme.
tearüf   Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.
tearuz   Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek.
tearuzen   Birbirine zıt olarak, muarız olarak.
teas   Sürçüp yüzü üstüne düşmek.
teaşi   Gafil görünmek.
teassi   Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Sopayla vurmak, asâ ile darbetmek.
teassüf   Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf.
teassür   Sıkılmak.
teassüs   Kokmak. * Geceleyin ava gitmek.
teaşük   Sevişmek.
teasür   (Üsr. den) Bir şey güçleşme. Güç olma. ◊ Geçim. Güzel geçinme.
teaşür   Muaşeret etmek, iyi muamelede bulunmak.
teati   Karşılıklı alıp vermek. * Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak. * Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.
teattuf   Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek. * Ulaşmak. İttisal etmek. * Eğilip bükülmek.
teattul   Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması.
teattus   Aksırma.
teattuş   Susamak.
teatuf   Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek. * Birbirine bağlanma.
teatufât   (Teâtuf. C.) Karşılıklı sevgiler.
teavün   Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.
teavünât   (Teavün. C.) Yardımlaşmalar.
teavür   Elden ele gitmek.
teayüş   Birbiriyle dirlik etmek.
teayyüb   Ayıplamak.
teayyün   Bellibaşlı olmak. * Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek. * Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma. (Bak: Taayyün)
teazud   Kol kola tutunma. * Mc: Yardım.
teazum   Gözde büyümek. Azametlenmek. Büyük görünmek.
teazzuk   Darlık, tazyik.
teb   f. Hararet. * Tıb: Sıtma.
teb'an   Bir şeyin arkasından gitmek ve ona tabi olmak.
teb'id   Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma.
teb'iz   Bölmek. Bölük bölük etmek. Bir kısma ait etmek.
teb-zede   (C.: Teb-zedegân) f. Sıtmaya tutulmuş.
teba'   Tabi olma. Uyma.
teba'sus   Muztarib olmak, ıztırab çekmek. Acı çekmek.
teba'ul   Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.
teba'uz   Parçalanma. Kısım kısım ayrılma.
tebaa   Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar.
tebab   Ziyan, zarar, kayıp, hasar.
tebadül   Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.
tebadülât   (Tebadül. C.) Değişmeler. Tebadüller.
tebadür   Ani olarak zihne girmek. * Hâdis olmak. * Barışmak. * Öğretmek. * Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak.
tebagguz   (Buğz. dan) Sevmeme. Kin besleme. Buğzetme.
tebagi   Birbirine zulüm etmek.
tebaguz   (C.: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.
tebah   f. Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. * Bozuk.
tebah-kâr   (C.: Tebâhkârân) f. Mahveden, harab eden, bitiren.
tebahbuh   Durmaya, oturmaya, girmeye ve çıkmaya kadir olmak. * Ortada oturmak.
tebahhur   (Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma. ◊ (Buhar. dan) Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. * Kokmak.
tebahhurât   Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler.
tebahi   Övünme, tefahur. * Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek.
tebahtur   Dalgalanmak, dalgalanır olma. * Kibirlenerek yürüme, kibirli kibirli yürüme.
tebaî   Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan. * Başkasına uyarak. * Cüz'î olarak. (Bak: Tebeî)
tebaiyyet   Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme.
tebaiyyeten   Tâbi olarak. Uyarak.
tebaki   (Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama.
tebakkur   İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak.
tebançe   Tokat.
tebane   Zeyreklik, akıllılık.
tebar   Helâk, bitme, yok olma. ◊ f. Soy, nesil, neseb.
tebari   Mücâdele ve muhârebe etmek. Savaşmak, dövüşmek.
tebarük   Çoğalmak, ziyâde olmak. * Uzamak. * Büyüklük. * Genişlemek. * Zâhir olmak, görünmek.
tebarüz   Belli olma, belirtme. Görünme. * İki hasım cenk için meyadan çıkma.
tebaşir   Müjde. * Her şeyin öncesi, ilk zamanı. ◊ f. Tebeşir.
tebassur   Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş.
tebaşür   Muştulamak. Müjdelemek. * Mübaşeret etmek, bir işe girişmek, başlamak.
tebattun   Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.
tebatu'   Ağır davranma. Ağır hareket etme.
tebaüd   Uzaklaşma. Uzağa çekilme. * Uzama.
tebaüdât   (Tebaüd. C.) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar.
tebaul   Oynamak.
tebayi'   (Bak: Tabayi')
tebayü'   Bey'edişmek, bir malı diğer bir malla değişmek.
tebayün   İki şey arasındaki uyuşmazlık. Birbirinden ayrı ve başka olmak. İhtilâf vuku bulmak. Zıtlık.
tebayünât   (Tebayün. C.) Tebayünler, iki şey arasındaki farklılıklar.
tebazül   Birbirine bahşiş etmek.
tebb   Zarar, ziyan, hasar, kayıp.
tebban   Saman satan, samancı.
tebcil   Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.
tebcilen   Ağırlıyarak, tâzimen.
tebdil   Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
tebdilât   (Tebdil. C.) Tebdiller, değiştirmeler.
tebdilen   Değiştirerek. Tağyir ederek.
tebea   (Tâbi. C.) Tâbi olanlar, uyanlar.
tebean   Tâbi olarak. Uyarak.
tebecbüc   Sevinmek.
tebeccüs   Suyun açıktan akması.
tebeddi   Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.
tebeddü'   Ehl-i Sünnetten iken başka mezhebe girme. * Dinini değiştirme. İrtidad. * İyi olan ahlâkını bozup değiştirme. ◊ Başlamak.
tebeddüd   Perâkende olmak, dağılmak.
tebeddül   Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus)
tebeddülât   (Tebeddül. C.) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât.
tebeh   (Bak: Tebah)
tebehhül   Tahsil için sıkıntı ve zahmet çekme.
tebehhüm   şüpheli ve belirsiz olma.
tebehhur   (Bak: Tebahhur)
tebehhür   Tıb: Kısa ve sık nefes alma.
tebehkar   (C.: Tebehkâran) f. Mahveden, harab eden. Bitiren.
tebeî   Kasdî olmayan. * Tâbi olarak. * Başkasının vücuduyla kaim olan. * Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak. (Bak: Tebaî)
tebekkül   Karışmak.
tebekküm   (Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma.
tebelbül   Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi. * Karışıklık.
tebelleş   Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.
tebellüc   Sabah yeri ağarmak.
tebellüd   Ağır, tembel olma. * Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı 'hay meded' diye ellerini birbirine çarpma. * Yere düşme.
tebellüğ   Anlayıp alma. Yetişme, erişme. * Tebliği kabul etme.
tebelluh   Tekebbürlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
tebellüh   Ahmak olmak. * Suretâ ahmaklık göstermek. * Kaybolmuş bir şeyi araştırmak. * Yolu bilmeyen kimse, erbâbından sorup araştırmayarak gitmek.
tebellül   (C.: Tebellülât) Nemlenme, ıslanma.
tebellür   Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak. * Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.
teben   Zeyrek, akıllı kimse.
tebenni   Evlât edinme.
teber   f. Balta.
teberku'   Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma.
tebernüs   Bürnüs giymek.
teberra   Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme.
teberri   Alâkasız olma. Sevmeyip yüz çevirme. * Temiz olma.
teberru'   Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.
teberrü'   Pâk ve temiz, halis ve helâl olmak.
teberruan   Teberru ederek, teberru suretiyle, bağışlayarak.
teberruât   (Teberru'. C.) Teberrular, bağışlar, bağışlamalar.
teberrüc   Açık saçık olmak. * Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)
teberrüd   Soğuma, serinleme, soğuk hâle gelme. * Soğuk suya girme.
teberrük   Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak. * Hayr-ı İlâhiye hissedâr olmak.
teberrüken   Uğurlu ve mübarek olarak. Bereket mevzuu ederek.
teberrüm   Muztarib olmak, ıztırab ve acı çekmek.
teberrür   Allah rızasına çalışma.
teberruz   İktifa etmek, yetinmek.
teberrüz   Görünme, meydana çıkma.
tebertum   Büyüklük taslama. * Hiddetlenme, öfkelenme, kızma.
teberzin   f. Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası.
tebeşbüş   Küçükten büyüğe güler yüz gösterme.
tebessül   Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme.
tebessüm   Gülümseme. Nazikâne ve dişlerini göstermeyerek gülme.
tebessüm-künan   f. Gülümser tarzda, gülümseyerek.
tebessümat  (Tebessüm. C.) Gülümsemeler, tebessümler.
tebessür   Sivilce çıkma.
tebettül   Halkdan ayrılmak. * Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek. * Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek.
tebevvü'   Makam tutmak.
tebevvül   Bevl etmek. İşemek.
tebeyyün   Belli olmak. Sabit olmak. Görünüp anlaşılmak.
tebeyyüt   Geceleyin yağma etme. * Bir işi gece yapmak.
tebezzuh   Tekebbürlenmek, gururlanmak.
tebezzuk   (Büzâk. dan) Tükürme.
tebezzül   'Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak.' ◊ Yarılma. Şakk.
tebhal   (Tebhâle) Dudak kabartısı.
tebhic   (Behic. den) Güzelleştirme.
tebhih   Sıcaklığın az olması.
tebhil   (Bahal ve Buhl. den) Bir kimse için 'pinti, hasis' deme.
tebhir   Buharlaştırma. Buhar hâline getirme. * Tütsüleme.
tebhit   Ağlatmak.
tebi'   Yardımcı, yardak. * Sığır yavrusu.
tebia   Zulümle ve zorla alınmış olan kumaş.
tebk   Dolu olmak, dolmak.
tebkir   Acele etmek.
tebkit   Tekdir etmek. Azarlamak. Vurmak. Başa kakmak. * Delil ve bürhanla galip gelip susturmak.
tebkiye   (Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma.
tebl   Fesad etmek, çürütmek.
tebliğ   Ulaştırmak. Götürmek. * Bildirmek. * Eriştirmek.
tebligat   (Tebliğ. C.) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler.
teblil   Islatma. Islatılma.
teblim   Çirkin yapmak, çirkinleştirmek.
tebliye   Eskitme ve çürütme. köhneleştirme.
tebn   (C.: Etbân) Saman.
tebnî   Saman renkli.
tebniye   Çok bina yapmak.
tebric   Dışarı çıkarmak. * Hâlinden döndürmek.
tebrid   (Bürudet. den) Soğutma, soğutulma. * Mc: Ara açılma, soğuma.
tebrie   (Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak. * Borçtan kurtarmak. * Nezahet, ismet. * Beraet ettirmek.
tebrih   (C.: Tebârih) İncitmek. Eza vermek.
tebrik   Gözlerini dike dike bir yere bakmak. * Günaha girmek. * Uzak bir yere sefer etmek. * Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak. * Kadının süslenip püslenmesi. * Evi ziynetleyip süslemek. More…
tebrikât   (Tebrik. C.) Tebrikler. Tebrik etmeler.
tebriye   (Bak: Tebrie)
tebriz   Dışarı çıkarmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. * Göstermek, izhâr etmek.
tebsir   İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.
tebşir   Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek.
tebşirât   (Tebşir. C.) Müjdelemeler, müjde vermeler.
tebtie   (Bati. den) Yavaşlama, ağırlaşma.
tebtik   Kulak kesmek.
tebtil   Tamamen hakka yönelmek. * İyice ve tamamiyle kesmek. * Terbiye etmek. * Yemek. (Bak: Tebettül)
tebtit   Kesmek. * Dağıtmak. * Bitirmek.
tebuk   Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te More…
tebvib   (Bâb. dan) Kısım kısım ayırma. Bablara ayırma.
tebvie   Bir kadını boş bir evde oturtma.
tebyin   Belirtme. Açıkça anlatma. * İsbat etme.
tebyiz   Temizce yazma. Müsveddeden daha iyice bir kâğıda yazma. * Ağartma, beyazlatma.
tebzil   Delme, yarma. Çok azimle bir şeye girişmek, adamak.
tebzir   Boş yere malını sarf etmek. * Serpmek. Dağıtmak. * İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.
tebzirât   (Tebzir. C.) İsraflar. * Tohum saçmalar.
tec'id   (Ca'd. den) Saç kıvırtma.
teca'cu   Yere düşmek.
teca'ud   (Ca'd. dan) Büklüm büklüm olma (saç).
tecadu'   Husumet etmek, düşmanlık etmek.
tecafi   Uzak olma. Yerinden bir tarafa ayrılma.
tecahüd   Kuvvetini sarfedip uğraşmak. Çalışmak. ◊ İnkâr etmek.
tecahüf   Darbetmek, vurmak. * Üstün gelmek, galebe etmek.
tecahül   Bilmezlikten gelme. Bilmiyor görünme.
tecahülkâr   f. Bilmezlikten gelen.
tecahüm   Yüz pörtürmek.
tecahür   Aşikâre olmak, açık ve belli olmak.
tecalüs   Birlikte oturmak.
tecamu'   Cima etmek. * Toplanmak, cem'olmak.
tecanüb   Sakınma. Çekinme.
tecanüf   Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
tecanün   Delirmek.
tecanüs   Bir cinsten olma. * Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk.
tecarüb   (Tecarib) (Tecrübe. C.) Tecrübeler.
tecasü   Diz üstüne çökmek.
tecasür   Cesaretlenme.
tecavif   (Tecvif. C.) Oyuk yerler, oyuklar.
tecavüb   Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme.
tecavül   (C.: Tecâvülât) (Cevelân. dan) Dolaşma. Cevelân etme.
tecavür   Komşu olma.
tecavüz   Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
tecavüzât   (Tecavüz. C.) Tecavüzler. Sataşmalar. Haddi aşmalar.
tecavüzkâr   (C.: Tecavüzkârân) f. Sataşan, saldıran, tecavüz eden.
tecazüb   Birbirine karşı duyulan yakınlık. * İncizab etme. Çekme.
tecazüm   Kesişmek.
tecazür   Sövüşme.
tecbib   Ürkmek. Kaçmak. * Davarın ön ayaklarının dizlerine kadar beyaz olması.
tecbin   Birisine 'korkaksın' deme, korkak sayma.
tecbir   (Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme.
tecbiye   Rüku eder gibi eğilip durmak.
tecdi'   Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme. * Vücudun bir tarafını kesme. * Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme.
tecdid   Yenileme. Yenilenme. Tazelenme.
tecdidât   Yenilemeler, tazelemeler.
tecdiden   Yenileterek. Yenileyerek.
tecdil   Yere yıkma, yere atma, yere vurma.
tecebbür   (Cebr. den) (C.: Tecebbürat) Kibirlenme, büyüklenme.
tecebbüs   Yürürken sallanmak.
tecebcüb   Kurumak.
teceddüd   Tazelenme. Yenilenme. (Bak: Müceddid) TECEFFÜF: Kuruma, kuruyup katılaşma.
tecehhüz   (Cihaz. dan) Hazır bulunma. Cihazlanma, hazırlanma.
tecehzum   Ululanmak.
tecelbüb   Gömlek giymek.
tecelcül   Deprenmek, harekete geçmek.
tecelli (tecellâ)   Görünme. Bilinme. * Kader.
tecellidâr   f. İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen.
tecelligâh   f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer.
tecelliyat   (Tecelli. C.) Tecelliler.
tecellüd   Tekellüfle celâdet göstermek. Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeğe çalışmak. * Serkeşâne inad etmek.
tecellül   Ululanmak, büyüklenmek.
tecemcüm   Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak.
tecemmu'   Toplanma. Birikme.
tecemmuât   (Tecemmu'. C.) Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar.
tecemmüd   Donma. Sertleşme. Katılaşma.
tecemmüdât   (Tecemmüd. C.) Sertleşmeler, katılaşıp donmuş şeyler.
tecemmül   Ziynetlenmek. Süslenmek. * Ululuk göstermek. * Âletler. Sebepler.
tecemmülât   (Tecemmül. C.) Eşya, levâzım. Tetümmat.
tecemmüm   (Bitki) büyüme, çoğalma.
tecemmüş   Tekellüf etmek, özenmek.
tecenni   Meyve devşirme. * Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek.
tecennüb   Sakınma. Çekinme.
tecennüd   Bir yere toplanıp asker olmak.
tecennün   Cinnet getirme. Delirme. Çıldırma.
tecerru'   (Cur'a. dan) Yudum yudum ve süzerek içmek. * Hışmını ve gadabını yutup def'etmek. Hiddetini yenmek. ◊ Bahâdırlık ve kahramanlık etmek.
tecerrüb   Tecrübe sâhibi olma.
tecerrüd   Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. 
tecerrüm   Gitmek. * Etmediği günahı ettim demek. * Eksilmek.
teceşşu'   Çok yemekten midenin dolması. * Genirmek. ◊ Haris olmak, hırslı olmak.
tecessüd   Ceset şekline girmek. Vücud peyda etmek. Cesedlenmek.
tecessüm   Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.
teceşşüm   İncinmek. * Zahmetli şeyleri seçmek.
tecessüs   Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. * İç yüzünü araştırmak. * İç yüzünü araştırma merakı.
tecessüsât   (Tecessüs. C.) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler.
tecessüskâr   f. Gizliden araştıran, meraklı.
tecevvu'   (Cu'. dan) İsteyerek aç kalma. Açlık çekme.
tecevvüf   İçi boş olma, kovuk olma. * İçine işleme. Nüfuz eyleme.
tecevvüz   (C.: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme. * Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme.
tecevvüzen   Mecaz yoluyla.
teceyyüf   Dost edinmek.
teceyyür   Teftiş etmek, kontrol etmek.
tecezzi   Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma.
tecezzüv   (Cüz. den) Kısım kısım bölünme. Doğranma, ufalanma.
tecfif   (Ceff. den) Kurutma veya kurutulma. * Cübbe giydirme.
techil   Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma. ◊ Atın ayaklarını beyazlatmak.
techir   Büyütmek. * Genişletmek.
techiye   Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Ondan yana sürmek.
techiz   Donatma. Gereken şeyleri tamamlama. Cihazlanma. * Fık: Cenazenin yıkanmasından defnetmeğe kadar yapılması lâzım gelen şeyler ve bunları tedarik etme.
techizât   (Techiz. C.) Donatım.
teclic   Çok gayret ve ikdâm etmek.
teclid   Ciltleme. * (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.
teclil   (Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme.
tecliye   (Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme. * Aşikâre etmek, açıklamak. * Ruşen etmek, parlatmak.
tecliz   Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
tecmi'   Bir yere toplamak, * Cuma namazına gelmek.
tecmid   Dondurma, dondurulma.
tecmil   (C.: Tecmilât) Süs, tezyin.
tecmir   Buhur etmek. * Taş atmak. * Hapsetmek. * Aşağı sarkıtmamak. * Kadının saçını toplayıp bağlaması.
tecnib   Irak etmek, uzaklaştırmak. * Atın ayağının eğri olması.
tecnid   Askerleri sıraya koyma, sıralama.
tecnis   İki şeyi birbirine benzer şekle sokma. * Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme.
tecniz   Ölüyü tabuta koyma.
tecr   Bezirgânlık etmek, ticaret yapmak.
tecrî   (Cereyan. dan) Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor.
tecri'   (Cer. den) Yudum yudum içirme.
tecrib   Tecrübe etme, deneme.
tecribe   (Bak: Tecrübe)
tecrid   Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek. * Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir More…
tecriden   Tecrid ederek. Tek olarak. * Mücerred (soyut) olarak. Tekliyerek.
tecrih   Yaralama.
tecrim   Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme. * Bir taifeden ayrılıp gitme.
tecrir   Çekmek.
tecris   Sağlam fikirli etmek.
tecrübe   (Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.
tecrübî   Tecrübeye ait. Tecrübeyle ilgili.
tecsim   (Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme. ◊ Diz üstüne veya göğüs üstüne çökmek.
tecşim   İncitmek. * Teklif etmek.
tecsimât   (Tecsim. C.) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler.
tecsis   Kireç karıştırmak. * Kireçle sıvamak. * Binayı kireçle yapmak.
tecvi'   (Cu. dan) Acıktırma.
tecvid   (Cevdet. den) Bir şeyi güzel yapma. Süsleme. * Kur'an-ı Kerim'i usulüne uygun olarak okuma ilmi ve buna dair yazılan kitap.
tecvid ilmi   Harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur'an-ı Kerim'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir.
tecvif   (C.: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma. * Oyuk yer.
tecvil   Seyahat etmek, gezmek.
tecvir   (Cevr. den) Zora, sıkıya koyma, cevretme.
tecviz   Câiz görme. İzin verme, cevaz verme.
tecyif   Korkma, korkutulma. * Vurmak. * Murdar etmek, pisletmek.
tecyiş   Askerleri dizmek.
teczie   (Cüz'. den) Kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme.
teczim   (Kol, kanat gibi şeyleri) kesme.
teczir   (Cezr. den) Mat.: Kare kökünü alma.
tecziye   Cezalandırma. * Parça parça ayırmak.
tedabir   (Tedbir. C.) Tedbirler, çareler.
tedabür   Kesişmek.
tedafü'   Birbirini def etme. * Müdafaa etme. * İtişme kakışma.
tedafüî   Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.
tedahruc   Yuvarlanma.
tedahük   Karşılıklı gülüşme.
tedahül   İç içe olmak. Birbiri içine girmek. * Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak. * Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.
tedaî   Birbirini bir iş için davet etmek. * Yıkılıp harap olmak. * Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.
tedarru'   Cübbe veya zırh giymek.
tedarü'   Def'edişmek, birbirini kovmak.
tedarub   (Darb. dan) Vuruşma, dövüşme.
tedarük   (Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak. * Araştırıp bulmak. * Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek.
tedarüs   Okuma, yazma.
tedaül   Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma. * Küçülme. Büzülme.
tedaüm   Kalabalık, izdiham.
tedavi   İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı.
tedavir   (Tedvir. C.) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar.
tedavül   Elden ele dolaşma. * Kullanma. * Sürüm. * Geçerlilik.
tedavür   Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak.
tedayün   Borç edişmek.
tedbib   Yumuşak etmek. * Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
tedbic   Rükuda başı çok eğme.
tedbih   Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. ◊ Rükuda başını çok aşağı eğmek.
tedbir   Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. * Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet. * Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.
tedcic   Gökyüzünün bulutlu olması. * Silâh kuşandırmak.
tede'lüb   Kimse görmeden gitmek.
tedebbür   Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek.
tedeccüc   Silâhlanmak.
tedeffuk   Suyun fışkırması. Atılmak. * Dökülmek.
tedeffün   (Defn. den) Gömülme, defnolunma.
tedehdüh   Dönmek.
tedehhi   Dâhileşme. Dehâ eseri gösterme.
tedehhün   (Dehn. den) Yağ sürünme, yağlanma.
tedehhüş   Dehşete düşme. Korkma. Yılma. Ürperme.
tedehrüc   Yuvarlanmak.
tedekdük   Taşlıkta ve kum arasında olmak. * Dağ, yerinden ayrılıp pâre pâre olmak. * Zelzele olup yerin deprenmesi.
tedekkül   Kendini büyük görmek, tekebbürlenmek.
tedeldül   Kımıldamak.
tedelli   (C.: Tedelliyât) Tevazu gösterme. * Nazlanma. * Aşağıya inme. * Eğilme.
tedelliyât   (Tedelli. C.) Nazlanmalar. * Eğilmeler. * Tevâzu göstermeler.
tedellük   Sürtme. Oğma.
tedellül   Nazlanma.
tedellüs   Gizlenme, ihtifâ etme.
tedemdüm   Helâk olmak.
tedemmu'   (Dem.' den) Gözün yaşarması.
tedemmül   Toprağa gübre dökme. Toprağı gübreleme.
tedenni   Aşağı düşme. Aşağı inme. * Daha kötü bir derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı.
tedenniyât   (Tedenni. C.) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar.
tedennü'   Yakın olmak.
tedennük   Dikkatle bakmak. * Ayırtmak. * Su dökülmek.
tedennüs   Pislenme, kirlenme.
tederdür   Katı deprenmek. * Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek.
tederru'   Zırhlanma. Zırh giyme.
tederrü'   Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek.
tederrüb   Alışma, ülfet peydâ etmek.
tederrüc   (Derece. den) Derece derece, adım adım ilerleme. * Dürrâce benzer bir kuş.
tederrün   Bir organın, bir uzvun şişmesi.
tederrüs   (C.: Tederrüsât) Ders alma, okuyup öğrenme.
tederrüsât   (Tederrüs. C.) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler.
tedessür   Elbise giyme. Elbiseye bürünme. * Erkek hayvanın dişisine binmesi. * Kişinin sıçrayıp atına binmesi.
tedeyyüm   Yağmurun sert yağması.
tedeyyün   Dinini sakınmak. * (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme.
tedfik   Dökmek.
tedfin   (Defn. den) Gömme, defnetme. * Örtme, gizleme.
tedhin   (Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak. ◊ (Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme.
tedhiş   Korkutma. Dehşete düşürme. Ürkütme.
tedirgin   Huzursuz, rahatsız.
tedkik   Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.
tedkikat   (Tedkik. C.) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
tedlik   Sürme.
tedlis   Sattığı şeyin ayıbını müşteriden gizlemek. * Fık: Hadisi ilk nakledenin ismini gizlemek. Hadisi başkasına isnâd eylemek. ◊ Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak. * More…
tedliye   Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma. * Şaşırma, dehşete düşme. * Delil ve vesika hazırlama. * (Akıl) gitmek. * Ahmak etmek, salaklaştırmak.
tedmi'   Göz yaşı dökmek.
tedmic   Bir şeyi başka bir şeyin içine yerleştirme. * Arkasını eğmek.
tedmin   Yığıp toplamak. * İhâta edip kaplamak. * Lâzım olmak, icab etmek.
tedmir   Yok etmek. Mahvetmek. Tepelemek. Perişan etmek.
tedmis   Yumuşak etmek, yumuşatmak. ◊ Örtmek, gizlemek.
tedmiye   Vurup kanatmak.
tednih   Zayıf görüş. * Oturmak, ikamet etmek, mukim olmak.
tednik   Yakın olmak.
tednir   Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak.
tednis   (C.: Tednisât) Kirletme, kirletilme.
tedri'   Zırh giydirme.
tedric   Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak. * Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak. * Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması. (Bak: More…
tedricât   (Tedric. C.) Tedricler.
tedricen   Yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
tedricî   (Tedriciyye) Yavaş yavaş olan, derece derece yapılan.
tedris   Okutmak. Öğretmek. Ders vermek.
tedrisât   (Tedris. C.) Tedrisler. Ders vermeler.
tedsim   Yağlı ve uyuz etmek.
tedsir   Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi.
tedsiye   Baştan çıkarma, azdırma. * Gizlemek.
tedvih   Şehirler gezmek.
tedvim   Teskin etmek, sâkinleştirmek. * Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi. * Dili ağızda döndürmek. * Tatmak.
tedvin   Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
tedvir   Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek. * İdare etmek, yönetmek. * Daire şekline sokmak. * Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır. * Kur'an-ı More…
tedviye   (Devâ. dan) İlâç verme. * Kuş kanadının fısıltısı.
teebbel   İmtina' etmek, yapmamak, çekinmek.
teebbi   İnkâr etmek. * (Ebb. den) Bir kimseyi baba kabul etme. Baba edinme.
teebbüd   Ürküp çekinme. * Evlenmeme, bekâr kalma.
teebbüh   Kibirlenme, böbürlenme, gururlanma. * Alicenaplık ve göztokluğu ile bir şeyden vazgeçme.
teebbün   İzine uyma. Tâbi olma, birinin yolundan gitme.
teebbüs   Mütegayyer olmak, rengi değişmek.
teebbüt   Koltuklamak.
teeccüc   Tutuşma, alevlenme.
teeccül   Belli bir vakte kadar müddet isteme. * Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları.
teeccüm   Öfkelenme.
teeddi   Yetiştirmek.
teeddüb   Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma.
teeddübât   (Teeddüb. C.) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar.
teeddüben   Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak.
teeffüf   (C.: Teeffüfât) Oflama. Of çekme.
teehhi   Birini kardeş edinme.
teehhüb   Hazırlanmak.
teehhül   Evlenme. * Ülfet ve ünsiyet eyleme. Ehlileşme.
teehhür   Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma.
teekk   Çukur kazmak.
teekküd   (Ekd. den) Kuvvet bulma. Sağlamlaşma.
teekkül   (Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması. * Yenme, eklolunma.
teelli   Yemin etmek.
teellüb   Cem'olmak, toplanmak. * Dağ keçisinin erkeği.
teellüf   Alışma. Hoş geçinme. * Barışma. * Huylanma. * Birikme.
teellüfât   (Teellüf. C.) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.
teellüh   Kulluk ve ibadet etmek. * Tazarru' etmek, yalvarmak.
teelluk   Yıldıramak, parlamak.
teellüm   Elem duyma. Kederlenme. Tasalanma.
teellümât   Elemler, kederler, tasalanmalar.
teemmel   Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir).
teemmi   (Emet. den) Cariye edinme. * Dadı satın almak.
teemmül   İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin düşünmek.
teemmülî   Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik. (Bak: Tefekkür)
teemmüm   Kasdetmek. * (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme.
teemmür   (Emr. den) Amirlik taslama.
teenni   İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir)
teennuk   Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı.
teennüs   (Üns. den) Müennes olma. * Kadınlaşma. Kadın gibi hareketlerde bulunma.
teerrüb   Ululanmak, büyülenmek. * Kendini zeki göstermeğe çalışmak.
teessi   Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma.
teessüf   Eseflenmek. Kederlenmek. * Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek.
teessül   Sermaye edinmek. * Cem'etmek, toplamak.
teessüm   (İsm. den) Günahtan sakınma.
teessün   Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.
teessür   Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Üzülmek. * Te'sir altında kalmak. * Kederlenmek. ◊ İşten alıkoyma. Oyalandırma.
teessür-bahş   f. Hüzün veren, keder veren, tasaya düşüren.
teessürât   Üzüntüler. Teessürler.
teessüs   Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül.
teetti   Asan olmak, kolaylaşmak. * Beklemek, gözlemek.
teevvi   (İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme.
teevvüd   Eğrilme, bükülme. İki kat olma.
teevvüh   (C.: Teevvühât) İnleme, figân etme.
teevvül   Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme.
teeyyüd   Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma.
teezzi   İncitme.
teezzüb   Her yönden rüzgârın esmesi.
teezzür   Örtünme, bürünme. Tesettür.
tef   f. Buhar. * Sıcaklık, hararet.
tef'il   Fal açtırmak. Tefe'ül etmek.
tefa'   Hiddet ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak.
tefaddul   Faziletlilik iddiasında bulunmak. Üstünlük taslamak. * Bir kimseyi inâyet, ihsan ve kerem ile memnun etmek.
tefadi   Bir kimseye 'Sana ben feda olayım' demek. * Feda etmek.
tefafih   (Tuffâh. C.) Elmalar.
tefahe   Horluk, hakirlik. * Tatsızlık.
tefahhuc   Oturduktan sonra ayaklarını ayırmak.
tefahhul   Aygırlanmak.
tefahhum   Kömürleşme. Kömür hâline gelme.
tefahhur   (C.: Tefahhurât) (Fahr. dan) Övünme, fahirlenme.
tefahhus   Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma.
tefahhuş   Fuhşa düşmek, fâhişe olmak. Ahlâksız olmak. * Çirkin sözler söylemek.
tefahhusât   (Tefahhus. C.) İnceden inceye araştırmalar.
tefahur   Fahirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
tefahuş   Birbirine çirkin sözler söylemek.
tefakkud   (C.: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma.
tefakkuh   Gül gibi açılma.
tefakkur   (Fakr. dan) Fakirleşme. Fukaralaşma.
tefaküh   (Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma. * Mc: Şakalaşma.
tefakum   İş büyüyüp güçleşme.
tefani   Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.
tefaric   (Tefric. C.) Yırtmalar, genişletmeler. * Ferah vermeler. * Korkaklar, zaifler, yüreksizler. * (Tifrac. C.) Yırtmaçlar, aralıklar.
tefarik   Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler. * Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler. * Küçük hediyelik eşya.
tefarüt   Müsabaka etmek, yarışmak.
tefasil   (Tefsir. C.) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar. ◊ (Tafsil. C.) Tafsiller, ayrıntılar.
tefassum   Kırılma. Kesilme.
tefasuh   Fasahatle söyleme.
tefattun   Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme. * Ufalanma.
tefattur   Yarılma.
tefatü'   Muhakeme etmek.
tefatuh   Muhakeme olmak. * Bir nesneye başlamak.
tefaül   Fal tutmak.
tefavüd   Birbirinden faydalanma, yararlanma.
tefavüt   Farklılık. İki şey arasındaki fark. Uygunsuzluk. Tehâlüf.
tefazul   (C.: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark. * Meziyet ve fazilet yarışına çıkma.
tefazzul   Üstünlük taslama, fazilet satma. * Bağışlama, iyilik.
tefci'   (C.: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma.
tefcir   Yerden su kaynatıp akıtma. * Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi. * Yarmak.
tefciye   Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere 'ebazir' derler.)
tefdim   İbrik ağzına süzgeç koymak.
tefdiye   Canını başkası uğruna feda etme.
tefe'ül   Fal açmak. * Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak.
tefeb   Helâk olmak, mahvolmak.
tefeccu'   Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma. * Belâ ânında hüzünlü olma.
tefeccür   (Fecr. den) (C.: Tefeccürât) Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma.
tefeci   t. El altından yüksek faizle para veren kimse.
tefehhüm   Farkına varmak. İdrâk eylemek. * Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak.
tefehhümât   (Tefehhüm. C.) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar.
tefehhuz   Tâzim, hürmet.
tefekku'   Yarılmak.
tefekkuh   Fıkıh ilmini tahsil etmek. (Bak: Fıkıh)
tefekküh   Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek. * Pişman olmak. * Pek hoşlanıp hayrette kalmak.
tefekkük   Zincir halkası gibi birbirinden ayrılma.
tefekkün   Pişman olmak. * Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.
tefekkür   Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek.
tefel   Guslü ve temizliği terk etmekle vücudun kokması.
tefellüc   Felç olma, felce uğrama. * Yarılıp çatlama.
tefelluk   Yarılma, çatlama.
tefellül   (Kılıç) gedik olmak, yaralanmak. Rahnedar olmak.
tefellüs   İflâs etme.
tefellüt   Halâs olmak, kurtulmak. * Aniden bağından boşanmak.
tefelsüf   Feylesoflaşmak.
tefennün   Fen öğrenmek. * Çok şeyler bilmek. * Türlü türlü olmak. * Bir fende maharet sahibi olmak.
tefer'un   Firavunlaşma. Zâlimlik etme, zulüm yapma. * Çok fazla kibirlenme.
teferku'   Parmak öttürmek.
teferru'   Bir çok kollara ayrılmak. * Bir kimse halkın üzerine havale olmak. * Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek. * Çatallanıp dal dal olmak.
teferruât   Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.
teferruc   (Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak. * Gezintiye çıkmak. Seyr.
teferrüd   (Ferd. den) Tek ve yalnız kalma. Herkesten ayrılma. * Eşsiz, emsâlsiz ve benzersiz olma. * Kendi başına olma.
teferrug   (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma. * Bir işi bitirip kurtulma. * Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.
teferruh   (Ferah. dan) İçi açılma, ferahlanma.
teferruk   (Fark. dan) Dağılma, ayrılma.
teferrüs   Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak. * Zannetmek.
teferrüş   (Ferş. den) Yayılma, serilme.
teferrüz   (İfrâz. dan) Ayrılma.
tefes   Kir, pislik. * Menâsik-i Hacta bıyık ve tırnak kesmek, baş ve kaş yolmak.
tefeşşi   İntişar etmek, dağılmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.
tefeşşu'   Galip olmak, yenmek. * Çoğalmak, çok olmak.
tefeşşü'   Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek.
tefessud   Akmak.
tefessuh   Fasih olma. Anlaşılması kolay olma.
tefessüh   Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak. * Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak. ◊ Alçaklaşmak. Bozulmak. * Çürümek. Kokup dağılmak. * Tâkattan düşmek.
tefettü'   Rücu etmek, geri dönmek, vazgeçmek.
tefettün   Bir kimseyi zorla fitneye atma.
tefettüt   (Fett. den) Ufalanma, ufak ufak parçalanma.
tefevvüh   (C.: Tefevvühât) (Fevh. den) Söyleme, ağza alma. * Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme.
tefevvuk   Üstünlük. Fâik ve daha büyük olma. Üstün gelme.
tefevvüt   Birbirinden eksik olmak.
tefevvüz   Bir işi üzerine alma.
tefeyhuk   Geniş, bol olmak. * Çok konuşmak.
tefeyyüz   Feyizlenmek. * İlerlemek. * Bollaşmak.
tefezzür   Kaftan giymek.
tefhim   Ta'zim. * Bir şeyi kalınlaştırmak. * Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir.  şunlardır. Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u 
tefhir   Fahirlendirmek, gururlandırmak. * Gâlip olmakla hükmetmek.
tefie   Eğilmek. * Rücu etmek, geri dönmek.
tefih   Hakir, zelil. * Lezzeti olmayan.
tefile   Gövdesi kokan kadın.
tefire   Üst dudağın ortasında olan çukur.
tefki'   Parmak öttürmek.
tefkih   Hayrete düşürme. * Hoşlandırma. * Yemiş yedirme. ◊ (Fıkh. dan) Öğretme, anlatma. * Fıkıh öğretme.
tefkik   Birbirinden ayırmak. * Halâs etmek, kurtarmak.
tefkir   Muhtaç etmek. * Yüksek yeri ağaç dikmek için düzlemek. ◊ Düşündürme veya düşündürülme. * Endişe etmek.
tefkiye   Yarmak. * Göz çıkarmak.
tefl   Tükürmek.
teflic   Açmak.
teflik   Yarmak.
teflil   Gedik açmak, yarmak.
tefnid   Tekzib etmek, yalanlamak. * Zayıflatmak. * Aciz etmek. * Korkutmak.
tefnik   Nimetlendirmek. * Naz. * Beslemek.
tefnin   Karıştırmak. * Çeşitli yapmak.
tefri'   Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme.
tefric   Gönül açmak. Gam ve tasa gidermek.
tefrice   (C: Tefâric) Aralık, yırtmaç.
tefrid   Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
tefrig   (Feragat. dan) Boşaltma. * Azade etme. * Dökme. * Kurtarma. * Zâil ve hâlî eyleme. * Vazgeçirme.
tefrigât   Boşaltmalar.
tefrih   Korkusuz kalmak. * Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak. ◊ Ferahlandırma, gönül açma.
tefrik   Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak. ◊ Ovdurmak.
tefrika   Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak.
tefrir   Ürkütmek. Kaçırmak.
tefris   Yırtmak. * Parçalamak. ◊ Acıktırmak.
tefriş   Döşeme. Yayma. Yayıp döşeme. * Ev eşyasını düzenleme.
tefrit   Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)
tefriz   Farzetmek.
tefsa'   Kesmek. * Eskimek.
tefsid   Fâsid etmek, bozmak.
tefside   f. Hararetli, kızgın.
tefsie   Çekmek. Uzatmak.
tefsik   (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.
tefsil   Yaramaz ve kem nesne.
tefsir   Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab.
tefsire   Hastaların bevlini koyacak şişe. Sidik kabı.
tefte   f. Hararetli, kızgın, kızmış.
teftih   (C.: Teftihât) (Feth. den) Açmak. * Bırakmak. * Yarmak, yardırmak. * Geğirmek. ◊ Hor ve zelil etmek. * Kahretmek.
teftik   (Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak. ◊ (Fetk. den) Yarma, yarılma.
teftil   (Fetl. den) Fitil yapma. Bükme, eğirme.
teftin   (Fitne. den) Fitneye düşürme. * Meftun verme. Ayartma.
teftir   (C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma. * Zayıf etmek, zayıflatmak. * Naksetmek, eksiltmek.
teftis   Ufak ufak parçalama.
teftiş   Kontrol etmek. İşlerin alâkalı vazifeliler tarafından ele alınıp iyi ve tamam yapılmasına çalışmak. * Sormak. * Ayırmak.
teftişât   (Teftiş. C.) Teftişler.
teftit   Parça parça etme, ufalama.
teftiye   Lâğımcılık yapmak. * Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak..
tefvif   Bezi alacalı dokutmak.
tefvih   Korkutmak.
tefvik   Tar:  Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması. * Okun gezini yayın kirişine koymak.
tefvim   Ekmek pişirmek.
tefvit   (Fevt. den) Geçirme, kaçırma.
tefviye   Konuşkan olmak.
tefviz   Birisine bırakma. * İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme.
tefyil   Bir kimsenin bir kimseye 'fikrin zayıf' demesi.
tefyim   Genişletmek.
tefzi'   Ürkütme. Korkutma. * Hayretle baktırma.
tegabbi   Birisini geri zekâlı sayma.
tegabbür   (Gubâr. dan) Tozlanma.
tegabi   Bilmez olmak. Ahmaklaşmak.
tegabün   (Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru.
tegabün suresi   Kur'an-ı Kerim'in 64. suresidir. Medenîdir.
tegaddi   (Bak: Tagaddi)
tegaddüb   (Gadab. dan) Hiddetlenme, öfkelenme, gazaba gelme, kızma.
tegafül   Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.(Farazâ, bazılarının altında büyük fenâlıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik More…
tegalgul   Hoş kokulu şeyler sürünmek. * Zorluk, çetinlik, güçlük. * Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak.
tegallüb   (Bak: Tagallüb)
tegallüf   (Gılaf. dan) Kılıflanma.
tegallüt   (C.: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme.
tegalüb   Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek.
tegamgum   Sözü düz söylememek.
tegammüd   Günahı örtmek.
tegammür   Suyu az içmek.
tegamüz   (Gamze. den) (C: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.
tegannuc   (C.: Tegannücât) (Ganc. dan) Nazlanma.
tegannüm   Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme.
tegannus   Tatsız olmak.
tegarbül   (Gırbâl. den) Kalburdan geçirme.
tegargur   Gargara etmek.
tegarrüb   (Gurbet. den) Gurbete çıkma.
tegarrüd   (C.: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi.
tegarrür   Gururlanma, kibirlenme. * Kaynamak. * Galeyan.
tegaşmür   Kahra uğratmak.
tegaşşi   (Gışâe. den) Örtünme, bürünme. * (Gaşy. den) Kendinden geçme.
tegassül   (Gasl. den) Gusletme, yıkanma.
tegassun   (Gusn. dan) Dalbudak peydâ etme. Dallanma.
tegat   Birbirini suya daldırmak.
tegavün   Cem'olmak, toplanmak. * Kötü işe yardım etmek, şer işe muâvin olmak.
tegavür   Birbirini yağmalamak.
tegavvül   Renk değiştirme. Renkten renge girme.
tegavvür   (Gavr. dan) Derine dalma. * Bir şeyin esâsını arama.
tegavvut   Kazâ-i hâcet etmek.
tegayüb   Birkaç kişinin topluca kaybolması.
tegayür   Zıt olmak. Uymamak. Başka türlü olmak.
tegayüz   (C.: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.
tegayyüm   (C.: Tegayyümât) (Gayb. dan) Bulutlanma.
tegayyür   Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis)
tegayyüt   Büyük def-i hâcet.
tegayyüz   Meşeliğe otlaması için davar salmak. * Meşelik içinde yerleşmek. ◊ (C.: Tegayyüzât) (Gayz. dan) Hiddetlenme, kızma.
tegazguz   Eksik olmak.
tegazün   Hışmetmek, kızmak.
tegazzüb   (Gazâb. dan) Öfkelenme, hiddetlenme, gazaba gelme, kızma.
tegazzül   (C.: Tegazzülât) (Gazel. den) Gazel tarzında şiir yazma. * Gazel söyleme.
tegerg   f. Dolu.
tegil   f. Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç.
teh   f. Dip. * Mertebe, kat.
tehabb   Dostluk etme. Muhabbet, sevişme.
tehabbüb   (Bak: Tahabbüb)
tehabbür   (Haber. den) Esasını bilme, iyice bilme.
tehabbüs   (Habs. den) Kendini bir yere kapama. Hapsetme.
tehabbüt   (Bak: Tahabbut)
tehaccur   (Bak: Tahaccür)
tehaci   (Hecâ. dan) Hicivleşme. * Hicvetme, yerme.
tehacüm   Birbirine hücum etme. * Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek.
tehacür   Birbirinden ayrılmak. * Kesilmek.
tehaddi   (Bak: Tahaddi)
tehaddüs   (Bak: Tahaddüs)
tehadu'   Aldanmış gibi görünme.
tehadüb   Kamburlaşma.
tehadüm   Yıkılmak.
tehadür   Kaynamak. Galeyan.
tehafüt   Düşürmek, düşmek. * Birbirinin üstüne atılmak. Birbirinin ardınca olmak. ◊ Sözü gizlice söyleşmek.
tehakküm   (Bak: Tahakküm)
tehallüf   Uygunsuzluk. * Kafileden geri kalma. * Geride bırakma.
tehallül   (Bak: Tahallül)
tehalüf   (Half. dan) Hâkimin her iki tarafa da yemin ettirmesi. ◊ Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak.
tehalük   (C.: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.
tehami   (C.: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma. * Avukatlık etme.
tehamuk   (Humk. dan) Kendini ahmak gösterme.
tehannün   Çok arzu ve istek göstermek. * Göreceği gelmek. Özlemek.
teharrub   Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması.
teharrük   Hareketlenmek, kımıldamak. Hareket etmek.
teharüc   Çıkışmak. * Tevzi etmek, dağıtmak. * Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.
teharüm   (Herm. den) Genç olduğu hâlde, kendini ihtiyar gösterme. Yaşlı gibi görünme.
teharüş   Hırıldaşıp dalaşma.
tehaşi   (Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma.
tehassüb   Yastığa dayanma.
tehassür   (Bak: Tahassür)
tehassüs   (Bak: Tahassüs)
tehasüd   (Hased. den) Hasetleşme.
tehasüm   Muhâsama etme, düşmanlık etme.
tehaşün   Haşin davranma. Zorluk gösterme. Sert muamelede bulunma.
tehatih   Bâtıl, boş ve abes sözler. * Tamamlanmamış söz.
tehattuf   Kapmak.
tehattüm   Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak.
tehatu'   Hatâ etmek, kabahat işlemek.
tehatub   (Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme.
tehavil   Muhtelif renkler, çeşitli renkler.
tehavün   Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek. * İstihkar, horlama, hakir görme.
tehavvül   (Bak: Tahavvül)
tehayüc   Kandırmak.
tehayüt   Toplanıp gelmek.
tehayyüz   (Bak: Tahayyüz)
tehazül   Muhârebeden kaçıp geri dönme.
tehbil   'Baban seni ölmüş diye ağladı' demek.
tehcid   Uyutmak.
tehcin   Dedikodu yapma. * Müstehcen ve edeb dışı sayma.
tehcir   Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme. * Öğle vakti bir yere gitme.
tehciye   Heceleme.
tehdib   Saçak yapmak.
tehdid   Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.
tehdid-âmiz   f. Tehditle karışık, tehdit eder surette.
tehdidât   (Tehdid. C.) Korkutmalar, göz dağı vermeler.
tehdiden   Korkutarak, tehdit ederek.
tehdidkârâne   f. Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine.
tehdil   (Budak) aşağı eğilmek. * (Dudak) aşağı sarkmak.
tehdim   (Hedm. den) Yıkma.
tehdin   Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme. * Teskin etmek.
tehdir   Hastalıklı devenin bağırması. * Sözü boğaz içinden söylemek.
tehdiye   Hediye verme, bağışlama.
tehecci   (Hecâ. dan) Heceleme.
teheccüd   Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı.
teheccüm   Hücum etme. Saldırma. * Acele gitme.
teheccür   Ayrılmak. * Zuhr vaktinde seyretmek.
tehechüc   Uzaklaşmak. Irak olmak.
teheddi   Doğru yola girme. Hidayetlenme.
teheddüb   Saçaklanmak.
teheddül   Sarkma, sölpüme.
teheddüm   (C.: Teheddümât) Yıkılma.
tehekku'   Teveccüh etmek, yönelmek.
tehekküm   İstihza. * Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme. * Edb: Tarizin tesirli olan kısmı.
tehekkümât   (Tehekküm. C.) Ciddi tavır takınarak eğlenmeler.
tehekkümen   Alay için, tehekküm suretiyle.
tehekkür   Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.
tehelhül   Fileli olmak. Bir elbisenin delikli delikli olması.
tehellu'   Haris olmak, hırslı olmak.
tehellül   Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri.
tehellüs   Zayıflamak.
tehemmu'   Seyelân etmek, akmak.
tehemten   f. İri vücutlu, boylu boslu yiğit.
tehendüm   Kapanmak.
tehennü'   Sinmek. * Alışmak.
teheshüs   Gizli ses.
tehessüm   Kesilmek.
teheşşüm   Münkesir olmak, kırılmak.
tehettük   (C.: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma. * Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma.
tehevvu'   Kusma. İstifrağ etme.
tehevvüd   Tevbe. Sâlih amel. * Yahudi olmak.
tehevvük   Tenbel olmak.
tehevvül   Korkunç hâle gelme. * Birisinin malına göz koyma.
tehevvüm   Hafif uyku.
tehevvün   Hakir kılınma. Horlanma. Hakaret görme. Aşağılanma.
tehevvür   'Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek. * Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti.'
tehevvüs   Heveslenmek. * Yumuşak yerde ağır ağır yürümek.
teheyyü   Hazırlanma, nizamlanma.
teheyyüb   (Heybet. den) Korkma. Korkutma.
teheyyüc   Heyecanlanma. Coşma. Deprenme. Harekete gelme.
teheyyücât   (Teheyyüc. C.) Coşup heyecanlanmalar.
teheyyüf   İnceltmek.
teheyyül   Lânet etmek.
teheyyüm   Şaşma, şaşırma. Şaşıp kalma. Hayran olma. * Susuz olma.
teheyyün   Asan olmak, kolay olmak.
teheyyüz   Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi. ◊ Perâkende olmak, dağılmak.
tehezzü'   Maskaraya almak.
tehezzüc   Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme.
tehezzuk   Bir yerde karar etmeyip çalkanmak.
tehezzül   Bıkkın olmak.
tehezzum   Zulmetmek.
tehezzüm   Eliyle bir nesneyi kırmak.
tehezzüz   Hafif titreme, deprenme, ihtizâz.
tehi   Boş, avare kalmak, hâlî. Eli boş.
tehidest   Eli boş. Züğürt.
tehim   (Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı.
tehimiyan   f. İçi boş.
tehiyye   (Tahiyye) Selâm vermek. Hayır duâ etmek. * Hazır ve âmâde kılmak. (Bak: Tahiyye)
tehlib   Atın kuyruğunun kılını kesmek.
tehlik   Öldürme. Helâkete düşürme.
tehlike   (Tehlüke) (Helâk. den) Helâkete sebep olacak hâl. Felâket.
tehlil   İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden 'Lâilâhe illâllâh' sözünü tekrar etmek. (Bak: Tevhid) More…
tehn   Kâim olmak, var ve mevcud olmak.
tehnid   Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek.
tehnie   Tebrik etmek.
tehniyet   Tebrik etme, kutlama.
tehrib   Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme.
tehrim   Kocaltma.
tehşim   Zaaf vermek. * Kırmak.
tehtan   Yağmurun ulaştırı yağması.
tehtehe   Ağır söylemek, sert konuşmak.
tehtik   Yırtma. * Nâmusa halel getirme.
tehvi'   Kusturma veya kusturulma.
tehvid   Yahudileşme. Yahudi edilme.
tehvil   Dehşet göstermek. Korkutma.
tehvim   (C.: Tehvimât) Hafif uyku.
tehvin   (Hevn. den) Kolaylaştırma. * Ucuzlatma. Ucuzlatılma. * Alçaltma. Alçaltılma. * Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek.
tehvir   Suyu veya diğer sıvıları döktürmek.
tehvis   Yedirmek, yemek yedirmek.
tehviş   Karma karışık etme. * Bir yere toplama.
tehviye   (Hevâ. dan) Havalandırma.
tehyi'   (Tehyie - Tehiyye) (C.: Tehiyyât) Hazırlama, hazırlanma.
tehyib   (C.: Tehyibât) Heybetli gösterme, heybetli gösterilme.
tehyic   Heyecanlandırma. Coşturma. * Ayağa kaldırma.
tehyicât   (Tehyic. C.) Coşturmalar, heyecanlandırmalar.
tehyie   (C.: Tehyiât) Hazırlama, hazırlanma.
tehyir   Suyu döktürmek.
tehzi'   Kırmak.
tehzib   Islâh etme. * Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme.
tehzic   (C.: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme.
tehzil   (C.: Tehzilât) Zayıflatma. * Alaya alma. Alay şekline sokma.
tehziz   (C.: Tehzizât) Hafif titreme, hareket ettirme. Deprendirme.
tek   f. Koşma, seğirtme.
teka'ku'   Yaramaz gönüllü olmak. * Geri durmak.
tekabbel   Kabul etsin' mânasında söylenir.
tekabbelallah   Allah kabul etsin (meâlinde duâ).
tekabbuh   (Kubh. dan) Çirkin görme. kötü sayma.
tekabbül   Kabul etmek.
tekabkub   Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.
tekabül   Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama. * Tezat.
tekaddüm   Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.
tekadim   (Takdime. C.) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler.
tekadir   (Takdir. C.) Mukadderât. Alınyazıları. * İhtimâller.
tekadüm   Geçmiş bulunma. * Mürur-u zaman olma.
tekâfi   (Tekâfü') Birbirinin dengi olma.
tekâfü'   Beraberlik, eşitlik, müsâvilik.
tekahhul   (Bak: Tekehhül)
tekâhül   Dikkatsizlik, ihmal.
tekalib   (Taklib. C.) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler.
tekâlif   Teklifler, vergiler. (Bak: Teklif)
tekalkul   Deprenme, hareketlenme, sarsılma.
tekallüd   Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma.
tekâlüb   (Kelb. den) Köpek gibi birbirine saldırma. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
tekammus   Giyinme, gömlek giyme.
tekâmül   Kemâl bulma. Olgunlaşma.
tekâmülât   (Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller.
tekamür   (Kımâr. dan) Kumar oynama.
tekâpu   f. Öteye beriye seğirtme. Telâşla koşarak birşeyler araştırma. * Dalkavukluk.
tekâri   Kira almak.
tekarir   (Takrir. C.) Teklifler, takrirler, önergeler.
tekarrür   (Bak: Takarrür)
tekarüb   Birbirine yaklaşma. Birbirine yakın gelme. * Tedenni etme.
tekârüm   Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma.
tekarün   (Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet.
tekas   (Bak: Takas)
tekasit   (Taksit. C.) Taksitler.
tekaşşu'   (Kaş'. dan) Balgam çıkarma.
tekâsüf   Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. * Bir noktada toplanma. * Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
tekâsül   Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik.
tekâsülât   (Tekâsül. C.) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler.
tekâsülî   Gevşeklik ve uyuşukluğa âit. Tembellikten gelen. (Bak: Himmet)
tekasüm   (Kasem. den) Andlaşma. * Bölüşme.
tekâsür   (Kesret. den) Çoğalma. Kesret bulma. * Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile fahirlenme.
tekâsür suresi   Kur'an-ı Kerim'in 102. Suresi. Mekkîdir. Makbure Suresi de denilmiştir.
tekatir   (Taktir. C.) Damlamalar.
tekattu'   Tıb: Sıtma nöbetinin muntazam vakitlere ayrılması.
tekattül   Birbirini kesme, kesişme.
tekatu'   Kesme. Kesişme. * Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi.
tekatüb   Yazışmak.
tekatül   (Katl. dan) Vuruşma. Birbirini öldürme. Mukatele.
tekatüm   Birbirinden sır saklama.
tekatur   Damlama. Damla damla dökülme.
tekaüd   Oturma. Fârig olma. * Karşılıklı oturma. * Emeklilik.
tekaüden   Emekliye ayrılarak.
tekaüdiye   Tekaüde mahsus olan aylık.
tekâver   f. Koşucu, seğirtici. * Yorga yürüyüşlü at.
tekavim   Takvimler.
tekavül   (Kavl. den) Sözleşme.
tekâvüs   Bir yere cem'olmak, yığılmak, toplanmak. * Sıkışmak.
tekavvül   Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.
tekavvülat   (Tekavvül. C.) Yalan sözler.
tekavvüm   Eğri iken doğrulma.
tekavvüs   Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme.
tekavvüt   (Kut. dan) Beslenme, azıklanma. Geçinme.
tekâya   (Tekye. C.) Tekyeler. (Türkçede bazan 'tekke' şeklinde de kullanılır.)
tekâyüd   (C.: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma.
tekayyüd   (Bak: Takayyüd)
tekaz   Birbiriyle ödeşme. * Karşılaştırma.
tekaza   (Bak: Takaza)
tekâzüb   (Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme.
tekazzu'   Çıbanın irinlenmesi.
tekbib   Kebap yapmak.
tekbil   Bendetmek.
tekbir   Allahü ekber' demek. Allah'ın her hususta en yüksek ve en büyük olduğu ifâde etmek.
tekbirât   (Tekbir. C.) Tekbirler. Tekbir getirmeler.
tekbirhân   f. Tekbir getiren.
tekbit   (Cihaz) Az olmak. * Asan olmak, kolay olmak.
tekdih   Kuvvetle kaşımak.
tekdim   Çok ısırmak.
tekdir   Azarlamak. * Kederlenme. * Bulanık etme. * Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir.
tekdirât   (Tekdir. C.) Tekdirler, azarlamalar.
tekdis   Harman etmek.
teke   f. Keçilerin erkeği. Sürü önünden giden kösemen. * Bir cilt defter. * Tezek.
teke'kü'   Cem'olmak, birikmek, toplanmak. * Korkak olmak.
tekebbüd   (Kebed. den) Sertleşme, katılaşma.
tekebbür   Kibirlenmek. Kendini büyük saymak. Nefsini büyük görmek. (Bak: Taabbüd, Tevazu')
tekedduh   Kuvvetle kaşımak.
tekeddün   Eğlenmek.
tekeddür   Bulanık olma. * Kederlenme.
tekeffü'   Yürürken etrafına bakmadan önünü gözleyerek gitmek.
tekeffüf   (Keff. den) El uzatarak dilencilik etme. Avuç açma. Dilenme. * Avuçla tutmak.
tekeffül   Boynuna almak. * Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.
tekehhüf   (Kehf. den) Mağara biçiminde oyulup kazılma.
tekehhul   Göze sürme çekme. Suni kara gözlü olma.
tekehhün   Kâhinlik yapma, falcılık etme.
tekellüf   Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. * Gösterişe kapılmak. Özenmek. * Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.
tekellüfât   (Tekellüf. C.) Tekellüfler.
tekellül   Götürü gelmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
tekellüm   (C.: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek.
tekellüs   (C.: Tekellüsât) (Kils. den) Kireçleşme.
tekemküm   Başına külâh giymek.
tekemmü'   Mantar koparmak.
tekemmül   Olgunlaşmak. Kemâle doğru gitmek.
tekemmüm   (Kümm. den) Örtünüp bürünme.
tekemmün   Pusuya yatma, gizlenme.
tekemmüş   Acele etme.
tekenni   (Künye. den) Künye alma. Ad alma.
tekennüf   Bir yere toplanmak.
tekennüs   Gizlenmek. * Örtünmek.
tekerfu'   Mürtefi olmak, yükselmek.
tekerru'   Paça yemek.
tekerrüc   Fâsid olmak, bozulmak. * Kirlenmek. Paslanmak.
tekerrüh   (Kerh. den) İğrenme, kerih görme.
tekerrüm   Saygı görmek. Keremli olmak.
tekerrür   Tekrarlanmak. (Bak: Tekrârat)
tekerrürât   (Tekerrür. C.) Tekerrürler, tekrarlanmalar.
tekerrüş   Buruşma.
tekessüb   Kazanmak.
tekeşşüf   Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak. * Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak.
tekessül   Durmak. * Üşenmek. Gevşek davranmak.
tekessür   Çoğalmak. Kesretli olmak. Adet miktarına adet ilâve olmak. ◊ Kırılmak.
tekettül   Bir yürüme çeşiti.
tekevvük   Baş yarmak. * Basmak.
tekevvün   (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak.
tekevvünî   Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı.
tekevvür   Damlamak.
tekeymüs   Yemeklerin midede ezilmesi.
tekeyyüf   Bir keyfiyet kabul etmek. Eksiltmek veya noksan etmek. Keyfiyetlenmek. * Keyiflenmek.
tekeyyüs   (Kiyâset. den) Kiyâsetli ve zeki görünme. * Zariflik gösterme.
tekfil   Kefil etme. Kefil edilme. Kefil gösterme. * Boynuna aldırmak.
tekfin   Kefenlenmek veya kefenlemek.
tekfir   Birisine 'kâfir' deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma.
tekfur   Tar:  Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler.
tekhil   (Kuhl. dan) Göze sürme çekme.
teklî   Hapsetmek.
teklib   Köpeğe av öğretmek.
teklic   Yüzünü ekşitmek.
teklif   Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek. * Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele. * Vergi yüklemek. * Vazife vermek.
teklif-i mâlâ-yutak   Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif.
teklifât   Teklifler.
teklil   (İklil. den) Taç giydirme.
teklim   Söyletmek. * Yaralamak, mecruh etmek.
teklis   (Kils. den) Kireç hâline getirme. Kireçleştirme.
tekmid   Soğuk veya ılık su ile yapılan pansuman.
tekmil   Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz.
tekmile   (Kemâl. den) Eksikleri tamamlamak için sonradan yapılan şey, ek. İlâve.
tekmim   Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek.
tekmin   (Kemin. den) Pusuya yatırma, sipere yerleştirme.
teknik   Fr. Fizik, Kimya ve Matematikten elde edilen bilgilerin tatbik edilmesi.
teknisyen   Fr. Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse.
tekniye   (Künye. den) Künyeleme, künye koyma.
teknoloji   Fr. Teknik bilgiler. Matematik, Kimya ve Fizik ilminden elde edilen bilgiler.
tekrar   (Kerr. den) Bir şeyi iki veya daha fazla yapma. * Bir daha, yine, yeniden.
tekrarat   Tekrarlamalar. Aynı şeyi bir kaç defa yapma.
tekraren   Defalarca, tekrarlanarak.
tekrih   Nefret ettirmek. Çirkin göstermek.
tekrim   Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
tekrimen   Hürmet göstererek, tazim ederek.
tekrir   Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama. * Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine More…
tekriye   Düşman yapmak.
teksib   (Kesb. den) Kazandırma.
teksif   (Kesâfet. den) Sıklaştırma, koyulaştırma, yığma, toplama. ◊ Parça parça etmek.
tekşif   (Keşf. den) İyice açma.
teksir   (C.: Teksirât) Çoğaltmak, artırmak, çoğaltılmak. ◊ (Kesr. den) Çok kırma. Parçalama.
tekstil   Fr. Dokuma. * Dokumacılık.
tektib   Askeri bölük bölük etmek, bölüklere ayırmak. * (Ketebe. den) Yazdırma.
tektim   Örtmek.
tekvif   Kûfe'ye varmak.
tekvin   Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
tekvinât   (Tekvin. C.) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar.
tekvir   Yuvarlaklaştırmak. Kıvırmak. Sarmak. * Toplamak. Cemolmak. * Başa sarık sarmak.
tekvir suresi   Kur'an-ı Kerim'in 81. Suresidir. Küvvirat Suresi adı da verilir.
tekvis   Yüz üstüne düşürmek.
tekviye   Ovmak, ovalamak.
tekye   f. Zikir veya ders için toplanılan yer. * Dervişlerin meskeni ve mâbedi. * Yaslanılacak, dayanılacak şey. * İtimâd etmek, dayanmak.
tekyenişin   f. Tekkede oturan, derviş.
tekyezen   f. İstinad eden, dayanan.
tekyil   (Kile. den) Kile ile ölçme.
tekzib   Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
tel'a   (C.: Tilâ) Su yolu, su mecrası. * Sel yolu. * Yerin alçağı ve yükseği. Çukurluk ve tepe.
tel'abe   Oynamak.
tel'ib   Oynatma, raksettirme.
tel'in   Lânetlemek. Lânet etmek.
tela   (Tülüv. den) Ondan sonra geldi, ardınca gitti (mânasında fiil).
tela'lu'   Açlıktan zayıflamak. * Küçük olmak.
tela'süm   Dil dolaşma, şaşırma. * Cevap verilecek yerde veremeyip kekeleme. * Saçmasapan cevap verme.
telaffuz   Söyleyiş, söyleniş. * Ağızdan çıkan lâfız.
telafi   Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
telafif   Birbirine sarmaşmış bölük bölük nebatlar. * Büklümler, kıvrımlar. * Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma.
telaggum   Dürtülmek.
telah   Birbirine inatçılık etmek.
telahhi   Tülbendi çenesi altından sarmak.
telahhum   (Lahm. dan) Semirme, etlenme.
telahhuz   İmrenerek ağız sulanma.
telahi   Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme. ◊ Birbirine sövmek.
telahuk   Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek.
telahuz   Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma.
telaiye   İstikmet, doğruluk.
telak   Ulaşmak, varmak.
telaki   Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma.
telakigâh   f. Buluşma yeri. Kavuşma yeri.
telakki   Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş.
telakkiyât   (Telakki. C.) Şahsî anlayış ve görüşler. * Kabul etmeler. Telakkiler.
telakkub   (Lâkab. dan) Lâkab alma. Lâkablanma.
telakkuf   Ağızdan söz kapmak. * İşitmek. * Yutmak. * Sür'atle almak.
telakkuh   Kendisini gebe, hâmile gösterme. Gebe kalabilme.
telakkum   Parçalayıp lokma yapıp yutma. * Karın gurultusu.
telakkut   Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
telaküm   Yumruklaşma. Boks.
telale   Dalâlet.
telam   Hizmetçi talebe.
telamiz   (Tilmiz. C.) Talebeler, çıraklar.
telaşi   Önem ve ehemmiyetini kaybetme. * Dağılma. * Telâş.
telasim   (Tılsım. C.) Tılsımlar.
telassus   Çalma. Sirkat etme. Hırsızlık yapma.
telasuk   (Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.
telatil   Zorluklar.
telattuf   (C.: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma.
telattufât   (Telattuf. C.) Nâzikâne muameleler.
telattufen   Nezaketle, lütuf ile.
telattufkâr   f. Lütuf, nezaket ve tatlılıkla muamele eden.
telattuh   Bulaşma, bulaşık olma.
telatuf   (C.: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma.
telatum   Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi) * Birbirine şamar vurmak.
telatumgâh   f. Dalgalı yer. Dalgası çok olan yer.
telaub   (La'b. dan) Oynama. Oynaşma.
telaum   Muntazır olmak, gözlemek, beklemek.
telaun   Birbirine karşılıklı lânet okuma. (Bak: Lian)
telavüm   (Levm. den) Birbirine levmetme. Birbirini çekiştirme.
telazum   Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.
telazzi   (Ateş) alevlenmek.
telbib   (C.: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek. * Boyun.
telbid   Bir yere toplayıp yığmak. * İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.
telbie   Lebbeyk' demek.
telbik   Teridi yağlı yapmak.
telbin   Kerpiç kesmek.
telbine   Sütlü bulamaç aşı. * Arpa suyu.
telbis   (Lebs. den) Ayıbını, kusurunu örtüp iyi göstermek. * Suret-i haktan görünerek hile edip aldatmak. * Hile. Oyun.
telbisât   Telbisler. Hileler, oyunlar.
telbiye   Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek. (Bak: Lebbeyk)
telcie   İkrah etmek, iğrenmek, tiksinmek, kerih görmek.
telcim   (Licâm. dan) Gem vurma, gemleme. Gemlenme.
telcin   Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak. * Kalınlaştırmak.
tele   Tuzak. * Ağıl.
tele'lü'   (Lü'lü'. den) Parıldama.
tele'üv   Parıldama, parlama.
telebbüb   Silâh takınmak.
telebbüd   Birbiri üstüne yığılmak. * Bir yere gizlenip av gözlemek.
telebbük   Mide dolgunluğuna uğrama.
telebbün   (Leben. den) Durma, eğlenme. * Memeden sütün damla damla akması.
telebbüs   Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.
telebbüt   Muztarib olmak, acı çekmek. * Dönmek.
teleccüc   Geminin denizin derin yerine varması.
teleccüm   Dizgin vurmak.
teleccün   Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek.
teleclüc   Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek. * Kımıldatmak. Hareket etmek. * Tereddüt.
teleddüd   Sağına ve soluna iltifat etmek.
teleddüm   Kaftan eskitmek. * Yama vurmak.
teleddün   Eğlenmek.
telef   Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak.
telefât   (Telef. C.) Ölüm sebebiyle olan kayıplar.
teleffüm   Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak.
teleffüt   Etrâfına bakınma.
telehcüm   Haris olmak, hırslı olmak.
telehhi   Oynama. Oyun ile vakit geçirme.
telehhüb   (Leheb. den) Alevlenme, tutuşma, alevlenip yanma. * İltihap.
telehhüf   Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek.
telehhüm   Yutmak.
telehvüc   Biri işi gevşek yapmak.
telehvuk   Huyu olmadan cömertlik göstermek.
telekkü'   Tevakkuf etmek, durmak, duraklamak. * Bir işe dolaşmak.
telemlüm   Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
telemmu'   Parıldama. Işıldama.
telemmüc   Yemek artığını dil ile ağızda aramak. * Tatmak. * Yemek.
telemmük   Tatmak. * Yemek.
telemmüs   (Lems. den) El ile dokunma.
telemmüz   Tatmak. * Yemek. * Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak. ◊ Talebelik etmek. Çömezlik etmek. (Bak: Tilmiz)
telepati   yun. Gelecekte veya uzakta olan bir hâdiseyi o anda duyma hâli.
teleskop   Fr. Gök cisimlerini görmek için kuvvetli dürbün.
teleslüs   Tereddüt etmek, karar verememek.
telessüm   Yaşmaklanma.
televizyon   Fr. Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli veya hareketsiz şekillerin resmini uzaklara nakletme usulü. * Bunun alıcı cihazı. (Bak: Celb-i suret, Radyo)
televvüm   Muntazır olmak, beklemek, gözlemek. * Kabul etmemek.
televvün   (Levn. den) (C.: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme. * Döneklik, kararsızlık.
televvüs   Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak.
teleyyün   (Leyn. den) Yumuşak. Yumuşak olmak. Sulanmak.
teleyyüs   Arslan yürekli olma, arslan yürüyüşlü olma.
telezzüc   (Lüzucet. den) Yapışkan olma. * Çekilip uzanmak.
telezzüz   Tat ve zevk almak. Zevklenmek.
telfi'   Başını örtmek.
telfif   Bürünme, sarma, örtme.
telfik   Birleştirme, ekleme. İstif. * Bir yere getirip ulaştırmak.
telh   f. Acı.
telh-kâm   f. 'Damağı acı': Kederli, dertli.
telh-nak   f. Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan.
telhbâr   f. Acı olan meyve. Meyvesi acı olan.
telhgû   f. Acı söyleyen.
telhgüftar   f. Acı sözlü.
telhî   Acılık.
telhib   (C.: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma.
telhid   (Lahd. dan) Mezar çukuru kazma. Kabire lâhid yapma. * Gömme.
telhif   (C.: Telhifât) Acınma, acıklanma.
telhih   Kavuşturmak.
telhim   (Lâhm. dan) Etlendirme, semirtme.
telhin   (C: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme. * Yanlışını çıkarma.
telhis   Kısaltma. Hülâsasını alma.
telhisât   (Telhis. C.) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler.
telhisen   Kısaltılarak, hülâsaten, özet olarak, hülâsa tarzında.
telhiye   Gâfil olmak, gaflette bulunmak. * Meşgul olmak.
telid   (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.
telil   Boğaz.
teliyye   Borç bakiyyesi. * Tâbi olmak, uymak.
telkib   Lâkab vermek, isim takmak.
telkif   Telkin etmek.
telkih   İlkah etmek. Aşılamak. * Aşı. * Cinsinin üremesini sağlamak.
telkim   Lokma lokma yedirme. Lokma verme.
telkin   (C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.(Telkini More…
telkiye   Ulaşmak, varmak. * Bir nesneyi yüze getirmek.
tell   (C.: Tilâl) Tepe, yığın, küme. * Düz yer üstüne yatırmak.
tellal   (Bak: Dellâl)
telmi'   (Lemeân. dan) Renk renk yapma, rengârenk yapılma. * Parıldama, parıldatılma. * Edb: Mısraları, Türkçe, Arabça, Farsça gibi başka başka dillerde olan manzume yapma.
telmih   (C.: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek. * Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade More…
telmihen   Telmih suretiyle. Telmih için. İmâlı olarak.
telmiz   Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek. * Tattırmak. * Yedirmek.
telsin   Bir nesneye dil etmek.
teltele   Hareket ettirmek.
teltim   Kuvvetle sille vurmak.
telvi'   (C.: Telviât) İçini yakıp dertlendirme.
telvih   Açıklamak. * Zâhir ve aşikâre kılmak. * Susuzluktan insanın çehresi bozulmak. * Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek. * Posa hâline More…
telvihât   Telvihler. Kinaye halindeki işaretler.
telvik   Yemeği yumuşak ve yağlı yapmak.
telvim   (C.: Telvimât) (Levm. den) Azarlama, paylama.
telvin   (Levn. den) Renk verme. Boyama. Boyanma.
telvis   (C.: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek. * Mc: Bozmak, berbat etmek.
telviye   Bükme, burma, çevirme, kıvırma.
telyin   (Leyyin. den) Yumuşatmak. Eritmek. * İçi yumuşatmak, kabızlıktan kurtarmak.
telzie   Davarı iyi gütmek.
telziz   Lezzet verme. Tatlandırma. Lezzetlendirme.
tem'ik   Yuvarlamak.
tema'dün   (Ma'den. den) Maden haline geçme.
tema'uk   Yuvarlanmak.
tema'ur   Mütegayyer olmak, değişmek. * Rengi donuk olmak. * Saç dökülmek.
tema'ut   Saç dökülmek.
temacüd   (Mecd. den) Büyüklüğünü ve şerefini çoğaltma.
temadi   Devam etmek. Sürüp gitmek. * Uzak olmak. * Müntehi ve muktezi olmamak.
temahhuh   Kemikten ilik çıkarmak.
temahhul   Hile etmek.
temahhut   Sümkürme.
temahhuz   (Temahhud) Doğum sancısı çekmek. * Hayvanın gebe oluşu. * Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi. * Fitne çıkarma.
temahuk   İnat etmek.
temahül   Mühlet verme. Yavaş ve ağır davranma.
temaî   Genişlemek.
temakkuk   Dinlene dinlene içmek.
temalü'   Arkadaş olmak.
temalük   Nefsini zaptetme. Kendine hâkim olma.
temanü'   Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard. (Bak: Bürhan-üt temanü')
temari   Şek şüphe etmek. Mücadele etmek.
temaruz   Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek.
temas   (Bak: Temass)
temaşa   f. Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak.
temaşagâh   f. Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer. Eğlence mahalli.
temaşager   (Temaşakâr) f. Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan.
temaşagerân   (Temaşager. C.) Seyirciler. Temaşa edenler.
temaşahâne   f. Temaşa edecek yer. * Mc: Dünya.
temaşi   Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek.
temasih   (Timsah. C.) Timsahlar.
temasil   Timsaller. Suretler. Resimler. Putlar. Semboller. Tasvirler.
temass   (Mess. den) Yan yana bulunma. * Birbirine değme. * Münasebette bulunma.
temassur   Davarın memesinde kalan sütü sağmak.
temassus   Emmek.
temasül   Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak. * Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak. *Mat.: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek.
tematti   (Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme. * Yürürken sallanmak.
temattuk   Bir nesnenin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
temattur   (Matar. dan) Yağmur yağma. * Hız. Sür'at.
temavüt   Kendini ölmüş gibi gösterme.
temayüc   Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
temayül   (C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.
temayülât   (Temayül. C.) Meyiller, sevgiler, muhabbetler.
temayün   Yalan olmak.
temayüt   Birbirinden ayırmak.
temayüz   Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak.
temayüzat   (Temayüz. C.) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler.
temazmuz   (Mazmaza. C.) Mazmaza yapma. Ağzını su ile çalkalama.
temazüc   Birbiriyle karışmak. * Şakalaşma.
temazuh   şakalaşmak.
temazuk   Münafıklık etmek.
temcid   Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek. * Ağırlamak. * Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz.
temciş   Oynatmak veya oynamak.
temdid   Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek. * Çekip uzatmak. * Tecvidde: Bir harfi uzun okumak, çekmek.
temdih   Medhetmek. Çok övmek. Mübalâğa ile medih.
temdihât   (Temdih. C.) Mübalâğa ile medhetmeler.
temeccüd   şeref sahibi olma. Ululanma.
temeccüs   Mecusi olmak.
temeddüd   Çekilmek. * Uzamak. * Gerinmek.
temeddüh   Kendi kendini övmek. Kendini beğendirmeğe çalışmak. böbürlenmek.
temeddühât   (Temeddüh. C.) Temeddühler, böbürlenmeler.
temeddün   Medenileşmek. şehirlileşmek. Medeni olmak.
temedru'   Ferace ve kaftan giymek. Çarşaf giymek.
temeh   Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
temehdi   Mehdilik dâvasında bulunma, mehdilik dâvasına kalkışma.
temehhüd   (Mehd. den) Yayılıp döşenme.
temehhül   Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni.
temehhür   (Maharet. den) Mâhir olma.
temehhuz   Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi)
temekkük   Karışmak.
temekkün   Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak. * Vakar ve temkin sahibi olmak. * Sultan yanında rütbe sahibi olmak.
temelluk   Yaltaklanmak. * Tevâzu ve yumuşaklık göstermek. * Dalkavukluk.
temellük   Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib olmak. * Kadir ve muktedir olmak.
temellül   (Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme. * Bir dine bağlı olma. * (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.
temellus   Halâs olmak, kurtulmak.
temelmül   Yatak veya döşekte rahat olmama.
temendül   Elini mendil ile silmek.
temenna   Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma. * Minnettar olma.
temenni   Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek.
temenniyât   (Temenni. C.) Temenniler, dilekler, istekler.
temennu'   Kavi olmak. Kuvvetlenmek.
temerküz   Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme.
temermür   Titremek.
temerrüd   İnad, direnme. * Yapılması gereken bir şeyi yapmakta kasten geciktirme.
temerruh   Kendini yağla ovmak.
temerruk   Çorba içmek.
temerrün   Tekrar ettirerek alıştırma. İdman yapma.
temerrüş   Az miktar su.
temerrut   Saç dökülmek.
temeshur   (C.: Temeshurât) Maskaralık yapma.
temeskün   Miskin olma. Miskinleşme.
temeşmüş   Zerdali yemek.
temeşşi   Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.)
temessuh   Kendini bir nesneye sürmek, meshetmek. * Bir şeye sürünmek. ◊ Şekil değiştirme.
temessük   Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma. * Hüccet ve delil izhar etme. * Borç senedi.
temessül   Benzeşmek. Cisimlenmek. * Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek. * Bir kıssa veya atasözü söylemek.
temeşşut   (Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama.
temettu'   (C.: Temettuât) Kazanma, kâr etme. * Kâr, fayda, menfaat. * Toplamak, cem'etmek. * Mühlet vermek. * Yoldaş olmak.
temettuât   (Temettu'. C.) Kârlar, kazançlar, faydalar.
temevlî   Kendini mevlâ kılmak.
temevvüc   (C.: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak.
temevvücât   (Temevvüc. C.) Dalgalanmalar.
temevvül   (Mâl. dan) Zenginleşme, mal edinme.
temeyyü'   Sulanma, sulu hâle gelme. Akma. Cıvıklaşma, sıvı hâle gelme.
temeyyüh   Sulanma.
temeyyüz   Benzerlerinden farklı ve üstün olma. Diğerleri arasından kendini gösterme.
temezzuk   Parça parça olma. Yırtılma.
temezzüz   Yavaş yavaş ve dinlenerek içmek.
temhid   (Mehd. den) Döşeme, yayma, düzeltme. * İskân etme. * Bir maddede özür, bahane beyan eylemek. * Özür sahibinin özrünü kabul ile tasdik eylemek. * Serd etme, izah etme, arz etme. * Mukaddeme More…
temhik   İptal etme.
temhil   Sonraya bırakma. Mühlet verme.
temhir   Mühürleme.
temhis   İmtihan ve tecrübe etme. * Halâs etme.
temhisât   (Temhis. C.) Tecrübeler, imtihan etmeler.
temhiz   Doğum ağrısı çekmek. (Bak: Temahhuz)
temim   Katı, şiddetli, şedid.
temime   (C.: Temâyim) Heykel.
temk   Uzamak. * Yükselmek, yüce olmak.
temkin   Ağır başlılık, usluluk. * Ölçülü hareket sâhibi. * Vakar, izzet. İktidar, kudret. * Birini bir şeye muktedir kılmak. * Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak. * Tedbir, More…
temlie   (Mel'. den) Ağız ağıza doldurma.
temlih   Tuzlamak. Tuza yatırmak. * Edb: Söz arasında güzel ve mazmun (nükteli, cinaslı ve güzel) söz söylemek. ◊ (Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir).
temlik   Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek. * Mülk olarak vermek.
temliken   Mülk olarak vermek suretiyle. Temlik tarzında.
temlis   (Melis. den) Pürüzlerini giderme. Düzleme.
temliye   Doldurma veya doldurulma.
temmar   Hurmacı. Hurma satan.
temme   Tamam oldu, bitti (mânasına fiil).
temni'   (Mübalağa ile) Men etmek, engel olmak.
temr   Hurma.
temre   Bir tek hurma.
temren   'Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da 'soya' adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark More…
temri   Hurmayı seven.
temrid   Binayı yüksek yapmak.
temrig   Yuvarlamak.
temrih   Hafifçe sürme. Uğuşturma. * Bulaştırmak.
temrin   Yumuşak etme. İdman ettirme. * Tekrarlatarak çalıştırma. Egzersiz.
temrir   Acılık verme.
temriz   (Maraz. dan) Zayıf gösterme.
temsik   Cenk etmek, dövüşmek, vuruşmak. * Bir kimseye deri vermek. * Deriye renk vermek.
temşik   Kırmızı balçıkla renk etmek.
temsil   Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz. (Bak: Kıyas-ı temsilî)
temsilât   (Temsil. C.) Temsiller, örnekler.
temsilî   Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.
temsir   (Mısır. dan) Bir yeri şehir haline getirme. * Taklil. Azaltma. ◊ Birşeye göz dikip beklemek.
temşir   Sevinmek. * İzhâr etmek, göstermek.
temşit   (Muşt. dan) Tarama veya taranma.
temsiye   Akşamlık. * Akşamleyin bir nesne getirmek.
temşiye(t)   (Meşy. den) Yürütme, ilerleme. * Meydana gelmesini kolaylaştırma.
temti'   Faydalandırma, kâr ettirme.
temtit   Ekber' derken bir elif fazlalaştırıp 'ekbâr' demek. * Med edip çekmek.
temuçin   (Bak: Cengiz)
temvih   (C.: Temvihât) Sulandırma, su katma. * Haksız bir şeyi haklı gösterme.
temvil   (Mâl. den) Mal sâhibi etme.
temyi'   (Mey'. den) Sıvılaştırma. Sıvı hale getirme.
temyil   İki şey arasında mütereddit olmak, karar verememek.
temyis   Yumuşak yapmak, yumuşatmak.
temyiz   Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak. * Yargıtay. * Gr: Belirsiz olan kelime ve sayıları belirli hale koymak. Meselâ: 'İşrune dirhemen' More…
temyizen   Temyiz suretiyle. Temyiz yoluyla. Seçerek.
temzic   Karıştırmak. Katmak. Mezcetmek. * Bir kimseye bir şey vermek.
temzig   Ayırmak. * Dağıtmak.
temzik   (C.: Temzikat) Yırtma, paralama, perakende etmek.
ten   f. Gövde, beden, vücut. * İnsan bedeninin dış yüzü.
ten'ab   Karga sesi.
ten'il   Nallama, nallanma.
ten'im   Nimetlendirmek. Bolluk içinde olmak. Rahat ve refah kılmak. * 'Neam' diye cevap vermek.
ten'iş   Yukarı kaldırma.
ten-asan   f. Rahatını düşünen adam.
ten-aver   (C.: Ten-âverân) f. Vücutlu, etine dolgun.
ten-dürüst   f. Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan.
tena'nu'   Uzak olmak, uzaklaşmak.
tena'ul   Nâlin giymek.
tena'um   Nimetlenme, bolluk içinde yaşama.
tenabüz   Ahidlerini bozmak, sözlerinde durmamak. ◊ Birbirine lâkap takıp çağırmak.
tenaci   Fısıltı ile birbirine gizli söylemek.
tenacüş   Satın almak.
tenad   Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak.
tenadd   (Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma. * Birbirinden ürkme.
tenadi   Birbirine nida etmek, çağırmak. * Bir araya toplanma.
tenadüm   (Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet.
tenadür   Azalma, nâdirleşme.
tenadüs   Birbirine lâkap koyup bağırışmak.
tenaffuh   şişmek. ' Uf, tüf, ah ve oh' demek.
tenaffut   Çok kızma, hiddetlenme.
tenafi   Birbirine zıt ve muhâlif olma.
tenafür   Birbirinden kaçmak. Ürkmek. * Uzağa çekilmek. * Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak. * Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.
tenafüs   (C.: Tenâfüsât) Hased etme. Çekememe.
tenaggum   Şarkı söylemek.
tenagguş   Hareket etmek.
tenahhi   Bir yana çekilme, alarga durma. * Irak olma.
tenahhum   Tükürmek. * Asık suratlı olmak, ekşi yüzlü olmak.
tenahi   Son bulma, bitme, tükenme. * Yasağı kabul ile geri durmak.
tenahnuh   Öksürerek boğazını açmak, öksürmek. Öhö öhö demek. * Fık: Zaruret olmasa bu öksürük namazı bozar.
tenahüd   Tevzi etmek, dağıtmak. * Hediye vermek, atâ etmek.
tenai   Uzaklık.
tenakki   Muhayyer olmak.
tenakkub   Nikab örtünmek, yüze peçe örtmek.
tenakkul   (Nukl. den) Bir yerden başka bir yere geçme. * Nakletme. * Bir makamdan başka makama intikal etme.
tenakkur   Müçtemi olmak, içtima etmek, toplanmak.
tenakkus   Eksilmek.
tenakkut   (Nokta. dan) Benek benek olma. Nokta nokta olma.
tenakkuz   Halâs olmak, kurtulmak. ◊ Kırılmak. * Bozulmak.
tenaküh   Nikâhlanmak.
tenakür   Bilmezlikten gelmek. Tecâhül etmek. * Birbirine adâvet etmek.
tenakus   Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek.
tenakusât   (Tenakus. C.) Eksilmeler, azalmalar.
tenakuz   Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması. * Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) More…
tenakuzât   (Tenakuz. C.) Tenakuzlar.
tenanir   (Tennur. C.) Ocaklar, fırınlar, tandırlar. * Su pınarları.
tenasi   'Unutmuş görünmek. Unutmak. Kendini unutmuş gibi göstermek. (Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyân veya tenâsi edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler. M.) (Bak: Vicdan)' More…
tenaşir   Acemi yazısı, çocuk yazısı.
tenassüb   Dikilip durma.
tenassuh   Nasihat almak, aklı başına gelmek. * Başkası hakkında iyilik istemek.
tenassuk   Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme.
tenassur   Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.
tenasüb   Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. * Nisbet, kıyas. * İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü. * Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı More…
tenaşüd   Birbirine şiir okuma.
tenasuf   Yarıya bölmek.
tenasuh   Birbirine nasihat etme.
tenasüh   İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: More…
tenasüh-vâri   f. Tenasühe benzer bir surette.
tenasuk   Nizam üzere dizilme.
tenasül   Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.
tenasülât   (Tenasül. C.) Çoğalma. Tenâsüller. Üremeler.
tenasur   Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme. * Haberler birbirini tasdik eylemek.
tenasür   Saçılma, serpilme, püskürme.
tenaşür   Dağılmak.
tenattu'   Çok arıtmak. * Ayırmak.
tenattuf   Küpe takma.
tenattus   Dikkatle tecessüs etmek, araştırmak. * Ayırmak.
tenatüc   Neticelenme. Birbirini netice vermek.
tenatuh   (Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si). * Birbirine başla vurmak.
tenatül   Birbirine muhâlif olmak, ters olmak.
tenavüb   Nöbetleşme. Nöbet ile çalışma. Münâvebe.
tenavül   Bir şeyi alma. * Yemek yeme. * Bahşiş ve ihsanda bulunma.
tenavüm   Yalandan uyur gibi görünme.
tenavür   İri vücutlu kişi, iri yarı kimse.
tenavüş   Aşağı tutmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Alıp yemek. ◊ (Tenâvül mânasındadır) El atmak, el sürmek.
tenayüb   Nöbetleşmek.
tenazu'   Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek.
tenazuk   Birbirine öğretmek.
tenazük   Birbirine süngü ile vurmak.
tenazul   Birbiri ile oklaşmak.
tenazül   Yayan olarak vuruşmak.
tenazur   Birbirine karşı olmak. Simetri hâli. * Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak.
tenazurî   Simetrik.
tenazzüf   Pâklanma, temizlenme.
tenazzuh   Bulaşmak.
tenazzur   Dikkatle bakarak düşünme. Düşünerek dikkatle bakma.
tenbal   Kısa boylu, bodur adam.
tenban   f. Don, iç donu.
tenbel   (Tembel) f. Üşenen, üşengeç. * İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli.
tenbel-hâne   'f. Memurları iş görmez olan dâire; fertleri tenbel olan ev. Tenbeller yuvası.'
tenbelit   f. Hayvan yükü. Küçük yük.
tenbie   Haber vermek.
tenbih   (C.: Tenbihât) Göz açtırmak. * Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak. * Sıkı emir vermek. * Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat.
tenbihât   (Tenbih. C.) Tenbihler. İkaz etmeler.
tenbik   Ağaçları aynı hizâda dikmek.
tencic   Şâd etmek. Sevindirmek.
tencid   Evin içini nakışlı bezlerle süslemek. * Kahraman yapmak.
tencim   Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak.
tencir   Korkutmak.
tencis   (Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme.
tenciye   (Necât. dan) Kurtarma.
tenciz   Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme. * Sözünü yerine getirme.
tendid   Meşhur etmek.
tendif   Yün ve pamuk atmak.
tendiye   Islatma, nemleme.
tene   f. Gövde, beden, cüsse, vücut. * Örümcek ağı.
tenebbi   (Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma, peygamberlik dâvasında bulunma.
tenebbu'   Az az işlemek. * Yerden kaynama. Nebean etme.
tenebbü'   (Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma.
tenebbüh   Uyanmak. Kendine gelmek. Aklını başına getirmek.
tenebbüt   Büyümek. Yerden çıkıp biten nebat gibi yetişmek.
teneccüc   Çok olmak. * Zayıflamak, süst olmak. * Aşağı gelmek. * Geniş yer tutmak.
teneddi   Gamkin ve üzüntülü olmak.
teneddüb   (Nedbe. den) (Yara) kapanma.
teneddüd   Halk içinde meşhur olmak.
tenedduh   Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması.
teneddüm   (Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme.
teneddus   Çıkmak, huruç etmek.
teneddüs   Toprağa gömülmek.
teneffu'   (C.: Teneffuât) Faydalanma, menfaatlenme.
teneffuh   (Nefh. den) Kabarma, şişme. * Urlanma. * Üflenerek şişme. ◊ Boş lâflarla gururlanma.
teneffül   Nâfile namaz kılma veya oruç tutma.
teneffür   Çekinme. Kaçınma. Nefret etme. İğrenme.
teneffüs   (Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme. * Tan yeri ağarma. * Deniz suyunun sahile vurması. * Üfürmek. * Okullarda ders araları verilen dinlenme.
teneffüsât   (Teneffüs. C.) Teneffüsler.
teneffut   (El) Kabarmak.
teneffüz   (Nefz. den) Nüfuz sahibi ve sözü geçer olma.
tenehhus   Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları.
tenehnüh   Nefsini menetmek. Nefsinin isteklerine engel olmak.
tenekkub   Nikab örtmek. Nikablanmak, peçelenmek.
tenekkür   (Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme.
tenekkus   Rücu' etmek, geri dönmek.
tenekküs   (Nüks. den) Başaşağı olma.
tenemmül   (Neml. den) Karınca gibi kaynama. * Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma.
tenemmür   Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak. * Uzun uzun bağırmak. * Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.
tenemmus   Cınbızla yüzden kıl yolmak.
tenemmüv   (Nümüvv. den) Gelişip büyüme.
teneşşi   Neşvelenme, sarhoş olma.
teneşşüb   Bir şeye ilişip tutulma.
teneşşüd   Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma.
teneşşüf   (Suyu veya rutubeti) çekme, emme.
tenessuh   Eşsiz, çok güzel ve çok az bulunur olma.
tenessük   İbadet etmek.
tenessüm   (Nesim. den) Havayı teneffüs etme. * Güzel kokular kokutmak. * Haber erişmek.
tenessür   Dağılma, saçılma, yayılma, serpilme.
teneşşut   (Neşat. dan) Ferahlanma, keyiflenme.
tenevvü'   (C.: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak.
tenevvüb   Katran ağacı.
tenevvüh   (Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak. * Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek.
tenevvuk   Tabiat, huy. * Hâtır. * Bir işte mübalağa etmek.
tenevvüm   Uyuklama, pinekleme.
tenevvüme   (C.: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç.
tenevvür   Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak.
tenevvüs   Tereddüt etmek, karar verememek.
tenevvüş   Evmek, acele etmek, sür'at.
tenezzehe   Noksan sıfatlardan uzak (meâlinde Allah C.C. için söylenen duâdandır.)
tenezzi   Evmek, sür'at, acele etmek.
tenezzüh   Uzaklaşmak. * Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. * Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak.
tenezzül   (C.: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama. * Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak. * Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek. ◊ More…
tenezzür   Korkmak. * Adak adamak, nezretmek.
tenfih   (C.: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme. * Çok üfleme. ◊ Yorma, güçsüz bırakma.
tenfil   Ziyade etmek, çoğaltmak. * Kandırmak.
tenfir   (Nefret. den) Ürkütme, korkutma. * Nefret ettirme. * Mekruh ve müstehcen isim takma. * Galibiyetle hükmetme. * (Nefir. den) Asker toplama.
tenfis   (C.: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.
tenfiş   (C.: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme.
tenfit   Çok kaynatmak. * Neftlemek.
tenfiz   İnfaz etmek. Hükmünü yürütmek. * İçinden geçirmek ve öteye çıkarmak. ◊ Sıçratma. Sıçramaya zorlama. ◊ Silkmek. * Saçmak, dağıtmak.
teng   f. Dar, sıkıntılı, melul, kederli. * Kıtlık.
tengçeşm   f. Açgözlü.
tengdil   (C.: Tengdilân) f. Yüreği dar. İçi sıkıntılı.
tengî   f. Darlık. * Züğürtlük.
tengis   (Nags. dan) Hayatını tasalı, kederli kılmak.
tengiz   Zindeliği sarsılma, zindeliğini sarsma.
tengna   f. Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. * Mezar.
tenha   f. Boş yer. Kimsesiz yer. * Yalnız, tek.
tenhanişin   f. Tek başına oturan. Yalnız oturan.
tenharev   f. Yalnız giden.
tenhayî   f. Yalnızlık, ıssızlık, tenhalık.
tenhib   Suya gayet yakın olmak.
tenhil   Elek ile eleme.
tenhiye   Irak etmek, uzaklaştırmak. * Gidermek. * Silkmek. * Çıkarmak. ◊ İçinde suyu az olan çukur.
tenide   f. Örümcek ağı. * Örülmüş, dokunmuş.
tenize   Uç, etek.
tenkib   Dolaşıp gezmek. * Ticaret yapmak. Tefahhus etmek. * İnceden inceye araştırmak. ◊ Dönmek veya döndürmek.
tenkid   Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate More…
tenkih   Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek. * Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek. * Temizlemek. * Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak. More…
tenkil   Uzaklaştırmak. Tepeleyip sindirmek. * Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde ceza vermek. Rezil ve rüsvay eylemek. * Zincire vurmak. ◊ Mübâlağa ile nakletmek.
tenkilât   (Tenkil. C.) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar. * Düşmanları tepelemeler. * Uzaklaştırmalar.
tenkir   Tanınmayacak bir hale koymak. * Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak. ◊ Sıçratmak. * Ok çevirmek.
tenkis   Başaşağı etme. Sernigun etme. * Boşaltma. ◊ Noksanlaştırmak. Azaltmak. İndirmek. ◊ Evmek, acele etmek, sür'at. ◊ Divite mürekkep koymak.
tenkiş   (C.: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma.
tenkisât   (Tenkis. C.) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar.
tenkit   Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak. ◊ Temizleme, fenasını atma.
tenkiye   Tıb: Şırınga âleti. * Temizleme, tathir.
tenkiz   İnkaz etmek, kurtarmak. Kurtarılmak.
tenmik   (Nemk. den) Yazma. Yazılma. * Güzel yazı ile yazma.
tenmiye   (Nemâ. dan) Büyütmek. Yetiştirmek. Artırmak. Bereketlenmek. * Fesad veren haber yetiştirmek. * Ateş içine odun atmak.
tennub   Katran ağacı.
tennur   (C.: Tenânir) Tandır. * Fırın.
tenperver   f. Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan.
tensib   Uygun görmek. Münasib kılmak.
tenşib   Saplama, sokma. * Rüzgâr esme.
tensif   İkiye bölmek.
tenşif   (C.: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama. * Ter kurulama.
tensik   Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak. * Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir. More…
tensikat   (Tensik. C.) Islahat. Düzen ve nizama koymalar.
tensil   (Kuş ve diğer hayvan) tüylerini yeleklerini, yününü ve kılını döküp kavlamak. ◊ Halâs olmak, kurtulmak.
tenşim   Bir işe başlama. * (Et) bozulup kokma.
tensir   Serpme, saçma.
tenşir   Açıp yayma. Serpme.
tensis   (C.: Tensisât) Tedkik ederek karar verme.
tenşit   (C.: Tenşitât) (Neşât. dan) Keyiflendirme, şenlendirme.
tensiye   Unutturma.
tenşiye   Beslemek, terbiye etmek. * Uzatmak.
tenşûy   f. Ölü yıkayıcı. * Teneşir.
tente   f. Örümcek ağı.
tentene   İplik gibi şeylerle örülmüş delikli bez, perde v.s. Dantela.
tentif   Mübâlağa ile yolmak.
tenu-mend   f. Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse.
tenufe (tenufiye)   (C: Tenânif) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı.
tenuk   (Tenuka, Tenukıye) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı.
tenük   f. Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. * İnce, rakik, nârin. * Az, hafif. * Yumuşak.
tenük-havsala   f. Sabırsız adam, tahammülsüz kimse.
tenük-ru   f. Yüzü yumuşak olan kimse, yüzü yumuşak adam.
tenvat   Atın yanına asılan şeyler.
tenvi'   (C.: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme.
tenvic   Borç edinmek.
tenvih   Sulandırma. * Yaldızlama. * Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme. * Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma. * Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.
tenvik   (Deve) Zayıflamak.
tenvil   Atâ, bahşiş, hediye.
tenvim   Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak.
tenvimât   (Tenvim. C.) Uyutmalar veya uyutulmalar.
tenvin   Gr: Kelimenin sonunu 'en, in, ün' diye okumak. Veya öyle okutan işaretin adı.
tenvir   (C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma.
tenvirât   (Tenvir. C.) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.
tenviş   Ziyafete davet etmek.
tenvit   Niyet etmek.
tenviye   Niyet etmek.
tenyir   Beze ve kumaşa işaret koymak.
tenzede   f. Sessiz, sâkin, susmuş.
tenzih   Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
tenzihen   Tenzih ederek. Tenzih etmekle.
tenzihen mekruh   Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş)
tenzik   (At) ayaklarını yukarı kaldırmak.
tenzil   Bir şeyin bir miktarını çıkarmak. * İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek. * Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. More…
tenzilât   (Tenzil. C.) Fiat indirme. İskonto.
tenzir   (İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı)
tenziye   Sıçramak. * Üstüne binmek.
teokrat   Fr. Dinî, İlâhî. Teokrasi taraftarı olan.
teokratik   Fr. Teokrasi sistemi. (Bak: Teokrasi)
teoloji   Fr. Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat.
tepide   f. Rahatsız, sıkıntıda.
ter   f. Rutubetli, ıslak, yaş. * Taze.
ter ü taze   f. Çok körpe, çok taze. Pek lâtif.
ter'ib   Kavum dilimi. * Ekmek dilimi. ◊ Çok korkutma.
ter'if   Burnundan kan almak.
ter'is   Titremek.
ter'iş   Titretme. Titretilme.
ter-hane   f. Tarhana.
ter-zeban   f. 'Yaş dilli'. Hazırcevap. * Kalem.
tera'buz   Noksan etmek. * Zayıflatmak.
tera'ru'   Deprenmek. * Büyümek. * Çocuğun hareket etmesi.
tera'ud   (Ra'd. dan) Titreme.
terabbu'   Bağdaş kurarak rahatça oturma.
terabbus   (Tarabbus) Durup bekleme.
teracim   (Teracüm) (Tercüme. C.) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler.
teracu'   (Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme. * Birinden ayrılma. * Dönme, vazgeçme.
teracüm   Taşla atışmak.
terad   Birbirini reddetmek.
teradüf   Birbiri peşinden gitmek. * Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.
terafu'   (Ref'. den) Duruşmaya girme.
terafüd   Birbirine yardım etme. Yardımlaşma.
terafuk   Arkadaş olma. * Yardımlaşma, yardım etme.
teraggum   Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
terah   Gam, keder, acı.
terahhul   (C.: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme. * Yola çıkma. * Menzile konma.
terahhum   Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.
terahhumât   (Terahhum. C.) Acımalar, merhamet etmeler.
terahhumen   Acıyarak, merhamet ederek.
terahhus   İzinli ve müsaadeli olma. Ruhsat bulma. * Ucuzlama.
terahi   İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. * Uzaklaşma. * Sonraya bırakma. * Gecikme, geç kalma. * Geri durma, geri çekilme.
terahün   Karşılıklı olarak rehin vermek.
teraî   Aynaya bakma. * Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek. * Hurmanın kuruyup renginin belli olması. ◊ Çayıra çıkma. Otlama.
teraib   (Teribe. C.) Tıb: Göğüs kemikleri. Kaburga kemikleri. Gerdanlık yeri.
terak   f. Yarık, çatlak. * Gürültü, çatırdı.
terakib   (Terkib. C.) Terkibler. * Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.
terakki   İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
terakkicu   f. Terakki isteyen, terakki taraftarı.
terakkiperver   f. Terakkiyi seven. İlerlemeyi seven.
terakkişiken   f. Terakkiyi kıran, ilerlemeyi önleyen, terakkinin aleyhinde bulunan.
terakkiyât   (Terakki. C.) Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler.
terakku'   Sıkıntı ve emek ile kazanma.
terakkub   Bekleme, gözetleme, yol gözleme. * Ümit etme. * Muntazır olma.
terakkubât   (Terakkub. C.) Gözetlemeler, beklemeler.
terakkud   Acele etmek.
terakkuk   Merhamete gelme, acıma.
terakkus   Raksetme, dansetme. * Devamlı aşağı inip yukarı çıkma.
terakruk   Parlama. Işıklı olma.
teraküb   Birbirine bağlanıp kenetlenme. * Birbirinin üzerine binme.
terakül   Vuruşmak, döğüşmek.
teraküm   Birikme, yığılma. * Birbiri üzerine sıkışma.
terakümât   (Teraküm. C.) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler.
terakus   Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme.
terami   Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak.
terane   Edb: Rübâinin başka bir ismi. * Terennüm. Nağme, âhenk, makam. * Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme.
teranekâr   f. Terennüm eden. Öten, ötücü.
teraneperdâz   f. Makamla şarkı söyliyen.
teranesâz   f. Öten, ötücü.
teranezâr   f. Ahenkli ve cümbüşlü yer.
teranezen   f. Şarkı söyleyen.
terani   (Reeye. den) Sen beni görürsün veya görüyorsun (mânasına fiil).
terarih   (Türrehe. C.) Saçmasapan ve mânâsız sözler.
teraset   Kalkancılık.
terasuf   (Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma.
terasül   (C.: Terasülât) Haberleşme, mektublaşma.
teratir   Büyük işler.
teravet   Tazelik. (Bak: Taravet)
teravih   Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz.
teravuh   Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak.
terazi   (Rıza. dan) Birbirini razı etme. Uyuşma.
terazu   f. Terazi.
terb   Bir nesneyi toprakla örtmek, üstüne toprak saçmak.
terba   Toprak. Yer, arz.
terbab   Toprak.
terbi'   Gazelin her beytine ikişer mısra ilâve ederek onu âdeta murabba (dörtlük) şekline koyma. * Dörde bölme. * Dört köşe etme.
terbian   Dört köşeli olarak. * Murabba (kare) olarak.
terbil   Ayırmak.
terbiş   (Ok) yeleklemek.
terbit   Zeytinyağı vermek.
terbiye   Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek.
terbiyegâh   f. Terbiye yeri. Öğrenme ve yetişme yeri.
terbiyegerde   f. Terbiye edilmiş. Yetiştirilmiş.
terbiyet   Terbiye' kelimesinin Arabi okunuşudur.
terbiyevî   Terbiyeli. Terbiye ile alâkalı.
terbub   İşe vurulmamış davar.
terceman   (Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren. * Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.
terceme   (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.
terci'   (Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme. * Sesini yükseltmek.
terci'-i bend   'f. Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin 'vâsıta' denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse More…
terciât   (Terci'. C.) Döndürmeler, geri çevirmeler.
tercib   (C.: Tercibât) Ululama, tazim. * Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma.
tercih   Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.
tercih bilâ müreccih   Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.
tercihât   (Tercih. C.) Üstün tutmalar, tercihler.
tercil   Arıtmak. * Saçını tarayıp düzeltmek.
tercim   (Recm. den) Taşlama. Taşlayarak öldürme. Recmetme.
terciye   Ümitli olma, umma.
terdad   Tekrar.
terdest   (C.: Terdestân) f. Eli işe yatkın, usta, mâhir.
terdestî   f. Ustalık, el yatkınlığı, mahâret.
terdid   Geri çevirmek, geriletmek. * Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek. * İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü More…
terdif   (C.: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme.
terdifen   Arkasından yürüterek. Katarak.
terdiye   (Ridâ. dan) Örtme. Örtü ile kapatma.
tere'   Dolu nesne. * Kötülüğe ve şerre koşan kimse.
tereb   Fakir olmak, fakirleşmek.
terebbu'   Bağdaş kurup oturmak. * Dört bacaklı olmak.
terebbüb   Fakirlik.
terebbuh   Sarkmak, sülpük olmak.
terebbül   İkdam. *Cür'et.
terebbüt   Eğlenmek.
terecci   (Recâ. dan) Rica etme, yalvarma. * Ümidetme, umma.
tereccüf   Deprenmek, hareket etmek.
tereccuh   Üstün olmak. Bir tarafa meyletme.
tereccül   Paklanmak, temizlenmek. * Süslenmek, ziynetlenmek. * Saç ve sakal taramak. * Yayan yürümek. * Kuyu içine girmek.
tereddi   Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek. * Şal ve örtü örtünmek.
tereddüd   Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak.
tereddüdât   (Tereddüd. C.) Tereddüdler.
teref   İyi ve güzel yemek. * Yumuşaklık. * İnce, güzel şey.
tereffu'   Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak. * Fazlalaşmak.
tereffuât   (Tereffu'. C.) Yukarı kalkmalar, yükselmeler.
tereffüh   Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak.
tereffuk   (Rıfk. dan) Tatlı dil ve güler yüzlülükle davranma. Yumuşaklıkla muâmele etme.
terefrüf   Titremek. * şefkat göstermek.
terehhüb   Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.
terehhüm   (Bak: Terahhum)
terehhus   Müsaade, ruhsat bulma. * Ucuzlama.
terek   Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.
terekat   (Tereke. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, terekeler.
tereke   (Terike) Ölen bir kimsenin bıraktığı malların hepsi.
terekküb   Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. * Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
terekkün   (Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma. * Mânen kuvvet bulma.
teremmu'   Deprenmek.
teremmüd   Yanıp kül olmak.
teremmül   Dul kalma. (Kadının) kocası ölme.
teremrüm   Bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp, söylemeyip kalma.
terennüh   (C.: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme.
terennüm   Güzel güzel anlatma. * Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. * Ötmek. Musikîleşmek.
terennümât   (Terennüm. C.) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar. * Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.
terennümsâz   f. Terennüm eden, şarkı söyleyen.
teres   t. Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır.
teressüb   Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek.
tereşşüf   Suyu emme.
tereşşuh   (C.: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.
tereşşuhât   (Tereşşuh. C.) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar. * Kulaktan gelme haberler.
teressül   Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak. * Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme.
teressüm   Resmedilme, resimlenme. * Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma. * Tedkik ve teemmül eylemek.
tereşşüş   Su saçılmak. * Islanmak.
terettüb   Sıralanmak. * Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak. * Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak. * Zuhura gelmek. * Muayen sebeblerin, muayyen ve More…
terettül   Zâhir olmak, görünmek.
terettüm   Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama.
terevvi   Tefekkür etmek, düşünmek.
terevvu'   Korkma.
terevvuh   Bir şeyden koku alma. * Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.
tereyy   Açık olmak.
tereyyüb   Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
terezzün   Vakar gösterme.
terfend   (Terfende) f. Turfanda. Mevsiminden önce yetiştirilmiş meyve veya sebze.
terfi'   Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme. * Talebenin sınıf geçmesi. * Rütbe alma. Rütbe verme.
terfian   Rütbesi yükseltilerek, rütbe alarak, terfi ederek.
terfiât   (Terfi'. C.) Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar. * Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler.
terfie   Dirlik düzenlik temennisinde bulunma. * Sevindirme.
terfih   Evlenen kimseye 'Allah hüsn-ü imtizac eylemek nasibetsin' diye duâ etmek. ◊ Ferahlandırma. Refaha erdirme. Rahat ve bollukla yaşamasına sebeb olma.
terfik   (Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme.
terfikan   Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek.
terfil   Ta'zim. * Uzatma.
terfiş   Görmek.
terfiye   Sevindirmek. * Rahat etmek.
tergib   Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.
tergim   Yere sürtme. * Zelil etmek, hor ve hakir etmek. Rezil, kepaze etmek.
tergis   Mal çoğaltmak.
terhib   (C.: Terhibât) Hal hatır sorma. ◊ Korkutmak. Fazla korkutmak.
terhibat   (Terhib. C.) Hal ve hatır sormalar.
terhibât   (Tehrib. C.) Çok korkutmalar.
terhiben   Korkutmak suretiyle, korkutarak.
terhik   Misafiri çoğaltmak.
terhil   Göç ettirme, göçtürme, nakletme.
terhim   Atmak. * Kolaylaştırmak, âsân etmek. * Deveyi sebepsiz kesmek. * Yumuşak ve ince etmek. * Bir ismi kısaltma. ◊ Yumuşatmak.
terhin   Rehin verme. Emanet bırakma.
terhine   f. Tarhana.
terhis   Askeri sivil, serbest hayata geçirmek. İzin ve ruhsat vermek. Serbest bırakmak.
terhisât   (Terhis. C.) Terhisler.
terhuk   Yıldıramak, parıldamak. * Sallanmak. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak.
teri'   Garip kişi.
teribe   Parmak ucu. * Bir ot cinsi. ◊ (C.: Terâyib) Göğüs.
terid   Yağla ıslanmış ekmek.
terik   Muharebe vaktinde başa giyilen miğfer.
terike   (C.: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız. * Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.
terim   Fransızca olan 'Terme' kelimesinden uydurulmuştur. 'Istılah' veya 'tabir' yerinde kullanılır.
terk   Bırakma, salıverme, vazgeçme. * Boşama. Bakmama. İhmal etme.
terkend(e)   f. Yalan, hile, kizb.
terkeş   f. Ok mahfazası, ok kuburu, sadak.
terki'   (Rık'a. dan) Yamama. Yama yapma. Yama vurma.
terkib   'Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler. * Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. More…
terkibat   (Terkib. C.) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.
terkih   İşi salâha getirmek.
terkik   İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma. * Tecvidde: Harfi ince okumak. * Bir kimseyi köle veya cariye etme. * Yumuşatma. * İnceltme. (Bak: Murakkik) ◊ More…
terkil   Ayağıyla veya tırnağıyla vurmak.
terkim   Rakamlamak, rakam koymak. * Nişan eylemek. * Yazma. * Yarma.
terkin   Belli bir saatte ve yerde buluşma için sözleşme. ◊ Boyama, yazma. * Bozulma, bozma. Çizme, silme.
terkis   (Raks. dan) Oynatma, raksettirme. * Döndürmek.
terkiş   (C.: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme. * Nakışlama, süsleme.
terkiye   Yüce etmek. Yükseltmek.
terkiz   (Rekz. den) Dikme. Mıhlama, saplama.
terliye   Akılsız yapmak.
termid   Gül renkli olmak. * Gül etmek. * Bir nesneyi gül içinde bırakmak.
termik   Fr. Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili.
termil   Kana boyamak. * Kan gibi kırmızı yapmak.
termim   (C.: Termimât) Onarma, tamir etme. * Kırık kemikleri iyi etme.
termos   yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap.
ternik   Bir nesneye bakıp durmak. * Gözün zayıflaması.
ternin   Öttürmek.
terör   Fr. Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi.
terr   Vurmak. * Kesmek. * Uzak olmak.
terras   Kalkan kullanan. Kalkancı.
ters   f. Korku.
tersa   (C.: Tersâyâ) Hristiyan. İsevi.
tersabeçe   (C.: Tersabecegân) f. Hristiyan çocuğu.
tersan   f. Korkak, korkan.
tersane   f. Gemi yapılan ve tamir edilen yer.
tersayan   (Tersâ. C.) Hristiyanlar. İseviler.
tersengiz   (Ters-engiz) f. Korkutan, korku veren.
tersi'   Oymacılık. * Mücevherler takarak süslemek. * Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib More…
tersib   Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma.
terşif   Yudumlama. Yudum yudum içme.
terşih   (C.: Terşihât) Süzme, sızdırma. * Besleyip eğitme, terbiye etme. * Edb: Sözü özlü söyleme. * Tezyin etmek, süslemek.
tersil   Secisiz nesir yapmak. (Bak: Tertil)
tersim   Resmini çizmek. Resmedilmek. Resmini yapmak.
tersimî   Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik.
tersin   Süzmek.
terşiş   (Reşş. den) Saçma, serpme.
tersnak   f. Korkak, korkan.
tertere   Depretmek, harekete getirmek, tahrik etmek.
tertib   (C.: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak. * Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak. * Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak. * Mertebelere göre davranmak. * Hile ile More…
tertibât   (Tertib. C.) Düzen, düzenleme. * Karşılayıcı hazırlıklar.
tertibkerde   f. Düzenlenmiş, sıraya konmuş, tertib edilmiş.
tertibsâz   f. Düzenleyen, sıraya koyan, tertib eden.
tertil   Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak. * Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak. * Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, More…
tervib   Sütü yoğurt yapmak. * Sütün yoğurt olması.
tervic   Revaç vermek. Değerini arttırmak. * Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak.
tervie   Evmeyip tefekkür etmek. Acele etmeyip düşünmek.
tervih   (C.: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma.
terviha   (C.: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı. * Teravih namazının her dördünden sonra oturmak.
tervik   Durultma, süzme, saflaştırma.
tervil   Yağlı ekmek. * Ekmeği yağ ile ovmak.
terviye   Su verme, sulama, suya kandırma. * İyiden iyiye ve derin derin düşünme.
terviz   Bir yeri çayır çimen yapmak.
terye   Az gizli. * Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler.
terzik   Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak.
terzil   Rezil etme. İtibarını kırma.
terziz   Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak.
teş'ib   (C: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma.
tes'id   Tebrik etme, saadetlendirme. * Sevinç ve sürur ile bayram yapma.
teş'il   (Şu'l. den) Parlatma. Tutuşturma, alevlendirme.
tes'ir   (Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme. * Kıymet ve değer koyma. Narh koyma.
tesa'su   Çok yaşlanmak. * Artık gün geçirmek. * Bir nesnenin ekserisinin geçmesi.
teşa'şu'   Şaşaalanma, parıldama.
teşa'u'   Fiz: Işığın merkezden etrafa doğru dalgalanması.
teşa'ub   Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma. * Bozuk bir şeyin düzelmesi. * Iraklaşmak.
teşa'ubât   (Teşa'ub. C.) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar.
teşa'ul   (şu'l. den) Parlama, tutuşma.
teşa'ur   (Şa'r. dan) Kıllanma, tüylenme.
teşa'us   Tozlu topraklı olmak. Kirlenmek. Paslanmak.
teşabüh   Benzeşme. Birbirine benzeme.
tesabuhât   (Tesâhub. C.) Korumalar, sâhib olmalar. * Arkadaşlıklar.
tesabuk   Yarış etme. Müsabaka.
teşabük   Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.
tesabür   Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma.
teşabür   Birbiriyle karışlarını ölçmek. * Kavga etmek için birbirine karşı gelmek.
tesacül   Fahirlenmek gururlanmak, kibirlenmek, tefahur.
teşacür   (şecer. den) Sopalarla vuruşma. Birbirine girme kavga, dövüş.
tesadüf   Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet)
tesadüfen   Tesadüf olarak, rastgele.
tesadüfî   Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle.
tesadüm   Vuruşma. Şiddetle çarpışma.
teşaff   Kap içinde olan suyu içmek.
tesaffuh   Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme.
tesafuh   Elele tutuşma.
tesafün   Lâzım olmak, icab etmek.
tesagur   Küçük görünme, küçülme.
teşahh   Bahillik edişmek.
tesahhub   Nazlanmak.
teşahhub   Akmak, seyelan etmek.
teşahhum   (Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama.
tesahhun   (C.: Tesahhunât) Isınma, kızma.
tesahhur   (C.: Tesahhurât) Zevklenip alay etme. * Aleme gülünç olma. Maskara olma. ◊ Seher vaktinde kalkmak. * Sahur yemek.
teşahhus   (C.: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme.
tesahsu'   Döndürmek.
tesahub   Sahip çıkma, benimseme. * Koruma. * Arkadaşlık etme.
teşahüd   Hazır olmak.
tesahül   Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme. * Gaflet ve ihmal etme.
teşahus   Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak.
teşaki   (Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme. * Dertleşme.
teşakk   Muhalefet edişmek, uyuşamamak. * Zor ve meşakkatli olmak.
tesakku'   Bir bâtıl nesneyi çekişmek.
tesakkub   (C.: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme. * Zâhir olmak, görünmek. * Parlamak, ruşen olmak.
tesakkuf   Zafer bulmak.
teşakkuk   (Şakk. dan) Yarılma, ikiye ayrılma.
tesakul   Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme.
teşakül   (şekl. den) şekil ve suretçe bir olma. Birbirine uyma.
tesakür   Sarhoş olmak.
teşaküs   Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
tesakut   Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek.
tesakutan   Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle.
tesallüb   (Bak: Tasallüb)
tesalüf   (Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma.
tesaluh   Sağır gibi görünme.
tesalüm   Sulh edişmek, barışmak.
teşam   Yılışmak, gülüşmek. * Koklaşmak.
tesamu'   İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak.
tesamuh   Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek. * İhmal etmek.
teşamuh   (şemh. den) Yüce, büyük, yüksek olmak. Yükselmek.
tesamuhat   (Tesâmuh. C.) Hoş görmeler, müsâmahalar. * Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar.
tesamum   Sağır görünme. * Sağırlaşma.
tesanif   (Tasnif. C.) Eserler, kitaplar.
teşanü'   Buğz edişmek, kin gütmek.
tesanüd   Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.
tesaru'   Güreşme. Birbiriyle güreş etme.
tesaruf   Emir ve hükmetme.
teşarük   Ortaklık etme. Birbirine ortak olma.
tesatül   Ulaşmak, varmak.
teşatüm   (şetm. den) Sövüşme.
tesaüb   Esneme. * Gaflette bulunma. Boş bulunma.
teşaub   Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma.
tesaud   (C.: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma.
tesauf   Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak.
tesaül   Birbirine sual etme, soru sormak.
teşaüm   şom tutmak.
teşaün   Eskimek.
teşaur   şâirlik taslamak. Kendini şâir gibi göstermek.
tesavi   İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak
tesavir   (Tasvir. C.) Tasvirler.
tesavüb   Esnemek. * Gafil olmak, gaflette bulunmak. ◊ Sövmek, sövüşmek.
tesavük   Yürek zayıflığından eğilip sendelemek.
tesavüm   Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak.
teşavür   (Şurâ. dan) Danışma, müşâvere etme.
teşavüs   Gururlanıp gözücuyla bakmak.
tesavüt   (Ot) katı olmak.
teşayu'   Birbiriyle yâr olmak.
tesayüf   (Seyf. den) Kılıçla vuruşma.
tesayül   Suyun revân olup akması.
tesayür   Bir uğurdan gitmek.
tesbi'   (Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme. * Bir şeyi yedi parça yapma.
teşbi'   Karnını doyurma.
tesbian   Yediye ayırmak suretiyle, yediye ayırarak.
teşbib   Saç ve sakal ağarmak. * Ateş yakma. * Kasidede mahbubdan bahsetme.
tesbid   Kıl yolmak. * Yağlanmayı terk etmek.
tesbih   Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek.
teşbih   (C.: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek. (Bak: Müşebbihe) *Edb: Aralarında maddi veya mânevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san'atı. More…
tesbihat   (Tesbih. C.) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler.
teşbihât   (Teşbih. C.) Benzetmeler, teşbihler, benzetilmeler.
tesbihfeşan   f. Çok çok tesbihat yapan, tesbihat ifade eden.
tesbihhan   f. Tesbih eden, tesbih okuyan.
tesbik   (C.: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme.
teşbik   (Şebeke. den) Şebekeleştirme, ağ biçimine koyma.
tesbil   (Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama. * Yolcu etme, yola çıkarma. * Yol gösterme. * Kesme.
teşbir   Karışlama. * Ölçme.
tesbit   Sağlam olarak yerleştirme. Yerinden kımıldayamaz hâle getirme. * Bir şeyin aslını kat'i olarak bulma.
teşbit   Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma. ◊ Dağıtmak, perâkende etmek.
tesci'   Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek.
teşci'   Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme.
tescif   Bir şeyi örtme.
tescih   (Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak.
tescil   Sicile geçirme, deftere kaydetme. * Sağlamlaştırma.
tescilât   (Tescil. C.) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler.
tescin   (Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma.
tescir   Tennur yakmak. * Denizi kurutmak. * Boşaltmak ve doldurmak. * Ağlayarak çağırmak.
teşcir   (Şecer. den) Ağaçlandırma.
tesciye   (Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma. * Bir nesneyi örtmek.
teşdib   Arıtmak, temizlemek. * Tımar etmek.
tesdid   (Sedd. den) Hayırlı işe doğru yöneltme. * Doğrultma, doğrultulma.
teşdid   Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme. * Gr: Harfi iki defa okuma. Harfi şeddeli okumak.
teşdih   Baş yarmak.
tesdis   (C.: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek.
tesdiye   Çulhaların bez çözmeleri.
tese'sü'   Korkmak.
teşe'ub   Budaklanmak. * Perâkende olmak, dağılmak, saçılmak.
tese'ül   (Sual. den) Dilenme, dilencilik etme.
teşe'üm   Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir. * Sola dönme. * Sola yatma.
teşebbu'   Tok değilken kendini tok göstermek.
tesebbüb   (Sebeb. den) Sebeb olmak.
teşebbüb   şap haline gelme, şaplaşma.
tesebbüben   Sebep olma suretiyle.
teşebbüh   Benzemek, müşâbehet etmek. Zorla benzemeğe çalışmak.
teşebbük   (Şebeke. den) Ağ şeklini alma. Şebekeleşme. * Parmaklarını birbirine giriştirmek.
teşebbüs   Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek. * Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak. * El ile yapışıp bırakmamak.
tesebbüt   (Sebat. dan) Sebat gösterme, dayanma, sabretme, direnme. * Bir nesneye yapışmak. Tevakkuf. ◊ Eğlenmek, oyalanmak. Geç gelmek. ◊ Rahatlık. * Sâkin olmak.
teseccu'   Kuşların cıvıltıları. * Seci' yapmalar.
teşeccu'   Bahâdırlık göstermek, kahramanlık yapmak.
teseccüd   (Secde. den) (C.: Teseccüdât) Secde etme, secdeye kapanma.
teşeccür   Ağaçlanma, ağaçlaşma.
teşeddüd   Sertleşme. Kuvvet ve dayanıklık kesbetme. Şiddetlenme. Çok şiddetli olma. * Keskinleşme.
teşedduk   Ağzın köşesiyle konuşmak.
teşeffi   Rahatlamak. Şifâ bulmak. * Öc almak. Öc veya intikam almakla yüreği soğumak.
teşeffu'   şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak.
teseffüh   Sefihleşme. * Mütegayyer olmak, değişmek. * Akılsızlık etmek.
teseffül   Örtme. * Aşağı sarkma. * Bayağılaşma, aşağılaşma.
tesefsüf   Yaramaz olmak.
teşehhi   Hırsla istemek. İştahlanmak.
tesehhub   Bulutlanma.
tesehhüd   Uyanıklık.
teşehhüd   Şehadet getirmek. * Namazdaki şehadet miktarı oturmak ve 'Et-tahiyyât' okumak.
tesehhur   Sahur yemeği yeme. (Bak: Sahur) ◊ Alay etme, maskaraya alma.
tesehhür   (Sehr. den) Gece uyumayıp uyanık kalma.
tesehhurkâr   Maskara.
teşehhut   Maktulün kan içinde yuvarlanması.
teşekki   (C.: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme.
teşekkük   şek ve şüphe etme.
teşekkül   şekillenme. şekil alma. * Meydana gelme.
teşekkülât   (Teşekkül. C.) Teşekküller. şekillenmeler. * Kuruluşlar.
tesekkün   (Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma. * Miskin ve fakir olma.
teşekkür   Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi. * Şükür etmek. * Birisine karşı 'Sağ ol, var ol, ömrüne bereket' gibi söylenen minnet sözleri.
teşekkürât   (Teşekkür. C.) Teşekkürler.
teselli   Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.
teselli-pezir   f. Avutulabilir, avundurulabilir.
teselli-yâb   f. Avunan, avutulan, teselli bulan.
tesellu'   Ahmak olmak.
tesellüb   Soyunma. * Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)
teselluh   (Silâh. dan) Silâhlanma, silâh kuşanma.
teselluk   Yüksek yere, duvar üstüne çıkma. * Sırt üstü uyuma.
tesellül   İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma. * Verem hastalığına yakalanma.
tesellüm   Teslim edilen şeyi tekrar teslim alma. * Verilen bir şeyi alıp kaydetme. * Teslim olma. * İslâm olma. ◊ Çentik çentik olma, diş diş olma. Gedik olma. * Ağzını yaşmaklama.
teselsül   Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme. * Ulaştırma. * Man: (Bak: Delil-i ihtira)
teşelşül   (C.: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması. * Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.
teselsülât   (Teselsül. C.) Zincirlemeler. Zincirleme gitmeler.
tesemmi   Bir şahsa veya kabileye müntesib olma. * Bir isimle isimlenme.
tesemmuh   Cömertlik etmek.
teşemmül   İhrama bürünme.
tesemmüm   Zehirlenmek.
teşemmüm   (şemm. den) Koklama.
tesemmümât   (Tesemmüm. C.) Zehirlenmeler.
tesemmün   (Semen. den) şişmanlama, semirme.
teşemmür   İşe hazırlanma.
teşemmüs   (Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma. * Güneş çarpması.
teşemmüt   Hayırla ve bereketle duâ etmek.
tesenbül   Sümbülleşme, sümbül verme.
tesenni   İki kat olma, eğilip bükülme.
teşennüc   (Şenc. den) (C.: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma. * Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması. * Korkmak. * Titremek.
teşennüf   Küpe takınma. * Süslenme.
tesennüh   Küflenme.
tesennüm   Ufak olmak. * Yerden iki üç karış yüksek olmak. * Hörgüç üstüne binmek.
tesennün   Halinden dönmek. * Üzerinden yıl geçmek. * Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak. * (Sinn. den) Diş çıkarma.
teşennün   Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması. * Eskimek.
teserbül   Gömlek giymek.
teserri   Cariye alma, odalık edinme.
teserru'   (Sür'at. den) Koşma. Çabuk davranma.
teşerru'   şeriata uygun davranma.
teşerrüb   Suyu kendine çekme, içme. * Meşreb sahibi olma.
teşerrüf   şereflenme. şeref bulma. Ulviyete erişme.
teşerrüfât   (Teşerrüf. C.) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler.
teşerruk   Güneşte oturmak.
teserrut   Yutmak.
teservül   Don giymek.
teşetti   (Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme.
tesettür   Kapanıp gizlenme. Örtünme.
teşettüt   Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma.
tesevvi   Düzeltme, tesviye etme, düzleme.
tesevvüb   (Sevâb. dan) Sevap kazanma, sevaplanma. * Farz olan namazdan sonra nâfile namaz kılma.
teşevvüh   Çirkinlik.
tesevvük   Misvak yapmak.
teşevvuk   şevklenme, istek gösterme, arzu etme, sevinme.
tesevvül   Galip olmak, yenmek.
tesevvür   Kadının çok doğurucu olması. ◊ Yüksekten aşağı inmek.
teşevvüş   Karma karışık olma. * Bulanıklık, karışıklık.
teşeytun   Yaramazlık etmek.
teşeyyu'   Şiilik taslamak. Şii olma. (Bak: Şia) * Vedalaşmak. * Ardınca ve peşinden gitmek.
teseyyüb   (Seyyib. den) (Kadın) dul kalma. ◊ Üşenme, kayıtsızlık, tembellik.
teşeyyüb   (C.: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık.
teseyyüd   Yükseltme. * Sağlam olma.
teşeyyüd   Yükseltme. Sağlamlaştırma.
teşeyyuh   Şeyh olduğunu iddia etmek. Şeyhlik taslama. * İhtiyarlama, yaşlanma.
teşeyyüh   (Şeyh. den) İhtiyarlama. * Şeyhlik iddiasında bulunma.
teşezzi   Pâre pâre olmak. Pârelenmek.
teşezzüb   Dağılma, dağınık olma.
teşezzün   Yoğun ve katı olmak.
teşezzür   Ayrılmak. * Korkmak. * Hazırlanmak. * Davara binmek.
tesfi'   Sıcağın, insanın yüzünü yakması.
teşfi'   Şefaat etmek, affı için sebep olmak.
tesfid   Kebap yapmak için eti şişe dizme.
tesfif   Dövüp ezme, toz haline getirme.
tesfih   (Sefahet. den) Sefih görme, sefih sayma. Akılsız, müsrif ve eğlenceye düşkün addetmek.
tesfil   (C.: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma.
tesfir   (Sefer. den) Yolcu etme, yola çıkarma, sefere gönderme.
teşfiye   (Şifâ. dan) İyileştirme, şifalandırma.
teshik   Ezme, dövme, döğerek ezme.
teshil   (C.: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma. ◊ Öksürtme.
teshilat   (Teshil. C.) Kolaylıklar.
teshilen   Kolay olmak üzere.
teshim   Nakışlı etmek, nakışlamak. ◊ Yüzüne kara vurmak.
teshin   Isıtmak, soğukluğunu gidermek.
teshinât   (Teshin. C.) Isıtmalar, kızdırmalar.
teshir   Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme. * İtaat ettirme. * Hakir ve zelil etmek. ◊ Büyüleme, sihir yapma, aldatma. * Yemek ve içmeğe muhtaç etme.
teşhir   Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma.
teşhirgâh   f. Sergi yeri, herkese gösterme yeri.
teşhirgâh-i enâm   f. Mahlukatın herkese gösterildiği yer, dünyâ.
teşhis   Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek.
teşhit   Kana bulaştırmak.
teşhiye   Gönlün ne isterse sana vereyim' demek.
teşhiz   (C.: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme. * Bileme. * Gücünü, kuvvetini artırma. *Uyandırma.
teskib   (Sakb. dan) Delik açma, delme.
teskif   Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek. ◊ Evin üstünü örtmek.
teşkih   Hurma koruğu renklenmeye başlamak.
teşkik   (Şakk. dan) Parça parça yarma. İkiye ayırma. Yarmak. ◊ Şüphede bırakmak. Şüpheye atmak.
teşkikât   Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar.
teskil   (Sakl. dan) Ağırlaştırma. Ağırlığını artırma.
teşkil   Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek. * Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.
teşkilât   Tertipli ve düzenli çalışan birlik.
teskim   (Sakm. dan) Hasta etme. * Bozuk ve yanlış sayma.
teskin   Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme. * Gr: Bir harfi sâkin okuma.
teskir   (Sekr. den) Sarhoş etme. * Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.
teskit   (Sükût. dan) Susturma. Sükût ettirme.
teskiye   (Saky. dan) Su verme. * Sulama.
tesli'   Yarmak.
teslib   Soyunmak. * Gammazlık. * Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi.
teslif   Kahvaltı etme. * Takdim etmek. * Bir nesnenin fiyatını evvelden vermek.
teslih   (Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma. ◊ Silâhlandırma. Silâh ile donatma.
teslil   (Sell. den) Sıyırıp çekme. * Verem etme.
teslim   Bir emâneti verme. * Kabul etme. * Doğru ve haklı bulma. * Selâmetle dua etme. * Karşısındakinin hükmü altına girme. * Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme. * Belâ ve More…
teslim-kerde   f. Teslim edilmiş olan.
teslimat  (Teslim. C.) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler.
teslimiyet   Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.
teslis   Üçleme.
teslit   Havâle etmek. (Bak: Taslit)
tesliye   Avutma, teselli etme.
tesliyet   Avutma, teselli verme.
tesliyet-bahş   f. Avutucu, teselli verici.
tesliyet-kâr   f. Avutucu, teselli verici.
tesmi'   (C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma.
teşmi'   (Şem'. den) Mumlama, bal mumuna batırma.
tesmia   Halka ibadetini ve amelini işittirme, duyurma.
tesmiat   (Tesmi. C.) İşittirmeler, duyurmalar.
tesmid   Yere ters ve kül dökmek.
tesmih   Yab yab gitmek. * Süngü ağacını yontup düzeltmek.
teşmil   Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak. İhrama bürünmek ve sür'atle yürümek.
tesmim   Zehirleme.
teşmim   (Şemm. den) Koklatma. Koklatılma.
tesmimen   Zehirleyerek.
tesmin   (Sümn. den) Sekizleme. Sekize bölme. Sekize çıkarma. * Bir şeye kıymet biçme. ◊ (Semen. den) Semirtme, yağlatma.
tesmir   (Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması. * Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması. ◊ Koyu nesneye su katıp duru etmek. * İksir ile sağlamlaştırmak. ◊ Çivileme, More…
teşmir   (Şemr. den) Sıvama veya sıvanma.
teşmis   (Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme. * Güneşe tutup hasta etme.
tesmit   Aksıran kimselere: 'Yerhamükâllah; Allah sana merhamet etsin' demek. ◊ Edb: Gazel yahut kasideyi 'müsemmat' tarzında tanzim etme.
teşmit   Aksıran kimseye: 'Yerhamükâllah; Allah sana merhamet etsin' deme.
tesmiye   İsimlendirme. Ad verme. * Besmele çekme.
teşmiyet   Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek. (Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek.
teşne   f. Susamış. * Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr.
teşnedil   (C.: Teşnedilân) Candan ve yürekten isteyen.
teşnegân   (Teşne. C.) f. İstekliler. * Susamışlar.
teşnegî   f. Susama.
teşneleb   f. Dudağı kurumuş, çok susamış. Yanık, susuz.
teşni'   Başa kakmak. * Davara binmek. * Silâh takınmak. * Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak. * Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek.
teşniât   (Teşni'. C.) Ayıplamalar, çirkin bulmalar.
tesnid   Dayak vurmak.
teşnif   Küpe takma. Küpe takınma. * Süslenme. Küpe ile süsleme.
tesnim   Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir.
teşnir   Ayıp vermek.
tesniye   Vasıflandırma. * Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna 'elif-nun' veya 'ye-nun' More…
tesri'   Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme.
teşri'   Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. * Havuza su getirmek.
teşri' eylemek   Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek.
tesrian   Hızlandırarak. Çabuklaştırmak için.
tesriât   (Tesri'. C.) Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar.
tesrib   Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır. * Darılma. Ayıplama. * Başa kakma. ◊ (Sürub. dan) (Asker) gönderme, yollama.
tesric   Kandil yakmak. * Güzelleştirmek. * Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma.
teşric   Cem'etmek, birbiri üstüne yığmak. * Kerpiçi yerinden ayırmak.
tesrid   Davar boğazlandığında daha soğumadan bir yerini kesmek veya kırmak. ◊ Sahtiyan dikmek. * Kırba dikmek.
teşrid   Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek. * Nefyetme, kovalama. * Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme. * Birisinin ayıbını teşhir eylemek.
teşrif   Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.
teşrifat   (Teşrif. C.) Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol.
tesrih   Talâk. Boşanma, ayrılma. * Halâs etme, kurtarma. * Bırakma, salıverme. * Kıl tarama. * Asan etme, kolaylaştırma.
teşrih   Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.
teşrihat   Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak.
teşriî   (Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair.
tesrik   (Sirkat. den) (C.: Tesrikat) Bir kimseye hırsız deme.
teşrik   Güneşlendirme. Güneşte kurutma. * Eti parçalayıp güneşte kurutma. * Doğu tarafına gitme. ◊ Ortak etme. İştirak ettirme.
teşrim   Yarmak. * Yırtmak.
teşrin   Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim.
tesrir   (C.: Tesrirât) (Sürur. dan) Sevindirme.
teşrir   Güneşte bez serip kurutmak.
tesriye   Gam ve kederi bırakma. Kederi yok etme.
teşt   Tekne, teşin, leğen, kap.
testih   Yassı ve düz yapmak. * Eşit yapmak, beraber etmek. ◊ Yün ve pamuk tepmek.
testir   Gizleme, saklama, setretme, örtme.
teştir   Edb: Bir gazeli teşkil eden beyitlerin beher mısraı arasına ikişer mısra ilâve etmek. ◊ Bir nesneye ayıp vermek, noksanlık vermek.
teştit   Dağıtma, dağıtılma. Perişan etme.
teştiye   Kışın uyuyan hayvanların uykusu.
tesvib   Sevab vermek demektir.
tesvid   Karartma. Yazı ile karalama. Yazmak, müsvedde yapmak.
tesvif   (Sevf. den) (C.: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme.
teşvif   Tezyin etmek, süslemek.* Haberli olmak, anlamak, muttali olmak. * Bakmak, nazar etmek.
tesvig   Cevaz verme. * Kolaylaştırma. * Tecavüz etmek, haddini aşmak.
teşvih   Çirkin yapmak.
tesvik   (Misvak. dan) Dişleri misvaklama. ◊ (Sevk. den) Sürme, ileri gütme.
teşvik   Şevklendirme. Şevke getirme. Kışkırtma. Kaldırma. Cesaret verme. ◊ Diken bitmek. * Ağacın dikenli olması.
teşvikat   (Teşvik. C.) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar.
tesvil   (C.: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma. * Tezyin etmek, süslemek.
tesvim   Davarı otlamaya salmak. * İşaretlemek, nişan etmek. * Dağlamak.
tesvir   Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme. * Koluna bilezik yapma. ◊ Toz kaldırma. * Derin ve gizli mânayı araştırma.
teşvir   İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme. * Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.
tesvis   Buğdaya bit düşmek.
teşviş   Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
teşvişiyyet   Karışıklık, bozukluk.
tesvit   Karıştırmak.
teşvit   Tüyü ve kılı gitsin diye ateşe tutmak.
tesviye   Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme. * Bir neticeye bağlama.
teşviye   Kebap yapmak. Kebap vermek.
tesyar   Gönderme, gönderilme. (Eşya hakkında) (Tisyâr şekli yanlıştır)
teşyi'   Uğurlamak. Gideni selâmetlemek. Yolcu etmek. * Cesaretlendirmek.
teşyid   Müşeyyed etmek. Binayı yükseltip sağlamlaştırmak.
teşyie   Dilemek, istemek.
tesyil   Akıtma. Akıtılma. Sel gibi akıtılma.
tesyir   (Seyr. den) (C: Tesyirât) Gönderme, yollama. Seyrettirme. * Sürmek. * Bezi yol yol alaca edip dokumak.
teşzib   Ağaç budamak.
teta'um   (Ta'm. dan) Tatma, tadına bakma.
tetabbub   (Tıbb. dan) Hekim olmadığı hâlde hekimlik yapma.
tetabu'   Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek.
tetabuk   Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek.
tetafful   (Tufl. dan) Dalkavukluk.
tetahhul   Tıb: Dalak şişmesi.
tetahhur   Temizlenme. * Günah işlemekten uzaklaşma.
tetahhurât   (Tetahhur. C.) Temizlenmeler.
tetallu'   Boynunu uzatarak başını kaldırma.
tetavül   Uzun olma, uzama. * Zulüm etme. * Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme. * Musallat olma. * Mugayeret eylemek.
tetavvu'   (Bak: Tatavvu')
tetavvuan   Nafile olarak, nafile tarzında.
tetavvuf   Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma.
tetavvuk   Boyuna gerdanlık gibi şeyler takma.
tetavvus   Tavus gibi renk renk elbise giyme.
tetayür   (Tayeran. dan) Uçuşma. Uçuşup dağılma.
tetbi'   Peşini bırakmayıp iyice araştırma. * Uyma, tâbi olma.
tetbin   Fikrinde ve görüşünde dikkat etmek.
tetbir   Helâk etmek, mahvetmek.
tetbit   Zarar ve ziyan yapma.
tetebbu'   Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
tetebbuât   Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
tetellu'   Kalkmak için boynunu uzatmak.
teterrüb   Toz toprak içinde kalma.
teterrüs   Kalkanla siper yapmak.
tetevvüc   Tac giyme.
tetfül   Tilki eniği.
tetim   Aşkla söylemek.
tetimme   (Tetümme) (C.: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama. * Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen.
tetkik   (Bak: Tedkik)
tetliye   Nezretme. Adağı yerine getirme. * Farzdan sonra nafile namaz kılma.
tetmim   Tamamlama, bitirme. * Edb: Bir şiiri tamam etmek.
tetnih   Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
tetra   Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek.
tetre'   (Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde).
tetrib   Toza toprağa bulaştırma.
tetrih   Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek.
tetris   Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
tetvibe   Tevbe etmek.
tetvic   (C.: Tetvicât) Tac giydirme.
tetyib   Helâk etmek, mahvetmek.
tev'eban   Davar memesinin iki yanı.
tev'em   İkiz. Çift doğan çocuklar. * Mc: Benzer, eş, mümasil.
tev'eme   İki kız.
tev'emî   İkizlik.
tev'id   (C.: Tev'idât) Sözle korkutma.
teva   Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması.
teva'ul   Yüksek yere çıkmak.
teva'un   Davarın, beslenip semizlemek hususunda nihayet hududu bulması.
tevabi'   (Tabi'. C.) Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar. * Uşaklar. * Bir merkeze bağlı olan yerler. * Gr: Evvelki kelimeye More…
tevabil   (Tâbel ve Tâbil. C.) Yemeklere katılan nâne, karanfil, tarçın ve biber gibi şeyler. Baharat.
tevabit   (Tâbut. C.) Tabutlar, sandıklar.
tevacüd   Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi.
tevacüh   (Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme.
tevadd   Muhabbet etmek, sevmek.
tevadu'   (İki taraf düşmanlıktan vazgeçip) barışma.
tevaffuk   (Vefk. den) Muvaffak olma, başarma.
tevafi   Tamam olmak, tamamlanmak.
tevafuk   Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.
tevafukat   (Tevâfuk. C.) Uygunluklar. Tevafuklar.
tevafür   (C.: Tevafürât) Artma, çoğalma.
tevafürât   (Tevafür. C.) Artmalar, çoğalmalar.
tevaggul   Çok uğraşma, meşgul olma. Bir işin çok ilerisine varmak.
tevaggulât   (Tevaggul. C.) Tevagguller. Devamlı olarak uğraşmalar.
tevaggun   Cenk içinde ikdam etmek. Savaşta sebat edip ilerlemek.
tevagguz   Çok sıcak olmak.
tevahhi   Daha çabuk, acele, sür'atli. ◊ Talep etmek, istemek.
tevahhud   Vahid, tek olmak.
tevahhuş   Korkmak. Ürkmek. Kaçmak. * Hâli, tenhâ ve ıssız olmak.
tevahuk   Cemaat olup gitmek. Topluluk hâlinde gitmek.
tevaif   (Bak: Tavaif)
tevak   İstekli kimse.
tevaki'   (Tevki'. C.) Fermanlar.
tevakki   Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma.
tevakku'   (C.: Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme.
tevakkud   Tutuşup yanma.
tevakkuf   Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.
tevakkufât   (Tevakkuf. C.) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler.
tevakkul   Dağ üstüne çıkmak.
tevakkur   (Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma.
tevakkus   Şiddetle basmak. * Atın seyri.
tevakül   (Vekl. den) Birbirini vekil etme.
tevakun   Noksan etmek, eksiltmek.
tevali   Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek.
tevaliyen   Tevali etmek suretiyle.
tevalüd   Doğma, doğurma.
tevamür   Danışmak, istişare etmek.
tevana   (Tüvânâ) f. Güçlü, kuvvetli, iktidarlı.
tevani   f. İşde tembellik etmek. * Kusur işlemek. Usançlık, bezginlik göstermek.
tevari   Gizlenme, kaybolup göze görünmeme.
tevarih   (Târih. C.) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar.
tevarüd   Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma. * Arka arkaya gelmek. * Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri.
tevarüs   Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek.
tevarüsât   (Tevarüs. C.) Tevarüsler, mirasa konmalar. * İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler.
tevasi   (Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme.
tevassul   Ulaşma, kavuşma, bitişme. * Nikâh yolu ile hısımlık, münasebet peydâ etme.
tevasuk   (Vusuk. dan) Birbiriyle andlaşma. Birbirine güvenip itimad ederek andlaşma.
tevasül   Birbirine ulaşma.
tevatür   Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
tevatürât   (Tevatür. C.) Tevatürler, ağızdan ağıza dolaşıp yayılan haberler.
tevatüren   Ağızdan ağıza yayılarak. Tevatür suretiyle.
tevaüd   (Va'd. den) Birbirine söz verme. Va'dleşme.
tevazi   (Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik.
tevazu'   Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli.
tevazu'kâr   f. Tevazulu, alçak gönüllü.
tevazüf   Birbiriyle sallanıp yürümek.
tevazün   Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek.
tevazzu'   Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu.
tevazzuh   (Bak: Tavazzuh)
tevbe   (Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak. Allah'dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak. (Bak: Afv)
tevbe suresi   Kur'an-ı Kerim'in 9. suresidir. Berae Suresi de denir. Medenîdir.
tevbekâr   f. Tevbeli, yaptığına pişman olmuş olan.
tevbeşiken   f. Tevbesini bozan.
tevbih   Azarlama. Levm etme.
tevbihat   (Tevbih. C.) Azarlamalar, tekdirler.
tevbis   Köpek yavrusunun gözlerini açması.
tevcib   (Vücub. dan) Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek. * Bir iş için vakit belirlemek.
tevcih   Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
tevcihât   (Tevcih. C.) Verilmiş rütbeler. Tevcihler. * İşaret eden mânalar.
tevdi'   Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak.
tevdian   Vererek, bırakarak, teslim ve emanet ederek.
tevdiât   Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek.
teve'ur   Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması. * Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak. * Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması. More…
teveccu'   (C.: Teveccuât) Ağrıma, vecâlanma. Acımak.
teveccüd   (Vecd. den) Coşma, vecde gelme.
teveccüh   Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
teveccühât   (Teveccüh. C.) Teveccühler.
teveccüs   Karnını boşaltmak.
teveddüd   Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek. * Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi.
teveffi   Ölme, vefat. * Bütününü aldırma.
teveffuk   Tevfike mazhar olmak. Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun tarzda hareket edebilmek.
teveffür   Çok olmak, artmak.
tevehhüc   Deprenmek, hareket etmek.
tevehhuk   Boynuna kement bağlamak.
tevehhül   (Vehle. den) Yanıltmağa çalışma.
tevehhüm   Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.
tevehhün   Gevşeme. Kuvvetsiz hale gelme.
tevehhüs   Bir işe dikkat ve itina ile koyulma.
tevekan   İstekli olma.
tevekân   Sormamak.
tevekkelna   Tevekkül ettik (meâlinde fiil).
tevekkeltü alallah   Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir).
tevekkü'   Dayanmak.
tevekkuh   şiddetli ve haşin olmak.
tevekkül   İşi başkasına ısmarlamak. * Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini More…
tevekkün   Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.
tevella   (Tevelli) Birisini dost edinme. * Bir işi üzerine alma. * Dönme, yönelme, i'raz etme. * Ehl-i Beyt'e tam sevgi. * Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.
tevellu'   Sevme. Alâka ve aşk peydâ etme.
tevellüc   Dühul etmek, dâhil olmak, girmek. * Vahşi canavarların yatağı.
tevellüd   Doğma. Doğum.
tevellüdat   (Tevellüd. C.) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar.
tevellüh   (C.: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme. * Hayran etme. * Kadını çocuğunden ayırma.
tevelvül   (C.: Tevelvülât) (Velvele. den) Gürültü patırdı etme.
tevennuk   Dikkatle bakmak.
teverri   Gizlenmek. * Belirsiz etmek.
teverru'   Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak.
teverrüd   Vâridolma, gelme. * Gül gibi kızarma.
teverruk   (C.: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma.
teverrük   Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak.
teverrüs   (Veraset. den) Mirasçı olma. Vâris olma.
teverrut   Zor bir işe rastlama. Vartaya düşme.
teveşşi   Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak.
tevessu'   (Bak: Tevessü')
tevessü'   (C.: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma. * Zahmetsiz herkese yer bulunma.
tevessüât   (Tevessü'. C.) Genişlemeler.
tevessüb   (Vesb. den) Atlama, sıçrama.
tevessüd   Dayanma, istinad. * Yastığa dayanma.
tevessüen   Genişleme suretiyle. Tevessü ederek.
tevessuh   (Vesah. dan) Paslanma, kirlenme.
teveşşuh   (C.: Teveşşuhât) Süslenme, takıp takıştırma. * Kadın gerdanlığını takma.
tevessuk   (Vüsuk. dan) İnanıp güvenerek ve itimad ederek dayanma.
tevessul   (Bak: Tevassul)
tevessül   Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. * Sarılmak. * Baş vurmak. * İnanmak. * Sebeb tutmak. * Hırsızlık.
tevessülen   Başvurarak, girişerek. Sebep tutarak.
tevessüm   Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
tevettür   Gerginleşme, gerilme.
teveyyül   (C.: Teveyyülât) Vâveylâ etme. Çığlık koparma.
tevezzü'   Yer tutma. * Dağılma. Bölünme, taksim olunma.
tevezzüf   Sallanmak. * Evmek, acele etmek. ◊ Kabuğunu soymak.
tevezzug   Hareket etmek.
tevezzül   Kesilmek.
tevfik   Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
tevfikan   Uygun olarak. Uyarak.
tevfir   Artırma, çoğaltma. * Bir kimsenin hakkını tam olarak verme.
tevfiye   Tamam vermek.
tevfiz   Evdirmek, acele ettirmek.
tevgir   (Mübalağa ile) Sıcaklatmak.
tevhid   Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama.
tevhid suresi   Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır. (Bak: İhlâs Suresi)
tevhiden   Birleştirerek, tevhid olarak.
tevhif   Sopa ile vurmak.
tevhim   (C.: Tevhimât) (Vehm. den) Vehme düşürme. Vehimlendirme. ◊ Bir nesneye gönül vermek. * Hâmile olmak ricâsını etmek.
tevhin   (Vehn. den) Zayıf kılmak, zâfiyete duçâr eylemek veya edilmek. * Zayıfa nisbet etmek veya edilmek.
tevhiş   Ürkütme, kaçırma, korkutma.
tevhişât   (Tevhiş. C.) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler.
tevhiye   Acele etmek.
tevkâf   (Ev) damlamak.
tevki'   Alâmet, işaret, belirti, nişan. * Sultan. * Kılıca nakış yapmak.
tevkid   Ateş tutuşturma. ◊ Sağlamlaştırma.
tevkif   Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme. * Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak. * Bir kimsenin koluna bilezik takmak.
tevkifhâne   Hapishane.
tevkil   Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.
tevkim   Zelil etmek. * Katletmek, öldürmek. * Hıfzetmek, korumak.
tevkir   Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek. ◊ Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
tevkis   Küçük odun parçalarını ateşe atmak.
tevkiş   Tahrik etmek.
tevkit   Vakit tayin etmek. Vakitlendirmek. ◊ Hurmanın kararmaya başlaması.
tevkiye   Çok sakınmak.
tevla'   Eğrilik.
tevle   Sihir, efsun.
tevli'   Bir nesneye beyaz noktalar yapmak.
tevlid   Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek.
tevlidât   '(Tevlid. C.) Meydana getirmeler, sebep olmalar. * Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.'
tevlih   Şaşırtma. Sersemleştirme.
tevliyet   Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik. * Yüz çevirme, yüz döndürme. * Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme.
tevr   (C.: Etvâr) Ağzı büyük gönden olan bardak. * Su bardağı. Abdest ibriği.
tevreb (tevârib)   Toprak.
tevrib   Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası.
tevrid   Gülgün etmek. * Ağacın çiçek vermesi.
tevrih   Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek.
tevrik   Davarın üstüne oturmak. ◊ Ağacın yapraklanması.
tevrim   Gazaba getirme, öfkelendirme. * Verem etme, verem edilme. * Bedenin azâsını şişirip kabartmak.
tevris   Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak. * Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek. ◊ Zaferana benzer bir ot.
tevriş   Kandırmak.
tevrit   Tehlikeye düşürme, vartaya düşürme.
tevriye   Örtüp gizlemek. * Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek. * Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek.
tevsen   f. Azgın, başı sert at. * Mc: Dikbaşlı adam.
tevsi'   Genişletme. Bollaştırma.
tevşi'   Süsleme.
tevsib   Sıçratmak. * Yastık dikmek.
tevsid   Yastığa dayandırma. * Dayatma, dayandırma.
tevsih   (Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme. * Paslandırma.
tevşih   (Vişah. dan) (C.: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme. * Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma. * Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak. 
tevsik   Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak. * Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.
tevsim   Hacıların hac zamanı toplanmaları. * Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma. * İsimlendirme, ad verme.
tevşim   (C.: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma.
tevsir   Yumuşak etmek, yumuşatmak.
tevsit   Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
tevşiye   Koğuculukta mübâlağa etmek. Dedikoduculukta mübâlağa yapmak.
tevtid   Kazık kakma.
tevtine   Yumuşak etmek, yumuşatmak.
tevtir   Yay gibi germek. Yaya kiriş germe.
tevv   Tek.
tevvab   (Tevbe. den) Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden Allah (C.C.). * Çok tevbe eden.
tevzi'   Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.
tevziât   (Tevzi'. C.) Tevziler, dağıtmalar. * Herkese payını vermeler.
tevzig   Depretmek, hareket ettirmek.
tevzin   Tartmak. Ölçülü hâle koymak. * Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.*
tey'   Kusmak. * Yere akmak.
teyakkun   İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek. * Tam yakınlık hâsıl etmek.
teyakkuz   Uyanık olma. * Uykudan kalkma. * Göz açıklığı.
teyamün   Her nesneyi sağından tutmak ve sağından başlamak.
teyasür   Bir nesneyi solundan tutmak.
teybis   Kurutma, kurulama.
teyebbüs   (C.: Teyebbüsât) Kuruma, kuru olma.
teyeffu'   Yüce olmak, yükselmek.
teyeffün   Çok yaşamak.
teyekkunât   (Teyekkun. C.) Tam olarak ve iyice bilmeler.
teyemmüm   Kasd. * Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle More…
teyemmün   Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak. * Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak. * 'Ben Yemenliyim' demek.
teyemmünen   Uğur sayarak. Teyemmün ederek.
teyessür   Kolaylıkla husule gelme. * Muvaffakiyet ve başarı ile bitme.
teyettüm   Kulluk etmek. * Aşkın insanı hor ve zelil etmesi.
teyettün   İncir yemek.
teyh   (Teyhâ) Şaşkınlık. * Hayran olmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
teyha'   Issız yer.
teyhür   Yar gibi çöküp yığılmış kumluk.
teykan   Çok sıçrayan kişi. Çok sıçrayan kimse.
teykin   (C.: Teykinât) Tam olarak ve iyice bildirme.
teyma'   Sahra, çöl, yaban.
teymim   Teyemmüm ettirme.
teys   (C.: Tüyüs-Tiyese-Etyâs) Erkek keçi, teke.
teysir   (Yüsr. den) Kolaylaştırma. Kolaylaştırılma.
teyyar   Hazırlanmış. * Dalga.
teyyas   Teke besleyen ve teke tutan kişi.
teza'fur   Elbiseye ve gövdesine za'ferân sürmek.
teza'um   Yalan olmak.
teza'zu'   Mâni olma, önleme, engel olma.
tezabüh   Bir karış miktarı yeri yarmak. * Birbirini boğazlamak.
tezacür   Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.
tezad   İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik. * Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
tezafür   Birbirine yardımcı olma. * Bir yere toplanma.
tezaggum   Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
tezahhul   Irak olmak, uzaklaşmak.
tezahhür   Arkalanmak.
tezahüf   Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması.
tezahüm   Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.
tezahür   'Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını More…
tezahürât   (Tezahür. C.) Görünüşler. Gösterişler. Gösteriş için toplanmak.
tezahzuh   Uzak olmak.
tezakir   (Tezkire. C.) Tezkereler.
tezakkuf   Bir şeyi sür'atle alıp yemek.
tezakkum   Lokma lokma etmek. * Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama 'zekkum' derler.)
tezakür   Birbirini zikretmek.
tezallüm   Birisinin zulmünden şikâyet etme. (Bak: Tazallüm)
tezalüm   Zulm edişmek.
tezamür   Birbirini kandırmak.
tezarüf   Zarif olmak isteme.
tezauf   (Zı'f. dan) Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak.
tezavül   Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.
tezavür   (C.: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme. * Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek. * Eğilip meyletme.
tezayüd   (Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma. * Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma.
tezayüdât   (Tezayüd. C.) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.
tezayug   Meyledişmek, haktan dönmek.
tezayuk   Sıkışma.
tezayül   Ayrılmak.
tezbib   Bir şeyin içine kuru üzüm koyma. * Yaş meyveyi kurutma.
tezbih   Çok boğazlatmak.
tezbil   (Toprağı) gübreleme.
tezbir   (C.: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma. * Bez kenarına saçak yapmak.
tezciye   Az nesne.
teze'zü'   Kendini hor göstermek.
tezebbu'   Kişinin hulku yaramaz olmak, kötü huylu olmak.
tezebbüd   Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama.
tezebzüb   Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.
tezeccüc   (Kaş) İnce olmak.
tezehhüd   Kendini dindar göstermek. Sun'i surette dindar olmak. * Dünyevî ve nefsanî şeylerden elini çekmek, ibadet etmek.
tezehhuk   Bâtıl olmak. * Helâk olmak, mahvolmak.
tezehhur   Denizin köpürüp taşması.
tezehhür   (C.: Tezehhürat) Çiçeklenme. * Yıldıramak, parlamak.
tezekki   Mânevi temizlenme. Ahlâken yükselme. * Zekât verme.
tezekkür   Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. * Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.
tezekkürât   (Tezekkür. C.) Tezekkürler.
tezelluk   Kayma, sürçme. ◊ Dayanmak.
tezellül   Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.
tezellülât   (Tezellül. C.) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.
tezelzül   Sarsıntı. * Sarsılma, deprenme.
tezelzülî   Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden.
tezemmül   Bürünmek. Sarılmak. Örtünmek. (Bak: Müzzemmil)
tezemmüm   Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak. * Ahd ü eman etmek. * Arlanmak. Utanıp çekinmek.
tezemmün   Sür'atle gitmek.
tezemmür   Savaşmak.
tezemrüm   Çağrışmak.
tezenbür   Kibirlenme.
tezenduk   Zındıklaşma. Hak yolundan dönme. Kâfir olmak.
tezennüb   Kuyruk sallandırmak.
tezennür   Zünnar kuşanmak.
tezerri   Üstüne binmek.
tezerru'   Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak. * Yemeği çok yemek. * Çok konuşmak.
tezerruk   Ayrılmak, dağılmak.
tezevvüc   (C.: Tezevvücât) (Zevc. den) Evlenme, kadın eş alma, zevce edinme.
tezevvücât   (Tezevvüc. C.) Evlenmeler, zevce edinmeler.
tezevvüd   Azıklanma. Yanına yiyecek alma.
tezevvuk   (C.: Tezevvukat) (Zevk. den) Tad alma, zevk alma. Tatma.
tezeyyüb   Ağzının köpüğü kenarına yığılmak. * Yaş üzümün kuruması.
tezeyyüd   Ziyadeleşme, çoğalma, artma. * Tekellüfle sözü uzatma.
tezeyyug   Haktan ayrılmak. * Kadının süslenip dışarı çıkması.
tezeyyün   Süslenme. Bezenme.
tezeyyünât   (Tezeyyün. C.) Süslenmeler, ziynetlenmeler.
tezfif   Hazırlamak. * Katli sür'atlendirmek.
tezfit   Ziftleme, zift sürme.
tezgâh   f. Dokuma âleti. * Ticaret masası. İş yeri.
tezhib   (Zeheb. den) (C.: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı. * Süsleme. * Altın sürme. * Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.
tezkâr   (Tizkâr) Zikretme, hatırlatma, anma, yâdolunma.
tezkere   (Tezkire) Pusula. * Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika. * Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. More…
tezkik   Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek.
tezkin   Teşbih etmek, benzetmek.
tezkir   Hatırlatma. * Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk'ın emirlerini hatırlatma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme. * Gr: Bir kelimeyi müzekker kılmak.
tezkire   (Bak: Tezkere)
tezkit   Doldurmak.
tezkiye   Tamam etmek. * Boğazlamak. * İhtiyarlamak. * Ref'etmek. Lügatta zebhetmek, yani boğazlamak mânasınadır. ◊ Doğruluğuna şehadet etmek. * Zekât vermek. * Zekât almak. * Pak ve More…
tezlik   (C.: Tezlikât) Sürçtürme, kaydırma. * Başın saçını yolmak. ◊ Keskin yapmak. * Dayandırmak.
tezlil   Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.
tezlim   Beraber etmek. * Yumuşatmak. * Değirmen döndürmek.
tezmil   Gizlemek. Bir şeyi elbiseye sarmak. Esvaba sarınıp bürünmek. * Örtü.
tezmim   Yular takma. ◊ Zemmetmek.
teznib   Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak.
teznibât   (Teznib. C.) İlâveler, eklemeler. Ekler.
teznid   Çakmakla ateş yakma. * Başını devamlı önüne eğdirmek.
teznie   Darılmak.
teznim   Nişan ettirmek, işaretlendirmek.
tezniye   Zinaya mensup etmek.
teznub   Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı. * Tülbendin aşağı sarkan tarafı.
tezri'   Öksürme. * Genirmek.
tezrib   Keskinletmek.
tezrice   (C.: Tüzrüc-Tezâric) Sülün kuşu.
tezrif   Çoğaltmak.
tezriye   Savurmak. * Koyunun yününü kırkıp arkasında bir miktarını bırakmak. * Zelil etmek, kepâze yapmak.
tezvi'   Korkutmak.
tezvib   (C.: Tezvibât) Eritme, eritilme.
tezvic   Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek.
tezvid   Yol azığı hazırlama. ◊ Sürmek. * Reddetmek.
tezvik   (Zevk. den) Tattırma, zevk aldırma. ◊ Süslemek, tezyin etmek.
tezvir   Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. * Şahidin şehadetini iptal etme. * Kendini ziyaret edene ikram etme.
tezviren   Tezvir yoluyla.
tezyid   Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma.
tezyidât   (Tezyid. C.) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler.
tezyif   Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak. * Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek. * Tahkir etmek.
tezyil   Eklemek. Uzatmak. Altına ilâve etmek. Zeyl yapmak. ◊ Ayırmak.
tezyin   Süslemek. Bezemek. Donatmak.
tezyinât   Süsler. Ziynetler.
ti   Arabçada ' harfi. (Tâ) da denir.
tî'   Kırk baş koyun.
tîb   (C.: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.
tib   (Bak: Tıbb)
tib'   (C.: Atbâ) Nehir. ◊ Gölge.
tiba'   Tabiat. Yaradılış. * Tabiatlar. Yaradılışlar. ◊ Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak.
tibaa(t)   Kitap ve saire basma işi. * Kılıç yapma san'atı.
tibak  Uyma, uygunluk. * Tabakalar. Katlar. * Birbirine uygun olan şey. * Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak.
tibale   Deve boynuna asılan büyük çan. * Davulculuk.
tibb   Tabiblik, doktorluk. * Her şeyi gereği gibi bilmek. * Rıfk. Suhulet. * İrade. * Hastayı ilâçlarla tedaviye çalışmak. * Şan. * Şehvet.
tibbe   (C.: Tıbeb) Bir parça uzun bez.
tibben   Tıp cihetiyle. Doktorlukça.
tibbî   Hekimliğe ait. Doktorlukla alâkalı. * Hekimce.
tibbiye   Tıp mektebi. Tıp fakültesi.
tibk   Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi.
tibl (tabl)   (C.: Tubul-Atbal) Davul.
tibn (tebn)   Kuru ekin sapı. Saman. * Yirmi kişiyi doyuran büyük kap.
tibnî   Saman renkli.
tibr   Altın parçası. Altın ve gümüş tozu.
tibrak   Bıçak.
tibs   Kurt, zi'b.
tibyan   Açık ifade ile beyan etme. Açıklama. * Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı.
tîc   (Tâc. C.) Taçlar.
tîcan   (Tâc. C.) Taçlar.
ticanî   Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır.
ticaret   Alım-Satım.
ticaretgâh   f. Ticaret yapılan yer, ticaret yeri.
ticarethâne   f. Ticaret yeri. Ticaret edilen yer.
ticarî   (Ticariyye) Ticaretle ilgili, ticarete ait.
ticfaf   (C.: Tecâfif) Zırh.
ticval   Memleket seyredip dolaşmak, gezmek.
tiffan   Her nesnenin vakti.
tifl   Küçük çocuk. * Her şeyin cüz ve parçası. * Batmaya yakın güneş. * Kıvılcım.
tifl-i nev-reside   f. Yeni yetişmiş çocuk.
tiflâne   f. Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette.
tifliyyet   Çocukluk. Çocuk hâli.
tîg   f. Kılıç, seyf.
tiga   Yüksek sesle gülme.
tîgbend   f. Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan.
tîgdâr   f. Kılıç taşıyan, kılıçlı.
tîgzeban   f. Dili kılıç gibi olan. Tesirli söz söyleyen.
tîgzen   f. Güzel kılıç kullanan.
tîh   (C.: Etyâh) Çöl. Susuz sahra. Sina yarımadasındaki çöl. (Musâ (A.S.) Mısır'dan çıktıktan sonra, kavmiyle beraber kırk sene bu çölde dolaşmıştır.)
tih   Gülen kimsenin gülerken çıkardığı ses.
tihal   Dalak.
tihane   At değirmeni.
tihl   Hiddetli adam. * Dalağı büyük adam.
tihmar   Doldurmak.
tihn   Un.
tihs   Asıl. * Göz karanlığı.
tikde   Asmacık adı verilen ufacık taneler.
tiknaz   Kısa boylu ve şişman, toplu.
tiknefes   Zor nefes alan. Rahat nefes alamayan.
tiksar   Halka biçiminde taç. * Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ.
tiktika   (Bak: Taktaka)
til'   Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse.
til'abe   Oynaşmak.
tila   (C.: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak. * Mahpus kimse. * Diş sarılığı.
tila'   Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç. * Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız. * Cilâ verecek boya. * Diş sarılığı. * Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden More…
tilab   Talep etmek, istemek.
tilad   Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler. * Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey.
tilal   (Tell. C.) Kümeler, yığınlar. Tepeler.
tilamiz(e)   (Bak: Telâmiz)
tilavet   Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek.
tilbe   Talep olunmuş, istenmiş, matlub.
tilh (talih)   (C.: Tılâh-Talâyıh) Zayıf. * Yorulmuş. * Geç gelmek.
tilhah   Devamlı olarak bir yerde durmak.
tilham   Fil.
tilk   Helâl nesne. * Bükülmüş ip.
tilka'   Taraf, yön, cihet. * Hiza. * Mülâkat. Görüşmek ve buluşmak.
tille   f. İşlenmemiş altın. ◊ Basamak. * Sıradağ.
tilmesa   Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer. * Çok karanlık gece.
tilmiz   Çırak. Talebe. Kalfa.
tilmizâne   f. Talebe gibi. Tilmize yakışır surette.
tilmiziyet   Talebelik, tilmizlik, öğrencilik.
tils   (C.: Atlâs) Sahife. * Mahvolmuş nesne. * Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi. * Elbisenin eskimesi.
tilsim   Herkesin bilip çözemediği gizli şey. * Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey. * Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey.
tiltal   Hareket ettirmek.
tiltile   Sabırsız olmak. * İşi güç olmak. * Hurma çöpünden yapılan bardak.
tilv   Kurt, zi'b. ◊ Tâbi.
tim   Deniz. * Deve kuşunun erkeği. * Çok mal.
timah   (Tumah - Matmuh) Bir şeye göz dikerek bakmak. Haris olmak. Hırsla onu istemek.
timar   f. Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. * Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Bak: Zeâmet)
timar-hâne   f. Akıl hastahanesi, tımarhâne.
timirr   Ürkek at. * Sıçramaya ve seğirtmeye hazırlanmış at. * Seri, çabuk.
timl   Hırsız.
timlak   Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek. * Tereddüt etmek, karar verememek.
timle   Zayıf kadın.
timr   (C.: Etmâr) Eski kaftan. * şakrak kuşu.
timrad   (C.: Temârid). Güvercin yuvası.
timres   (Tımrus) Yalancı, kezzab. * Leim, alçak kimse.
timsal   Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
timşek   İç mest üstüne vurulan parça, yapılan yama.
timtam   Dilini 'te' harfine alıştırmış olan kimse.
timtim   Kalın etli, cüsseli adam. * Dilinde pelteklik olan, kekeme.
tîn   (C.: Etyân) Balçık. * Mektup gibi şeyleri mühürlemek. ◊ İncir.
tîn suresi   Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir.
tinab   (C.: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.
tinae   Mukimlik, ikamet etmeklik. Ayakta durmak.
tinave   Müzakereyi terketmek. Görüşmeyi bırakmak.
tinbal   Kısa, bodur kimse.
tinbar   (Tunbur) Tanbur adı verilen çalgı âleti.
tîne   (Tıynet) Balçık. * Hilkat, yaratılış.
tinin   (Bak: Tanin)
tinnet   Çınlama.
tinnîn   Büyük yılan, ejder, ejderha. * Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık. * Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız More…
tinnîneyn   İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri.
tinnü   Beraberlik, eşitlik.
tip   t. Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal. ◊ (Bak: Tıbb)
tipik   t. Nümune, örnek olarak. Benzer.
tir   f. Ok.
tir'abe   Deve hörgücünün bir miktarı. ◊ Deve hörgücü.
tirad   Kısa mızrak.
tiraf   Gönden veya sahtiyandan yapılan ev. * Cild.
tirak   Gitmek.
tiramola   İtl. Halat çekme.
tiraş   f. Tıraş. * Üst taraftan yontarak düzelten. * Üst taraftan düz olarak yontma.
tirase   (Türs. C.) Aks: Kalkanlar.
tiraşide   f. Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. * Yontulmuş, düzleştirilmiş.
tiraz   f. ' Süsleyen, donatan' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz  - Çiçek süsleyen. ◊ Elbiselere nakışla yapılan süs. * Sırma ve ipekle More…
tirazende   f. Süsleyen, donatan, süsleyici.
tirb   (C.: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan. * Yaşta diğerine eşit olan nesne. * Lezzet.
tirbal   (C.: Tarâbil) Büyük taş.
tirban   (Türâb. C.) Topraklar.
tirdan   f. Ok mahfazası, sadak.
tire   f. Karanlık. Bulanık.
tiredil   f. Fena kalbli, kalbi kara.
tiregî   f. Karalık. Bulanıklık.
tiregun   f. Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık.
tirendaz   f. Ok atan, okçu.
tirere'y   (Tire-re'y) f. Tedbirsiz.
tireşeb   f. Karanlık gece.
tirf   Atın iyisi.
tirhal   Yola çıkma, göç etme.
tirk   Kuvvet. * Besililik, semizlik.
tirkeş   f. Okluk, ok kabı, sadak.
tirm   Yağ.
tirmesa   Karanlık, zulmet.
tirmizî   (Bak: Kütüb-ü Sitte)
tirrak   Tiryak, ilâç. * Afyon.
tirrih   Tuzlu balık, sardalya.
tirs   (C.: Etrâs) Kâğıt, sahife.
tiryak   Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç.
tiryaki   Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş. * Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan. * Mc: Huysuz, aksi, titiz.
tîş   şiddet. * Hafiflik.
tis'a   Dokuz. 9.
tis'a mie   Dokuz yüz. 900
tis'ûn   (Tis'în) Doksan, 90.
tîşe   f. Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser.
tişe   Ufak çocuk.
tishan   (C.: Tesâhin) Çizme.
tişrab   Şarap içmek.
tisyar   Arslan. * Sivri sinek.
tival   Uzun olanlar.
tiyaka   Cimaa pek ziyade düşkün olmak. * Şehvetin galip olması.
tiyatro   yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer. * Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.(İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve More…
tiybe   Helâl. * Güzel, temiz.
tiyere   şom ve yaramaz görmek.
tiyese   (Teys. C.) Erkek keçiler, tekeler.
tiyfak   Helâk olmak, mahvolmak.
tiyn   Çamur. Balçık.
tiynet   Huy. Yaradılış. ◊ (Bak: Tıynet)
tiyre   Darılma, gücenme. * Darılan, gücenen.
tiysar   Sivrisinek. * Arslan.
tiyye   Niyet, kast.
tiz   f. Keskin. * Çabuk, tez. * Sık.
tiz-âb   f. Kezzap.
tiz-çeşm   f. Gözü keskin.
tiz-dest   f. Çabuk iş gören, eline çabuk.
tiz-pâ(y)   f. Tez, süratli, ayağına çabuk.
tiz-per   f. Hızlı ve çabuk uçan.
tiz-reftâr   (Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden.
tizî   f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık.
tizna   f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı.
töhem   (Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler.
töhmet   Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma.
töhmetlendirmek   Suç isnad etmek.
tokat   Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille.
tolga   Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır.
tonaj   Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.
topuz   t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse.
tövbe   (Bak: Tevbe)
traj   Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı.
trajedi   yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.
tu   f. Sen.
tu'm   (Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni.
tu'me   (Bak: Tu'm)
tu'tu   Söylerken duraklamak.
tu(y)   f. Katmer, kat.
tu-ra   f. Seni, sana, senin.
tuam   (Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar.
tub   Kiremit. * Tuğla.
tub'an   Mühür mumu. TUBERTU: (Tu-ber-tu) Kat kat.
tuba   Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet. More…
tubaha   Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük.
tubal   Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça.
tubale   (C.: Tubâlât) Dişi koyun.
tübba'   Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi. More…
tübban   Güreşçilerin donu.
tübbet   Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup 'Misk-i Tübbetî' derler)
tubu   Bir nevi kene.
tubul   (Tabl. C.) Davullar. TUDE: f. Yığın, küme.
tücah   (Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön.
tüccar   (Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar.
tüede   Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek.
tuf   f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada.
tufa   Sihir, efsun.
tufahe (tafâhe)   Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen.
tufan   Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi.
tufanzede   f. Tufan görmüş. Tufana uğramış.
tufave   Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile.
tüfe   Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın.
tüfeng   f. Tüfek.
tüfeng-endâz   f. Tüfek kullanan.
tüfeng-hâne   f. Silâh deposu.
tufeylî   (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
tuff   Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir.
tüffah   Elma.
tuffah(a)   Elma.
tüfl   Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek.
tufu'   Ateşin sönmesi.
tufuh   Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme.
tuful   Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar.
tufulâne   f. Çocukçasına.
tufuliyyet   (Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik.
tufye   Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.
tugat   (Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar.
tugave   Güneş dairesi. * Araptan bir kabile.
tugmus   Şeytanın ve cinnin gayet habisi.
tugvan (tuğyân)   Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak.
tugve   Dağ başı. * Yüksek mekân.
tugyan   Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını.
tugye   Dağ başı. * Yüksek mekân.
tuh   Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir)
tuhaf   (Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
tuhal   Dalak ağrısı.
tuhare   Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.
tühem   (Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.
tuhfe   Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan.
tuhfî   İyilik etmek.
tuhla   Kara ile boz arasındaki renk.
tuhlüb   (C.: Tahâlib) Soysop, sülâle.
tuhm   (C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.
tuhme   Hayvanın burnunun kara olması. ◊ Mide dolgunluğu. Hazımsızlık.
tuhr   Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına 'Mümtedet-üt tuhur' denir).
tuhra   Yufka bulut.
tuhrube   (Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası.
tuhrure   (C.: Tahârir) Bulut parçası.
tuhtuh   Kötü ahlâk.
tuhuha   Hamurun ekşimesi.
tuhur   Arınıp pâk olmak, temizlenmek. ◊ (C.: Tahârir) Bulut parçası.
tuhut   Hor ve hakir kimse.
tuhve   Yufka bulut.
tuhyan   Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.
tuhye   Benî Temim kabilesinden bir cemaat.
tuka   Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah.
tükâh   Tekyegâh.
tukat   Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.
tüklan   Tevekkül etmek.
tükle   İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse.
tükme   f. Düğme.
tukus   Yaban havucu.
tukye   Sakınma.
tükye   Dayanmak, itimad etmek.
tul   Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk.
tula   Çok uzun. Pek uzun. ◊ Boynun ön tarafı.
tulan   (Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.
tulatile   (Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet.
tülave   Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak.
tulen   Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca.
tulga   Kusmak.
tulha   Boz renk.
tulhe   Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne.
tulhum   Lezzeti değişmiş olan su.
tulk   Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.
tull   Süt.
tullab   (Talebe. C.) Talebeler.
tulleb   (Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler.
tulme   (C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su.
tulu'   Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme.
tuluat   (Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar.
tuluk   (Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak.
tülünne   Hâcet, ihtiyaç.
tülüv   Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek.
tulye   (C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü.
tuma'nine   İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma.
tumar   (C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.
tume   Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati.
tumea'   (Tâmi'. C.) Tamahkârlar.
tumruk   Yarasa kuşu.
tumrus   Sıcak külde pişmiş ekmek.
tumtuman   Peltek.
tumturak   Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe.
tumuh   Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.
tumum   Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek.
tumur   Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek.
tumus   Bir şeyin mahvolması.
tunb   Nâhiye, cânip, taraf, yön.
tünban   f. Don, iç donu.
tünbek   f. Darbuka. Dümbelek.
tunburani   (Tunburâni) Tanbur çalan.
tünd   f. Sert, şiddetli, haşin.
tündbâd   f. Sert rüzgâr, kasırga.
tündçihre   f. Asık suratlı.
tündî   f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet.
tündmeşreb   f. Titiz, sert tabiatlı.
tündmizac   f. Sert huylu.
tündreftar   f. Çabuk giden, sert ve süratli giden.
tündzeban   f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen.
tuni   f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız.
tünte   f. Eşek arısı.
tünu'   Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak.
tunub   (C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri.
tur   Dağ. * Had ve mikdar.
tur suresi   Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir.
tür'a   (C.: Türa') Kapı. Derece. * Bağ ve bostan. * Kanal. * Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı. ◊ (C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer.
tura   (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra) .
türa'   (Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
turab   Toprak, toz.
turame   Dişte olan kamaşma.
turan   Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. 'Türk' ile 'Tur' kelimeleri More…
türas   Miras mal.
türban   (Türâb. C.) Topraklar.
türbe   Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar.
türbedâr   f. Türbe muhafız ve hizmetkârı.
turbuş   Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes.
turfanda   Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze.
turfe   (C.: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık. * Nimet. * Güzel yemek. * Zarif, iyi nesne. * Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye 'etref' derler. ◊ More…
turfe-kâr   f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan.
turgul   Çil kuşuna benzer bir kuş.
turhan   Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa 'patrik' derler.)
turka   Bir kere.
türkân   (Türk. C.) Türkler.
türkcuş   f. Yarı pişmiş et.
türkistan   f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, More…
türkiyyat   Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim.
türktaz   f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu.
türkü   (Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi.
turmuk   Yarasa kuşu.
turmus   Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek.
türnuk   Sel yolunda arta kalan balçık.
türr   Yapı üstüne çekilen ip.
turra   (Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura.
türra'   Kapıcı.
türras   Kalkancı.
türre   (C.: Terârih) Bâtıl, herze söz.
türrehat   (Türrehe. C.) Saçma sapan sözler.
türrehe   (C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.
turs   Kuvvet.
turş   f. Ekşi, hâmız.
türs   (C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Aks: Kalkan.
türşî   Ekşilik. * Turşu.
tursus (tursun)   (C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot.
turtube   Akçe.
turtur   Uzun boylu ince adam.
turu'   Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak.
türüat   (Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
turuh   Uzun.
turuk   (Tarîk. C.) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller. * Aygırlanmak. ◊ Geceleyin eve gelmek.
turur   Düşürmek.
turuş   f. Ekşi.
türüş   f. Ekşi, hâmız.
tus   Tabiat. * Asıl.
tüs'   Dokuzda bir. (1/9)
tuşe   f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey.
tusen   f. Serkeş ve sert at.
tusu'   Dokuz bölükte bir bölük.
tut   f. Dut.
tutanak   (Bak: Zabıt)
tuti   Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.
tutiya   Çinko.
tutu   Çinko.
tutuk   Örtü, perde, peçe.
tütuk   Örtü, perde. Çadır.
tuum   (Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler.
tuva   Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu.
tuval   Uzun.
tuvan   f. Güç, kuvvet.
tuvar   Evin çevre yanı.
tuveyrat   Kuşçuklar, küçük kuşlar.
tuveys   Küçük tavus kuşu.
tuvmar   (C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.
tuvt   Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun.
tuvvel   Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.
tuyuf   (Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller.
tuyur   Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak. ◊ (Tayr. C.) Kuşlar.
u'büd   İbadet et (meâlinde emir.)
u'cube   Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek derecede olan isti'dad.
u'lume   (C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan.
ubab   Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun.
übab   Şiddetli ve taşkın sel suyu.
ubar   f. Ağlama, inilti.
übatir   Akrabasını arayıp sormayan kişi.
übbehet   Ululuk, büyüklük, azamet.
ubeyd   Küçük kul, kulcuk.
übeyd   (Abd. dan) Kölecik, kulcağız.
übhet   (Bak: Übbehet)
übne   (C.: İben) Ağaç boğumu.
ubr   Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç.
ubs   Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma.
ubsur   Seri. Çok yürüyen deve.
ubud   (Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar.
übud   Ürkmek.
ubudet   Kulluk. (Aslında zillete derler.)
ubudiyyet   Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek.
übülle   Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma.
ubur   Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek.
ubus   Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse.
ubuset   Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık.
übüvvet   (Eb. den) Babalık, atalık.
übüvveten   Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle.
ubye   Büyüklenmek, kibirlenmek.
ucab   (Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.
ücac   Tuzlu, acı su.
ucacet   (C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli.
ücahin   (C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus.
ucale   Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa.
ucam   Çekirdek.
ucarim   Kuvvetli adam.
ucave   Tırnağa bitişik olan sinir.
ucb   (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
ucbe   Acaib ve şaşılacak şey.
uçbeyi   Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri More…
uccab   (C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.
uccet   Kaygana aşı.
ucd   Atın kuvvetli olması.
ücem   (Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler.
ucfet   Kuru üzüm çekirdeği.
ucle   Acele ile ve çabuk yapılan iş.
ucm   Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde tutukluk olanlar.
ucme   Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik.
ücra   f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek 'hücra' yazılması yanlıştır.)
ucre   (C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri. * Ayıp.
ücret   Hizmet karşılığı verilen şey.
ucruf   (C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca.
ücum   Kale.
ücümm   Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı dört köşeli ev.
ücun   Suyun renginin ve tadının bozulması.
ücur   (Ecir. C.) Ecirler, sevablar.
ücurat   (Ücret. C.) Ücretler.
ud   Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak.
ud'iyye   (C.: Eda'i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç.
udal   Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık.
udat   Düşman.
uddet   Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.
üdeba   (Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler.
udhiy   Deve kuşu yumurtası.
udhiye   Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan.
udhuke   Gülünç şeyler. Komedi.
udhukeperdâz   f. Güldürücü, komik.
udi   İnce taştan kapak.
udika   Demir çengel.
udlet   (C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet.
udlul   Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma.
udm   Ekmek katığı.
udme   Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve.
udmus   Karanlık.
udre(t)   Yel inip hayası büyümek.
udric   Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at.
udtumme   Kişinin aslı.
udube   Keskinlik.
udul   Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil olanlar.
udva'   Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin uzak olması.
udvan   Düşmanlık, haksızlık, zulüm.
üf   Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret eden kelime.
üf'ule   Vazife, görev.
üf'uvan   Erkek yılan.
üf'uvan   Erkek yılan. ◊ Erkek yılan.
ufafe   Memede kalan süt artığı.
ufat   Haramdan nefsini koruyanlar.
ufave   Çorbanın sonu.
ufaze   Pamuk kozası. * Yüksek yer.
üfçe   f. Bostan korkuluğu.
üff   Of!
uffare   Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet.
uffe   Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.
üffe   Necis, pis.
üfhud   Yetişmiş çocuk.
üfhus   (C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası.
ufk   Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.
ufka   İnce deri. * Sünnet edilen deri.
ufkî   Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay.
üfkuhe   Şaşılacak şey.
üfn   Hamâkat, ahmaklık.
üfnun   Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu.
ufre   Başın ortasında olan saç.
üftade   f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun.
üftadegân   (Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar.
üftadegî   f. Düşkünlük, biçarelik.
üftan   f. Düşen. Düşerek.
ufuc   (C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak.
üfuk   (Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak.
uful   Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek.
üful   Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek.
ufunet   Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren manevî ağırlık.
ufure   Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer.
üfürre   Karışmak.
ufusa   Kekrelik.
ugeylime   Küçük oğlan çocukları.
ugluta   (C.: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
ugniye   Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler.
ugniyye   (C.: Egâni) Ahenk.
ugtube   Azar, tekdir.
ugviyye   Belâ. Zahmet. Musibet.
uhah   Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun.
ühbe   Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt.
uhbuşe   Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.
uhciyye   Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
ühciyye   (Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey.
uhcüvve   Bulmaca, yanıltmaca, bilmece.
ühcüvve   Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme.
uhde   Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. * Mes'uliyet hududu. * Ric'at ve taalluk dâiresi. * Becerme, yapma. * Mes'uliyet, More…
uhdud   (C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak. * Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.
uhduse   Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne.
uhfuk   (C.: Ehâfik) Yer yarığı.
uhkuk   Yarık, hendek.
ühkume   Alaylı söz veya hal.
uhne   (C.: Ühan) Kin tutmak.
uhra   Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra.
uhre   Bir şeyin sonu.
uhrevî   Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.
uhrun   f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan.
uht   (C.: Ahavât) Kızkardeş.
uhteyn   İki kızkardeş.
uhud   (Ahd. C.) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler.
uhuvvet   Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk.
uhuvvetkâr   f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan.
uhuz   Göz ağrısı.
uhz   Sihir, efsun.
ukab   (C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu. ◊ Duman, toz.
ukabeyn   İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * More…
ukad   (Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.
ukala   (Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler.
ukam   Çok sert. Pek şiddetli.
ukama'   (Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.
ukamis   Çok.
ukar   şarap. * Lüks mobilya.
ukas   Bir cins ot. * 'Kesmek' mânâsına mastardır.
ukaykan   Karınca.
ukaz   Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı.
ukba   Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza.
ukba-i ferda   f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir.
ukbe   Nöbet. * Çorba bakiyyesi.
ukd   Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak.
ukde   Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. * Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey. More…
ukde-i hayat   f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi)
ukde-i lisan   f. Kekelemek.
ukdegir   f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü.
ukdegüşa   f. Müşkilleri yenen.
ukdevî   Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı.
ükel   (Ükle. C.) Lokmalar.
ukhuvan   Papatya.
ükile   Gıybet.
ukiyye   (Bak: Okiyye)
ukkaze   (C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa.
ukke   Tulum, deriden yapılan kap.
ükl   (Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ.
ukle   Bağlamak. * Hile edip aldatmak.
ükle   (C.: Ükel) Lokma.
uklum   Kuvvetli deve.
ukm   Kısırlık. * Verimsizlik.
ukne   (C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.) ◊ Taş oda veya kulübe, kümes.
ükne   Çukur içinde olan kuş yuvası.
uknum   (C.: Ekanim) Asıl.
ukr   Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice alamama.
ukre   Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan.
ükre   Yuvarlak nesne. Top. * Çukur.
ukruban   Akrebin erkeği.
ükrume   Kerem, bahşiş, lütuf.
üksum   Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe.
uksume   (C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay.
üksus   Sarmaşık.
uktua   Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.
ukub   Toz. * Çömlek kaynaması. * Kalabalık. ◊ Her nesnenin sonu.
ukubat   (Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar.
ukubet   (C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza.
ukud   (Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler.
ukud suresi   Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi.
ukuk   Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
ukul   (Akıl. C.) Akıllar.
ükül   (Bak: Ükl)
ükule   Sürüden ayırıp beslenilen koyun.
ukunne   (C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne.
ukus   (Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar.
ukusa   Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik.
ukve   Kuyruk dibi.
ükzube   Yalan. Uydurma, söz.
ül'üban   Oyuncu, aktör.
ül'ube   Piyes, oyun.
ul'ul   Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik. * Çekik kuşunun erkeği. ◊ Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak.
ula   Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe. ◊ Şanlı, şerefli kimse.
ulale   Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
ulase   Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey.
ulat   Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş.
ulbari   Bir ot cinsi.
ulbe   (C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık.
ülbe   Kıtlık. * Açlık.
ülbub   Kiraz çekirdeği.
ulcum   (C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu. * Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı.
uleb   (Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar.
ulebit   Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü.
ulema   (Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları.
ülema   (Bak: Ulemâ)
ülfet   Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.
ülfetger   f. Ülfet eden. Ülfet edici.
ulguze   Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
ülhiyye   Çocuk oyuncağı, oyuncak.
ülhüvve   Oyuncak, çocuk oyuncağı.
uli   Sâhib. Ehil.
ülinnüha   (Üli-n nühâ) Akıllı kimseler.
ulk   şarap.
ulka   Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise.
ülker   (Bak: Süreyya)
ülkü   Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.
ulkum   (C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve.
ullame   Kına.
ullef   Muz.
ulliyye   (İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak.
ulta   Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi.
ültimatom   (Oltimatom) Fr. Kat'i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin başka bir devlete verdiği ihtar.
ulü   Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar.
uluf   (Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.
ulüf   (Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları.
üluf   Binler. (Bak: Uluf)
ulufe   Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi.
uluhiyet   İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.
üluhiyet   (Bak: Uluhiyet)
ulum   (İlm. C.) İlimler, bilgiler.
ülüm   f. Bölük, takım, cemaat.
ulüvv   Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref ve kadr sahibi olma.
ulüvv-ü şan   Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.
ulvan   Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur.
ulvi   (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
ulviyet   Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
ulya   (Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan.
ülya   (Bak: Ulyâ)
um'ume   İnsan topluluğu.
üm'uz   Keçi veya karaca.
üm'uz   Keçi veya karaca. ◊ Keçi veya karaca.
üma'   Kedi miyavlaması.
umale   Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.
umde   İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
ümdud   Usûl, âdet, görenek.
ümduha   Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş.
ümem   (Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler.
ümena   Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri.
ümera   (Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli zabitler.
ümhud   Çömlek. * Tuzluk.
ümid   f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica.
ümidbahş   f. Ümitlendiren, ümit veren.
ümidbeste   f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış.
ümidgâh   f. Bir şey ümit edilen yer veya makam.
ümidvâr   f. Ümitli. Ümit besleyen.
umk   Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği.
umkan   Derinliğine.
ümluc   Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.
ümlud   (C: Müled) Kamış dalı.
ümm   Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey.
ummal   (Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar.
umman   Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
ümman   Emin kimse. Emniyetli kişi.
ümmehat   (Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.
ümmet   Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * More…
ümmi   Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen.
ümmiyane   f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan.
ümmiyet   Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak.
ümmiyet   Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. ◊ Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak.
ümmiyye   Analık, annelik.
ümniyye   Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu.
umra   Bir kimsenin mülkünü bir kimseye 'Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun' demesi.
umran   İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.
umre   Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki.
ümsüle   Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra.
umud   (Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler.
umuhet   Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama.
ümüldan   Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud.
umum   Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes.
umumen   Bütün, hep.
umumet   Amcalık. Amca akrabalığı.
ümumet   (Ümm. den) Annelik, analık.
umumî   Herkesle alâkalı, herkese dâir.
umumiyet   Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik.
umumiyetle   Umumi olarak. Genel olarak.
umur   (Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.
umuraşna   (Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir.
umurat   (Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.
umurdide   (C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse.
umya   (Bak: Amya)
umyan   (A'mâ. C.) A'mâlar, körler.
umye   Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek.
unab   Büyük burun. * Akıl. * Karın.
ünafi   Büyük burunlu kimse.
ünah   Süstlük, zayıflık.
ünan   İnleme.
ünas   Halk. İnsanlar.
unat   (Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.
unayil   (C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.
ünbub   (Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce boru.
ünbuş   (Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan.
ünbuse   Çocukların oyunu.
üncuc   (C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at.
uncud   Çekirdeği çıkmış üzüm.
üncur   Şişe kılıfı.
unf   Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.
ünf   (Bak: Unf)
unfen   şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
unfî   (Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba.
unfus   Edepsiz ve hayâsız kadın.
unfuvan   Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık, tazelik.
unk   Boyun, gerdanlık, gerdan.
ünkua   Yağ biriken yer.
unkud   Salkım.
ünma   İçi saman veya ot doldurulmuş şey.
üns   Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem.
üns tutmak   Alışmak, birlikte düşüp kalkmak.
ünsa   Dişi. Kadın, kız.
ünsî   (Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş.
ünsiyet   Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
ünşude   (Bak: Neşide)
unsul   Ada soğanı.
unsur   Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element.
unsut   Kıldan bükülme ip.
ünşuta   Düğüm, ilmik.
ünuf   Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar.
ünün   Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş.
unuşe   Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme.
ünuset   Dişilik. Müennes oluş.
unv   Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek.
ünvan   İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme.
unve   Zor, kuvvet gösterme.
unveten   Cebren, zorla, kuvvet göstererek.
unzub   (C.: Anâzıb) Erkek çekirge.
unzuba'   Çekirge olan yer.
ünzuha   Gurur, kibir, büyüklük.
unzur   Bak, gör (Meâlinde emir).
unzuvan   Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot.
unzuvane   Dişi çekirge.
ur   Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç. ◊ Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar.
ura   Çıplaklık.
ura'   İlmek yapmak.
ura'ir   (C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi.
uram   Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet. * Çocuğun edepsizlik yapması.
urame   Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek.
urat   (Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.
uraza   Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan.
urb   Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat.
urba   (Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile.
ürba   Belâ, mihnet.
urban   Çöl arabaları. * Aşiretler.
ürbe   Büklüm. * Düğüm. * Hile.
urbun   Müşterinin bâyie verdiği pey.
ürbun   Pey akçesi, pey olarak verilen para.
urca   Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.
urcan   (A'rec. C.) Topallar.
ürcuce   Salıncak.
ürcufe   (C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.
ürcuha   Salıncak.
urcun   Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı.
ürcuze   (Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak: Kaside)
ürd   f. Gibi, benzer.
ürdünn   Uyuklamak. * Bir büyük ırmak.
urefa   (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
urf   (C.: A'râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem arasında bir makam. * İhsan.
urgan   t. İp. Halat.
urgun   t. Vurgun, âşık.
ürk   Mekân, mevki.
ürmule   (C.: Erâmil) Ergen delikanlı.
ürne   Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer.
urrak   Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik.
urret   (C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban. * Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi. ◊ Uyuz hastalığı.
urs   (Urus) Düğün yemeği.
urş   Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.
urub   (Arub. C.) (Bak: Arube)
uruc   Yukarı çıkmak. Yükselmek.
uruk   (Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar. ◊ Kadının hayız görmesi.
uruk-u insaniyetkârane   f. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar.
urum   (Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi.
ürümek   f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır.
uruş   (Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar.
urusat   (Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri.
uruz   (A'raz. C.) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar. ◊ Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) More…
urva   Sıtma. Sıtmaya tutulma.
urve   (C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç. * Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.
ürviyye   (C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.
uryan   Çıplak.
üryan   (Bak: Uryan)
uryani   Çıplaklık. * Bir cins erik.
urye   Ari olmak. Çıplak olmak.
urz   Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet, ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta.
urza   Hedef.
us   (C.: İsâs) Büyük kadeh.
us'us   Kuyruk sokumu.
uşabe   (C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi.
üşabe   Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.
usafe   Buğday sapından düşen parça.
üsal   Çok miktar mal.
usam   Pire.
üsame   Davar otlatmak. * Arslan.
uşara   Uzunluğu on zira' miktarı olan.
üsara   (Bak: Üsera)
usare   Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su.
üsare   (Bak: Usare)
usas   Çok kıl.
usat   (Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar.
uşb   (C.: A'şeb) Taze ot.
usbe   Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat.
üşbe   Kurt, böcek.
üsbu'   Hafta. Yedi günlük zaman.
üsbube   (C.: Esâbib) Sövme, küfür.
usbud   Kelp aşmasından olan kurt yavrusu.
üsbuî   (Üsbuiyye) Haftalık.
usde   Kaftan altına giyilen küçük gömlek.
usefa   (Asif. C.) Rençberler. Irgatlar.
üşer   Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek.
üsera   (Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler.
uşere   (C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç.
useybe   (C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.
useyle   Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet.
uşeyya   (Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar.
üsfiyye   (C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.
usfür   Bir asıl boya.
üşgule   Uğraşılacak iş. Meşguliyet.
üşgur   f. Oklu kirpi.
üşhub   Süt sağılırken çıkan ses.
uşir   Taze çayır, taze ot.
üsir   Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi.
üskub   Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan su. * Demirci.
üsküdar   Mushaf cildi.
üskuf   (C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları. ◊ (C.: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı.
üşkufe   f. Çiçek.
üsküffe   Eşik tahtası.
üşküfte   f. Açılmış çiçek.
üşkuh   f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref.
uskul   Hurma salkımı.
üskun   Koruk halinde hurma salkımı.
üskür   f. Kirpi.
üşkür   Mest içine dikilen astar.
üskutuss   (Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde.
üslem   El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar.
üslub   Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek.
usluc   (C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı.
usm   Her nesnenin bakiyyesi, artık. ◊ Zeytin ağacı.
usmuh   Kulak. * Kulak deliği.
usmur   (C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.
üşne   Yosun.
usnun   (C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.
usr   (C.: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'. * Dehr, zaman, devir. ◊ Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık. ◊ Tavşancıl kuşu. * Yalan söz.
üsr   Sidik tutulması, sidik zoru.
usra   Güçlük, zorluk.
üsre   Seleften gelen şan şeref. * Söz veya hadis nakletmek. ◊ Cemaat, topluluk.
usret   Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik. ◊ Sığınacak ve kurtulacak yer.
üsrüb   f. Kurşun.
üsruş   f. Güzel ses.
uşş   Kuş yuvası.
üss   Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer. *Mat.: Bir More…
uşşak   (Âşık. C.) Âşıklar.
usse   Güve denilen böcek.
üst perdeden başlamak   Ağız bozmak, sert konuşmak.
üstad   (Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât.
üstad-ül beşer   Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.
üstadane   f. Üstâda yakışır surette. Ustaca.
üstadî   f. Üstadlık, ustalık.
üstah   f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse.
ustam   f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri.
üstam   f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri.
üstibah   Masura.
ustuble   Üstüpü.
üstühan   f. Kemik.
üstühanpâre   Kemik parçası.
üstükus   (C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri.
üştülüm   f. Kavga, gürültü.
üştülümkâr   f. Kavgacı, gürültücü.
üstümm   (C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.
ustumme   Her nesnenin aslı.
üstümme   Orta, vasat.
üstun   f. Direk. Sütun.
üstur   f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan.
üştür   f. Deve.
üştürbân   f. Deveci.
üştürdil   f. Kinci, fesatçı, hasedçi.
üsture   Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan 'esâtir' kelimesinin müfredidir.
üstüre   f. Ustura.
üştürek   f. Dalga. Mevc.
üştürgav   f. Zürafa.
üştürhu   f. Deve huylu. Kinci, hased eden.
üştürmurg   f. Deve kuşu.
üstüvane   Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.
üstüvar   f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir.
üstüvari   f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli.
usube   İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
usul   (Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan More…
usuliyyun   Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri.
üsun   Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.
usur   Asırlar. (Bak: Asr) ◊ Gözcülük etmek.
üsür   Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri.
usüvv   Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın olmak.
usve   Çoktandır taranmamış sakal.
uşve   Gece vakti uzaktan görünen ateş.
üsve(t)   Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan.
ut'ut   Yiğit. * Küçük buzağı. ◊ Eşek sıpası.
utahiye   Akılsız, ahmak kimse.
ütam   Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.
utarid   Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni.
utaş   İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz.
utat   Arslan. * Bahadır er, kahraman. ◊ (Ati. C.) Serkeşler, âsiler.
utbul   (C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.
uteka   (Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler.
utiy   (Bak: Atiy)
utle   Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs.
utm   (Utüm) Yabani zeytin ağacı.
utme   İğde gibi zeytin biçimindeki meyve.
utrufe   (Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur.
ütrur   Subaşı oğlanı.
utruş   Sağır.
uttel   Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar.
utub   Pamuk.
utufet   Nezaket, lütuf. şefkat.
utuh   Aklı noksan olan.
utull   Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve bahil kimse.
utum   Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr.
utun   Katı şey. Şiddetli.
utüv   (Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma. İsyan.
utye   Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası.
uva   şiddetli ses. Avaz, sayha.
üvam   Susuzluk.
uvera   (Bak: Avrâ)
üvera'   Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti.
üveyl   Çığlık, vâveylâ.
üveysî   '(Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz More…
uvvam   Dalgıç adam.
uvvar   (C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı.
uvz   Bir kimseye sığınmak.
üyel   (C: Eyâyil) Dağ keçisi.
uyku   (Bak: Kaylule)
uyub   (Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar.
uyun   (Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar.
uzafire   Katı. şiddetli, şedid.
üzani   Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.)
uzbet   (Bak: Uzube)
uzema'   (Azim. C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler.
uzeym   (C.: Uzeymât) Kemikcik.
üzeyr   (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
uzeyvat   (Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar.
uzeyza'   Kuyruk kemiği.
uzfur   Asma filizi. * Tırnak.
üzfur   (C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak.
uzhul   (C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve.
uzima   Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.
uzlet   Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
uzletgâh   f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi.
uzletgüzin   f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen.
uzletnişin   f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan.
uzlufe   Kayalık. Yalçın kaya.
üzlufe   (C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer.
uzm   Ululanma, kibirlenme.
uzma   (Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam)
uzme   Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ.
üzn   Kulak. İşitme organı.
uzret   Önde olan saç.
uzriyy   Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi.
uztumme   İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı.
uzub   Kayıp ve görünmez olmak.
uzube   (Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek.
uzubet   Tatlılık, şirinlik.
uzuf   Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak.
üzuf   Yakın olmak, yaklaşmak.
uzuv   (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.
uzvî   (Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik.
uzviyet   Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait.
uzza   İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi.
uzzab   Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr.
va   'Vah, yazık meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada edât-ı nüdbe denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar More…
va esefa   Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık!
va hasreta   Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)
va'   Çakal.
va'b   Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek.
va'd   Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus.
va'de   Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel.
va'k   Sıtma ve harareti.
va'k(a)   Yaramaz huylu kişi.
va'ke   Cenk yeri, dövüş alanı.
va'l   Sığınacak yer.
va'n   Sığınacak yer, melce'. * Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi.
va'r   (Va'ra) Sağlam yer, sert yer.
va's (vüuse)   (C: Vuasâ) şiddet, mihnet.
va'va'   İnsan topluluğu. * Sesler.
va'z   Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.
vaad   (Bak: Va'd)
vaaz   (Bak: Va'z)
vabeste   f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.
vabil   Yağmur. İri katreli yağmur.
vâcib   (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması More…
vâcibât   (Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler.
vâcibe   Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.
vacid(e)   Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan.
vacife   Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen.
vaciz(e)   Kısa.
vad   f. Oğul.
vadade   f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud.
vadi   İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha.
vadk   Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak.
vâfi ve kâfi   Bol bol yeter.
vâfi(ye)   (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.
vafid   (C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.
vafih   Kilise kayyımı.
vafir(e)   (Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.
vaftiz   (Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid)
vagd   Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi.
vaha   Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
vahal   (C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl)
vahama   (Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.
vahamet   Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
vahat   Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.
vahayfa   Eyvah, yazık.
vahdanî   Allah'ın birliği ile alâkalı.
vahdaniyet   'Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir More…
vahdet   Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
vahdet-ârâm   f. Dinlendirici, rahat yer.
vahdet-gâh   f. Yalnız kalınacak yer.
vahdet-güzin   f. Yalnızlığa çekilen.
vahhabî   (Bak: Vehhabî)
vahi   Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif.
vâhib   (Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.
vâhid   Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
vahîd   Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
vâhiden   Vâhid olarak. Tek olarak.
vahim   Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
vahim(e)   (Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu.
vahime   Vehim veren, vesvese veren.
vahin   Zayıf kimse.
vahine   İyeği kemiklerinin kısaları.
vahir   İğne. * Diken.
vahiy   Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm.
vahiyât   (Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler.
vahiye   (Bak: Vahi)
vahl   Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.
vahl-gâh   f. Bataklık.
vahş   (C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer.
vahşân   (Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar.
vahşet   (Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse.
vahşet-âbâd   f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer.
vahşet-âmiz   f. Vahşetle karışık.
vahşet-âver   f. Korku veren, ürküten.
vahşet-engiz   f. Korkulu.
vahşet-gâh   f. Korku yeri. Issız yer.
vahşet-nâk   f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer.
vahşet-zâr   f. Yabani, ıssız yer.
vahşi(ye)   Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak.
vahşiyâne   Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.
vahşur   f. Peygamber, nebi.
vahy   (Bak: Vahiy)
vahz   Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma.
vaî   (C: Vuât) Hâfız.
vaîd   İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd)
vaif   Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.
vâiz   Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.
vaizîn   (Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler.
vajgun   (Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz.
vak'   Yüksek mekân. * Etki, tesir. * Düşmek. ◊ Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer.
vak'a   Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan.
vak'a-nüvis   f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi.
vaka'   Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp.
vakad   (Ateş) yanmak ve tutuşmak. ◊ Alevlenen ateş.
vakah   Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak.
vakahat   Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin.
vakahet   (Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak.
vakar   Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.
vakas   Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.
vakayi'   (Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.
vakb (vükub)   Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak.
vakd   (Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.
vakf   Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna More…
vakfe   Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.
vakfegâh   f. Durak yeri.
vakfetmek   Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.
vakfî   Vakfa âit, vakıfla alâkalı.
vakfiye   Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti.
vakh (vekahe)   Taat, ibadet.
vâkî   (Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen. * Önleyici tedbir veya ilaç.
vâki'   Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
vakîa   Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. * Vak'a.
vâkia suresi   Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir.
vâkia'   Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş.
vâkiât   (Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler.
vâkib   Ayak üstüne duran kişi.
vakîb   At yürürken karnı içinden işitilen ses.
vâkif   Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran.
vâkifane   f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle.
vakîh   Hayâsız, utanmaz, edepsiz.
vakin   Oturucu, oturan.
vakir   Yuvasına girmiş kuş.
vakiyye   Dörtyüz dirhemlik tartı.
vakkas   Okçu. İyi muharebe eden. Savaşçı.
vakl   Yükselmek. * Bir nesnenin üstüne çıkmak. * Mukul ağacı.
vakm   Reddetmek. * Hor ve zelil etmek.
vakne   Her nesnenin azı.
vakr   Az işitmek. Sağırlık.
vakre   Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi.
vaks   Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak. * Bedene uyuz illeti yayılması. ◊ Boynu vurup kırmak.
vakş   His. * Hareket.
vakt   (C: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur. * Su ile faydalanacak mekân. * (Horoz) tavuğa binmek. ◊ (Vakit) Zaman. Saat. Çağ. Mevsim. * Boş zaman. * Geçim. * Fırsat. * Muayyen, More…
vaktaki   f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
vakten   Vakit ve zamanca.
vakud   Odun, kömür gibi yakılacak şeyler.
vakur   Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı.
vakurane   f. Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle.
vakvak   Korkak kişi. * Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.
vakvaka   Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması.
vakz   Galebe etmek. * Şiddetle vurup ölmeye yakın etmek. ◊ Sıklet, ağırlık.
vâlâ   Yüksek, âlî, refi'.
vâlâcâh   f. Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan.
vâlâkadd   f. Boyu yüksek, uzun boylu.
vâlâkadr   f. Değeri yüksek, kadri yüce.
vâlâşân   f. Şânı yüce.
vâlâyî   f. Yücelik, yükseklik.
vali   Bir vilâyeti idare eden en büyük memur. * Mâlik.
valib   Ulaşıcı, ulaşan, varan. * Önüne doğru giden.
valibe   Evvelki ekinin kökünden biten ekin.
valice   İnsanı şiddetle tutan bir hastalık.
valid   (Vilâdet. den) Doğurtan. Baba.
validan   (Bak: Vâlideyn)
validat   (Vâlide. C.) Anneler. Vâlideler.
valide   Ana. Doğuran.
valideyn   Ana ile baba. Vâlidân de denir.
validiyyet   Annelik ve babalık vasfı.
vâlih   Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış.
vâlihâne   f. Şaşkınca.
vâlihîn   Hayrette kalanlar. Şaşıranlar. (Bak: Veleh)
vallahi   Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.)
vam   f. Borç.
vamcu   f. Borç arayan.
vamdar   f. Borçlu.
vamhah   f. Alacaklı.
vamî   f. Borçlu.
vamik   Seven. Âşık, sevdalı. * Meşhur bir hikâyede Azra'nın âşığının ismi.
vamk   Sevme, muhabbet.
vapesîn   (Va-pesin) f. En gerideki, en sondaki.
vâr   f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr - Melek gibi. Ümid-vâr - Ümidli.
vara'   Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak.
varaka   Tek yaprak hâlindeki kâğıt. * Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı. * Hasis kimse. * Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine More…
varakî   Yaprakla ilgili. * Yaprak biçiminde.
varakkerdan   f. Boş ve faydasız işlerle uğraşan kimse.
varakpare   f. Kâğıt parçası. * Küçük yaprak. Yaprak parçası. * Ehemmiyetsiz yazı, tezkere.
vardiya   İtl. Gemilerde beklenen nöbet. * Nöbet yeri. Nöbet beklenilen yer.
vareste   f. Affedilmiş. Halâs bulmuş, kurtulmuş. * Rahat, serbest.
varestegî   f. Kurtulma, halâs bulma. * Rahatlık, serbestlik. * İlişiksizlik.
vari   Semiz et. * Vahşi hımar, yabani eşek. ◊ f. Benzer, gibi.
vârid(e)   (Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır.
vâridât   (Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan.
vâridîn   (Vârid. C.) Gelenler, vâsıl olanlar.
varik   (C: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap. * Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.
vâris   Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. * Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.
variş   Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse.
vârisîn   (Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler.
varta   Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.
varun   f. Ters, uğursuz, aksi.
vaş   f. Düşman.
vasaa   (C: Vusu) Kız kuşu.
vasab   (C.: Evsâb) Hastalık. Ağrı.
vasafe   Hizmetkârlık.
vasail   (Vasâyil) - (Vasile. C.) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar.
vaşak   Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu.
vasat   İki şeyin arası. * Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç.
vasatî   İkisi ortası. Ortalama. Orta halde.
vasatî saat   Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi More…
vasf   Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.
vasfetmek   Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak.
vasfî (vasfiye)   Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair.
vasi   (Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.
vaşi   (C: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.
vâsi'   (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
vasib   Yerinde duran. Sürekli. ◊ Hasta.
vasîd   Kapı eşiği.
vasif   Vasfeden. Bildiren. * Medheden, öven.
vasîf   (C.: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.
vasif terkibi   Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ: Zevk-efzâ: Zevk artıran.
vâsik   (Vüsuk. dan) Güvenen. İtimad eden.
vaşik   Dağ köpeği. Vaşak.
vâsil   Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan.
vasîl   Birinden aslâ ayrılmaz kimse.
vasîle   Geniş yer. * Ucuzluk. * İmaret.
vâsilûn   (Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.
vâsit   Ortada bulunan. * İkisinin ortası.
vasît   Hakem, aracı. * Orta.
vâsita   İki şeyi birbirine ulaştıran. * Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden.
vaşiye   Evlâdı çok olan kadın.
vasiyet   Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.
vasiyetnâme   f. Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt.
vasiyy   Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse.
vasl   Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak. * Gr: Ulama, ekleme. * Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, More…
vasm(e)   Utanacak şey. * Vurmak. (Liyazon yapmak)
vasmet   Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik. * Ayıp, eksiklik.
vassad   Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu.
vassaf   Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan.
vassal   Ulaştıran, vasleden. Birleştiren.
vaşüde   f. Defolunmuş, kovulmuş, geri çekilmiş.
vasut   Gölgelik. * Sütü sağdıkları kabı dolduran deve.
vasvas   Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü. ◊ (C: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik.
vasvasa   Yüz örtüsü. * Köpek eniğinin gözlerinin açılması.
vata'   Bir şeyi ayakla çiğneme.
vataf   Kaşın çok kıllı olması. * Kirpiğin sık ve çok olması.
vatan   (C.: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt.
vatandaş   Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan.
vatanî   (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.
vatanperver   f. Vatanını seven. Memleketine hizmet eden.
vatanperverâne   f. Vatanını seven kimseye yakışır şekilde.
vatar   (Vatr) İhtiyaç, hâcet. İş. * Emir. * Madde. * Husus.
vatavit   (Vatvât. C.) Korkak ve geveze olan kimseler. * Yarasalar. * Dağ kırlangıçları.
vatb   (C.: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu.
vatd   İsbat etmek. * İhânet etmek, hâinlik yapmak.
vater   f. Sonundaki. Çok uzak.
vath   Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.
vati   Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)
vati'   Ayak altına alıp çiğneme. Basma. * Cima'. * Uygun hale koyma. * Tümseklikler arasında basık ve engin yer.
vatid   Sâbit.
vatîd   Sabit ve sağlam olan.
vatîe   Büyük çuval, harar. * Bir çeşit yemek.
vatîs   (C: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.
vatm   Ayakla çiğneme. * Perdeyi salıverme.
vatnî   Çiğneme, üzerine basma.
vats   Kazmak. * Kırmak. * Ayakla yere vurmak. * Somak denilen ot.
vatş   (C: Evtâş) Açmak.
vatvat   (C.: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam. * Yarasa. * Dağ kırlangıcı.
vatvata   Geceleyin gözün görmemesi.
vaty   Ayak altında çiğneme, ezme, basma. * Çiftleşme.
vav   Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.
vaveyla   Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.
vavî   Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı.
vavik   Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.
vâye   Nasib, kısmet, behre.
vâyedâr   f. Kısmetli. Nasibi olan.
vaz   f. Terk etme, bırakma.
vaz'   (C.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz.
vaz'an   Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle. * Asıl lügat mânası cihetinden.
vazaat   Alçaklık, âdilik, bayağılık.
vazah   Beyaz ve güzel yüzlü adam.
vazahat   Açıklık, vâzıhlık.
vazaif   (Vazife. C.) Vazifeler, işler.
vâzi'   (Vazıa) Koyan. Yerleştiren. Vaz' eden.
vazî'   (Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi.
vazife   Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş. * Ücret.
vazifedâr   (C.: Vazifedârân) f. Vazifeli, görevli. * Memur.
vazifehâr   (C.: Vazifehârân) f. Ücret alan.
vazifeşinâs   f. İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan.
vazifeten   Vazife ile, vazife olarak.
vâzih   Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan. * Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.
vazîh(a)   (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
vâzihan   Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.
vâzihât   (Vâzıh. C.) Açık ve meydanda olan şeyler.
vâzir   (Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen.
vazzah   Meydanda, çok açık, belli.
ve   Gr: 'Dahi, de, hem, ile, berâber' mânâlarına bağlama edâtı.
ve'd   Kızını diri iken toprağa gömme.
veba   Salgın bir hastalık. Taun.
veba'dü   Ondan sonra, imdi.
vebal   Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti.
veber   Bedevi, göçer. * Deve yünü. * Davar tırnağı.
vebl   Ağır ve vahim olmak.
vebr   Kocakarı soğuğundan bir gün. * Ada tavşanı, ak tavşan.
veca'   Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak.
vecahet   Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik. * Haysiyet, şeref, onur, itibar.
vecar   (C.: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
vecazet   Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.
vecd   Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
vecd-âlud   f. Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal.
vecd-efzâ   f. Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan.
vecdî   Vecdle ilgili, heyecanla ilgili.
vecel   Ürkme, korkma, havfetme.
vecenat   (Vecne. C.) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.
vech   (Vecih) Yüz, çehre, surat. * Tarz, üslub. * Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe. * Tarih. * Suret. * Sebeb. * Bir şeyin nefsi ve zatı. * Semt. Cihet. * More…
veche   Yan, taraf. Yüz.
vechen   Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan.
vecheyn   İki taraf, iki yan, iki yüz.
vechî   (Vechiye) Yüz ile ilgili.
veci (e)   Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib. * Bir kavmin büyüğü, reisi. * Hürmetli insan. * Sultan huzuruna girenler. * Makam ve şeref sâhibi.
veci(a)   (Veca'. dan) Ağrıtıcı, sızlatıcı.
vecibe   Borç hükmünde olan vazife. * Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.
vecihî   Veche ait. Veche dair.
veciz   Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan. * Az sözle çok mâna ifâdesi.
vecize   Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.
vecne   (C: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.
vecr   (C.: Evcâr) Mağara.
veda'   Ayrılık. * Ayrılışta selâmlamak. * 'Allah'a ısmarladık' demek.
vedad   Dostluk. Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad)
vedd   Dostluk. Sevgi, muhabbet.
vedi   Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su.
vedi'   Başkasının malını saklamaya memur kimse.
vedia   Emanet.
vediatullâh   Allah'ın emaneti.
vedid   Sevgisi çok olan.
vedk   Yağmur. Yağmurun damlaması. * Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak. (Bak: Vadk)
vedud   Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak.
vef'a   Kav ettikleri bez parçası. * Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.
vefa   Ahdinde, sözünde durma. * Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. * Ödeme. * Yetişme. * Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.
vefadar (vefakâr)   Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.
vefaperver   f. Sözünde duran. Vefâlı.
vefat   Ölüm. Ahirete göçme.
vefd   Çokluk. Cemaat. * Bir iş için giden heyet. Elçilik. * Dağ başı. * Gelme, ulaşma, erişme, varma, vürud.
vefhiyye   Kilisede kayyımlık hizmetini etmek.
vefi   Vefalı. * Tam, mükemmel. Kifayet eden. Bol olan.
vefia   İçine nesne koyulan sele.
vefik   Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun.
vefir(e)   (Vefret. den) Çok, bol, kesir.
vefiyat   (Vefat. C.) Ölümler, vefatlar.
vefk   Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua.
vefl   Derinin dibagatla giden fazlalıkları.
vefr   Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek. * Bolluk. * Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.
vefra'   Eksilmeyip değişmeyen. * El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot.
vefret   Çokluk, bolluk.
vefz   (C: Evfaz) Evmek, acele etmek.
vefza   (C: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap.
vega'   Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.
vegab   (C: Evgab) Korkak kimse. * İri gövdeli büyük deve.
vegadet   Akılsızlık. * Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık.
vegar   Gazap, kin, öfke, hiddet.
vegd   (C: Evgad) Alçak adam.
vegf   Görme zayıflığı.
vegif   Yürüme sürati. * Ses sürati, ses hızı.
vegik   Davar yürürken karnından çıkan ses.
vegir   Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.
vegire   Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.
vegm   Kin.
vegne   Geniş küp.
vegre   Sıcaklığın çok olması.
vehak   Avcı kemendi.
vehamet   (Bak: Vahamet)
vehb   (H.-110) Tabiînden olan bu şahıs İsrailî rivayetlerin en mühim kaynağı addolunur. Birçok İsrailiyatı havi kitapları okumuş ve tefsire de aktarmıştır. ◊ Hibe. Bağış. Vergi.
vehbî   Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
vehc   Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak.
vehd(e)   (C: Vihad) Derin vadi. Uçurum.
vehec   Ateş sıcaklığı.
vehecan   Ateşin alevlenmesi. * Işıklandırmak, ziya vermek.
vehel   Vehim, kuruntu.
vehelümme cerra   (Bak: Helümme cerrâ)
vehf   Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma.
vehhab   Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan.
vehhabî   Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i More…
vehhac   Parıl parıl. Pek şa'şaalı. * Çok alevli.
vehham   Çok vehimli. Fazla şüphe eden.
vehhas   Arslan.
vehic   Ateşin sıcaklığı.
vehise   Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.
vehl   (Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama. * Unutma.
vehle   İrkilme ve ürkme. * Dakika. An, lahza.
vehleten   Birdenbire. İlkin. Ansızın.
vehm   (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
vehm-âlud   f. Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık.
vehm-nâk   f. Vehimli, kuruntulu.
vehmî   Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait.
vehmiyyât   (Vehmiyye. C.) Vehimler, kuruntular.
vehn   Gevşeklik, kuvvetsizlik. * Zayıf. * Gövdesi kalın ve kısa adam. * Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.
vehnane   Zayıf kadın.
vehs   Kırma. * Ayak altında çiğneme, basma, ezme. ◊ Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak. ◊ Sır ile söyleşmek. Dedikodu yapmak.
veht   (C: Vihât) Vurmak. * Kırmak.
vehtiyy   Ufak üzüm.
vehub   Verimi fazla, vergisi çok.
vehvah   Yaban eşeğinin anırtısı.
vehvehe   Atın kendi gövdesini parça parça etmesi.
vehy   Gevşeme, yırtma.
vehz   Katı nesne. * Kovmak, deft'etmek.
vek'   Akrep sokmak.
veka'   Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi.
vekad   Sığır bağladıkları ip.
vekahat   Hayâsızlık. Utanmazlık. Edebsizlik. (Bak: Vakahat)
vekâlet   Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık. * Vekilin vazife gördüğü bina.
vekâleten   Birisine vekil olarak. Başkası adına.
vekâletnâme   f. Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt.
vekâletpenâh   f. Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan.
vekar   (Bak: Vakar)
vekb   Dikilmek.
vekc   Ulaşmak, varmak.
vekde   (C: Viked) Gitmek.
vekeban   Derece derece yürümek.
vekef   Günah. * Abes ve boş. * Ayıp. * Eksiklik.
vekel   Zayıf adam.
vekf   Evin damlaması. * Kat'etmek, kesmek.
vekif   Sütü çok olan deve.
vekil   Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse. * Nâzır. Bakan.
vekir   Yuvasına giren kuş.
vekire   Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.
vekiyye   (Bak: Okiyye)
vekkad   Aydınlık, ışıklı, parlak.
vekm   Reddetmek.
vekn   (C.: Evkân - Vükün) Kuş yuvası.
vekr   Kuş yuvası.
vekra   Hızlı yürüyen deve. * Ayağını yere kuvvetli basan kadın. * Bir nevi sıçramak.
veks   Noksan etmek, eksiltmek.
vekte   (C: Vikat) Gözün karasına ak düşmek. * Nokta. * Eser.
vekvak   Korkak kimse.
vekz   Vurmak. * Def'etmek. * Kovmak.
vel'   Yalan. * Haps.
vela   Yakınlık. Sâhiplik. * Sevme, muhabbet.
vela-perver   f. Dostluk gösteren, dostluk besleyen.
veladet   (Bak: Viladet)
velaid   (Velide. C.) Cariyeler, kadın esirler.
velaim   (Velime. C.) Düğünler, evlenmeler. * Düğün ziyafetleri.
velaya   (Veliyye. C.) Veli kadınlar. Veliyyeler.
velayet   Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli)
velb   Ulaşmak, varmak.
velec   Kumlu yerde olan yol.
veled   Erkek çocuk. Oğul. Çocuk. * Döl, yavru.
velediyet   Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.
veleh   Hayret, şaşkınlık. * Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak. ◊ f. Kahr, gazab, şiddet, hışım.
velehan   Akıl gidip tembel olmak. * İbadet ederken vesvese veren şeytan.
velehu   Bu da onun.
velehza   Şaşırmış.
velehzede   f. Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık.
velev   Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse.
velf   (Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak.
velg (velüg)   Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.
velga   Küçük kova.
velh   Büyümek. * Uzamak.
velhan   Şaşakalmış, şaşkın, sersem.
velhasil   Sözün kısası, özü, kısacası.
veli   Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve More…
veli'   Kabuğunda olan hurma çiçeği.
veliahd   (Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse.
velice   (C.: Velyüc) Büyük çuval. * Kişinin sırdaşı.
velid   Yeni doğmuş çocuk. * Köle, kul.
velide   (C.: Velâid) Cariye.
velik   (Velikin) f. Amma, lâkin, fakat.
velika   Yağla unu karıştırarak yapılan yemek.
velime   Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti. * Düğün, evlenme.
veliyy   (C: Evliyâ) Yakın. * Amcazâde, emmi oğlu. * Yar, dost.
veliyye   (C.: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın.
veliyyullah   Allah'ın (C.C.) veli kulu.
velk   Yalan yakıştırmak. * Sür'at etmek, hız yapmak.
velka   (C.: Velkât) Vurmak.
velkalemi   Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun.
vellas   Kurt.
velm   Ulaşmak, yetişmek. * Toplanmak, cem'olmak.
vels   Ahd, yemin, söz. ' Az nesne. * Vurmak.
velsan   Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.
velu'   Bir şeye fazla düşkün olan.
velud   Çok doğuran kadın. * Mc: Çok eser veren kimse.
velval   Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.
velvele   Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.
velvele-endâz   f. Gürültü patırtı eden. Gürültücü.
velvele-engiz   f. Gürültü koparan, gürültü çıkaran.
vely   Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme. * Çıkma. Olma. * Yaz yağmurundan sonra olan yağmur. * Yakınlık.
vemd   Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Sıcaklığın artması.
vemiz   Bulut arasından görünen ışık.
vemk   Muhabbet etmek, sevmek.
vems   Fücur, masiyet, günah.
vemye   Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.
vemz (vemiz)   İşaret etmek. * Parlamak. şimşek çakmak.
vena (venye)   Gevşek. * Zayıf. * Hâlsiz olmak.
venim   Sinek tersi.
venn   Zebunluk, zayıflık, zaaf. * Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara.
vennecmi   Yıldıza yemin olsun.
veny   İş hususunda gevşeklik gösterme.
ver   'f. 'Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver - Âlim. Suhan-ver - Edip, şâir.'
ver'a   Korkaklık, havf.
vera   Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar. ◊ Öte. Başka taraf. Arka, geri. * Torun.
vera'   Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.
verak   Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.
verakî   (Verka. C.) Güvercinler.
veraset   Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi. * İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.
verb   Fetret, fesad. * Yabani hayvan ini.
verd   (Vürd - Vird) Gül.
verdane   Toplu oklava. * Koca başlı kertenkele.
verde   (Vürde) Renkli olmak.
verdene   f. Oklava, börekçi merdânesi. * Dolap oku.
verek   (C.: Evrâk) Kalça kemiği.
verel   (C: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.
verem   (C.: Evrâm) şiş, yumru. * şişme.
verentel   şiddet, mihnet.
verese   Mirasçılar. Miras alanlar.
verf   Genişlik.
verh   Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik. * Ucuz et. ◊ Hamurun kendini koyuverip sülpülmesi.
verha   Akılsız ahmak kadın.
veri'   Haramdan kaçınan kişi.
veria   At ismi.
verid   Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı. * Kırmızı gül. (Bak: Evride)
veriha   Çok sıvı hamur.
verik   Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para. ◊ Sikkesiz gümüş. * Gümüş.
verîk   Gür sakallı adam. * Sık yapraklı ağaç.
verîş   Yürümek ve seğirtmek istediği hâlde sahibi engel olan davar.
verîse   Veris otuyla boyanmış nesne.
verka'   (C.: Verâki') Yabâni güvercin. * Açık boz renk.
verrak   Kâğıtçı.
vers   Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot.
verş   Yürek ağrısı. * Çok beyaz olan.
verşan   (C: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini. * Kumru kuşunun erkeği.
verta   (C: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum. * Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.
very   Çakmaktan ateş çıkması.
verze   f. Meslek, san'at, iş.
verzide   f. Ekilmiş.
verziş   f. İşletme. Çalışma. * Çalışmış.
verzişkâr   f. Çalışkan.
verzkâr   f. Rençber, çiftçi, işçi.
veş   f. Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş: Ay gibi.
veş'   Bir şeyin üstüne çıkmak.
vesafet   Hizmetkârlık, işçilik.
vesah   (C.: Evsâh) Kir, pas. * Murdarlık, pislik.
vesaid   (Visâde. C.) Yastıklar, şilteler, döşekler.
vesaif   (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
vesaik   (Vesika. C.) Vesikalar.
vesail   (Vesile. C.) Vesileler. Sebebler.
vesait   (Vasıta. C.) Vasıtalar.
vesak   Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak. * Sözleşme yeri.
veşak   Dağ köpeği.
vesam   (Vesâmet) Güzel olma. Güzellik.
vesatet   Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma.
vesavis   (Vesvese. C.) Vesveseler.
vesaya   (Vasiyet. C.) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar.
vesayet   (Visâyet) Vasilik. * Vasiyet. * Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi)
vesb   Çok olmak.
veşb   Ayıplamak.
vesbe   Bir atlama. Bir sıçrayış.
veşc   Yaralamak. * Parçalamak. * Karışmak.
veseb   Sıçrama, atlama.
veşel   Az su.
veşelan   Suyun akışı.
vesen   Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel. (Bak: Put-perest) ◊ Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası. * Uyku anında aklın gitmesi. * Hâcet.
vesenî   Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere inanan kimse.
veseniyyun   Putperestler. Puta tapanlar.
vesi'   (Vesia) Vüs'atli, geniş. * Meydanlık.
veşi'   (C: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca. * Sümâme otundan yapılan hasır. * Ağaçlardan kuruyup düşen nesne. * Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken. * More…
veşia   (C: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç. * Tarikat.
vesib   (Bak: Vüsub)
vesic   Şiddetli seyir. Hızlı gitme. * Hızlı yürüyen deve.
veşic   (C: Veşâyic) Süngü ağacı.
veşice   Lif. * Ağaç kökü.
vesik   (C.: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.
veşik(a)   (C: Veşâyık) Kuru et.
vesika   Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened. ◊ Cemaat, topluluk.
vesile   (Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı.
vesilecu   f. Sebep ve bahane arayan.
vesiledâr   f. Vesileli.
vesilehâh   f. Vesile isteyen.
vesim(e)   (C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. * Damgalı.
veşime   Şer, kötülük. * Düşmanlık.
veşize   (C: Veşâyız) Kırık kemik parçası.
vesk   (C.: Evsük) Cem'etmek, toplamak. * Altmış sa'.
veşk   Yaralamak. * Parçalamak.
veşk (vişâk)   Evmek, acele etmek, sür'at.
veşkan   Hızlı ve aceleci kimse.
veşl   Az miktarda olan su.
vesm   Damga. İşaret. * Dağlama. * Döğerek toz hâline getirme.
veşm   İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.
vesme   Hayvana vurulan kızgın damga.
veşme   Yağmur tanesi.
vesmedâr   f. Dağlanmış, damgalı. * Rastıklı.
vesn   Hafif. * Uyku. * Uyku anında aklın gitmesi. * Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.
vesnan   Uyuklayan, uykusu gelmiş olan.
vess   Suya dalmak.
vesselâm   İşte o kadar, artık bitti, bundan sonra selâm. (Bak: Selâm)
veşşemsi suresi   Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
vest   Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân.
veşt   f. Güzel.
vestî   f. Tercüme, şerh.
vestiyer   Fr. Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer.
vesvas   Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi.
veşvaş   Hafif hal. Hafif adam.
vesvese   Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir.
veşveşe   Hafiflik. * Kırış mırış olmak.
vesvesedâr   f. Vesveseli, kuruntulu.
veşy   Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek. * Nesil ve zürriyet. * Çoğalma. * Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek. * Bir çeşit elbise.
veşz   Kırmak. * Dar etmek, darlaştırmak.
vetair   (Vetire. C.) Meslekler, yollar.
veted   Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh. * Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım.
veter   Yayın çilesi. İp ve kiriş. * Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi. * Kasları hareket ettiren kalın sinir.
vetin   Kalb damarı. Şah damarı. Şiryan-ı ekber. * Bel kemiği iliği.
vetire   (C.: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol. * Tarz, üslub. * Burnun iki deliğini ayıran zar.
vetr   Tek, yalnız. Bir. (Bak: Vitr) * Arefe günü.
veyh   Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır. ◊ Heyhât!
veyl   Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran. * Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir. * Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir. More…
veyle   Küstahlık, rezillik.
veyn   Kara üzüm.
veysel karanî   (Bak: Üveys-el Karanî)
vez'   (C: Evzâ) Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. * Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek. * Topluluk, cemaat. ◊ Hulku katı olan. Sert mizaçlı kimse.
veza   Tıknaz, topaç, bodur kimse.
vezan   f. 'Olmak' yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve 'esen, esici' anlamlarına gelir.
vezanet   Fikir ve görüş isabeti. * Ölçülü olma.
vezanî   f. Esinti zamanı.
vezaret   (Vizaret) Vezirlik. Başvekillik.
vezb   Su gibi akma.
vezega   Bir cins büyük keler.
vezen   Yürürken sallanmak.
vezer   Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar. * Galib olmak.
vezf   Evmek, acele etmek.
veziden   f. Yel esmek. * Atılmak, sıçramak.
vezif   Evmek, acele etmek.
vezile   (C.: Vezâil) Cilâlı, parlak para. * Parlak madeni ayna.
vezim   Sebzevat demeti. * Kurumuş ot.
vezime   Hediye.
vezin   Hamur yapılmış ebucehil karpuzu. * Asil. * Sabit.
vezir   'Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile More…
veziz   Ördek.
vezk   Çirkin yürüyüşlü olmak.
vezme   Kış sonu. * Bir kere yemek.
vezn   (Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama. * Tartacak şey. Tartı. * Ağırlık.
vezne   Tartı. Terazi. * Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da More…
veznedâr   f. Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur.
veznî   Vezinle ilgili, vezne ait. * Tartılan şey.
vezniyyât   Tartılan şeyler.
vezr   Nurlu etmek, ışıklandırmak. * Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.
vezvaz   Hafif, zarif kimse.
vezveze   Sür'atle sıçramak.
vezye   Ayıp. * Soğuk.
vezzan   (Vezn. den) Tartan, vezneden. * Kantarcı.
viâ'   (C.: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf.
viâiyyet   Kap halinde olma.
viata   (C: Viât) Sarı gül.
vica'   Hayvanı burma, iğdiş etme. ◊ Ağrılar, sızılar.
vicah   (Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek.
vicahen   Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
vicahî   (Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.
vicar   (C.: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
vicd   Zenginlik. Gına.
vicdan   İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * More…
vicdan hürriyeti   (Bak: Hürriyet-i vicdan)
vicdan-suz   f. Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici.
vicdanen   Vicdanca, iyilik hissine göre.
vicdanî   (Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili. * Kendinden geçip dalmakla ilgili.
vidad   Dostluk. Sevmek. Muhabbet. * Dost ve muhib. * Her şeye muhabbeti olan.
vidd   Muhabbet, dostluk, sevgi.
vifadet   Elçilik.
vifak   Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. * Barış. * Uygunluk.
vihad   (Vehd. C.) Derin vâdiler. Uçurumlar.
viham   (Vahim. C.) Vahim olan şeyler.
vika (veka)   Kendi ile bir şey saklanan nesne.
vika'   Cinsî münasebet. * Savaş, harp.
vikâ'   (C: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.
vikaf   Tevakkuf etmek, vâkıf olmak, durmak.
vikâf   Eşek semeri ve palanı.
vikahat   (Bak: Vakahat)
vikal (vekâl)   Devamlı diğer davarların ardına kalan davar.
vikaye   Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. * Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
vikr   (C.: Evkar) Ağır yük. * Çok su taşıyan bulut. ◊ (C.: Evkar) Ağır yük.
viky   Hıfzetmek, korumak.
vila'   Birbirinin ardı sıra gelmek. * Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak. * Ahbablık, yakınlık, dostluk. (Bak: Velâ)
vilad   Doğurmak.
viladet   Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak. (Veladet galattır)
vilakâr   f. Ahbab, dost.
vilaperver   f. Dost, muhib.
vilayat   (Vilayet. C.) Vilayetler.
vilayet   Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet.
vildan   (Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler.
vilde   (Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar.
vile   f. Yüksek ses.
vin   f. Siyah üzüm. * Boya, renk.
virad   Yol. * (Verd. C.) Güller.
virak   (Varak. C.) Yapraklar.
viran   f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı.
virane   f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı.
viranî   f. Viranlık, haraplık.
virase   Mirasyedilik.
virat   Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak. ◊ (Verta. C.) Vartalar, uçurumlar, çukurlar. * More…
vird   Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz. ◊ f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih More…
virk (verk)   (C.: Evrâk) Uyluk üstü.
visab   Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama.
visad(e)   Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte.
visâdenişin   f. Yastığa yaslanıp oturan.
vişah   (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.
visak   Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman.
visal   (Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. More…
visam   (Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar.
vişam   (Veşm. C.) Dövmeler.
visata   Kavim arasında şerefli ve aziz olmak.
visaye   Vasiyet etmek.
vişaye   Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık.
visl   (C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ.
visme   Bir boya otu. * Çivit yaprağı.
vişn-ab   f. Vişne şerbeti, vişne şurubu.
visr   Hüccet, delil. * Kadı sicili. * Ahd, söz, yemin.
vita'   Razı olma, rıza gösterme, uygun görme.
vitae   Ayak basmak.
vitam   Çulhaların beze sürdükleri nesne.
vitamin   Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır.
vitas   Kazmak. * Kırmak.
vitr   Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr)
vizam   Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)
vizare   Yardım etmek. * Kuvvet vermek.
vizite   ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.
vizr   Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek.
vokal   İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.
volkan   Fr. Yanardağ.
voyvoda   Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan More…
vu'az   (Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler.
vücub   Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak.
vücubî   Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet.
vücud   Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.
vücudî   Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı.
vücuh   (Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri.
vücum   Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma.
vücür   (Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler.
vüffed   (Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler.
vufud   Gelme, geliş.
vüfud   Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler.
vufur   Bolluk, çokluk, kesret.
vüfur   Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma.
vühub   Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan.
vuhufet   Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.
vuhul   (Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar.
vuhuş   (Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
vükelâ   (Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
vükne   Kuş yuvası.
vuku'   Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.
vukuat   (Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler.
vükub   Yavaş yürüme.
vukud   Ateş alıp yanma. Tutuşma.
vukuf   Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.
vukufdâr   f. Haberi olan. Bilgili.
vukuka   Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması.
vükul   Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.
vükun   (Vekn. C.) Kuş yuvaları.
vükur   (Vekr. C.) Kuş yuvaları.
vülât   (Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler.
vüleyd   (Veled. den) Küçük çocuk.
vülu'   Bir şeye aşırı derece düşkünlük.
vüluc   Girme, sokulma, duhul etme.
vülug   Köpeğin su içmesi.
vüreyd   Çok küçük damar.
vürka   Siyahı galip olan bozluk.
vüru'   Korkaklık.
vürud   Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları.
vüruk   Yan yatma.
vüruş   Yemek yemek. * Ziyafet vermek.
vüs' (vüs'at)   Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.
vusafa   (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
vüsema   (Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar.
vuska   (Bak: Vüska)
vüska   Çok kuvvetli ve sağlam olan.
vusla   Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey.
vuslat   Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.
vusta   (Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak.
vusu'   Kudret, tâkat, güç, kuvvet.
vusub   Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak.
vüsub   (Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma.
vüsüd   (Visâde. C.) Yastıklar.
vusuk   (Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar.
vüsuk   Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık. ◊ Bağlar, râbıtalar. * Anlaşma ve sözleşmeler.
vusul   Ulaşma, erişme, varma, yetişme.
vüşul   Mal azlığı. * Zayıflık.
vuu'   Tilki.
vuud   Vaidler. Vâdeler.
vuul   şerefliler. * Kuvvetliler.
vuz'   Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması.
vüzera   (Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir)
vuzu'   Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme. ◊ Abdest alma. Abdest suyu. Abdest.
vüzub   Lüzumluluk, icab etme, gereklilik. ◊ Su gibi akma.
vuzuh   Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık.
vüzur   Tuzak. * Süprüntü sepeti.
ya   'Hey, ey! mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; More…
ya eyyühel hoto   Ey vahşi, kaba dağ adamı!
ya leyte   Keşke, ne olurdu.
ya'bub   Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at. ◊ Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at.
ya'fur   (C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı.
ya'lul   (C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve.
ya'mele   İşe dayanıklı cins dişi deve.
ya'mur   (C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu. ◊ (C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu.
ya'ni   (Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki.
ya'sub   Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş.
ya'zid   Acı marul.
yab   f. 'Yaften: Bulmak' mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab - Şifa bulan, iyileşen.
yaban   f. Çöl, sahra.
yabani   Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.
yabende   f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif.
yabis   Kuru.
yabnak   f. Bulan, bulucu.
yâd   f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık.
yad-bud   f. Armağan, yâdigâr.
yadbüd   f. Hâfıza kuvveti.
yaddar   f. Hatırda tutan, unutmayan.
yaddaşt   f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra.
yade   f. Hâtıra.
yadigâr   Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan.
yadkerd   f. Hazırlama.
yafe   f. Saçma ve mânasız söz.
yafes   Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.
yafte   f. 'Bulunmuş, bulmuş, bulunan' mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte - f. Şeref bulmuş.
yafuf   Turaç kuşunun yavrusu.
yafuh   Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.
yağfirullah   Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).
yağma   f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu.
yağmager   (C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba.
yağmagerî   f. Çapulculuk, yağmacılık.
yah   f. Buz.
yah-aver   f. Buzlu şerbet, buzlu su.
yahamim   (Yahmum. C.) Kara dumanlar.
yahbeste   Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.
yahçe   f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri.
yahmum   (C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne.
yahmur   Yaban eşeği.
yahni   f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey.
yahpare   f. Buz parçası.
yahte   f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp.
yahtemil   İhtimal.
yahud   f. İsterseniz, veyâ. İyisi.
yahyah   Beri gel demektir.
yais   (Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus.
yakaza   (Bak: Yakza)
yakazan   Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak.
yakik   Katı nesne.
yakîn   Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.
yakînen   Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette.
yakînî   Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair.
yakîniyyât   Yakînî bir surette bilinenler.
yakitî (yakutî)   Kırmızı üzüm.
yakiz   (C.: Eykâz) Uyanık.
yaktîn   Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.
yakut   Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.
yakza   Uyanıklık. Dikkatte olma.
yakzân   Uyanık.
yakzaten   Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette.
yâl   f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan.
yâl ü bâl   Boybos düzgünlüğü.
yalak   Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.
yalan   (Bak: Kizb)
yaldiz   t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey.
yale   f. Sığır boynuzu.
yalmend   f. Aile reisi. Aile başkanı.
yalvane   f. Kırlangıç kuşu.
yam   f. Posta beygiri.
yamak   Yardımcı, yardak, muavin.
yamur   Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği.
yan   f. Hastanın sayıklaması.
yanesun   Anason otu.
yani'   Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin.
yankesici   Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.
yâr   f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili.
yara   f. Güç, kuvvet, kudret, takat.
yârân   f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer.
yarane   f. Dostça.
yâre   f. Bilezik. ◊ Yara.
yarek   f. Dölyatağı. Meşime.
yârî   f. Yardım. * Dostluk.
yari ümmi   Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden.
yarmend   f. Dost, muin, yardımcı.
yarres   f. İmdada yetişen.
yasemin   f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç.
yasib   Yeşim taşı.
yasif   Yeşim taşı.
yasin   Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim More…
yasin suresi   Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir.
yasir   Sol tarafa giden.
yâve   f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan.
yâve-gû   (C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan.
yâver   f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
yâverân   (Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar.
yâverî   f. Yâverlik, yardımcılık.
yavuz   şiddetli yanan. * A'lâ, fevkalâde. * Pek sert.
yazdeh   f. Onbir.
yazdehüm   f. Onbirinci.
ye'cüc ve me'cüc   Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.
ye's   Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.
ye's-aver   f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden. ◊ f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden.
yeakib   (Ya'kub. C.) Erkek keklikler.
yealil   (Ya'lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer.
yeasib   (Ya'sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri.
yebab   f. Yıkık, bozuk, harap, virâne.
yeban   f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer.
yebani   f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani)
yebes   Sonradan kuruyan yaş mevzi.
yebrem   Gelberi ismiyle bilinen bir cins demir kürek.
yebs   Islak şeyin kuruması.
yebuset   Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik.
yed   El. * Mc: Kuvvet, kudret, güç. * Yardım. * Vasıta. * Mülk.
yedan   Eller. İki el.
yedeyn   İki el.
yediyy   El ile dokunmuş.
yedullah   Cenab-ı Hakk'ın kudreti, yardımı.
yefa'   Yüksek yer.
yefen   Bunak adam.
yeftenc   Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan.
yegân   f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker.
yegân yegân   f. Ayrı ayrı. Birer birer.
yegâne   Tek, bir.
yegâne-gî   f. Teklik, yegâne ve tek oluş.
yegden   f. Birden, birdenbire.
yegus   Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine ait bir put.
yehhir   Katı ve sert taş. * Serap.
yehma   Sahra, çöl.
yehmum   Kömür gibi simsiyah olan şey. * Zifir ve kara duman. * Cehennem ahalisini ihata eden perde.
yehmur   Çok sözlü, çok konuşan adam. * Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi. * Yeri götüren balık.
yehr   İnat etmek.
yehud   Yakub (A.S.) ın büyük oğlunun adıdır. (Bak: Ya'kub)
yeis   (Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet)
yek   f. Bir, münferid. * Bir oluş, birlik.
yek-âvâz   f. Tek sesli, bir sesli. * Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. * Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume.
yek-dü-se   f. Bir-iki-üç. ◊ f. Bir-iki-üç.
yekâyek   f. Birer birer. Tek tek. * Ansızın.
yekbar   (Yekbâre) f. Bir defa, bir kere. Bir defada.
yekçeşm   Tek gözlü. * Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. 'Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden' meâlinde mecazen söylenilmiştir. * Güneş. More…
yekcins   f. Aynı cinsten.
yekdane   f. Eşi, benzeri olmayan. Tek.
yekdem   f. Bir nefes, çok az, çok kısa.
yekdest   f. Bir elli, tek elli. * Bir çeşit, bir cins. * Eskiden yapılmış bir çeşit rende.
yekdiğer   Bir başkası.
yeke   f. Yalnız, bir, tek.
yeknesak   Devamlı aynı halde olan. Biteviye. Değişmez bir hal.
yekpa   f. Tek ayaklı. Topal.
yekpare   Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.
yekreh   f. Riyasız, doğru.
yekrişte   f. Uygun, muvafık, yaraşır. * Şefkatli.
yekru(y)   f. İki yüzlülük yapmayan, riyasız. * Hâlis ve itimad edilir dost.
yekruz   f. Bir günlük. Geçici, muvakkat.
yeksal   f. Bir yıllık. Bir yaşında.
yeksan   Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman.
yekşebe   f. Bir gecelik.
yekser   f. Baştan başa. * Ansızın. * Yalnız başına.
yeksüvare   (C.: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen. * Mc: Arkadaşı olmayan kimse.
yekta   Tek, yalnız, eşsiz. * Bir kat.
yektene   f. Tenha, yalnız başına.
yekûn   'Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır)'
yekvücud   Tek kişi gibi. Hep birden.
yekzeban   Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik. * Aynı dili konuşan. Bir dilde.
yel   (C.: Yelân) Pehlivan. şampiyon.
yelan   (Yel. C.) f. şampiyonlar, pehlivanlar.
yelda   f. Uzun.
yele   f. Kuvvetle saldıran. * Otlağa salınmış hayvan sürüsü. * Koşan, koşucu, seğirten. * Bazı hayvanların ensesindeki kıllar.
yeleb   Beyaz deve. * Polat demir. * Toplamak, cem'etmek. * Deriden yapılmış cübbe, zırh ve gömlek. * Kalkan.
yelek(a)   Her nesnenin beyazı. * Beyaz keçi.
yelel   Üst dişlerin kısa olması.
yelem   Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.
yelemlem   Deri. * Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.)
yelended   Etli, semiz kimse.
yelma'   Yalancı. * Serap.
yelmek   (C.: Yelâmık) Kalın kaftan.
yelpez   Yelpaze. * Serinletmek için el ile havalandırma âleti.
yeltenmek   t. Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak.
yemame   Ehlî güvercin.
yemen   Arap diyarında bir vilayet ismi.
yemhur   Uzun boylu adam. * İt sineği.
yemin   Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ More…
yemm   Deniz, bahir, derya, umman. * Güvercin kuşu.
yen'   Yemişin olgunlaşması.
yenabi'   (Yenbu'. C.) Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler. * Kedi yavruları.
yenarik   Yassı bilezik.
yenbagi   Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir.
yenbu'   (C.: Yenâbi) Pınar, kaynak. * Kedi yavrusu.
yenbub   Dikenli bir ağaç.
yengeç   t. Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan.
yenhub   Korkak.
yenme   (C.: Yünem) Bir nevi ot.
yera   (Yerâa. C.) Yontulmamış kamış kalemler. Kamışlar. * Ateşböcekleri.
yera'   Sığır buzağısı.
yeraa   (C.: Yerâ) Kamış düdük. * Yontulmamış kalem.
yerabi'   (Yerbu'. C.) Tarla fareleri.
yerbu'   (C.: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.
yerekan   Sarılık hastalığı. * Ekin âfetlerinden bir âfet.
yerer   Katı ve sert nesne.
yerhum   Erkek kartal.
yerku'   Şiddetli açlık.
yerma'   (C.: Yerâmi) Alçı taşı.
yerun   Ağu, zehir. * Aygır suyu.
yesag   f. Kanun, nizam. * Yasak.
yesar   Sol, sol el. * Varlık, zenginlik. * Gençlik. * Bolluk. * Kolaylık.
yesaret   Zenginlik. * Kolaylık.
yesarî   Sola ait. Sol ile alâkalı.
yesbehun   Yüzerler. (manasında)
yeser   Kolaylık, sühulet. * Birinin sağ tarafından gelme. * Yün, ip gibi şeyleri bükme.
yesir   Az şey, az, kalil. * Kumarbaz. * Kolay.
yeşk   f. Köpek dişi adı verilen sivri diş.
yesr   Öldürmek.
yesrib   Medine-i Münevvere'nin müslümanlıktan evvelki ismi. (Bak: Medine)
yessir   Kolaylaştır (meâlinde duâ).
yesteur   Medine yakınında bir yer. * Deve sağrısına yapılan palas. * Belâ. * Bâtıl. * Misvak ağacı.
yesur   Kumarbaz.
yetama   (Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
yetem   (Bak: Yütm)
yetim   Babası ölmüş olan çocuk. * Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)
yetim-hâne   f. Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer.
yetime   Yetim kız. * Eşsiz.
yetn   Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.
yetu'   Sütleğen otu.
yeuk   Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin putlarından bir putun ismi.
yeus   (Ye's. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me'yus.
yevm   Gün. Yirmidört saatlik zaman. * Sene. * Asır. Devir. * Devre.
yevmen fe yevmen   Günden güne, gittikçe.
yevmî   Günlük. Güne ait.
yevmiye   Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret. * Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.
yez   f. Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit.
yezdan   f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce): Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud.
yezdanî   İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik.
yezek   f. Bekçi, gece bekçisi.
yezid   (Hic: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.
yoga   Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.
yogi   Hindistan'da çilecilere (yogalara) verilen isim.
yordam   t. Edâ. * Alâyiş, tantana, debdebe. * Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk.
yorum   Uydurma bir kelimedir. (Bak: Tefsir)
yorumlamak   (Bak: Tefsir etmek)
yübs   Kuruluk.
yübuset   Kuruluk.
yuce   f. Damla, katre.
yüdi   (Yed. C.) Eller.
yûdlûn   Tarhun otu.
yug   f. Boyunduruk.
yuh   (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir. * Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna 'yuha çekmek' denir.
yuhanna   Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr. Jan) denir.
yümkin   Olabilir, mümkün olur.
yümn   (Yümün) Kuvvetli, uğur, bereket.
yümna   Sağ taraf, sağ el.
yümne   Yemen alacalarından bir alaca kumaş.
yümnî   Uğura, berekete ait. Uğurlu.
yümum   (Yemm. C.) Denizler.
yürna   Kına.
yüscan   Yeşil taylasanlar.
yüsr (yüsür)   Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah.
yüsra   Sol taraf. Sol el. (Eyser'in müennes)
yüsret   Kolaylık, sühulet. Rahat.
yüsrug   Ot arasında olan kırmızı bir böcek.
yüsur   Ekşi yüzlü olmak.
yüsür   Kolaylık, sühulet, yüsr.
yütm   (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir)
yüus   (Ye's. C.) Yeisler, ümitsizlikler, kederler.
yuz   f. Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars.
yuze   f. El açan, dilenci.
za   (-Zây) f. ' Doğuran' anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ - Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. ◊ Zı harfinin bir adı. 
za'ar   Zâlim kimse ki herkes ondan korkar.
za'b   Def'etmek, kovmak. * Doldurmak. ◊ Avaz, ses, savt. * Bacanak.
za'bel   (C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.
za'bub   Kısa boylu fena adam.
za'c   Koparmak.
za'f   Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık. ◊ Derhal, hemen öldürmek.
za'feran   (C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.
za'fî   Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair.
za'fiyyet   Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük.
za'k   Çağırmak, bağırmak.
za'm   Kelâm, söz.
za'n   Göçmek.
za'r   Bedende kılın az olması. ◊ Meyletmek, eğilmek.
za't   Boğmak. Boğazlamak.
za'za'   Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel.
za'zaa   Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak. ◊ şiddetle hareket ettirmek, sarsmak.
zaaf   (Bak: Za'f)
zaal   Şâdlık, neşeli oluş, neşat.
zaan (ziân)   Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.
zaar   şiddetli korku.
zaarre   Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.
zaazi'   (Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar.
zab   (Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi.
zab'   Sırtlan.
zabab   Rutubetli duman. Sis.
zabazib   Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.
zabb   Kertenkele, keler.
zâbih   (Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen.
zabil   Kısa boylu.
zâbit   (C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse.
zabit   Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce More…
zâbita   Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun More…
zâbitân   (Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar.
zabt   Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak.
zabt u rabt   Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.
zabt-nâme   f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt.
zabtiyye   Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.
zabtiyye nâziri   Emniyet genel müdürü.
zabtiyye nezareti   Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi.
zabu'   (C.: Zıbâ) Sırtlan.
zaby   Geyik, karaca, gazâl denen hayvan.
zabyan   Ağaç.
zabzab   Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık.
zac   Kara boya.
zacc   Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek.
zacir(e)   Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.
zad   f. 'Doğma, doğmuş, evlâd' mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ: Mâder-zad - Anadan doğma. Nev-zad - Yeni doğmuş. ◊ Azık. Yolda yenecek veya içilecek
zade   f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) - Padişah evlâdı. ◊ (Ziyâdet. 
zadegân   f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı.
zadegî   f. Asillik, soy temizliği, zadelik.
zadellah   Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).
zaden   f. Doğmak, doğurmak.
zafair   (Zafire. C.) Örülmüş saçlar.
zafar   Yemen diyarında bir şehrin adı.
zafer   Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
zafer-yab   f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen.
zafere   Göze inen perde.
zafir   Zafer bulan. Zafere erişen. ◊ Galib gelmiş olan.
zafire   Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile. ◊ Kapı perdesi.
zafr   (Bak: Zufr)
zafre   Çukur yer.
zag   (C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz.
zag-beçe   f. Karga yavrusu. Yavru karga.
zagafe   (C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne.
zagain   (Zagine. C.) Kinler, nefretler.
zagak   Kızılcık yemişinin çekirdeği.
zagan   f. Çaylak.
zagar   Av köpeği.
zagine   (C.: Zagain) Kin, nefret.
zagt   Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.
zagzag   Zayıf nesne.
zagzaga   Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek.
zaha   Çirkin kokulu, pis kokulu.
zahair   (Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
zahar   Arka ağrısı.
zahara   Ev eşyası.
zahf   (C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.
zahh   Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek.
zahib   (Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan.
zahid(e)   (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.
zahidâne   f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi.
zahif   Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen. ◊ Kibirli, mağrur.
zahife   (C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.
zahih   Ateş közünün parlaması.
zahik   Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne.
zahil   Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan. ◊ (Zühul. den) İhmal eden. Unutan. ◊ Zakkum ağacı.
zahir   (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette. ◊ More…
zâhir-perest   f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen.
zahire   Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi. ◊ (Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler. ◊ Anbarda saklanan yiyecek, hububat. More…
zâhiren   Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
zâhirî   (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir)
zâhiriyyat   Dış görünüşler.
zâhiriyyun   Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.
zâhit   (Bak: Zâhid)
zahk   Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.
zahl   Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak.
zahm   Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik. ◊ Yara, ceriha. ◊ İri.
zahmdar   f. Yaralı, mecruh.
zahme   f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı.
zahmet   Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç.
zahmhurde   f. Mecruh, yaralı.
zahmin   f. Yaralı, mecruh.
zahmkâr   f. Yaralayıcı, yara açan.
zahmnak   f. Yaralı, zahmzede, mecruh.
zahmres   f. Yara açan, yaralayıcı.
zahmzede   f. Yaralı. Mecruh.
zahr   (C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber.
zahrî   (Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.
zahzah   Uzak, baid.
zahzaha   İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma.
zai'   Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey.
zaib   Eriyici, eriyen.
zaid   Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. *Mat.: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid)
zaif   (Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel. ◊ Kalp, eksik akçe.
zaik   Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen.
zaika   (Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.
zail   (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
zailat   (Zâil. C.) Zâil olan şeyler.
zaim   (Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider.
zaine   (C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.
zair(e)   Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci.
zait   (Bak: Zâid)
zak   f. Dölyatağı, meşime. Rahim. ◊ Pak, arı, temiz.
zak-dan   f. Döl yatağı, rahim.
zaki   (Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi. ◊ Güzel kokulu, keskin kokulu.
zakine   (C.: Zevâkın) Enek çukuru.
zâkir   Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.
zâkire   Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.
zâkirûn (zâkirîn)   Zikredenler.
zakkum   Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.
zakm   Yemek, ekl.
zakn   Yükletmek.
zakna'   Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri.
zakt   Cima etmek.
zakv   Çağırıp bağırmak.
zakzak   Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi.
zakzaka   Çocukların oynayıp sıçramaları.
zal   İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı.  'Dal-i Mu'ceme ve 'Zel' de denir. 
zal'   Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.
zalal   Gölge eden. Gölge olan.
zalâm   Karanlık. Zulmet.
zalef   Kum ve taş olmayan sağlam yer.
zaleme   (Zâlim. C.) Zâlimler.
zalf   Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude.
zali'   (C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak hayvan. ◊ Geniş, bol, vâsi.
zalif   Çok hor, çok hakir kimse.
zalifen   Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek.
zalik   Giden, gidici.
zalik(e)   Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece.
zalil   Gölgeli.
zalim   (C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.
zâlim(e)   Zulmeden, haksızlık eden.
zâlimâne   f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce.
zâlimîn   (Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
zâlimûn   (Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler.
zallam   (Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim.
zalm   Kar. * Diş beyazlığı.
zalma   (C.: Zulem) Karanlık.
zalûm   Çok zulmeden. Çok zâlim.
zam   (Bak: Zamm) ◊ Ayıp.
zama   Diş etinin kanının az olması.
zama'   Susuzluk.
zamaim   (Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar.
zamair   (Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler.
zaman   Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti. ◊ (Bak: Zeman)
zamanet   Kötürümlük.
zamih   Somak ağacı. ('Tadım' da denir)
zamile   (C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük.
zamime   Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme.
zamin   Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan. ◊ Tazmin eden. Kefil olan. ◊ Hasta ve kötürüm kimse.
zamir   'Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk.:Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan. Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve More…
zamm   Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.
zamme   Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.
zammetân (zammeteyn)   İki zamme.
zampara   (Aslı 'zenpare'dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek.
zamya   Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.
zamyan   Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)
zamzam   (C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse.
zan   (Bak: Zann) ◊ Ayıp.
zanbur   (Bak: Zünbur)
zangoç   (Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse.
zani(ye)   Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan.
zanin   Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse. ◊ Cimri, bahil ve hasis olan.
zaniye   (Bak: Zani)
zank   Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı.
zankâ'   (Bak: Dankâ')
zânn   Zanneden. Sanan. Zannedici.
zann   şüphe. Zannetmek, samak. Sezme.
zannî   Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.
zânû   f. Diz.
zânû-be-zânû   f. Diz dize.
zânû-be-zemin   f. Diz çökerek, dizini yere koyarak.
zânû-ber-zânû   f. Diz dize.
zânû-zen   f. Diz çökmüş.
zanûn   Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu.
zânûzede   f. Diz çökmüş.
zar   f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar - Lâle bahçesi. ◊ f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
zar zar   f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya.
zar'   (C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi.
zaraat   (Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme.
zarafet   Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
zarafet-perver   f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven.
zaragim   (Zırgam. C.) Arslanlar.
zaraif   Zârif, ince, hoş şeyler.
zarar   Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.
zarar-dide   f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan.
zarar-i beyyin   f. Meydanda ve âşikâr olan zarar.
zarb   (Bak: Darb)
zarf   Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına 'yer, zaman, mâhiyyet' (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden More…
zarfiyyet   Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.
zari   f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık.
zarî   Kanı durmayan damar.
zari'   (Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi. ◊ Hurma ağacının dikeni.
zarib   (C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe.
zarif(e)   Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
zarifane   f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette.
zarife   Fazla ve lüzumsuz söz.
zarih   (Darih) Mezar, kabir. Türbe.
zarir   (C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.
zaris   Taşla yapılmış kuyu.
zariyat   Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv)
zariyat suresi   Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir.
zârr   Zarar veren, zararlı.
zarr   Soğuktan dolayı suyun donması. ◊ Zarar.
zarrâ'   (Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı.
zarurat   (Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar.
zaruret   Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk.
zarurî   (Bak: Zaruriyye)
zaruriyyat   (Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler.
zaruriyye   (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
zât   Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
zâten   Esâsen, aslında, asıl olarak.
zâtî   (Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.
zâtiyyat   şahsiyetler. Zâta mahsus işler.
zâtülbeyn   (Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık.
zâtülcenb   (Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi.
zaun   Yük devesi.
zav'   Aydınlık. Işık.
zavabit   (Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller.
zavahir   (Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
zavarib   Nabız damarları.
zaviye   Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. *Mat.: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi More…
zaviyetân (zaviyeteyn)   İki zaviye. İki açı.
zay'a   (C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa.
zay'at   Kaybolma, kaybetme.
zaya'   Elden çıkma, yok olma.
zayan   Yasemin çiçeği.
zayf   Misafir. Gelip geçen.
zayh   Çok sulu süt. ◊ İncir ağacı.
zayi'   (Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
zayiât   Zarar ve ziyanlar. Yitikler.
zayig   Mail, eğik, eğilmiş.
zayiga   Meyledici, eğilen.
zayil   Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)
zayr   Mazarrat, ziyan.
zayven   (C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam.
ze   Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.
ze'a'   Bölükler, fırkalar.
ze'b   Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak.
ze'c   şiddetle emme, yutma. * Doldurmak.
ze'm   Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm. ◊ Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak.
ze'me   Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet.
ze'r   Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek.
ze'r (zeir)   Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.
ze're   Meşelik.
ze't   Boğmak.
ze'v   Sürmek ve sulamak.
ze've   (C: Ze'vât) Zayıf koyun.
ze'zee   Cem'etmek, toplamak.
zeal   İnkârdan sonra ikrâr etmek.
zeam   Tamâ, hırs.
zeamet   Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.
zebab   Karasinek. (Bak: Zübab)
zeban   f. Dil, lisan, lügat, lehçe.
zeban-âver   f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren.
zeban-diraz   f. Dil uzatan, atıp tutan.
zebane   f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev.
zebanekeş   f. Alevlenen, alevli.
zebaneş   Onun dili.
zebani   Cehennem'de vazife gören melek.
zebaniyân   f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler.
zebaniye   Azap melekleri.
zebanzed   f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz.
zebayih   (Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar.
zebb   Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı. ◊ Üzüm kurutmak.
zebeb   Kaşın kıllı ve yoğun olması.
zebed   (C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl.
zeber   f. Üst.
zeberced   Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.
zeberdec   Zeberced taşı.
zeberdest   f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir.
zeberdestî   f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet.
zeberin   f. Üstteki.
zebg   Yaramaz huy, kötü alışkanlık.
zebh   Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da 'zebiha' denir.)
zebib   Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.
zebih   Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.
zebiha   Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh)
zebiheyn   İki kurban.
zebil   Fışkı, gübre. * Pislik.
zebir   Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup.
zebk   Yolmak.
zebl   İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.
zebn   Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması.
zebr   Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek.
zebrec   Ziyne, süs.
zebtel   Kısa boylu.
zebun   f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan.
zebunî   f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik.
zebur   Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı.
zebzeb   (C.: Zebâzib) Adam zekeri. ◊ Uzun gemi.
zebzebe   Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak.
zeca   (Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek.
zeca'   Hüküm geçmek. * Kolaylık.
zecc   Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi.
zecca'   Adımı birbirinden uzak olan.
zeccac   Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan.
zecec   Kaşın uzun ve ince olması.
zecel   Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak.
zecl   Atma.
zecme   Kelime.
zecr   Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme.
zecre   Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak.
zecren   Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek.
zecrî   Cebren, zorlayıcı olarak.
zed   Vurucu, vuran mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed - Kulağa çalınan. Zeban-zed - Yayılmış söz. ◊ f. Vurma, dövme.
zede   (Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, 'vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş' manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede - Musibete uğramış.
zedegân   (-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
zedergâh   (Bak: Zidergâh)
zeelan   Yab yab yürümek.
zefer   Ağaca vurulan payanda, destek. ◊ Kötü koku.
zeferat   Soluk almalar.
zeff   Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.
zefif   Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek.
zefir   Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ.
zefirr   Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve.
zefn   Raksetmek, dansetmek.
zefr   Yükseltmek. * Yük getirmek.
zefur   Kir, pas, vesah.
zefzefe   Titreme, sarsılma.
zegab   Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.
zegan   f. Çaylak.
zeh-dan   f. Döl yatağı, rahim.
zehab   Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan.
zehadet   Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.
zehair   (Bak: Zahair)
zeharif   (Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler.
zehder   Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı.
zeheb   Altın.
zehebî   Altına ait. Altından yapılma.
zehem   Yağlı ve kirli olmak.
zehen   (C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet.
zeher   (C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek.
zehf   Yeynilik, hafiflik.
zehi   (Bak: Zihi)
zehib   Altın sürülmüş, yaldızlı.
zehid   Az, kalil.
zehim   (C.: Zühüm) Yağlı ve kirli.
zehk   Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu. ◊ Yorulmak.
zehl   Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma. ◊ (Bak: Zahl)
zehlul   İyi at.
zehna'   Düzgün. * Süs, ziynet.
zehr   (Zehir) f. Zehir, ağu, semm.
zehr(e)   Çiçek. şükufe.
zehr-ab   f. Acı su.
zehr-abe   f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık.
zehr-alud   f. Zehirli. Zehir karışmış.
zehr-amiz   f. Acı, zehirli.
zehr-bar   f. Pek acı, zehir saçan.
zehr-efşan   f. Zehir saçan.
zehr-hand   f. Acı acı gülme.
zehr-nak   f. Zehirli, ağulu.
zehra   (Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.
zehravan   (Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.
zehre   (C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet. ◊ f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra.
zehreçâk   f. Çok korkmuş, ödü patlamış.
zehredâr   (C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli.
zehrin   f. Pek acı, zehir gibi.
zehuk   (Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan.
zehv   Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu.
zehzehe   Zehi zehi demek.
zeim   Ayıplanmış.
zeir   Öncü, çeri kimse. ◊ Aslan kükremesi.
zekâ   Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma. ◊ Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü.
zekâb   f. Yazı mürekkebi.
zekan   (C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ('Enek' de derler.)
zekâret   Erkeklik.
zekât   Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet.
zekâvet   Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
zeken   İlim, feraset.
zeker   (C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı.
zekevat   (Zekât. C.) Zekâtlar.
zeki(ye)   Hâlis. Temiz. Hali temiz olan. ◊ Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
zekik   Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.
zekir   Unutmayan. Hâfızası kuvvetli.
zekiyy   Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan.
zekk   Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması.
zekun   Sivri ve sarkık enekli.
zekuret   Erkeklik.
zekve   Tamamlamak. Kesmek.
zekzeke   Çirkin ve yaramaz huylu olmak.
zela'   'Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.'
zelahlah   (C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak.
zelak   (Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması. ◊ Sülük.
zelaka   (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan  harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir.
zelalet   Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.
zelazil   Zelzeleler. Yer sarsıntıları. ◊ (Zilzil. C.) Uzun etekler.
zelec   Kaymak yer.
zelef   Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine 'ezlef' derler) (Müe: Zülefâ)
zelefe   (C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer.
zelel   Eksiklik.
zeleme   Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)
zelh   Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer.
zelic   (Ayak) kaymak.
zelif   Adımını atmak.
zelik   Düşük oğlan, sakat çocuk.
zelil   Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. ◊ Sürçüp düşen. * Yanılan.
zelilâne   f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde.
zelilî   Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.
zelk(a)   Sürçme, kayma.
zell   Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma.
zellat   (Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar.
zelle(t)   Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
zeluh   Kaypak yer.
zelul   Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.
zelulî   Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.
zelzal   (Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal)
zelzele   Yer sarsıntısı. * Sarsma.
zelzil   Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.
zema'   Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan.
zemahşerî   (Hic: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. More…
zemaim   (Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.
zemam   (Bak: Zimam)
zeman   Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.
zemane   f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans.
zemane(t)   Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
zemanen   Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle.
zemanî   Zamanla ilgili, zamana ait.
zemaniyan   f. İnsanlar. Beşer.
zemar   Kamışa (ney'e) üfleyen.
zemare   Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.
zemca   Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.
zemcere   (C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.
zeme   (C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik.
zemec   Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak.
zemel   Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması.
zemen   Zaman, vakit.
zemer   İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse.
zemeyan   Acele.
zemha   Yaramaz huylu, bahil kimse.
zemhare   (C: Zemâhir) Ok.
zemheri(r)   Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.
zemil   Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam. ◊ Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit.
zemim   Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt.
zemime   Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
zemin   f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu. ◊ Kötürüm kimse.
zemin ü zaman   Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet.
zemin-dâr   (C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli.
zemin-kub   f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar.
zemir   Bahadır, kahraman, yiğit.
zemistan   f. Kış. Kış mevsimi.
zemistanî   f. Kışlık. Kış mevsimine ait.
zemk   Sakal yolmak. (Yolunan sakala 'zemika' veya 'mezmuka' derler.)
zemka   Kuşun kuyruğunun bittiği yer.
zeml   Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş.
zemm   Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
zemmâm   Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.
zemmar   Düdük çalan.
zemn   Kötürüm olmak.
zemr   Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak. ◊ Düdük çalmak.
zemu' (zemi')   Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.
zemzem   Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp More…
zemzeme   Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat.
zemzeme-dâr   f. Ahenkli.
zemzeme-pirâ   f. Şarkı söyleyen, terennüm eden.
zen   f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen: Söz atan, lâf atan. ◊ f. Kadın, nisa.
zen-dost   f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara.
zena'   Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi.
zenabi   Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük.
zenabil   (Zenbil. C.) Zenbiller.
zenabir   (Zünbur. C.) Eşek arıları.
zenadik   (Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.
zenadika   (Zındık. C.) Zındıklar.
zenah   (Zenâhdân) f. Çene.
zenan   f. 'Vurarak' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan - Söverek. ◊ Kadınlar.
zenane   f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi.
zenav   (Bak: Avzen)
zenb   Suç, günah, kabahat.
zenbak  Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı.
zenberek   (Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey.
zenberiyye   Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek.
zenbil   İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
zenbuc   Yabani zeytin.
zenburek   f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar.
zenc   Siyah, kara.
zencebil   Hoş kokulu bir baharat adı.
zencere   Parmakla fiske vurmak.
zenci   Siyah ırktan olan. Siyâhi.
zencir   f. Zincir.
zencir-bend   f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra More…
zend   (C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri.
zendeka   Kâfirlik, dinsizlik.
zeneb   Kuyruk.
zened   f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde).
zenek   f. Küçük kadın.
zenen   Burundan sümük akıp durmak.
zeng   Zenci. * Kir, pas. * Zil.
zengâr   Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.
zengel(e)   f. Çıngırak. * Çan.
zenh   Yemeğin kokup bozulması.
zenim   Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.
zenin   Sümük.
zenk   Bir taife adı.
zenka   Dar sokak.
zenme   Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
zenna'   Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın.
zenne   Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve More…
zennun   Sümüklü.
zenpare   f. Zampara. Zenperest.
zenperest   (C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse.
zentere   Darlık, şiddet.
zenub   Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki.
zenyan   Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi.
zer   Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile.
zer'   Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil. ◊ Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, More…
zer'î   (C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.
zer'iyyat   Ekim işleri.
zer-hirid   (Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle.
zer-keş   f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan.
zer-rişte   f. Altın tel. Sırma. * Sarı.
zer-şinas   f. Altın tanıyan, sarraf.
zer-tar   f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını.
zer-ver   f. Altın yaldızlı olan.
zera   Gölgelik, perdelik.
zera'   Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük. ◊ İplik eğirmekte elleri çabuk olan.
zeraa   Genişlik. * Hız, sür'at.
zerab   f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep.
zerabî   (Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak.
zeraf   f. Zürafa.
zerafe (zürâfa)   (C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.
zerafî   (Zerafe. C.) Zürafalar.
zerak   Gök renkli. Mavi.
zerare   Saçılan şey.
zerarî   (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
zerbe   Yüce avazlı, gür sesli olmak.
zerd   (Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak. ◊ f. Sarı. * Soluk, solgun.
zerd-âlû   'f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali.'
zerdab   (Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap.
zerde   f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı.
zerdec   Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.
zerdeme   Yutacak yer.
zerdfam   f. Sarı renkte. Sarı renkli.
zerdguş   f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak.
zerdî   f. Sarılık. Sarı renkte olma.
zerdost   f. Cimri, hasis, tamahkâr.
zerdüşt   Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam.
zere'   Başın önünde vâki olan beyazlık.
zereb   Keskin nesne. * Midenin bozulması. ◊ (C.: Zerâib) Koyun ağılı.
zerecun   (Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.
zered   Zırh.
zeref   (Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek.
zerendud   (Ze-endud) f. Altın yaldızlı.
zerger   (C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu.
zergerî   f. Kuyumculuk.
zergûn   f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli.
zerh   Yemeğe zehir katmak.
zeri'   Araya giren, şefaat edici. ◊ Çabuk ve kolay olan.
zeria   (C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve.
zerin   (Bak: Zerrin)
zerir   Yanmak. * Parlamak. ◊ Zeki, hafif kimse.
zerire   (C.: Ezirre) Göz otu. Tutya.
zerk   Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek. ◊ Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi.
zerk-âlûd   f. Riyalı, riya karışık.
zerk-füruş   f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî.
zerm   Kesilmek.
zerneb   Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et.
zernigâr   f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı.
zerr   Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak. ◊ Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak.
zerra'   Ekinci, çiftçi.
zerrad   Zırh ören.
zerrak   (Zerk. den) İki yüzlü.
zerrat   (Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
zerre   (C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
zerrevâri   f. Zerre gibi çok küçük.
zerrevî   Zerre ile alâkalı, zerreye âit.
zerrin   f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı
zerşek   Kadın tuzluğu. Pars anberi.
zeruf   Seri, hızlı, aceleci.
zerur   Göz otu.
zerv   Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek.
zeryac   Zerde aşı.
zerzere   Sığırcık kuşunun ötmesi.
zett   Ziynet, süs.
zeum   Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun.
zeur   Korkak kimse.
zev'   Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder.
zevabe   (C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması.
zevabi'   Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi)
zevacir   (Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler.
zevad   Azıklar, yiyecekler.
zevade   Ziyadelik, çokluk.
zevah   Gitmek.
zevahif   (Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.
zevahir   (Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve berrak olanlar. ◊ Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler. ◊ (Bak: Zavahir)
zevaib   (Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler.
zevaid   (Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler.
zevail   (Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar.
zeval   Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna More…
zevalî   Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı.
zevalnâpezir   f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen.
zevalpezir   f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren.
zevamil   (Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları.
zevani   (Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.
zevari'   Küçük tuluklar.
zevat   (Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
zevata   İki zat. * İki sahib. * Çift.
zevaya   (Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler.
zevb   Erime.
zevc   Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş.
zevcat   (Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
zevce   Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş.
zevceyn   Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
zevciyyet   Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş.
zevd   Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek. ◊ Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk.
zeveban   Erime.
zeveban etmek   Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.
zevel   Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle)
zever   Meyl, eğrilik.
zevf   Adımını birbirine yakın atmak.
zevg   Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.
zevh   Develeri dağıtıp toplamak. ◊ şiddetle yürümek.
zevi   (Zû. C.) Sahipler.
zevk   Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.
zevk-âlud   f. Zevkli, zevk karışık.
zevk-bahş   f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle.
zevk-cû   (C. Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan.
zevk-yâb   f. Lezzet alan, zevklenen.
zevkî   Zevkle alâkalı. Zevke âit.
zevkiyyat   Zevk ve eğlenceye dair hususlar.
zevl   (C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak.
zevlak   Taraf, cânib.
zevr   Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü. ◊ Göğüs altı.
zevra'   Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer.
zevrak   Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik.
zevrakçe   f. Ufak kayık. Ufak sandal.
zevraksüvâr   f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan.
zevre   Uzaklık. * Ziyaret etmek.
zevreka   (C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi.
zevt   Boğmak.
zevv   Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar.
zevvak   Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan.
zevy   (Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak. ◊ Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak.
zevzat   Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak.
zevzek   t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa.
zey'   (Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma. ◊ Güzelce pişip erimek.
zeyb   (Bak: Zîb)
zeybek   Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.
zeyd   Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)
zeyd (ziyâd)   Men'etmek, reddedip gidermek.
zeyek   İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.
zeyf   (C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.
zeyg   Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma.
zeyh   (Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak. ◊ Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak.
zeyhan   Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak.
zeyl   Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek. ◊ Ayırma. Tefrik.
zeylen   Ek olarak. İlâve ederek.
zeyliyât   İlâve ve ek olarak yazılan şeyler.
zeyn   Zinet, süs. Süslemek.
zeyneb   Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice)
zeyr   Eksilmek.
zeyt   Zeytinyağı. Yağ.
zeytun   Zeytin.
zeytunî   Zeytin renginde olan.
zeyy   Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek. ◊ (Bak: Ziyy)
zeyyal   Kuyruklu. * Uzun etekli.
zeyyat   Zeytin ağacı.
zî   Arapçada kelimenin yerine göre 'Zâ, Zû, Zî' şeklinde okunan, 'sâhib' mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır.
zi   f. Türkçedeki 'den, dan' mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır - Mısır'dan. ◊ Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur. 
zi'b   Kurt. Canavar.
zi'be   Eyerin ve semerin iki yanlarının arası.
zi'ber   Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı.
zi'bik   Civa.
zi'f   İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı.
zi'leb(e)   Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve.
zi'm   Ayıp.
zi'r   (C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.
zi-der   f. Kapıdan.
zi-dergâh   f. Dergâhtan.
zia   İşlenir toprak. Tarla.
ziab   (Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar.
ziamet   (Bak: Zeâmet)
ziar   Devenin ağzını bağlamak.
zîb   Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise.
zîb-âver   f. Süsleyici, bezeyici.
zîb-efza   f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan.
ziba   f. Güzel, süslü, yakışıklı.
ziba'   (Zabu. C.) Sırtlanlar.
zibab   (Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler.
zibac   Nedimelik etmek. * Sohbet etmek.
zibak  Cıva.
zibal   Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey.
zibar   (Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları.
zîbarû   (Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber.
zîbayî   f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık.
zibbah   Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar.
zibban   (Zübâb. C.) Sinekler.
zibbir   Kuvvetli.
zibe'ra   Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar.
zibende   f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel.
ziberkan   Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı.
zibh   Boğazlanan davar.
zibha   (Zübha) Kuşpalazı, difteri.
zibl   Süprüntü. Gübre.
zibniye   Zorla def'edici, zorla kovan.
zibr   Mektup. Kitap.
zibrak   Sarartmak.
zicac   Karanfil.
zican   Meyletmek, eğilmek.
zicc   Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak.
zid   Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey.
zida(y)   Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı.
zidb   (C.: Ezdâb) Nasip, kısmet.
ziddân   İki zıt.
ziddeyn   Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
ziddiyet   Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.
zide   (Zidet) f. 'Çoğalsın, artsın' anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır.
zidet fazluhu   Bilgisi artsın, fazlı çok olsun!
zidk   Sıdk, doğruluk.
zîf   Kenar, nâhiye, cânip, taraf.
zifaf   Gerdeğe girmek. Gerdek.
zifan   (Zayf. C.) Misafirler. ◊ Öldürücü zehir.
ziff   Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü.
zifil   Katran.
zifr   (C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere 'Zevâfir' derler.) ◊ Tırnak. Çengel. Pençe.
zifra   (C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer.
zîfünun   Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi.
zîh   (C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ)
zih   f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit.
zihaf   Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun Zıddı: İmâle'dir)
ziham   Kalabalık, sıkışıklık.
zihar   İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak.
zihare   Elbisenin dış yüzü, dış tarafı.
zîhassa   Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi.
zihbe   (C. Zihâb) Yağmur katresi.
zihi   Şu, bu mânasına gelen müennes işaret zamiri. ◊ f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin.
zihin   (Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ)
zihlaf   Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek.
zihlil   Dayanacak ve kayacak dar mekân.
zihnen   Zihin ile, düşünerek, akıl ile.
zihnî   (Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit.
zihniyyât   Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
zihniyyet   Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa.
zihrî   (C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.
zihrit   Koyun ve deve burunlarından akan sümük.
zîk   Yaka kenarı. ◊ (Bak: Dıyk)
zikâr   (Zeker. C.) Erkekler.
zike   Silâh.
zikkî   Deriden yapılmış su tulumu.
zikr   (Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak.
zikr-ârend   f. Zikreden. Anan.
zikra   Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek.
zikzak   Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma.
zilal   (Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller. ◊ (Zıll. C.) Gölgeler.
zilale   Gölgelik.
zilf   Hayvanların çatal tırnağı.
zilhicce   Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar.
zilka'de   Arabi ayların on birincisi.
zill   Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme. ◊ Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması.
zill-âlud   f. Gölgeli.
zille   Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter.
zillet   Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
zillî   Gölge ile alâkalı.
zillîm   Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan.
zilliyet   Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik.
zillullah   Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.
zilye   (C.: Zelâli) Büyük döşek.
zilzal   Zelzele, sarsıntı.
zilzal suresi   Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. 'Zelzele, İzâzülzile' sureleri de denir.
zilzil   (C.: Zelâzil) Uzun etek.
zimad   (C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.
zimal   (Bak: Zemel)
zimam   Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet. ◊ Hayvan yuları. Yular.
zimam-dâr   f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan.
ziman   Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.
zimar   Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey. ◊ Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile More…
zimem   (Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler.
zimemat  (Zimem. C.) Borçlar.
zimmar   Deve kuşu sesi. * 'Bağırmak, savt ve sada etmek' mânâsına mastar.
zimmet   Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma.
zimmet-dâr   f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı.
zimmî   Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.
zimmit   Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse.
zimn   İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
zimnen   Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
zimnî   İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden.
zimr   (C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit.
zimzim   İri gövdeli deve.
zîn   f. Binek hayvanlarına vurulan eyer.
zina   Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet.
zinab   (Zeneb. C.) Kuyruklar.
zinabe   Her şeyin ardı, arkası.
zinak   Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak.
zinakâr   f. Zina eden, zâni.
zinbar   Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç.
zincar   Bir nevi balık.
zindan   f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer.
zindanî   (C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı.
zinde   f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli.
zinde-bâd   f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol.
zinde-dâr   f. Gece uyumayan, uyanık kalan.
zinde-dil   f. Kalbi diri olan, uyanık.
zinde-gî   f. Canlılık, zindelik, dirilik.
zindik   (Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka) ◊ (Bak: Zendeka)
zine   Düzgün. * Libas, elbise.
zinet   Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.
zinfilece   (Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR  f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette.
zinharhâr   f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen.
zinkîr   Tırnak kesintisi.
zinne   Töhmet, kabahat.
zinnet   Cimrilik, pintilik.
zir   (C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi. ◊ f. Alt, aşağı.
zir ü zeber   Altüst, karmakarışık, darmadağın.
zir-bend   f. Kayış, kuşak, kemer.
zira   f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki.
zira'   El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine More…
ziraat   Çiftçilik, ekincilik.
zirabe   Keskinlik.
ziraî   Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı.
zirar   Karşılıklı zarar vermek.
ziraye   Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak.
zirba'   Maymuna benzer bir hayvan.
zirban   (C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.
zirek   f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek.
zirekî   f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık.
zirfin   (C.: Zerâfin) Kapı halkası.
zirgam   (C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer.
zirh   Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.
zirhpuş   (C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen.
ziriba'   Belâ, zahmet.
zirin   f. Alttaki, aşağıdaki.
zirnîk   Zırhım, fare otu.
zirr   Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk. ◊ Düğme. * Tomurcuk.
zirve   Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi.
zirve-i bâlâ   f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat.
zişt   f. Çirkin. Kötü. Kabih.
ziştî   f. Çirkinlik.
zît   (Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek.
zivana   f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. ◊ (Bak: Zıvana)
zivanadan çikmak   Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek.
ziver   Şiddetle yürümek. ◊ Süs. Zinet.
ziya   Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. ◊ (Bak: Ziyâ)
ziya'   (Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar. ◊ Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma. ◊ Kaybolma, mahvolma.
ziya-efşan   f. Işık saçan, ziya saçan.
ziyade   Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma.
ziyaf   (Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler.
ziyafe   Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek.
ziyafeşan   f. Işık saçan, ziya saçan.
ziyafet   Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme. ◊ Karışık ve değişik olma.
ziyai   (Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan.
ziyal   Uzun kuyruklu at.
ziyame   Ayıplı olmak.
ziyan   f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar.
ziyanisar   (Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen.
ziyankâr   f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici.
ziyapaş   f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan.
ziyar   Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler.
ziyare   Meşhur, şöhretli.
ziyaret   Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak.
ziyaret-gâh   f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer.
ziyk   (Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı.
ziyy   (C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et.
ziyyik   Pek dar.
ziza'   Ot ve su olmayan yer.
zizefun   Ihlamur ağacı.
zorbaz   f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar More…
zû   Kelimenin başına gelerek 'sâhip, mâlik olan' mânasını verir. (Bak: Zâ)
zû'   Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş. ◊ (C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık.
zu'ban   (Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar.
zu'kuk   (C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse.
zu'lub   (C.: Zeâlib) Bez parçası.
zu'luk   Bir ot cinsi.
zu'm   (Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan.
zu'miyyât   Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler.
zu'mum   Yorulmak.
zü'nun   Bir ot cinsi.
zu'r   Korku, havf.
zu'rur   Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi.
züaf   Tez, acele, hızlı seri. ◊ Ağu. Zehir.
zuafa   (Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar.
zuak   Tuzlu su.
zuama   (Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri.
zübab   Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak.
zübab(e)   Sinek.
zübad   Bir ot cinsi.
zübale   Mum. Kandil fitili.
zübana   Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni.
zübbad   Değersiz şey. * Kaymak.
zubban   (Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler.
zübd   Tereyağı, kaymak.
zübde   (C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi.
zübdî   Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler.
zube   Bir taraf.
zübed   (Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler.
zübeh   Bir ot.
zübeyr   (Zübür. den) Yazılı küçük şey.
zübre   (C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.)
zübul   Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik.
zübul-yafte   f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan.
zübur   (Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar.
zübür   (Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar.
zübye   (C.: Zübâ) Tepe.
zücac(e)   Cam, şişe, sırça.
zücacî   Camcı, şişeci, sırçacı.
zücaciyye   Cam veya sırçadan yapılı kaplar.
zücal   Oyuncu güvercin.
zücc   (C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok demiri.
zücle   (C.: Zücül) İnsanlardan bir taife.
zucret   Yürek darlığı, iç sıkıntısı.
zucretver   f. Sıkıntılı.
zücur   (Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar. Eziyetler. Kovmalar.
zud   f. Çabuk, tez, hemen olan, acele. ◊ Üçten ona kadar olan develer.
zudaşna   (Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan.
zudendaz   (Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz.
zudhiz   f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr.
zudî   f. Tezlik, çabukluk.
zudres   f. Çabuk erişen.
zudsir   f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan.
zudter   f. Daha çabuk.
züff   (Züfâf) - Az, kalil.
züffe   Bölük, zümre.
zufr   Tırnak.
züfr   Ulu kişi, seyyid.
züfre   (C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri.
zufur   (C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar.
züfyan   Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi.
zugle   Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması.
zuglul   Yeyni, hafif. * Küçük oğlan.
zugr  Şam vilayetinde bir yerin adı.
züha'   Miktar.
zuhal   (Bak: Zühal)
zühal   Satürn Gezegeni.
zuhar   Ok yeleği. Kanat yeleği.
zühar   Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek.
zühban   (Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar.
zühd   Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
zühdî   Zühde ait ve müteallik. Zühde dair.
zühdiyye   Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki sahibi olmağa çalışmak.
züheyr   Küçük çiçek. Çiçekcik.
zühluk   (C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman.
zühm   İçyağı.
zühme   (C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk.
zuhr   Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref. ◊ Öğle vakti. Öğleyin.
zuhr(e)   İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık.
zühre   Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan. Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan yıldızlar. * Berraklık, safilik.
zuhrefe   Süslemek, bezemek.
zührevî   Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar.
zuhruf   Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın.
zühruf   (Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet.
zuhruf suresi   Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir.
zühub   (Zeheb. C.) Altınlar.
zühuk   Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma.
zühul   Unutmak veya bir işi geciktirmek. Elde olmayan bir sebeple bir işi geciktirmek. Yanılmak. Kasden unutur gibi olmak. ◊ (Zahl. C.) Düşmanlıklar. Adâvetler. Öç ve intikamlar. More…
zühumet   Yağlılık.
zuhur   Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
zühur   (Su) çok olmak. * (Irmak) su ile dolu olmak. * Büyük ve uzun olmak. ◊ (C.: Ezhâr) Darlık zamanı için saklanıp biriktirilen şey. ◊ Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * More…
zuhurât   Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.)
zühuret   Parlaklık, parıldama.
zuk'   (C.: Ezkâ) İki uyluk arası.
züka'   Üveyik kuşunun sesi. ◊ Nakit. ◊ Güneş.
zükae   Malı çok olan, zengin.
zukak   (C.: Ezikka) Sokak.
zükak   (C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ.
zükam   Nezle.
züke   Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa.
zukk   Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi.
zükk   Üveyik kuşunun yavrusu.
zukl   Harâmi. * Küçük dar gemi.
zükme   Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı kimse.
zükr   Kalbdeki fikir, düşünce.
zükran   (Zeker. C.) Erkekler.
zükre   şarap konulan küçük tuluk. ◊ Peklik. * Keskinlik.
zükun   (Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler.
zükur   (Zeker. C.) Erkekler.
zükuret   Erkeklik.
zülaka   (Bak: Zelâka)
zülâl   Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı.
zülâlî   (Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına benziyen.
zülam   Parasız, züğürt.
zulame   Mazlumun hakkı.
zülef   (Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe. Menzile.
zulel   Gölgelikler.
zulem   Karanlıklar.
zulemat  (Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar.
zülenkata   Zeker. * Kısa boylu kişi.
zülf   (Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi.
zülf-i perişan   f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu.
zülf-i yâr   f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur, şeref.
zülfa   Yakınlık, yaklaşma.
zülfe   Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak saçağı benzediği için bu ad verilmiştir.
zülfet   Yakınlık.
zülhuka   Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne.
zülka   Kaypak, düz yer.
zülkum   Boğaz.
züll   Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk.
züllaha   Arka ağrısı.
zullame   (Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal.
zullân   (Zelil. C.) Zeliller.
zulle   (C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa.
zulm   (Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.
zulmanî   Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan.
zulmat  (Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri.
zulmen   Haksızlıkla, zulüm yaparak.
zulmet   Karanlık. * Mc: Sıkıntı.
zuluf   (Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları.
zülüf   (Bak: Zülf)
zulul   Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler.
zülul   Vezinde eksik olmak.
zülül   (Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar.
zulümat  (Bak: Zulmât)
zülzal   Zelzele, deprem, sarsılma.
zülzil   (C.: Zelâzil) Etek ucu.
zümer   (Zümre. C.) Gruplar, zümreler.
zümer suresi   Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir.
zümh   Yüce ve büyük olmak.
zümmah   Bahil, yaramaz kişi.
zümmel (zümmâl)   Zayıf, korkak kişi.
zumne   Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık.
zümre   Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
zümrüt   Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı.
zümuh   Uzak olmak. * Katı olmak.
zümum   (Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar.
zümürrüd   Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk.
zun   Put, sanem.
zünabe   Herşeyin ardı, arkası.
zünane   Borcun ve iddetin bakiyyesi.
zünba'   Akıllı, zeyrek kimse.
zunbub   İncik önünde olan kuru kemik.
zünbur (zünbâr)   (C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası.
züneyb   Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık.
zünnar   İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak.
zünub   (Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
zunun   (Zann. C.) Zanlar. şübheler.
zünzün   (C.: Zenâzin) Gömlek eteği.
zur   Yalan. Asılsız. Uydurma. ◊ (Zor) f. Kuvvet, güç.
zür'a   Bir miktar ekilmiş yer.
zür'e   Aklık, beyazlık.
zurafa   (Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
zurar   Keskin bir taş.
zürare   Saçılan şey.
zurba   f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü.
zurbayâne   f. Zorbalıkla, zorbacasına.
zurbaz   (Bak: Zorbaz)
zürefa   (Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ)
züreyka'   Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir)
zurhane   f. Spor salonu.
züribe (ziribe)   (C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek.
zurk   Yonca içinde biten yaban otu.
zürka(t)   Mâvi, mâvimtırak renk.
zurkâr   f. Zorlayan.
zürkum   Çehresi gömgök kimse.
zürmanika   Sof zırh.
zurmend   f. Güçlü, kuvvetli.
zürnuk   Küçük nehir.
zürra'   (Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler.
zürrak   (C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan.
zürre   Darı.
zürriyat   (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
zürriyet   Soy, nesil, döl, kuşak.
zuru'   (Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri.
züru'   Ekili tarlalar.
zurub   Kısa boylu, şişman ve etli kimse.
zürud   (Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları.
zuruf   (Zarf. C.) Zarflar. Kablar.
zürur   Ay, güneş ve yıldızın doğması.
zürzür   Sığırcık kuşu.
zutt   Zencilerden bir kabile.
züube   (C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik budak.
züvaf   Tez, hızlı, seri.
züval   Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi.
züvan   Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum.
züvenn   Kısa boylu.
züveyza'   Kısa boylu.
züviyet   Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy)
züvvar   (Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler.
zuyuc   Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
zuyuf   (Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar.
züyuf   (Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar.
züyul   (Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan ilâveler.
züyur   (Bak: Ziver)
züyut   (Zeyt. C.) Yağlar.